(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Buse Özel" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Buse Özel" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Buse Özel
Kız gibi koşun deseler ne yaparsınız?
22 Mayıs 2016

Biz, kadına fiziksel şiddeti konuşmanın ötesine henüz bir tık geçemediğimiz için bunları konuşmak size çok "Avrupai" bir konu gibi gelebilir ama masaya yatırılmalı.

 

Reklam filminde 10-15 yaşları arasındaki kızlara önce, cinsiyet belirtmeden önemli buluşlar yapan bilim insanları soruluyor. Hepsi sırayla Albert Einstein, Nikola Tesla, Thomas Edison'un isimlerini sayıyor. Ardından kızlara önemli buluş yapan kadın bilim insanları soruluyor. Uzunca bir süre düşünüyorlar ve en tanınmış kadın bilim insanlarından Marie Curie'nin bile adı akıllarına gelmiyor. 

 

Bu onların suçu değil. Bu eğitim hayatından itibaren, sistematik bir şekilde ve hatta bize göre kadın erkek eşitliğini daha fazla sağlamış Batı ülkelerinde bile kadınların bir şeyi başarabilme konusundaki oluşturulan "algıyı" ortaya koyuyor.

 

"KIZ GİBİ KOŞMAK" DİYİNCE AKLINIZA NE GELİYOR?

 

Şimdi size "kız gibi koşan" birini hayal edin desem gözünüzün önüne ne gelir? 

 

 

Microsoft'un yaptığı çalışmaya benzer bir sosyal sorumluluk filmini başka bir ünlü marka da yapmıştı. 7-8 yaşlarındaki kızlara ve bir de ortaokul çağlarındaki kızlara "kız gibi" koşmalarını söylüyorlar. Daha küçük yaştaki kız çocukları yani henüz "zihni zehirlenmemiş", "özgüvenleri baltalanmamış" küçük kızlar var gücüyle koşuyor. Çünkü onlara göre kız gibi koşmak "var gücüyle savaşmak" demek.

 

Bir de daha büyük yaşta, lise çağlarındaki kızlara "kız gibi" koşmalarını söylüyorlar. Her an ayağı takılıp düşecekmiş gibi koşuyorlar.

 

Toplumun bizim cinsimize, el birliğiyle, hatta bizim de desteğimizle neler yaptığının en çarpıcı örneğiydi bence bu.
Dünyanın ilk "anaerkil" toplumunun yaşadığı Anadolu topraklarında kadının "elinin hamuru", "kadın işte" "kadın kısmı" gibi dilimize yerleştirilen kodlarla, söylemlerle kadının engellenmesini ben kabul edemiyorum. Bence bunun için ilk adım da "fark etmek." Yani biz kadınların zihnine "başarısız ve güçsüz" olduğumuza dair yanlış inançların nasıl el birliğiyle kodlandığını hepimizin fark etmesi gerekiyor. Sonrası çorap söküğü gibi gelecek. 

 

Merak edenler için reklamın linkine buradan tıklayabilirsiniz

 

Dipnot: Bilim adamı değil bilim insanı. Benim de dilimin alışması zaman aldı ama yapabiliriz.

 

ÇATALHÖYÜK

 

Yeri gelmişken bir miktar Çatalhöyük'ten de bahsedelim. Bugünkü Konya ilinin, Çumra ilçesi'ne yakın bir bölgede bundan 9 bin yıl önce yerleşim yeri olmuş bir antik kent. Neolitik döneme dayanır ve yer yüzünde yaşayan en eski toplumlardan birini barındırdığına inanılır. Çatalhöyük bu yönüyle çok özeldir. Ancak bir özel tarafı da anaerkil bir düzenle yönetildiğinin ortaya çıkması. Daha sonraki yıllarda bu konunun anaerkillikten ziyade eşitlikçi olduğu da söylendi.

 

Burada uzun süre kazı yapan Prof. Ian Hodder, Çatalhöyük’te iş bölümünün kadın ve erkek arasında eşit olarak dağıtıldığını ve hiyerarşi olmadığını düşündüklerini açıklamıştı.

 

"HAVAYI DA PARAYLA SATACAKLAR" GERÇEK OLUR MU

 

Araştırmalara göre günde sadece yarım saat yürüyüş yapmak belli bir miktar antidepresan kullanma ile eşdeğer. Buna istinaden geçenlerde azıcık yürüyüş yapayım, tüm gün oturan biri olarak iyi gelir diye evimin yakınlarında bir tur atayım dedim. Egzoz kokusundan evden markete bile gidemedim. Cadde üstünde oturmak eskiden bir avantajdı değil mi? Artık değil... Dişimi sıkayım başka yerlerde yürürüm dedim ama en az 1 saatlik bir mesafede yürüyüş yapabileceğim tek bir alan buldum. Ama eğer oraya kadar yürürsem zaten yeteri kadar yürümüş oluyorum.

 

Sağlık Bakanlığı çok güzel kampanyalar yapıyor, bedava bisiklet bile dağıtıyor. Hatta Sayın Mehmet Müezzinoğlu geçtiğimiz günlerde kadın kanserlerine karşı farkındalık yaratmak için pedal çevirdi. Ama çevre düzenlemesi olmadan bunların hiçbirini yapmak mümkün değil. O yüzden belediyeler ve Sağlık Bakanlığı beraber çalışırsa yol kat ederiz ve daha mutlu bir toplum oluruz.

 

Biz şehir insanlarına sorarsanız aslında hiçbirimiz perdeleri uzaktan kumandayla açılan residence'larda yaşamak istemiyoruz. Sadece kibar bir insan topluluğuyla, ayağımızın birazcık toprağa, yeşile, güneşe değebileceği alanlar istiyoruz. Bunun için de milyon dolarlar harcamak istemiyoruz. Yarın öbür gün acaba temiz hava için para ödemek zorunda kalır mıyız bilemiyorum?

Yazının devamı...
Güvensiz, mutsuz, tedirgin çocuk yetiştirmenin püf noktaları
13 Haziran 2015

Bir de Türk toplumunda yaygın kullanılan, kalıplaşmış cümleler vardır, "Yemeğini yemezsen seni dışarı çıkarmam", "Kız gibi ağlama", "Hemen buraya gel yoksa gidiyorum..." Bunların hepsi sizin için o anı kurtaracak çözümler yaratsa da çocuğunuz için çözmekte çok zorlanacağı ve belki farkına varması bile yıllarını alacak ya da hiç anlayamayacağı problemler edinmesi, otomatik davranışlar geliştirmesi demek.

Nitekim birçoğunu siz de yaşadınız... Mesela deli gibi öfkelendiğiniz bir olayda eşiniz "Bunda kızacak ne var" dediğinde siz gerçekten kızacak bir durum olmadığını anlamadınız... Psikomola'dan Uzman psikolog Reyhan Uzun ile Türk toplumunda en yaygın kullanılan bu kalıpları ve neden oldukları davranış biçimlerini derledik. Belki davranışınızın nedeni çocuklukta duyduğunuz bu sözler olabileceği gibi, çocuklarınızınki de sizin söylediklerinizdir.

KAFASINI MASAYA VURAN ÇOCUK İÇİN MASAYI DÖVMEK

- Kafasını masaya vuran çocuk ağlar ve annesi-babası gider masayı dövmeye başlar. ‘Eh Eh masa, bir daha sakın oğluma vurma’ diye. Bu sözcükler genelde birçok anne babanın ağzından zaman içinde belki pek çok kez dökülmüştür. Peki bu çocuğunuza aslında ilerisi için nasıl mesaj vermektedir ya da söylediğimiz şey çocuğumuza neyi öğretmektedir?

Bu tutum sonrasında çocuk her düştüğünde, her kafasını vurduğunda ya da ayağı takıldığında kabahatliyi dışarıda aramaya başlar, başkalarını suçlar ve yaptığı şeylerin sorumluluğunu almaz. Hataların sorumlusu olarak başkalarını görür. Sorumluluk almamayı öğrenir.

"GEL YOKSA BEN GİDİYORUM"

‘Hemen buraya gel yoksa ben gidiyorum’, ‘Bunu buradan al yoksa sevmem seni,’ gibi terk edilme ve sevgisizlikle tehtit etme bir çocuk için en tehlikeli şeylerdir. Hiç bir çocuk sevgisizlikle ve terk edilmeyle tehtit edilmemelidir. Bu söylemler çocukta güven ilişkisi zedeler, sevginin koşullu olduğunu, ancak istenilen şeyleri yaparsa sevilebileceğine dair öğrenme geliştirir. Anne ile çocuk arasındaki koşulsuz sevgi ve güven bağı kişinin yetişkin hayatında diğer insanlarla kuracağı ilişkinin temelini oluşturur.güvensiz ve tehtidkar , sürekli sevilmemekle tehtit edilen bir ortamda büyüyen çocuk insanlara güvenmemeyi, şüpheci olmayı öğrenir, terk edilme korkusu yaşar, kaygı bozuklukları geliştirme olasılığı vardır.

"SENİN PABUCUN DAMA ATILDI"

’Kardeşin oldu artık senin pabucun dama atıldı’, bir çocuğa yeni doğan kardeşinin olduğu dönemde söylenmesi gereken en son sözdür herhalde. Yeni bir kişinin eve dahil oluyor olması, çocuk için tamamen kriz hali ve endişe yaratıcı bir durumken bu cümleyle beraber biz aslında ona ‘Artık senin değil, kardeşinin istekleri ön planda, sen daha arka plana düşüceksin, kardeşin şu anda daha öncelikli’ demiş olmaktayız. Bu da bir çocuk için normal olan kardeş kıskançlığını tetikler ve kardeşe karşı olan öfke, nefret, kıskançlık duygularını ön plana çıkarır ve zaman zaman ortaya çıkabilecek ağlama nöbetleri, içekapanmalar, tutturmalar, regresif hareketler, davranış problemlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelir.

TEHDİT ETMEYİN: YEMEĞİNİ YEMEZSEN GEZMEYE GİTMEYİZ

‘Yemeğini yemezsen gezmeye gitmeyiz, oyuncaklarını kaldırırım, anane gider…’ gibi tehtid cümlelerini daha çok ufak çocuklarda yemek yedirebilme mücadelesi verirken kullanılır. Çocuk yemek yemek istemez, ebeveyn için o anda o yemeği yedirmek ve bir an önce masadan kalkmak en önemlisidir, dolayısıyla çocuğun bir an evvel tabağındaki yemeği bitirmesi için tehtidler devreye giremeye başlar. Bu tehditler çocuğa ne öğretir? Tehdit istenen davranışa ulaşmak için kullanılabilen etkili bir yöntemdir, ilerde bende bir şeyleri yaptırmak istediğimde bu yolu kullanabilirim düşüncesi. Ayrıca çocuk için yemek yemek bir şeylere ulaşabilmek için kullanılan bir araç gibi görülmeye başlar ve sağlıksız beslenme alışkanlığını tetikler, dolayısıyla beslenme bozuklukları görülme olasılığı daha fazladır, aynı zamanda anne-çocuk ilişkisinde çatışmaları ve iletişim bozukluklarını tetikler.

KARDEŞ ÇATIŞMASI

- ‘Sen büyüksün, kardeşin ağlamasın bu seferlik alttan al bir şey olmaz.’, ‘Affetmek büyüklüktür’, ‘Sen ablasın ama…’ gibi yönlendirmeler kardeşi olan evin içinde çatışma zamanlarında birçok anne babanın varolan sorunu bir an önce çözümleme ihtiyacını gidermek amacıyla kullanılır. Peki nedir bu yönlendirmelerin ileriki aşamalarda çocuğa kazandırdığı davranış? Hakkını aramama, hakkını aradığı zaman suçluluk hissetme, isteklerini doğrudan ifade edememe, duygularını bastırma ve sonrasında da meydana gelen öfke patlamaları, kardeşe yönelik kızgınlıklar ve anne babaya duyulan öfke.

"KIZ GİBİ AĞLAMA"

Türk toplumunda bir erkeğe biçilen en zor görevdir belki de ağlamamak. ‘Erkekler ağlamaz’, ‘Kız gibi ağlama’, Çok ufak yaşlardan itibaren duyarız, çocuklar oyun oynar, erkek çocuk düşer, ayağı incinir ve ağlamaya başlar, hemen yanına koşan baba ya da anne çocuğunu teselli etmeye çalışırken ya da onu sakinleştirmeye çalışırken ‘Kız gibi ağlama hemen, erkek adam ağlar mı oğlum ya’ gibi öğrenilmiş kalıp cümleleri kullanarak çocuğunu yatıştırmaya çalışır. Burada erkeğe verilen mesaj; sen duygularını belli etmemelisin, erkeksin ağlayamazsın, her zaman dik durmalısındır.

ÇELİŞKİLİ SÖZLER SÖYLEMEYİN

Çocuklarımıza zaman gelir ‘ Sen artık büyüdün bunları yapabilirsin’ deriz yeri gelir ‘Sen karışma bakalım, çocuklar böyle şeylere karışmaz’, anne babaların kendi içinde çeliştiği ve çok sık yaptığı bir durumdur bu. Çocukların zaman zaman büyümelerini ve kendi sorumluluklarını almalarına yönelik mesajlar vermek, bazen de fikirlerini beyan etmesine izin vermeden çocuğun kafasında oluşturulan çelişkiler. Zamana ve duruma göre ebeveynlerin vermiş olduğu tepkiler ve değişen tutumları, çocuğun kendi hakkındaki görüşlerini farklılaşmaktadır. Buda aslında en temelde kendine yönelik güveni sarsan ve şüpheciliği tetikleyen bir tutumdur. Ben aslında kimim? Sorusunu getirir gündeme çocuk için, büyük gibi mi davranmalıyım yoksa, çocuk mu olmalıyım? kararsızlık, çelişkiler ve çelişik tutumun arkasında temkinli olma, kararsız kişilik yapısı ortaya çıkabiliyor.

"YEMEK ARKANDAN AĞLAR"

’Yemeğin hepsi bitecek arkandan ağlar yoksa’ yemek yemek kişinin kendi karar vereceği, doyup doymadığını ancak kendi kontrol edebileceği bir şeydir. Fakat özellikle küçük çocuklar yemek konusunda anne babalar için biraz zorlayıcı olabiliyorlar. Sorunun çözülmesi için de dışsal bir etken oluşturarak çocuk üzerinde vicdani olarak disiplin oluşturmaya çalışıyoruz. Sonra çocuk her yemeğini yemediğinde kendini kötü hissetmeye başlamakla beraber, kendini suçlamaya yönelik duyguları tetiklenmektedir. Böylece yemek yemek başkasını mutlu etmek için meydan gelen bir eylem halini almaktadır.

DÜŞÜNCELERİNİ KONTROL ETMEYE ÇALIŞMAYIN, ZORLAMAYIN

‘Onunla oynamak istemiyorum’ diyen çocuğa annesi, ‘Aaaa ne kadar ayıp öyle söylenir mi hiç?’ gibi tepkiler verebiliyoruz. Küçük yaştan itibaren olumsuz duygularımızı bastırmayı, yokmuş gibi davranmayı öğrenerek büyüyoruz. Mutlu olmak, heyecanlanmak, eğlenmek ne kadar ön plana çıkartılması gerekiyorsa, mutsuz olmak, hayalkırıklığı ya da tedirginlik gibi duygular bir o kadar gösterilmemesi gereken ve bastırılması gereken duygular olarak görülmektedir. Sürekli bastırılan duygular bir süre sonra bizi aslında duygularımızı ortaya koymamız gerektirdiğine dair inancı beslemeye başlar, sürekli kendimizi bastırmaya çalışırız.bir süre sonra kontrolsüzce öfke patlamaları veya sebebi bilinmeyen saldırgan tutumlara zemin oluşturabilir, aynı zamanda düşüncesine saygı duyulmamanın vermiş olduğu düşüncelerini farklı gösterme çabasına girme ve kontrolcü tutum oluşmaya başlar.

"ÖCÜ VAR", "POLİS AMCA KIZAR", "DOKTOR AMCA İĞNE YAPAR"

‘Öcü var oraya gitme, bak gidersen doktor amca iğne yapar, polis amca kızar’ bu cümleler çocuğun o andaki atılımcı davranışını durdurmayı amaçlayan, çocukları korkutarak istenmeyen davranışı yapmasını engellemek, gözünü korkutmak olmaktadır. Uzun süreli baktığımızda çocuk hasta olduğunda doktora gitmek istemez, hastaneye gitmek, aşı yaptırmak onlar için kabus halini alır, düşüncesi bile onu öfkelendirmeye, ağlatmaya yeter hale gelir. Yada sokakta polis gördüğü zaman korkarak kaçmaya, uzaklaşmaya başlar ve korkusu tetiklenir. Ebeveynlerin ikna etme sürecinde yetersiz kaldıklarını hissettikleri noktada çözümü dışsal etmenlere bağlayarak, korku geliştirerek çözüm ararlar. İleriki süreçte çocuk tek başına tuvalete girmeye, diğer odaya geçmeye korkar hale gelebilir, cesareti kırılır ve kendine dönük özgüveninde zaman içinde sıkıntılar başlar. Yalnız kalma kapasitesi düşer, farklı korkular geliştirmeye başlar, ebeveynlerine daha yapışık hale gelir. Ayrıca bu tehtitler çocukta kaygıyı tetikler ve kaygı bozuklukları geliştirme olasılığını arttırır.

"DİKKAT DE YANMA SAKIN"

‘Aman dikkat et de, düşme’, ‘Eyvah!! yanma sakın!’ gibi endişeli hareketleriyle aşırı korumacı tutum sergileyen ebeveynler çocuklarının her seferinde attığı adımı engelleyip gelişmesine engel olduğunu farketmemekle beraber ileriki zamanlarda çocuğun daha pasif kalan, özgüveni düşük, bağımlı kişilik geliştirmeye yatkın, korkak, sorumluluk almakta güçlük çeken, benlik saygısı düşük bireyler olmalarına zemin oluşturmaktadır.

Yazının devamı...
'Yeme annem yeme gülüm' ile zayıflama günlüğü
27 Nisan 2015

Bir de kendimize ofisin "kilo verme gurusu" olarak tecrübeli erkeği Murat Kıvanç'ı seçtik. Kendisi şaşırtan değişimiyle öncesi-sonrası fotoğraflarına konu olabilecek bir kişilik. Post modern Canan Karatay'ımız o bizim ayrıca. Daha az sinirli ve kibar ama ara sıra “zıkkım yiyin” gibi motivasyon cümleleri var.

İlk gün öğle yemeğine adeta dakikaları saydım. Açlıktan gözüm dönmüştü börek yiyerek ilk kaçağımı yaptım. Akşam üzeri de masa arkadaşımı gizlice lokum yerken yakaladım. Ben tam çemkirme çalışmalarına girmişken dönüp sen de al bir tane dedi. Sonuç olarak biz ikişer lokumu götürdük. Ardından da sus işareti yaparak Murat Kıvanç'a çaktırmama kararı aldık.



İkinci gün yine bir omleti bölüşüp az peynirle kahvaltıyı sürdürdük başarıyla. Cumartesi de fena sayılmazdı. Pazar birbirimizi görmediğimiz için vicdanımıza kaldık.

BASİT DEĞİŞİMLERLE KASMADAN KİLO VEREBİLİRSİNİZ

Pazartesi sabah her ikimizde de günah karşı tarafın olsun çalışmaları vardı. "Kahvaltıda simit yesem bana yeter" teklifi gelince sevgili Elif Ünal'dan "Tamam yaa bugünlük böyle olsun" diyip afiyetle simitimizi yedik. Şimdilik kaç kilo verdiğim bilgisini paylaşmıyorum çünkü motivasyonum düşüyor. Ama beslenme uzmanı ve diyetisyen Serkan Tutar'dan bizimkinden daha etkili olacak birkaç basit öneri var. Bunları yaparak en azından ayda 1-2 kilo vermek mümkün...

DİYETİSYEN SERKAN TUTAR'DAN ÖNERİLER

- SU İÇİN

Su için demek bir klasiktir ama en kısa sürede tartı üstünde düşüş bekliyorsanız suyu hemen arttırmalısınız. Basit bir hesapla ne kadar su içeceğinizi bulabilirsiniz. Kilonuzu 0,034 ile çarptığınıza içmeniz gereken su miktarı ortaya çıkar. Genelde ilk haftalarda kilo gidişatı ödem kısımlarından olması nedeni ile tartı üstünde bir ayda ortalama 2-3 kg kaybı sadece bu sayede görebilirsiniz.

- PROTEİNİ ARTTIRIN

Yıllardır sadece gün içerisinde alınan kalori miktarı önemsendi. Ama asıl önemli olan almış olduğunuz kalorinin hangi besin grubundan geldiğidir. Yani siz sadece karbonhidrat ağırlıklı besleniyor fakat günlük ihtiyacınız olan kalorinin altında besin tüketiyorsanız yine kilo alırsınız. Ama proteinli besinleri (özellikle hayvansal kaynaklı) daha fazla beslenme programınızda kullanırsanız kilo kaybını hızlı bir şekilde tartı üstünde görmeye başlarsınız.

- HAREKETİ ARTTIRIN

İlla spor yapmak zorunda değilsiniz. Günü aktifleştirecek, kaslarınızın ve eklemlerinizin çalışmasını sağlayacak ufak yürüyüşler yapabilirsiniz. Havanında güzelleşmesi ile mesai günleri işten eve giderken kısa yürüyüşler yapabilir hafta sonu bunun süresini uzatabilirsiniz.

- ARA ÖĞÜN EKLEYİN

Özellikle öğle ve akşam yemeği arasında yüksek karbonhidrat içeriği olmayan ara öğünler yapmalısınız. Bunlar hem metabolizmanızın daha hızlı çalışmasını hem de bir sonraki öğünde daha az kalori alımını sağlayacaktır. Eğer ara öğün yapmazsanız akşam yemeğine düşük kan şekeri ile başlayacağınız için hem daha fazla besin tüketirsiniz hem de yediklerinizin karın bölgenizde yağa dönüşümüne neden olursunuz.

- KAHVALTI YAPIN

Uyandıktan sonra bir saat içinde kahvaltı yapmak çok önemli ama bunu kesinlikle sadece poğaça veya simit ile yapmak doğru değil. Özellikle protein kaynağı olan yumurta ve peynirin sabah kahvaltınızda bulunmasına özen gösterin. Bal, reçel ve çikolatalı ürünlere de mümkün olduğunca dokunmayın.


Yazının devamı...
Alın size 'paşam oğluşum'
14 Şubat 2015

Yakıyor sizin paşalarınız, can yakıyor, insan yakıyor, acımıyor, kendisinden başkasını insan olarak göremiyor, gücünün yettiği herkesin efendisi olduğunu düşünüyor. Birçoğu oğlu olsun istiyor ama bir de gözünün bebeğinden sakınılan kız evlatlar var. Ailesi yetiştiriyor binbir emekle. Evde oturup bir adamın boyunduruğu altına girmesin diye okutuyor, çalıştırıyor. Birilerinin söylediği gibi "hafif kadın" olsun diye değil, aksine sağlam bir kadın olsun. Ayakları yere sağlam bassın diye. Birilerine muhtaç oldukları için hayatlarını yalan dolanla sürdürmek zorunda kalmasınlar, ufak hesaplar yapmak zorunda olan kadınlardan olmasınlar ya da sürekli boyun eğen mutsuzlar olmasın diye.

HASTA RUHLARA ŞİFA OLACAKTI

Sonra bir gün kızınız çıkıyor evden, geri gelmiyor... Aklına bin türlü şey geliyor her ailenin o süreçte. Özgecan'ın ailesinin aklına bile gelenlerden daha fazlası kızlarının, gözünün bebeğinden sakındığı evlatlarının başına geldi. 3 tane insan suretinde canlı bir araya geliyor. Ağzından salyalar akıyor. Özgecan psikoloji okuyordu. Hasta ruhlara şifa olmak istedi, yaraları sarmak istedi, o ağzından salyalar akanlarla bile konuşarak, terapi yaparak iyi gelebileceğine inanıyordu ki bu mesleği seçmişti. Ama efendiler, paşalar müsaade etmedi.

PAŞALAR, AĞALAR

Siz kadına sürekli "ana" olmaktan daha fazla bir anlam yüklemediğiniz için kadınlar sadece "can verebildiği", sizlerin bakımını yaptığı, egonuzu sürekli okşayıp tatmin ettiği sürece değerli oluyor. Hatta yine de değerli demeyelim de yanınızda barınabiliyor.

Eğer erkek olarak bir kadınla konuşurken her şeyden önce onun insan değil, kadın olduğunu düşünüyorsanız, cinsiyeti sizin için onun insan olmasından, bir canlı olmasından daha çok aklınıza geliyorsa sorun sizin beyninizde. Biliyoruz öyle yetiştirildiniz, paşasınız, ağasınız, gerçek dünyaya dönmekte zorlanıyorsunuz. Nitekim karısını, sevgilisini öldüren, tecavüz edenler bu kadar çok İNDİRİMLİ ceza alırken, sizin gerçek dünyaya dönmekte zorlanmanız çok da anormal değil. Egonuzu pohpohlayan, kadını metalaştıran, bu hayatta kadını sadece size hizmet etmek gibi görevleri olan bir eşyanın yerine koymaktan öte geçemeyen söylemleriniz bu kadar meşrulaştıkça Hindistan'daki kan donduran tecavüz olaylarına Türkiye de artık çok uzak değil.

Vicdanınız varsa bir karıncayı kibrit çakıp yaktığınızı düşünün. Yapın demiyorum bunu düşünün. Yüreğiniz kaldırır mı bir canlının böyle canının yanmasını, yakılmasını izlemeye. Benim kaldırmıyor.

Dukha'ları duydunuz mu bilmiyorum, Moğolistan'da bir Türk topluluğu. En eski Türk topluluklarının yaşadığı şekilde yaşıyorlar. Magma Dergisi'nden Özcan Yüksek onları yazmıştı bu ay yayınlanan sayılarında. Avlanmaya çıktıklarında bir hayvanı öldürünce patilerinin her birini öpüp özür diliyorlar. Yaşamak için öldürüyoruz, mecburuz diyorlardı. Vahşi doğa şartlarında yaşayanlar, avlandığı hayvana bu kadar saygı duyarken, şu şartlarda yaşayan ve karşısındaki insana bunları yapan insaniyet yoksununa ne demeli siz karar verin.

Güzel gözlü kız sana söz veremiyoruz, ruhun huzur bulur mu bilmiyoruz ama dilerim mekanın cennet olsun...

Yazının devamı...
'Sık ulan sık...'
13 Şubat 2015

Diğer taraftan AFP foto muhabiri Bülent Kılıç önemli bir ödül olan World Press Photo 2014 haber dalında birincilik ödülünü aldı. Fotoğraf kafasına biber gazı fişeği yiyerek komaya giren ve hayatını kaybeden Berkin Elvan için yapılan eylemlerde, yine biber gazı yiyen liseli genç kızın korkmuş, donmuş halini yansıtıyordu.

(Bülent Kılıç'ın ödül alan fotoğrafı)

365 GÜNÜN 224 GÜNÜ ÜLKEDE BİBER GAZI VARDI

Geçtiğimiz günlerde biber gazı yasaklansın inisiyatifi bir rapor açıkladı. Rapora göre 365 günün 224 günü ülkenin bir yerlerinde biber gazı kullanılmış ve biber gazından dolayı sekiz insan hayatını kaybetti. Ama burada "sekiz"in bir istatistik gibi, sıradan bir matematik gibi karşımıza çıkması da olayın vehametinin bir parçası. Çünkü o sekiz kişinin her biri, birilerinin sevdiği, annesi, babası, dedesi, anneannesi, kızı, oğlu vs... Birilerinin sevdiği...

"UTANÇ VERİCİ BİR İŞLE UĞRAŞIYORUZ"

Türk Tabipler Birliği Yüksek Onur Kurulu Üyesi Ali Çerkezoğlu, “Biber gazının yıllık istatistiğini tutmak, her ay nerede ne kadar, kaç kişiye ölümcül kimyasal silahın kullanıldığını raporlamak gibi bir ülke için utanç verici bir işle uğraşıyoruz. Bu raporlandırmayla, görmeyen gözlere, duymayan kulaklara bir kez daha biber gazının ne kadar ölümcül, ne kadar pervasızca kullanılan bir silah olduğunu gözler önüne serdik. Raporda da göreceğiniz gibi biber gazından muaf bir şehrimiz, biber gazından muaf bir insanımız yok" diyor.

"BİBER GAZININ ÖLDÜRDÜĞÜNE DAİR KAFAMIZDA SORU İŞARETİ YOK"

Bu yıl Ocak ayında İstanbul Tabip Odası ve Biber Gazı Yasaklansın İnisiyatifi tarafından da "Biber Gazı Yasaklansın Tıbbi Sempozyumu" yapıldı. Bu sempozyumda da yer alan Prof. Dr. Tunçalp Demir, bana biber gazı ile ilgili önemli notlar aktardı, "Gezi olaylarıyla birlikte biber gazı kullanımı ayyuka çıktı. Biz de bu sene İstanbul Tabip Odası ve Biber Gazı Yasaklansın İnsiyatifi ile birlikte "Biber Gazı Yasaklansın Tıbbi Sempozyumu" düzenledik. Biber gazının öldürdüğüne dair kafamızda hiçbir soru yok yani biber gazı ölümcüldür. Ama dünyada bu konuda literatürde bilgi de yok. Çünkü hiçbir ülkede maalesef bizimki kadar yaygın kullanım yok. Ayrıca biber gazı sadece gaz olarak kullanılmıyor, kapsülü de bir ateşli silah olarak insanları yaralamak amacıyla kullanılıyor.

"GEZİ İLE AYYUKA ÇIKTI"

"Gezi olaylarıyla birlikte biber gazı kullanımı ayyuka çıktı. Ama ondan önce de ölümler gördük. Çayan Birben, Metin Lokumcu da biber gazı nedeniyle hayatını kaybetti. Dolayısıyla "Biber gazı öldürür" konusunda kafamızda bir soru işareti yok. Bu nedenle "Biber Gazı Yasaklansın" ismiyle bir sempozyum düzenledik. Çünkü dünyada bu konuda çok fazla bilgi literatürde yok. Aslında olmaması da normal çünkü maalesef bizim kadar yaygın kullanım başka bir yerde yok."

BİBER GAZI DEMEK İNSANLARA BİBER YEDİRMEK DEĞİL

Dönemin içişleri bakanı İdris Naim Şahin'in "Biber gazımız yüzde yüz organik ve doğaldır" açıklamasını hatırlatıyorum, Dr. Tunçalp Demir şunları söylüyor, "Bu şey gibi bitkiselse iyidir gibi ama bir şeyin bitkisel olması iyi olduğu anlamına gelmiyor çünkü öyle düşünürsek uyuşturucuların da çoğu bitkisel. Sonuçta biber gazı bildiğimiz yeşil biberin insanlara yedirilmesi değil çok yoğunlaştırılmış bir miktar. Sonuçta eğer oturup günde 10 kilo biber yerseniz bu da zararlı olur.

Bu açıklamalar talihsiz açıklamalar tabii ama önemli olan bilimsel raporlar, verilerdir. Biz ayrıca biber gazının kendisinin yarattığı tehlikenin yanında kapsülünün de silah gibi kullanılmasına şahit olduk."

BİBER GAZI İLE İLGİLİ KLİNİK ARAŞTIRMA YOK İNSAN ÜZERİNDE ARAŞTIRMA YAPILAMAZ

İHD, Makine Mühendisleri Odası, Türkiye Tabipler Birliği gibi 30 sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu Biber Gazı Yasaklansın İnisiyatifi biber gazının yasaklanması amacıyla çok önemli çalışmalar yapmaya devam ediyor. Her geçen gün araştırmalar, raporlar, insanüstü bir çaba ile, Türk insanı için sarfediliyor. İşin bilimsel tarafından bakarsak biber gazının etkileriyle ilgili şu çarpıcı cümle dikkat çekiyor, "Biber gazı ile ilgili klinik araştırma yok, çünkü insan üzerinde böyle bir araştırma yapmak etik olarak mümkün değil." Ama elimizde artık bununla ilgili birçok veri var. Ve ne yazık ki bu verilerin önemli bir kısmı Türkiye'den...

twitter.com/buseozelll

Yazının devamı...
Gözler kalbin aynasıdır... Meğer doğruymuş
8 Ocak 2015

- "Bu adam güvenilir birine benziyor."

Sonra Mehmetin yanındaki arkadaşı, Ahmet elini size uzattı. Beden diliyle tepeden baktığı mesajını veriyordu. Size "Merhaba" dedi ama iç sesiniz bu küstah adamın zararlı bir tip olduğunu söyledi.

Bütün bunlar hemen her gün karşılaştığımız ve kendi kendimize yorumladığımız tavırlar, insan ilişkilerinin sıradan gibi görünen ufak detayları. Birçoğumuz buna 6. his ya da tecrübe deriz. "Ben insan sarrafıyım," "Neler gördüm," "İnsanları bir görüşte tanırım." Tüm bunlar gerçekten 6. hisle alakalı olsa güzel olurdu, en azından çocukluğundan beri mistik şeylerin hepsine ilgi duyan biri olarak ben, bunun öyle olduğuna inanmak isterdim. Ama maalesef öyle değil.

"NİYET OKUMAK" GELİŞMİŞ BEYİNLERE ÖZGÜ BİR DURUM

Bunun bilimsel açıklamasını ise ilk kez 1978 yılında şempanzelerin, türdeşlerinin duygularını anlama yeteneği olup olmadığını inceleyen David Premack ve Guy Woodruff yapıyor. Zihin kuramı en temel anlatımıyla, karşıdaki insanların ses tonu ve mimiklerinden niyetini okuma ve anlamlandırma yeteneğine deniyor. Karşısındakinin bilgi, niyet, inanç gibi zihinsel durumlarını yorumlama yetenekleri çocuk yaşta gelişmeye başlıyor. Araştırmalara göre zihin kuramının bireylerde gelişimi eğitim düzeyiyle yakından alakalı. Ayrıca bunu yorumlama yetisi, niyeti doğru okumak gelişmiş beyinlere özgü bir durum sayılabiliyor.

BEBEKLERİN TAKLİT YETENEĞİ

8 ile 12 ay arasında bebekler karşıdakinin yüzünü taklit etmeye başlar, 15 aylıkken yetişkinlerin niyetlerine dair bilgileri olur, 18-30 ay arasında ise diğer insanların duygularını, düşüncelerini anladıklarını gösteren akli durum sözcüklerini kullanmaya başlarlar.


Zihin kuramında kullanılan birçok testte, kendini bir başkasının yerine koyarak, zihin okuma yetisi ölçülür. Bunlardan en ünlüsü 1983 yılında geliştirilen *Sally ve Anne testidir. Testi yapan kişi "Sally" ve "Anne" adında iki oyuncak bebek kullanır.

EN POPÜLER TEST

Teste tabii tutulan çocuklar için şöyle bir oyun oynanır:

Sally'nin bir sepeti ve Anne'in bir kutusu vardır. Sally sepetine bir misket koyar ve sahneden ayrılır. Sally orada değilken ve ne olduğunu göremezken Anne Sally’nin sepetinden misketi alır ve kendi kutusuna koyar. Sally daha sonra geri döner ve çocuklara Sally’nin misketi için nereye bakacağını düşündükleri sorulur. Çocuklar, eğer Sally’nin ilk olarak içinde olmadığını bilmediğinden misketini aramak için sepetine bakacağını anlarlarsa testi "geçer".

Dört yaşın altındaki normal çocuklar ve her yaştan otistik çocukların tamamı (Zekası normalin üzerinde dahi olsa otistik bireylerde bu yetinin gelişmediği görülür.) Sally’nin misketinin alındığından habersiz olduğunun farkına varmadan "Anne'in kutusu" diye cevap verecektir.

Baron-Cohen’in otizmde zihin teorisi çalışmalarında, 61 çocuk "Sally" ve "Anne" ile test edilmiştir.

Bebekler tanıtıldıktan sonra çocukların bebeklerin adını anlayıp anlamadıkları test edilmiştir (Adlandırma sorusu).

Bundan sonra Sally bir misket alır ve sepetine saklar. Daha sonra yürüyüş yapmak için odadan çıkar. Sally dışarıdayken, yani onun haberi olmadan, Anne Sally’nin sepetinden misketi alır ve kendi kutusuna koyar. Sally döner ve çocuğa anahtar soru sorulur: 'Sally misketi için nereye bakacak? ' (İnanç sorusu).

Daha sonra iki kontrol sorusu sorulmuştur: Gerçeklik sorusu ve bellek sorusu.

Gerçeklik sorusu "Aslında misket nerededir? " dir. Bu çocuğun misketin sepetten kutuya aktarıldığına dikkat edip etmediğinden emin olmak içindir.

Bellek sorusu "Misket başlangıçta neredeydi?" dir. Bu soru Sally’nin misketi nerede bıraktığını çocuğun unutmadığından emin olmak için sorulur.

Çocuğun bu testi geçebilmesi için 'inanç sorusunu' başarması gerekir. Çocuk Sally’nin kendi inançları olduğunu ve bunların gerçeklerle örtüşmediğini göstermesi gerekir. 'İnanç sorusunun' doğru cevabı Sally’nin sepetini göstermektir. Bu çocuğun, Sally’nin misketinin kendi sepetinde olduğuna inandığını bildiğini gösterecektir. Doğru olmayan cevap Anne’în kutusunu göstermektir çünkü Sally, Anne’in misketi kendi kutusuna sakladığını bilmemektedir.


"GÖZLERDEN ZİHİN OKUMA"

Türk Psikiyatri Derneği'nin resmi internet sitesinde yer alan *Gözler testi ile ilgili bilimsel çalışmada ise "yüz özelliklerinden kişinin zihinsel durumunun çözülmesi" ile ilgili şu açıklamalar yer alıyor.

1999 yılında Cambridge Üniversitesi Gelişimsel psikopatoloji profesörü Simon Baron-Cohen ve arkadaşlarının geliştirdiği "Gözler testi"nin yüz özelliklerinden kişinin zihinsel durumun çözümlenmesini gerektiren ödev yapısı ile diğer testlerden farklı olduğuna inanılır. "Gözler testi" diğerlerinden farklı olarak daha ileri bir zihin okuma yetisi gerektirir çünkü görselliğe bağlı bir muhakeme içerir.

Yani bilim dünyası bir nevi diyor ki gerçekten gözler kalbin aynasıdır ama okumayı becerebilene... Ve iç sesimiz sandığınız şey aslında hislerimiz değil gelişmiş beyniniz...


*Gözlerden Zihin Okuma Testi’nin Türkçe Güvenirlik Çalışması: Dr. Ejder Akgün YILDIRIM, Dr. Muzaffer KAŞAR, Dr. Mehmet GÜDÜK, Dr. Elif ATEŞ, Dr. İlker KÜÇÜKPARLAK, Dr. Erdem Onur ÖZALMETE

*Sally ve Anne testinin detayları için Vikipedi

twitter.com/buseozelll

Yazının devamı...
Dönsen de bir konuşsak artık hocam...
2 Ocak 2015

Hemen yan sedyede yatan ve merdivenden düşüp yüzünü çarpmış olan teyzeyle ilgilenmeye başladı. Perde aralığından iki seksen uzanmış onları izliyordum. Yaşlı teyze pek Türkçe bilmiyordu ve yüzünü doktora göstermek istemedi. "Anne çek elini, ben doktorum, doktora ayıp olmaz" dedi. Sonunda yaşlı kadını muayene etti, neyse ki önemli bir şeyi yoktu.

- "Kim bu teyzenin yakınları" dedi.

- "Benim, torunuyum."

- "Siz mi bakıyorsunuz" dedi... Evet diye cevap verdiler.

- "Hocam çok sinirli, Alzheimer'ı var. Ne desek bağırıyor, sinirleniyor."

- "O yaşlı. Bundan sonra onu değiştiremezsiniz. Ne dese evet diyeceksiniz. He deyip geçeceksiniz olmadı. Siz ona gözünüz gibi bakacaksınız ki biz de size bakalım. Tamam mı? Sevaptır, ölene kadar ne derse yapacaksınız" dedi ve gitti.

Neyse ki sonra babamı görünce hemen tanıdı ve ne olduğunu sorup bana bakmayı ihmal etmedi. Hani hep şikayet ediyoruz ya "Doktorlar yüzümüze bakmıyor, ilaç yazıp yolluyor, aklı fikri parada hepsinin" diye... Yok, işte böyleleri de var. Ve o doktor Yunanistan'dan İtalya'ya giderken yanan feribotta kaybolan Dr. Hakan Akkaya… Ne zaman gitsem annemi, babamı sorar. Kulak Burun Boğaz uzmanı da olsa tepeden tırnağa ne sorunum varsa dinler, tavsiye verir. Herkesin "Bu doktorlar ilaç firmaları için gereksiz yazıp duruyor" söylentilerine inat hastasına asla gereksiz masraf, tahlil vs. yaptırmaz.

"BASINA BİLGİ VEREMEYİZ HANIMEFENDİ!"

Günlerdir haberlerini yapıyoruz, oyuncu Begüm Akkaya'nın da babasıymış. Nasıl olduysa ben bu süreçte fotoğrafını hiç görmüyorum ve benim için kayıp bir Türk yolcuyken dün gece Twitter'daki paylaşımlardan birinde denk gelmemle şok oluyorum. "Aaaa Hakan Bey. Nasıl olabilir" diyorum. "Bizim Hakan Bey mi?" Herkes için bu kadar çok çalışan, uğraşan, didinen bir adam için şu an kimse bir şey yapmıyor ya da yapamıyor. Bir grup dost, arkadaş belirsizce çırpınıyor. İtalya'daki Türk Konsolosluğu’nu aradım belki gazeteci olarak aramamın bir etkisi olur bilgi almamda diye ama "Sabahtan beri 10 kişi aradı hanımefendi. Basına bilgi veremeyiz" denilerek kapatıldı.

Kutsal meslekti hani, saygıdeğerdi, can kurtarıyorlardı. Onların sepette hiç çürük elma yok mu derseniz elbette var. Ama bakın ne yazık ki iyi olanlar için de hayat vefasız olabiliyor. Eminim ki oradaki yetkililerimiz de uğraşıyordur ya da en azından umuyorum ama keşke bizim vatandaşımıza sahip çıkıldığını daha çok hissedebilsek.

Bu ülke, bu vatan uğruna bu kadar çok çabalayan bir insanımız için uçaklarımızın, helikopterlerimizin çoktan orada olmamasını ben kabullenemiyorum. Belki duygusal yaklaşıyorum... Sürçü lisan ediyorsam affola ama birileri daha fazla bir şey yapsa keşke...

Kaç keredir "Hocam sizinle bir röportaj yapalım" demeyi düşünüyordum ama ona gittiğimde hep hastalıktan dökülüyor olduğum için salya, sümük, ayaklarımı sürüye sürüye odasından çıkıyordum. Hakan hocam ne olur dönsen... Dönsen de bir konuşsak artık.

Yazının devamı...
Bizim Norveç'ten neyimiz eksik?
17 Kasım 2014

Bitkiler, sebze ve meyveler yüzyıllardır etkileriyle insanlar tarafından birçok hastalığa karşı koruyucu olarak kullanılıyor ama modern tıp bunu sistematik bir şekilde aile hekimliğiyle yapıyor. Aile hekimliği tüm modern ülkelerde, sadece yaşam süresinin değil "sağlıklı yaşam süresinin" de uzun olduğu ülkelerde kullanılan çok güzel bir sistem. Ancak Türkiye'de hem aile hekimliğinin hem de koruyucu hekimliğin kat etmesi gereken çok yol var.

Aile hekimi Dr. Emrah Kırımlı çok konuşulan "Koruyucu hekimlik" ile ilgili soruları yanıtladı...

- Aile hekimliği eşittir koruyucu hekimlik diyebilir miyiz?

Evet denilebilir ancak bir yanlış anlaşılma var. Koruyucu hekimlik denildiğinde genel olarak aşılar anlaşılıyor oysa bizim gibi ülkelerin çok önemli bir kronik hastalıklar sorunu var. Diyabet, yüksek tansiyon, obezite, KOAH, eklem rahatsızlıkları gibi ülkemizde milyonlarca kişiyi etkileyen çok önemli sağlık sorunları var. Aile hekimliği ve koruyucu hekimlik esas olarak bu hastalıklara müdahale edilmesi anlamına gelmeli.

ÖNLENEBİLİR HASTALIKLARDAN ÖLÜYORUZ

- Koruyucu hekim basit bir anlatımla, bizdeki "tedavi eden doktor iyi doktor" mantığından farklı olarak, "benim insanım fazla hasta olmadı, ben iyi bir hekimim" diyen hekim midir?

Kesinlikle ve keşke. Elbette her hastalığı önleyemeyiz ama hastalıkların gidiş seyrini insanların yaşam biçimini değiştirebiliriz. Sigara içiyorsa bırakmasını, sağlıklı beslenmesini daha çok hareket etmesini önererek ve bunu koruduğunu takip ederek bahsettiğiniz en iyi hekim olabiliriz. Bunun dışında ülkemizde 7 milyon şeker hastası var ve yarısı hasta olduğunu bilmiyor. Bir çoğuna şeker koması ile tanı konuyor. 3 kişiden biri tansiyon hastası ama çok azının tedavisi kontrol altında. Bu ise şu anlama geliyor, erken yaşta kalp krizi, böbrek yetmezliği ve diyaliz ihtiyacı, görme sorunları ve körlük, felçler ve bakıma muhtaç hastalar. Oysa bunların tümü önlenebilir. Erken müdahale ile hemen tümü önlenebilir. İnsanlar, aileler milyonlarca kişi korunabilir. Sigara için iki kişiden biri bu nedenle ölüyor. Bir aile hekiminin tavsiyesi ile sigarayı bırakan birinin hayatını kurtarmış pek çok hastalığı önlemiş oluyoruz.

65 YAŞINDA BİRİNİN ÖNÜNDE SAĞLIKLI ONLARCA YIL OLMALI

- Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan dünyanın en gelişmiş ülkeleri sıralamasında Norveç 1'inci sırada görünüyor. Türkiye ise 90'ıncı sırada. Bu listedeki en önemli ölçütlerden bir tanesi de tabii ki yaşam uzunluğu, sağlıklı yaşam ve tedaviye erişme imkanı. Norveç ya da mesela bizim birçok vatandaşımızın yaşadığı Almanya (5'inci sırada) bizden farklı neler yapıyor...

Biz bebek ölümlerini azaltarak ortalama ömrümüzü önemli ölçüde artırdık ama farkı kapatamadık. Asıl olan sadece yaşam değil, sağlıklı yaşamları da daha uzun. Yani onlar hastalıkları olmadan dinç bir şekilde 80lerine gelirken biz 60larımızda yaşlı oluyoruz, 65 yaşında emekliliğe de haklı olarak mezarda emeklilik diyoruz. Oysa o ülkelerde 65 yaşında birinin önünde daha sağlıklı onlarca yıl var. Can sıkıcı bir sorun. Bizim ülkemiz daha şişman, daha hareketsiz ve daha çok sigara içiyor. Sağlığı konusunda da çok bilgili değil.

SPOR YAPMAK BÜYÜK ŞEHİRDE LÜKS

Çok basit bir konu, bugünlerde bakanlık ağız-diş sağlığı kampanyaları yapıyor. Bizim hastalarımız sürekli diş doktoruna gidiyor, dişleri çürük diye ama dişini düzenli fırçalamıyor. Spor yapmak sağlıklı beslenmek ne yazık ki büyük şehirlerde sıkış tepi yaşayan milyonlar için lüks tüketim. Yürüyecek, bisiklete binecek nefes alacak yerimiz pek yok. Bunları talep etmeyi de pek düşünmüyoruz. Eve kapanmış, çalışmayan sabah kalkıp sırasıyla kocasını işe, çocuklarını okula gönderen her ikisi ile kahvaltı eden sonra yatan, kalkıp bir daha atıştıran, ev işlerinin peşinde koşturan evden çıkamayan, ardından okuldan çocuklarını karşılayan ve peşine kocasını karşılayan ve onlarla yeniden bir şeyler yiyen, hareket edecek hiç bir alanı olmayan ev kadınları.

TÜRK KADINININ BEL ÇEVRESİ "ALARM VERİYOR"

Yemek dediğimiz ise hane geliri düşünülünce, fiyatına göre kalorisi yüksek gıdalar olmak zorunda, ekmek, sıvı yağ, bisküviler, makarna bol karbonhidrat düşük oranda protein ve sebze gibi duruyor. Bunun sonucu ise Türkiye'de kadınların bel çevresi ortalaması 93 santimetre çıkmış. 88 santimin üstü alarm bulgusudur oysa. Bu alarm sınırını 80 santime çekenler de var ki o zaman toplumun dörtte üçü bu alarm sınırının üstünde oluyor.

Daha eğitimliler, eğitim düzeyi ile sağlığın arasındaki doğrudan ilişki gösterilmiş durumda, ülkemizde yapılan Diyabet çalışmalarında eğitim düzeyi düşük kadınların diyabet olma riski daha fazla çıkıyor mesela. Sadece diyabet örneğinde değil. Aynı evrede meme kanseri olanlarda eğitim düzeyinin düşük olması ölüm riskini artırıyor. Mekanizmayı açıklamakla uğraşabiliriz elbette ama sonuç ortada eğitim yoksa hastalık var. Ülkelerin milli geliri arttıkça bebek ölüm hızları azalıyor. Sosyoekonomik düzey düşükse yani Norrveç'te Almanya'da değilsek sağlık okur yazarlığı düşüyor, sağlıkta eşitsizlikler ise artıyor. Bazen hastalar görüyoruz erken yaşta yaşlanmış, çökmüş, sosyo ekonomik düzeyi düşük birisi daha iyi düzeydeki birine göre 20 yıl daha yaşlı aslında. Nüfusta 50 yaşında görünse de sağlığı 70 yaşında oluyor ve hastalıklarla geçen bir ömrü. Senelerce kronik hastalıklarla boğuşuyor.

BİR DOKTORUN MUAYENE İÇİN EN AZ 20 DAKİKAYA İHTİYACI VAR

- Bir doktorun doğru teşhis için sorması gereken bir sürü temel soru var... Bunu yapabilmek için doktorun hastasına ne kadar zaman ayırması gerekiyor?

Bu aslında bir önceki sorunun da yanıtı. Norveç ile ne farkımız var. Bizdeki performans sistemi orada yok. Bizde çok hızla hasta bakmak zorundasınız ki ay sonunda maaşınızı alabilesiniz, aynı belirli bir metre kazmak zorunda olan madenciler gibi. Bu performans dayatmasında hastadan ilk kaynaktan bilgi alma yoluna gidilmiyor. Yani aslında neredeyse hiç açık uçlu soru sormadığınız temel cihazlarla evet hayır yanıtları ile giden görme muayenesi için bile 10 dakikadan fazlası lazım iken ağrı, başı göğsü ya da karnı ağrıyan, ya da ateş, halsizlik, öksürük, yorgunluk gibi onlarca farklı nedeni olabilecek sorunları olanlar için bu süre çok daha uzun. Ne zaman başladı, ne kadar sürüyor, daha önce oldu mu, artıran şeyler var mı, geçtiği oluyor mu, hastanın kendisi bunu nasıl yaşıyor, nasıl tarif ediyor. İlk başta sorulacak az sayıdaki bu genel geçer sorulardan sonra bir de kişiye özel detaylı soruları soruyorsunuz? Sonuçta bir kişiye ne kadar çok soru sorarsanız o kadar iyi anlar ve giderek daha iyi yanıtlar alırsınız. Siz hastayı anladıkça, tanınız daha kolaylaşır, hastayı da tanırsınız ve hastanın size güveni artar. Size güveni artan hastanın hem tedavi uyumu artar hem de tedaviye güveni. Bunun sonunda da başarınız artar. Sonuçta hastaya ihtiyacı olan zamanı ayırmak gerekir.

DOKTORU DÖVMEK YERİNE SİSTEME İTİRAZ ETMELİ

- Dünya Sağlık Örgütü'nün, doğru bir muayene için belirlediği süre 20 dakika. Biz de ise sistem yaklaşık 10 dakikada bir randevu veriyor. Bu durum nelerin eksik kalmasına neden oluyor?

DSÖ bu sürenin altına inmeyin demek istemiştir. Bizim sistemimiz ise 10 dakikaya da izin vermiyor aslında. Sonuçta bir üretim bandı değil ki 10 dakika olunca diğer ürüne geçelim. Bu insanın bekleme alanında bir odaya girmesi ve çıkması bile bir süre ve bu 10 dakikada bir randevunun içinde yer alıyor. Hastane yöneticileri istedikleri gelire ulaşmak için hasta sayısını artırmak istiyorlar günde 100 hasta bakılan yerler var ve hangi doktorla konuşsanız günde 40 hastaya az der. Böyle olunca o 10 dakika kısıla kısıla 3-5 dakikaya geriliyor.

Hastalandığını ve bir sorunu olduğunu düşünen bundan endişelenen ya da varolan bir sorunun kontrolü için doktora giden birisi olduğunuzu düşünün, gideceğiniz günü planlıyorsunuz, randevunuzu alıyorsunuz, o kuruma gidiyorsunuz, öncesinde aklınızda sorular oluyor, acaba diyorsunuz, koridorda bekliyorsunuz, ilaçlarınız varsa onlara bakıyorsunuz neredeyse günlere varan bir süreç alttan alta zihninizde çalışıyor ve bir tepe noktasına geliyor. O noktada hekiminizle karşlaşıyorsunuz ve sizin biricik hayatınızın biricik sorunu o gün gelen yüz hastadan birisi olan 5 dakikaya indirgenmiş durumda. Başta hastaların bu sisteme doğru kanallardan itiraz etmesi lazım. Sağlıkta şiddet yolu ile yaptıkları itirazın bir sonuca ulaşması mümkün değil. Hekimleri ile birlikte bu performans sistemine itiraz etmeliler. Sonuçta onların kıymetli sağlıkları söz konusu olan ve sistem dediğiniz şey.

İYİLEŞME DEĞİL TEDAVİ OLUYOR

- Hekimler yeterli vakit ayırıp konuşamadıkları için doğrudan tahlillere yönelmek zorunda kalıyor, peki bu tahliller fazlaca yapıldığında ülke ekonomisine ne kadar zararı oluyor?

Senaryonun diğer tarafında hekim var. Her gün karşınıza gelen onlarca kişi ve aklınızda bir acaba sorusu. Başı ağrıyor, canı mı sıkkın, şekeri mi oynadı, kansızlığı mı var yoksa başını mı çarptı, tansiyon mu yoksa kafa içi bir kitle mi, görmesi mi bozuk yoksa sinüzit mi? Muayene ile hastayla konuşarak bunların ayırımını yapabilir bir sıraya koyabilirsiniz ama o zaman kapıda bekleyen hastalar ve üst katlardaki yöneticiler homurdanmaya başlar. Bu durumda tansiyon takibi için bir yere, diğer bazı hastalıklar için kan tahliline, diğer bazı olasılıklar için radyolojiye, MR'a hastayı gönderirsiniz. Bir iki başka branşın da görmesini istersiniz. Hasta elinde 4-5 ayrı istek kağıdı ve 2 yeni doktor randevusu ile çıkar. Koştur koştur onları yaptırır ve "Ohhh tüm tahlillerim yaptırıldı tüm doktorlar beni gördü." diye mutlu bile olur. Ama o en değerli ve insani olan buluşma hasta hekim görüşmesi aradan çekilir. İyileşme değil tedavi söz konusu olur.

"ASLOLAN SAĞLIĞIN KORUNMASI"

- Aile hekimliği aslında kaliteli ve koruyucu sağlık anlayışının en temel kurumlarından biri diyebilir miyiz?

Evet öyle ve bunun kanıtları var. Sizin ülkenizde birinci basamağa ne kadar yatırım yapar bu alanda çalışan hekim sayısını ne kadar artırırsanız ölümler o kadar azalıyor. Hastalıklar daha erken evrede tanınıyor, daha sağlıklı nesiller yetişiyor. Bunun dışında bunu düşük maliyetle yapıyorsunuz. Sağlık harcamamalarının onda birini ayırıp sağlık sorunlarının %95'ini aile hekimliğinde çözen sistemler başarı ile çalışıyor. Bizde ismi var ama tüm Türkiye'nin aile hekimliğine geçtiği 2010 yılından bu yana epeyce yerimizde sayıyoruz. Yerimizde saydıkça da aslında geri gidiyoruz. Aile hekimliğinde temel öğreti sağlığın korunması, sorunların erken tespiti, ortaya çıkmasının geciktirilmesi veya önlenmesi.

PARA İLE SAADET OLMUYOR AMA SAĞLIK OLUYOR

- Atalarımız "Para ile saadet olmaz" derler ama hem istatistiki hem de hepimizin gözlemlediği gibi en azından huzur ve sağlığı getiriyor... Fakir hastalığı, zengin hastalığı diye bir şey var mı? Ya da gelir düzeyi ve sağlık arasındaki ilişki hakkında ne diyeceksiniz?

Aslında fakir hastalığı diye bir şey var. Daha doğrusu fakirliğin sağlığı daha kötü etkilediği biliniyor ve bu alışılageldik verem, ishal beslenme bozuklukları gibi hastalıklar değil. Fakirlik artık şeker, tansiyon, kanser gibi kronik hastalıkları azdırıyor. Bugün ölen 1000 kişiye baksak ve hangi ülkelerde ne nedenle ölmüşler diye saysak karşımıza su sonuç çıkıyor. 447 kişi düşük gelirli ülkelerde 415 kişi orta gelirli ülkelerde 138 kişi ise yüksek gelirli ülkelerde ölecek.

Yani orta ve düşük gelirli ülkelerde ölüm daha çok. Öldüren hastalıklar ise inme, kalp damar hastalığı, KOAH, zatürre, akciğer kanseri ve trafik kazası ile hipertansiyon. Bizim gibi ülkelerde inme, kalp damar hastalığı ve KOAH üçlüsü zengin ülkelerdeki ölümlerin tüm nedenlerin toplamından daha fazla kişiyi öldürüyor. Fakirlerde sağlıksız beslenme ve obezite daha fazla görülüyor, sigara içme gibi sağlık riskleri de daha fazla. Fakirliğin yarattığı belki de daha önemli sorun, bu kişilerin sağlık kurumlarına ulaşamamaları. Oluşacak maliyet endişesi insanları hastanelere gitmekten alıkoyabiliyor. Basit görünecek bir ulaşım masrafı, ilaç katkı payı ya da muayene ücreti bir araya geldiğinde 40-50 liraları bulabiliyor. Siz ne kadar maliyeti azaltmaya çalışsanız da bu miktarlar kişinin sağlık sorunlarının çözümünü arama yoluna gitmesine engel oluyor. Aile hekimliği bunun için de iyi bir çözüm. Mahalle içinde ulaşım sorunu olmayan, erişim sıkıntısı olmayan yakınınızdaki bir sağlık kurumu pek çok sorunun onurlu bir çözümü olabilir.

twitter.com/buseozelll

Yazının devamı...