(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Taha Akyol" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Taha Akyol" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Taha Akyol
Esad’la barışmak
22 Aralık 2016

Fırat Kalkanı harekâtı haklı sebeplerle 24 Ağustos’ta başlamıştı. 20 Aralık tarihine kadarki üç ay içinde 21 şehit, fakat DEAŞ’ın güçlü olduğu El Bab’daki çarpışmalarda 16 şehit!

 

DEAŞ’ın asıl direnişini El Bab’da yapacağı baştan belliydi.

 

Dün Milli Savunma Bakanı Fikri Işık, “2 bin kilometrekare civarında bir alanın teröristlerden temizlendiğini”, Türkiye’nin güvenliği için El Bab’ın çok önemli olduğunu vurguladı.

 

ESAD MEMNUN!

 

Bakan Işık hamasetten uzak, bu sebeple de inandırıcılık oranı yüksek bir üslupla konuşuyor. Askeri uzman olmadığım için de El Bab harekâtı hakkında eleştirel bir değerlendirme yapamam. Şehitlerimize rahmet, askerlerimize yürekten başarılar dilerim ancak.

 

Fakat sorunun dış politika yönünü irdelemek mümkündür ve gereklidir.

 

Suriye ve genelde Ortadoğu’da iktidarın öngörülü bir politika izlediği söylenemez.

 

Dış politikada kullanılması gereken diplomatik dil yerine, hem ideolojik hem iç politik sebeplerle hamasi dil kullanılması öngörülü politikaları engelledi.

 

İşte, “Moskova Bildirisi” ile muhaliflerin Esad hükümetiyle anlaşma yapmasını istedik değil mi?

 

Dün Şam yönetimi memnuniyetini ve “bunun yeni bir başlangıç olabileceğini” belirtti, değil mi?

 

Evet, Esad memnun; bir çözüm kapısı açılacaksa varsın olsun. Fakat...

 

‘ESAD GİTSİN’ POLİTİKASI

 

Ankara daha bir ay önce, 29 Kasım’da “Suriye’ye devlet terörü estiren zalim Esad’ın hükümdarlığına son vermek için girdik” diye ilan etmişti!

 

Putin’in müdahalesiyle iki gün sonra bu sözü yumuşatmıştık. Fakat bu daha ziyade Putin’in prestijini artırdı. Sonunda Rusya ve İran’la birlikte “Moskova Bildirisi”ne de imza koyduk.

 

Buraya gelineceği belliydi.

 

Washington Post’un Ortadoğu uzmanı Liz Sly 12 Mayıs’ta “Esad zemin kazanıyor” başlıklı yazısında Rusya ve İran’ın askeri desteğiyle “Esad’ın eli güçlenmiş olarak masaya oturacağını” yazmıştı.

 

Bizim uzmanlar da bunu söylüyordu.

 

Üstelik, beş yıl boyunca Türkiye “Esad gitsin” politikasına öncelik verirken Esad da PYD’yi destekledi. PYD’nin destekçilerinden biri Esad oldu!

 

Sonunda öyle bir noktaya geldik ki, Türkiye “Moskova Bildirisi” ile “Esad gitsin” politikasını fiilen bırakmaktadır.

 

KEŞKE...

 

Keşke zamanında bu esnekliği gösterseydik, altı ay hatta bir yıl evvel “Önceliğimiz terörle mücadeledir, rejim değildir” deseydik de Rusya’nın inisiyatifiyle bu noktaya gelmiş görüntüsünü vermeseydik, değil mi?

 

Suriye politikasının yanlışlığını ve maliyetini sonunda Numan Kurtulmuş da dile getirdi.

 

Bir kriz anında Putin’in nasıl davranacağını “uçak düşürme” hadisesinde gördük üstelik.

 

Batı’yla bu kadar gerginleşmeye lüzum var mıydı? Sorunları “kapalı kapılar ardında görüşmek” ve Batı ile çatışmalar yaşayan bir ülke görüntüsünü keskinleştirmekten sakınmak daha doğru olmaz mıydı?

 

Mısır’la sert kavganın kime faydası oldu?

 

ÇIKARILACAK DERSLER

 

Bütün bunlara bir “laboratuvar” gibi bakarak iki hususu vurgulamak isterim.

 

Fikir ve ifade hürriyetinin, eleştirilerin önemi: Keşke zamanında Suriye politikasını eleştirenlere “Esadcı, Baasçı” diye yüklenmek yerine, kulak verseymişiz değil mi?

 

İdeoloji yerine realizm: Ortadoğu karışmaya başladığında “Yüzyıllık parantez kapanıyor” diye tarih romantizmine kapılmak yerine, Ortadoğu sosyolojisinde büyük ve kanlı sorunlar çıkabileceğini düşünerek rasyonel bir siyaset izleseydik, değil mi?

 

NOT: Bu akşam CNN Türk’te saat 19.30’da “Eğrisi Doğrusu” programında konuklarımla bu konuları konuşacağız.

Yazının devamı...
Türkiye Rusya, İran
21 Aralık 2016

NATO üyesi ve Batı blokuna mensup Türkiye’nin Rusya ve İran’la “ortak bildiri” yayınlaması elbette son derece önemli.

 

Bildiride olumlu maddeler var: Suriye’nin toprak bütünlüğü, insani yardımların kolaylaştırılması, Doğu Halep’teki sivillerin tahliyesi, Güvenlik Konseyi’nin bir yıl önceki “ateş çağrısı”na atıf yapılması..

 

Bu noktada, Halep’te binlerce masum çocuk öldürülürken Güvenlik Konseyi’ndeki ateşkes girişimlerini Rusya’nın veto ettiğini hatırlamalıyız.

 

Şimdi Halep kesin olarak muhaliflerden temizlendi, İran ve Rusya ateşkes istiyor.

 

Olsun, daha fazla insan ölmesin. Türkiye elbette her durumda ateşkesi desteklemeli. Bunu hatırlatmamın sebebi, Rusya ve İran’ın Suriye’deki askeri duruma göre tavır takındığını belirtmektir.

 

“Ortak bildiri” de böyle bir siyasetin ürünüdür.

 

ESAD’I TANIMAK!

 

Türkiye açısından baktığımızda Moskova’da açıklanan “ortak bildiri” Ankara’nın Suriye siyasetinde keskin bir değişimi yansıtıyor.

 

Üç ülkenin dışişleri bakanları tarafından otak basın toplantısıyla açıklanan bildirinin 5. maddesi şöyle:

 

“İran, Rusya ve Türkiye Suriye hükümeti ile muhalefet arasındaki muhtemel anlaşmanın müzakerelerinde garantör olmaya ve kolaylaştırmaya hazır olduklarını ifade ederler.”

 

Halbuki Suriye’de içsavaşın başladığı Mart 2011’den beri Türkiye bütün önceliği “Esad’ın gitmesine” vermiş, bu konuda Batılıları bile geride bırakmıştı. Hatta “değerli yalnızlık” sözü, bunu savunmak için söylenmişti.

 

Şimdi Ankara, Suriye’deki muhaliflerin Esad hükümetiyle yapacağı anlaşma görüşmelerinin “garantörü” oluyor, Moskova ve Tahran’la birlikte...

 

HANGİ ÖRGÜTLER?

 

Bildiride dikkat çeken başka bir husus da “terör örgütleri” olarak sadece “IŞİD ve Nusra”nın zikredilmesidir. Hatta “silahlı muhalif grupları bu örgütlerden ayırma kararlılığı” vurgulanıyor, bu gruplara bir tür meşruiyet veriliyor.

 

Bu cümle Türkiye’nin desteklediği ÖSO’nun lehinedir.

 

Fakat İran’ın dışarıdan Suriye’ye soktuğu silahlı Hizbullah’ı da kapsıyor mu?!

 

Nitekim, Bakan Çavuşoğlu üçlü basın toplantısında İranlı meslektaşına “Dışarıdan gelen Hizbullah da var, bütün bunlara yardımın kesilmesi lazım” diye konuştu.

 

En önemlisi, bildirideki bu “silahlı muhalif grupları IŞİD ve Nusra’dan ayırma” ifadesi PYD’yi de kapsıyor mu, kapsamıyor mu?!

 

Unutmayalım ki İran’ın PKK ile yoğun teması vardır, Moskova ise PKK’yı “terör örgütleri listesi”ne bile almamıştır; Moskova’da PKK ve PYD’nin büroları da var.

 

HAMASET DEĞİL DİPLOMASİ

 

Tek başına Türkiye’nin Suriye politikasında Rusya ve İran’la güçlü pazarlık yaparak kendi lehine denge kurması kolay değildir. Türkiye Batı’nın ve özellikle ABD ve NATO’nun gücüyle ortaya çıkacak denge hesaplarında daha etkili olabilir. Evet, ABD PYD’ye silah veriyor, ama Moskova PKK’yı bile terör örgütleri listesine almıyor!

 

Batı’dan demokrasi konularında yöneltilen eleştiriler Ankara’yı eksen kaymasına itmemeli, böyle bir görüntü vermeden Rusya ile ve herkesle ilişkilerimizi geliştirmeliyiz.

 

Dış politikada şartlar esaslı surette değiştiğinde elbette tavır da değişir. İktidarın hatası daha önce Başbakan Yıldırım’ın işaretini verdiği şekilde Esad’ı tanımaya yönelmesi değildir. Geçmişte ideolojik ve hamasi duygularla “değerli yalnızlık” dozuna varacak derecede “Esad gitsin” politikasına kilitlenmiş olmasıdır.

 

Dış politikayı daima diplomasi diliyle ve esnekliğiyle yürütmek, hamasi ve ideolojik davranışlardan sakınmak gerekir.

 

Hiçbir ideoloji dünyayı bize realitesiyle göstermez çünkü dünya hiçbir ideolojiye göre oluşmamıştır.

Yazının devamı...
Terör çağı?
20 Aralık 2016

Katil Mevlüt Mert Altıntaş’ın polis olması sorunu büsbütün karmaşık hale getiriyor.

Türkiye’de ilk akla gelen olağan şüpheli FETÖ’dür; bunu düşündürecek sebepler medyada geniş olarak yer aldı. Özellikle kapatılan Today’s Zaman’ın eski Ankara temsilcisinin 16 Aralık’ta “Türkiye artık büyükelçiler için güvenli değil” diye mesaj atmış olması elbette önemli.

Diğer bir şüpheli, Suriye’deki cihadist örgütlerden El Nusra’dır; attığı Arapça slogan ve şahadet parmağı işareti sebebiyle böyle düşünülüyor.


ORTAK SORUŞTURMA
Rusya, soruşturmayı birlikte yürütmek istedi, doğal olarak Türkiye bunu kabul etti. Bunun olumlu tarafı, birlikte varılacak sonucun Ankara ile Moskova arasında farklı yorumlara, siyasi tartışmalara yol açmayacak olmasıdır.

Rus tarafından dikkat çekici yorumlar var: Rusya Savunma Bakanlığı’ndan İgor Korotçenko “Bu bireysel bir teröristin eylemi değil, ipleri Körfez bölgesine ve Okyanus’un öbür tarafına uzanan bir komplodur” diyor.

Petersburg Üniversitesi’nden Appolinaria Avrutino açıkça “Batı’nın parmağı var” diyor. Halep konusunda Türkiye’de yapılan Rusya karşıtı eylemleri hatırlatanlar da var.

Bunların hepsi ilk anda akla gelenler ve Rusya’nın siyasi pozisyonuna göre düşünülmüş yorumlardır.

Maddi gerçeği, Türkiye ve Rusya’nın birlikte yürüteceği soruşturmanın sonunda öğreneceğiz.


HALEP FAKTÖRÜ
İster örgütlü bir eylem olsun ister polis teşkilatındaki bir “cihadist” teröristin kendi başına veya birkaç yardımcıyla yaptığı eylem olsun, vahamet değişmiyor:

- Örgüt eylemi ise, örgüt bu tek suikastla yetinecek midir?!
- Polis teşkilatındaki bir “cihadist”in eylemi ise, polis içinde veya dışında böyleleri yine çıkmayacak mıdır?!

İşte, örgütler için sık sık “uyuyan hücreler”den bahsediliyor.

Batı’da “Selefi” öfkesine sahip ve günün birinde herhangi bir saikle kanlı eylemler yapan teröristlere “yalnız kurt” diyorlar.

Türk-Rus ilişkileri 9 Ağustos’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Moskova seyahatinden beri iyileşme halindedir. Rus Büyükelçi’nin katledilmesi ise son günlerde Halep’te yaşanan facialarla zamandaştır. Rusya’ya karşı protesto gösterileri bugünlerde yapıldı.

Örgütse zamanlamasını buna göre yapmış, “yalnız kurt”sa bundan kudurmuş olsa gerek.


POLİS VE ASKER
Berlin’de Noel pazarına TIR süren manyak veya manyaklar 12 masum insanı öldürdü. İslamofobi ve göçmen düşmanlığı kabaracaktır.

Ortadoğu ise yıllardır bir kan gölü...

Nasıl karmaşık ve çok yönlü bir terör tehdidiyle karşı karşıya olduğumuz açıktır. PKK’yı cesaretlendiren de bu ortamdır.

FETÖ’den ağır yaralar almış olan asker ve polis terörle mücadelesinde hemen her gün şehitler veriyor; bu sayede bizler bayrağımızın altında yaşıyoruz.

Katil Altıntaş tipinde biri polis olamamalı, mülakatta elenmeliydi.

Polise ve subay okullarına personel alımında “liyakat” ve “ahlak” tek ölçü olmalıdır. Asker ve polisin vatana ve kanuna sadakatten başka ideolojisi olamaz; bu güveni vermelidir.


KARLOV’A SAYGI
Diğer çok önemli bir husus, ülke içinde ideolojik ve siyasi ortamın yumuşatılmasıdır. İdeolojik ve siyasi gerilimin hem ayrı örgütlenmelere hem aşırı davranışlara uygun atmosfer yarattığı bilimsel bir gerçektir.

Son olarak Ankaralılara bir çağrı: Türkiye NATO üyesidir, siyasi sistem olarak Batı’yı seçmiştir, Rusya ile dostluğa da önem vermektedir. Müteveffa
Büyükelçi Andrey Karlov’un katledildiği yeri ziyaret ederek bir karanfil bırakın; milletçe tavrımızın ne olduğunu hepimiz adına siz gösterin.

Yazının devamı...
Üç milletvekili
19 Aralık 2016


‘Söyleyebilen’ diyorum çünkü “sürüden ayrılanı kurt kapar” kültüründe “sürü”den ayrı görüşler söylemek kolay değildir.

 

Üç milletvekilinden biri 1935 yılında, “tek parti” rejiminde CHP’den. İkincisi 1954 yılında, Bayar ve Menderes’in partisi Demokrat Parti’den. Üçüncüsü de günümüzden.

 

YIL 1935

 

Aralık ayında Meclis’te ünlü “Dersim Kanunu” görüşülüyor.

 

1924 Anayasası’na göre idam cezalarını onaylama yetkisi sadece Meclis’e aittir. Fakat, bu kanunda Dersim’de mahkemelerin vereceği idam cezalarının Yargıtay’a ve Meclis’e gitmeden oradaki komutanın onayıyla infaz edileceği hükmü vardır!

 

25 Aralık günlü oturumda Muğla Milletvekili Hüsnü Kitapçı söz alıyor, özetle:

 

“Anayasamıza göre idam cezalarını onaylama yetkisi münhasıran TBMM’ye aittir. Bu yetkiyi komutana vermek anayasaya aykırıdır!”

 

Adalet Komisyonu adına Trabzon Mebusu Raif Karadeniz cevap veriyor, özetle:

 

“Anayasamıza çok hürmet ederiz. Fakat memleketin yüksek menfaatini bir tarafa koyduk, diğer tarafa anayasaya saygıyı koyduk ve bu neticeye ulaştık!”

 

Parmaklar kalktı, kanun kabul edildi.

 

Ayrıntıları benim “Atatürk’ün İhtilal Hukuku” kitabımda bulabilirsiniz.

 

Tarihçi Meral Demirel’in rakamlarla gösterdiği gibi, 1930’lar kanunların çok defa “oybirliğiyle” kabul edildiği bir dönemdi. Bunu bozan konuşmalar parmakla sayılacak kadar azdı.

 

YIL 1954

 

Mayıs ayındaki seçimlerde yüzde 58 oy alan DP 501 milletvekili kazanmıştı, CHP’nin vekil sayısı 31’den ibaretti! Bu kadar güç yetmiyormuş gibi DP hemen bir kanun tasarısı hazırladı: Yargıtay hâkimleri ile profesörler 60 yaşında emekli olacaklar, fakat ilgili bakan isterse bu yaşı 65’e çıkarabilecekti.

 

Bu, profesörleri ve Yargıtay üyelerini emeklilikle tehdit eden bir kanundu.

 

DP Trabzon Milletvekili Prof. Osman Turan 21 Haziran günlü oturumda kendi partisinin bu tasarısına karşı çıktı, özetle:

 

“Bizde ilim adamı kıttır, bu yüzden fikri ve ilmi seviyemiz maalesef geridir. İleri Avrupa ülkelerinde emeklilik yaşı 65-70’tir, biz ise 60 yaşa indiriyoruz!”

 

Osman Turan oy vermedi, fakat parmaklar kalktı, kanun kabul edildi!

 

Tek Parti CHP’si gibi Demokrat Parti’de de kuvvetler ayrılığı fikri yoktu maalesef.

 

Merhum Prof. Osman Turan milliyetçi muhafazakâr düşüncenin büyük isimlerindendir. Selçuklu tarihçiliğinde dünyada bir numaradır.

 

YIL 2016

 

İktidar partisi, Devlet Bahçeli’nin desteğiyle başkanlık sistemi için Meclis’e teklif sundu. Birçok milletvekili görmeden imzaladı!

 

Çeyrek asırdır başkanlık sistemini savunan Cemil Çiçek ise 27 Ekim’de CNN Türk’te, “Türkiye’de olduğu gibi katı disiplinli partiler olursa” başkanlığın otoriterleşeceği uyarısında bulundu. Bunu önlemek için partiler ve seçim kanunlarının değiştirilmesini istedi.

 

Çiçek, geçen pazar günü Haber Türk’te Kübra Par’a uzun bir açıklama yaptı, özetle:

 

- Başkanın denetlenmesi için öngörülen mekanizmalar yetersiz. ABD’deki gibi denetim ve denge mekanizmaları bizde de olmalı.

 

- Başkan karşısında Meclis’i güçlendirmek için hemen partiler ve seçim kanunları değiştirilmeli, dar bölge sistemi kabul edilmeli.

 

- Özellikle yargının yönetimiyle ilgili alternatif öneriler sunulmalı. 

 

- Cumhurbaşkanının parti başkanı olup olmaması açık bırakılmamalı...

 

ARİTMETİK YETMEZ

 

Netice: Dersim ve emeklilik kanunları çok kötü sonuçlar verdi. Keşke demokratik denetim olsaydı da hatalar önlenseydi, değil mi?

 

Bugün önümüzdeki yıllarda pişman olmamak için çok dikkat edilmeli, akademik dille çok eleştirilmeli, eleştiriler ciddiye alınmalıdır.

 

Anayasa ve sistem için aritmetik yetmez! Başbakan’ın deyimiyle “ezici çoğunluğun” benimsemesi gerekir.

Yazının devamı...
Büyük resim
18 Aralık 2016


Bir hafta önce yüreklerimiz Beşiktaş’ta dağlanmıştı.

 

Allah’tan hepsine rahmet diliyorum. Ateş düşen yüreklere sabır diliyorum.

 

Kelimelerin tükendiği yerdeyiz: Alçaklar, hainler, barbarlar.

 

Kelimeler bitti ama düşünmemiz gereken sorunlar çok...

 

ÖRGÜTÜN KAYIPLARI

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan 13 Aralık’taki “32. Muhtarlar Toplantısı”nda açıklamıştı: 20 Temmuz 2015’ten itibaren PKK’ya yönelik operasyonlarda örgütün kaybı 9 bin 500’ü buluyor. 40 bini aşkın kişi gözaltına alındı, 10 bin 500’ün üzerinde kişi tutuklandı.

 

PKK terörizmiyle mücadelede şehit sayısı ise 1.178’e ulaşmıştı; 843’ü güvenlik görevlisi, 335’i sivil vatandaşımız.

 

Org. İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanlığı’nın son aylarında yaptığı açıklamada “1984’ten 2010’a kadar, 26 yılda 30 bin teröristin etkisiz hale getirildiğini, 10 bin yaralı ve teslim olanla toplam sayının 40 bin” olduğunu söylemişti. Fakat dağa çıkmaların önünün alınamadığını vurgulayarak temel sorunun bu olduğunu söylemişti. (5 Temmuz 2010)

 

Kaldı ki, eskiden sadece “Kuzey Irak” vardı, son 5 yılda çok daha tehlikeli “Suriye” faktörü eklendi buna.

 

SURİYE VE FIRAT KALKANI

 

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş “Başımıza gelen birçok şeyin Suriye politikası sonucu” olduğunu söylemişti. (18 Ağustos 2016)

 

Doğru, fakat bir de madalyonun PKK/PYD yani “Rojava” tarafı var.

 

PKK kırk yıllık teşkilat ve terör birikimiyle Suriye’de en etkin Kürt hareketi haline geldi, Barzani yanlısı Kürtleri bile ezdi.

 

Cezire, Kobani ve  Afrin “kanton”larında totaliter yönetimler kurdu. Batılılılar “DAİŞ’le sahada savaşacak en aktif güç” saydılar.

 

Salih Müslim 4 Temmuz’da Cerablus’u da alarak “Kobani ve Afrin’i birleştireceklerini” ilan etti!

 

Bu, Hatay’a kadar Türkiye’nin güneyden kuşatılması demekti.

 

Türkiye 24 Ağustos’ta  DAİŞ’e karşı ABD’nin hava desteğiyle “Fırat Kalkanı” harekâtını başlattı, Cerablus ve aşağısı PYD’den temizlendi...

 

İÇERİDE TERÖR

 

Salih Muslim’in 4 Temmuz açıklamasından bir hafta sonra, 11 Temmuz’da KCK Eşbaşkanlığı Türkiye’de “çatışmasızlık sürecinin sona erdiğini” ilan etti.

 

KCK Eşbaşkanı Bese Hozat 15 Temmuz’da ünlü “devrimci halk savaşı” yazısını yayınladı.

 

Zaten çözüm süreci sırasında hazırlıklarını yapmışlardı.

 

Terör ve teröre karşı operasyon başladı: 13 Aralık’a kadar yaklaşık bir buçuk yılda 9500 terörist öldürüldü.

 

1178 şehidimiz var.

 

Son olarak Beşiktaş’ta, Kayseri’de yaşananlar, Suriye’yi de içine alan büyük resmin devamıdır.

 

Türkiye, sınırlarını ve egemenliğini savunma mücadelesi veriyor!

 

Evet, bu kadar hayati!

 

PKK’nın militan bulmada çok da zorlanmadığı belli. Kim ki HDP’lilere, HDP binalarına saldırırsa, kim ki Kürt vatandaşlarımızın duygularını rencide ederse, bilsin ki PKK’nın ekmeğine yağ sürmüştür.

 

Türkiye’nin dışlayıcı değil, aksine birleştirici üslup ve davranışlara ihtiyacı var.

 

MİLLİ BİRLİK VE KARDEŞLİK

 

Elbette “milli birlik ve kardeşlik” en önemli, en temel  milli değerimizdir. Fakat bu hamasetle değil, insanlarda güven duygusu yaratarak yani temel haklara, hukuka, özgürlüklere saygılı davranarak sağlanabilir.

 

Böyle bir ortamda ülkeyi sistem gerilimlerine itmenin manası nedir, elimizi vicdanımıza koyarak düşünmelidir.

 

Bırakın adaları, Musul’ları, 780 bin kilometrekareyi savunma halindeyiz.

 

Dünyaya yayılmacı politikalar peşinde olduğumuz izlenimi vermek çok tehlikelidir. Egemenliğimizi ve sınırlarımızı, yani Lozan’ı ve demokrasiyi savunan bir diplomasi dış politikada dostlarımızı artırmayı da kolaylaştırır.

 

Başarmalıyız, başaracağız.

Yazının devamı...
‘Halifemizi seçelim!’
16 Aralık 2016

“Irak, Mısır ve Suriye’de bu kanlı zillete düşmüş günlerden kurtulmamız için en kısa zamanda İslam birliğini tekrar tesis etmeli ve halifemizi seçmeliyiz.”

 

Halifemizi seçip İslam birliğini kurmazsak, “İslam dünyasından, işgal, zulüm, kan, gözyaşı asla eksik olmayacak” imiş.

 

Mutlaka marjinal bir görüştür. Fakat “tarihin kutsanması”nın bir örneği olarak bu sözler önemli bir zihniyet sorununun dışavurumudur.

 

DOĞRUSU NE?

 

Tarih disiplini ve analitik düşünce açısından baktığımızda, ilk gözlemlenmesi gereken olgu şudur: Hilafet kurumu Cemel ve Sıffin’deki hilafet savaşlarını niye önleyemedi?

 

Önleyemedi, çünkü kabile sosyolojisinin egemen olduğu toplumda siyaseti düzenleyecek kurallar ve kurumlar gelişmemişti; bu yüzden hilafetin kendisi kavga konusu olmuştu.

 

Dahası, İslam dünyasının geri kalması ve Avrupalı sömürgeci güçlerin işgaline uğraması hilafet kurumunun mevcut olduğu çağlarda gerçekleşmedi mi?!

 

Evet o çağlarda gerçekleşti çünkü Müslümanlar bilimde geri kalmıştı.

 

TEMEL FAKTÖRLER

 

 Merhum Hilmi Ziya Ülken Hocamız, “İslam Felsefesi” (1967) adlı kitabında, 1300’lerden sonra dünya tarihindeki temel değişimi şöyle anlatır:

 

“Batı’da kilise taassubuna (bağnazlık) karşı savaşın uyandığı devirde, doğuda İslam’ın toleransı unutulmuş ve taassup başlamıştı. 16. yüzyıldan başlayarak Avrupa karanlıktan kurtulmuştu... İslam dünyası ise 15. yüzyıldan sonra haşiyecilik ve nakilcilik içine saplandı, skolastiğe daldı...” (s. 337-338)

 

Bu yüzden İslam dünyası ve Osmanlı geriledi. Avrupa güçlendi, kendi dışındaki neredeyse bütün kıtaları sömürgeleştirdi.

 

Siz istediğiniz kadar “cihadizm” yapın, “siyasal İslam” nutukları atın... Milletlerin çağımızdaki hükmü bilim, teknoloji ve hukuktaki seviyeleri kadardır.

 

Müslümanlara asıl bunu anlatmak gerekir.

 

OSMANLI DÖNEMİNDE

 

Halife-padişahın yönetimindeki imparatorlukta da eğitim ve ekonomide Müslümanlar gayrimüslimlerin gerisinde kalmıştı.

 

Osmanlı istatistiklerine göre 1912 yılında Osmanlı sanayiinin yüzde 48’i Rumlara, yüzde 30’u Ermenilere, yüzde 10’u diğerlerine, sadece yüzde 12’si Türklere aitti!

 

Niye mi? Mesela matbaanın Müslümanlardan yüz elli yıl önce Rum ve Ermeni cemaatlerine girmesi...

 

Derinlerde birçok sebep var:

 

13. yüzyıldan itibaren medresede akli ilimlerin ve felsefenin kaldırılması, “Fatih rönesansı”nın da kısa ömürlü kalması...

 

Mutlak itaat isteyen baskıcı idarelerin uzun asırlarda hür düşünceyi önlemesi ve tüzel kişiliklerin gelişmesini engellemesi gibi birçok sebep sayılabilir.

 

Bizim Meşrutiyet İslamcıları bu gerçeklerin tam olarak farkındaydılar, “ülum ve fünun” diyerek modern bilimleri, “hürriyet ve musavat” (eşitlik) diyerek modern hukuki değerleri savunmuşlardı. Unutuldular maalesef.

 

TARİH VE DİN

 

Temeldeki zihniyet sorunu şudur: Tarihi öğrenmek yerine idealize etmek! Tarihle dini karıştırmak, tarihteki kurumları ve ataerkil âdetleri din zannetmek.

 

Bu fevkalade önemli zihniyet sorununu bilimsel düzeyde ele alan gerçekten âlim ilahiyatçılarımız var. Fakat sesleri ve eserleri kitlelere ulaşmıyor.

 

21. yüzyılda “Evlilik ve Aile Hayatı” adıyla dağıtılan kitaplarda kadın, kocasının kölesi durumuna düşürülüyor; çünkü ortaçağ bilgilerini tekrarlıyor.

 

Halbuki Diyanet’in ilmihalinde kadının eşitliği savunuluyor. Çünkü bu ilmihali yazan ilahiyatçılar aynı zamanda modern hukuk, sosyoloji ve tarih okumuşlardır.

 

Netice: Rasyonel düşünce, bilim zihniyeti kolay edinilmiyor ama bu olmayınca da sorunlar çözülmüyor, katmerleniyor; İslam dünyasının hali budur.

Yazının devamı...
Terör ve siyaset
15 Aralık 2016

Terörün genel amaçlarından biri en azından yılgın bir toplum yaratarak moralleri bozmaktır.

 

Çok şükür bizde, tam aksine, teröre karşı aktif bir duruş var.

 

Bir organizasyon, bir kampanya olmadığı halde, Şehitler Tepesi’ni her gün binlerce insan ziyaret ediyor. Şehit ailelerine yardım kampanyaları düzenleniyor.

 

Siyaset bu beraberliği, bu ruhu bozmaktan sakınmalıdır.

 

Böyle bir ortamda “Halifemizi seçelim” hezeyanı, Alevileri rencide edecek delilikler kararlılıkla reddedilmelidir.

 

İslami duyguları, laik hassasiyetleri, Atatürk, Lozan, Osmanlı gibi konulardaki gerilimleri kaşımaktan dikkatle sakınmalıyız.

 

Kürt vatandaşlarımız olduğunu da hiç unutmamalıyız.

 

PKK VE TABANI

 

PKK 11 Temmuz 2015’te “Çatışmasızlık sona erdi” diye ilan ederek terörü başlatmış, devlet de 25 Temmuz’da operasyonlara başlamıştı.

 

“Çözüm süreci” döneminde PKK’nın hendek ve barikatlarla, sokaklarda terör örgütlenmesiyle “Türkiye’yi Suriyeleştirme” hazırlığı görüldü.

 

Terör ve operasyonlar devam ederken HDP 1 Kasım seçimlerinde 6 milyon oy aldı.

 

İzleyen aylarda Kürt vatandaşlarımız çok mağdur oldu, PKK da PYD de destek kaybetti.

 

Fakat bir terör örgütünün militan devşirmesi için dar tabanlar da yeterli olabiliyor maalesef.

 

PKK otuz yıldır terör yapıyor. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ “Dağa çıkmalar önlenemiyor” diye yakınırken PKK partileri 3-4 milyon oy alıyordu.

 

DIŞ BAĞLANTILAR

 

PKK’nın Irak ve Suriye’deki gelişmelerden yararlanması, ABD’nin PYD’ye silah vermesi, Rusya’nın Moskova’da PKK ve PYD bürolarını açması, İran’ın PKK ile ilişkileri, PKK’ya bağlı ‘derneklerin’ Avrupa’daki örgütlenmesi gibi faktörler de dikkate alındığında karşımızda nasıl bir tehdidin bulunduğu görülür.

 

Buna karşı içimizdeki kararlı duruşun son derece gerekli olduğu fakat yetmeyeceği, çok etkili ve ustaca bir diplomasi yürütmek gerektiği de açıktır.

 

Bu noktada hem terörün tabanını daraltmada hem diplomaside “demokrasi” önemli bir faktördür.

 

ALTAN TAN’IN SÖZLERİ

 

HDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan, PKK çizgisinden değil, merhum Aydın Menderes’in muhafazakâr çizgisinden gelen birikimli bir politikacıdır. Altan Tan bir yıl önce Ahmet Hakan’a yaptığı açıklamada, HDP’nin şu üç hususta karar vermesi gerektiğini söylemişti; özetle:

 

“1) Savaş mı, barış mı?... 2) Batı Bloku mu, Ortadoğu mu?... 3) Demokratik yol mu, şiddet mi?” (Hürriyet, 2 Eylül 2015)

 

Tabii, Altan Tan barışçı yolları, Batılı demokrasiyi, demokratik metotları savunuyor.

 

Fakat 6 milyon oy alan HDP maalesef bu üç konuda da hep ikircikli davrandı. Batı’da demokrasi propagandası yaptı fakat içeride Stalin-Kaddafi karması, tam bir Ortadoğu despotizmi olan “KCK Sözleşmesi”ne sözde bile karşı çıkmadı. Katliam eylemlerinden bazılarını kınasa bile PKK’ya toz kondurmadı.

 

PKK’YI TECRİT ETMEK

 

Türkiye ve Ortadoğu’da bir realite olan Kürt hareketinin totaliter ve silahlı PKK’nın despotik güdümünde olması Kürt ve Türk tüm vatandaşlarımıza kan ve gözyaşından başka bir şey vermiyor.

 

Toplumu Ortadoğu’ya çekiyor.

 

Kürt aydınları, işadamları, esnaf ve sanatkâr kuruluşları PKK’nın eylemlerini net olarak kınayabiliyor. Bu sosyolojik olgu siyasi bir potansiyele dönüşebilmeli, Kürt hareketi Batılı demokrasiyi benimseyerek PKK tahakkümüne karşı tavır alabilmelidir.

 

Türkiye de diplomasisiyle ve iç siyasi iklimiyle böyle bir gelişmeyi teşvik etmeli, PKK’nın tecrit edilmesinin yollarını bulabilmelidir.

Yazının devamı...
Halep faciası
14 Aralık 2016

Türkiye’nin girişimleriyle ateşkes sağlandığı halde, dün İran yeni şartlar ileri sürüyor, Esad da Doğu Halep’e füzeler atıyordu!

Mahvolan Halep’in doğu kesiminde 50 bin kadar masum sivil ve çocuk kışta kıyamette, aç ve perişan dünyadan imdat bekliyordu.

Sivillerin arasında 1.500 kadar muhalif savaşçı bulunduğu sanılıyor. Bunların önemli bir savaş gücü kalmadığı gibi, Halep Esad’ın eline geçmiş olduğu için önemli bir askeri riskten de bahsedilemez. Buna rağmen 50 bin sivil insana, aranızda muhalifler var diye füze atılıyordu.

Türkiye’nin “insani yardım koridoru” açma çabası da henüz sonuçlanmamıştı.


İSLAM DÜNYASI?
Suriye faciaları gösterdi ki, “İslam dünyası” diye bir siyasi realite yoktur. Arap Birliği’nin de Türkiye karşıtı bildiriler yayınlamaktan başka bir halt edemediği görüldü.

“Bölge dışı güçler karışmasın” sözü, iyi niyetli fakat maalesef boş bir temennidir. İçsavaşı durduracak mekanizmalar ve dinamikler ne Suriye’nin içinden çıkabildi ne de Araplar ve İslam ülkelerinden.

İslam dünyası denilen topluluklarda hukuk, insan hakları, sivil toplum gibi değerler ve özellikle de kurumlar oluşmadığı için korkunç bir kayıtsızlık var, facialar karşısında.

Mezhep ve kimlik saplantılarının bu kadar kan döktüğü başka yer kaldı mı yeryüzünde?

Halep faciasına karşı protesto gösterileri İslam dünyasında dün sadece Türkiye’de, “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” kültürünün bir ölçüde mevcut bulunduğu Türkiye’de yapıldı.


BATI’NIN VEBALİ
Ağustos 2013’te Şam yakınlarında muhaliflere karşı Esad’ın “kimyasal silah” kullandığına dair kuvvetli bulgular ortaya çıktı. Kerry de “inkâr edilemez olduğunu” söyledi.

Fakat Obama “Kırmızı çizgimiz Esad’ın kimyasal silah kullanmasıdır” dediği halde, hiçbir caydırıcı operasyon yapmadı, aksine, araya giren Rusya ile anlaştı!

Suriye’de Rusya’nın nüfuzu o andan itibaren hızla arttı, içsavaş büsbütün canavarlaştı. Türkiye saati ile 13 Aralık’ı 14 Aralık’a bağlayan gece BM Güvenlik Konseyi’nde ABD Daimi Temsilcisi Bayan Samantha Power, Halep faciasını Ruanda ve Srebrenika soykırımlarına benzeterek, ateşkesi sürekli veto eden Rusya ve İran temsilcilerine “Utanmıyor musunuz?!” diye seslendi. Çok haklı...

Fakat bu utançta ABD’nin de payı var.

Petrolün iktisadi değeri azaldıkça, Batı ve özellikle ABD’nin önceliği Ortadoğu’dan Pasifik ve Çin’e kayıyor. Ortadoğu’dan göçmen ve terörist gelmesin, İsrail güvende olsun yeter diyorlar galiba.


TARİHİN DERSLERİ
Birinci Dünya Savaşı’na giden yolda İngiltere’nin “Bağdat’ta Alman görmektense, İstanbul’da Rus görmeyi tercih ederim” diye düşünmesi gibi bir şey mi acaba?

Trump da Rusya ile anlaşmaktan, Çin ile uğraşmaktan bahsediyor açıkça.

Suriye’de içsavaş süreci hem terör örgütleri hem siyasi nüfuz bakımından Türkiye’nin aleyhine, İran’la Rusya’nın lehine gelişti.

Ateşkes çabalarını engelleyen Rusya ve İran’a karşı ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya 7 Aralık’ta ağır bir ortak bildiri yayınlamışlardı.

Bugün ortaya çıkan durum, İran’la Rusya’nın niye ateşkesleri hep sabote ettiğini izah ediyor: Suriye krizi onların lehine gelişiyor.

Rus Bakan Lavrov’un “Halep konusunda Türkiye ile anlaşmak ABD ile anlaşmaktan daha kolay” demesi, Türkiye’den Esad’ı tanımasını isteyeceklerine dair bir işaret mi?!

Bölgede kritik bir eksen kaymasının işaretleri artıyor. Güneyimizde nasıl bir yeni nüfuz coğrafyası oluşuyor, çok dikkat etmeliyiz.



Milli Mücadele ve Lozan diplomasilerinden öğreneceğimiz çok şey var. “1920-1921, Mondros, Sevr ve Kuva-yı Milliye” kitabımın yayınlandığını okurlarıma sunarım. “1920-1921” belgeselinin genişletilmiş metnidir.

Yazının devamı...