(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Sadi Tirak" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Sadi Tirak" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Sadi Tirak

Dikiz Aynası
20 Aralık 2016


İnsanoğlu her konuda olabildiğince subjektif olmaya meyilli. Söz konusu sanat olduğunda ise duygular iyice yükseliyor... Bir noktada subjektifliğin bile sınırları kayboluyor, tüm mümkünlerin kıyısında kalıyoruz. Hele bir de hayatınızı derinden etkileyen bir eser (ya da o eserin üreticisi) gündemde ise; hakkında konuşmak, yazmak, hatta düşünmek bile zorlaşıyor. Ve fakat buna engel olamıyorsunuz. Çünkü o içinizde yaşıyor. Metallica benim için bu durumu ifade ediyor. Bunu, grubun herhangi bir adımını yorumlarken hangi duygu koridorlarında ilerlediğimi belirtmek için yazıyorum. Az sonra okuyacağınız satırlar, sıradan bir “albüm değerlendirmesi”nden farklı gelecekse size, temel sebebi budur işte.

Grubun yeni albümü hakkında bir şeyler yazmadan önce; son 20 yılda neler yaşadıklarını özetlemenin, eser ve yaratıcısı hakkında sağlıklı bir bakış açısı oluşturmak adına hayati önemi olduğunu düşünmüştüm. Bir önceki yazımda o aşamayı geçtiğimize göre, gelelim yeni albüme...

Beklentim Neydi?
Metallica her daim hayatımın grubuydu ama yeni milenyumla birlikte haftalık (hatta günlük) ölçekte bile takip edebildiğim bir grup olmuştu. (Teşekkürler internet.) Dolayısıyla her projelerinden önceki öngörülerimin genellikle doğru çıkmasını üstün vizyonuma falan değil, yaptıkları her şeyi takip etmemi sağlayan takıntılı ruh hâlime bağlıyorum. Yeni albümle ilgili öngörülerim de beni şaşırtmamaya devam ediyordu. Henüz ortada albümle ilgili bir bilgi yokken, 2 CD olarak çıkaracaklarını yazmıştım mesela. Ve grup “Rick Rubin ile devam edebiliriz.” diyorken, yeni albümün prodüktörsüz çıkabileceğini söylüyordum 2014 civarlarında. (Greg Fidelman bu proje özelinde Metallica’ya prodüktörlükten ziyade ses mühendisliği yaptı.) Albümle ilgili bir diğer doğru tahminim ise, çıkış yılıyla ilgiliydi. 2015 sonunda, ertesi yıl için açıklanan konser sayısının azlığından ve özellikle de yaz dönemi için hiçbir festival performansı açıklanmamasından şüphelenmiş, peşi sıra grubun verdiği demeçlerden sinyali almıştım. Peki nerede yanıldım? Başından sonuna dek albümün kendisinde!

James Hetfield ve Lars Ulrich, “St. Anger” ile her şeye sıfırdan başladıklarını vurguladıklarında, o albümü bir anlamda (içerdiği öfke bakımından) yeni “Kill’em All” olarak nitelendirmişlerdi. Bu bakış açısını cepte tutup, üzerine de “Death Magnetic”in “Master of Puppets” ilhamıyla ortaya çıkışını koyarsak, 2000’li yılların Metallica için ‘80’lerin replika’sı olduğunu söyleyebiliriz. Peki bu yol bizi nereye götürüyor? Bir sonraki adımda -grup elemanlarının yaşlarını da hesaba katarak- “Black Album” veya “Load” sound’una yakın, daha basit, belki daha sakin bir albüm geleceği fikrine. İşte yanıldığım nokta bu oldu. Rick Rubin’in gruba aşıladığı “geçmişinizle barışın” fikrinin, ilham dünyalarında hâlâ geçerli olabileceği ihtimali aklımdaydı ve fakat bu saatten sonra “...And Justice for All” taraklarında bezleri olmaz diye düşünüyordum. Yani tüm sinyaller “Black Album” / “Load” arası bir sound’a işaret ediyordu. Hatta ‘Lords of Summer’ın “Death Magnetic” artığı kimyasını bile pek önemsememiş, yeni albüm fikrine kapıldıkları anda grup elemanlarının içlerinden farklı bir şeyler çıkacağını düşünmüştüm.

Bu bağlamda, albümden gelen ilk şarkı ‘Hardwired’ büyük şok oldu. İkinci şok ise şarkı uzunluklarıydı. Yine 6 dakikalar, 7 dakikalar bizi bekliyordu... Galiba bu sefer tahminim tutmayacaktı. Ve galiba “Death Magnetic”in devamı ufuktaydı... Ardından ‘Moth Into Flame’ ve ‘Atlas, Rise!’ ile albümün baştan sona thrash metal çizgisinde olabileceği ihtimali yüzüme bir tokat gibi çarptı. Ve fakat bir yandan da Lars, “Death Magnetic”teki kompleks yapının aksine bu sefer besteleri sadeleştirdiklerini anlatıyordu. Öyleyse bu şarkı süreleri de neyin nesiydi? Hem sade beste yapısı hem 7 dakika nasıl bir arada olabiliyordu? Her ikisi de doğruysa, “St. Anger”ın “muhtemelen daha iyi kaydedilmiş” bir versiyonu mu bizi bekliyordu? Tüm beklentilerimi çöpe atmanın, kendimi yeni bir gerçeğe hazırlamanın vakti gelmişti...

Ne Umdum, Ne Buldum
3-5 dakikalık kısa şarkılardan oluşan, sound olarak thrash metal çizgisinden uzak, belki biraz hard rock ve stoner rock esintili bir albüm beklerken, başından sonuna dek thrash metal / NWOBHM / heavy metal sound’lu, uzun şarkılardan oluşan bir albümle karşılaşınca, ne yalan söyleyeyim, durumu kabul etmem biraz zaman aldı. Ve itiraf ediyorum, ilk birkaç gün albüm bende bir heyecan yaratmadı. İlk dinleyişte vuran ‘Halo on Fire’ ve ‘Spit Out the Bone’ dışında, beni bu albüme bağlayabilecek bir şarkı arıyor ve fakat bulamıyordum.

Albüm ancak ilk hafta sonunda bende bir yer edinmeye başlamıştı. Akıcılığı zorlayan beste trafiklerine, kafa karıştıran rif dizilimlerine, yer yer şarkıdan kopan vokal melodilerine ve Lars’ın sık kullandığı trampete bağışıklık kazanmaya başlamıştım. Fakat yine de, özellikle ikinci CD’deki tempo ile sorunum devam ediyordu. ‘Confussion’ ile başlayıp ‘Murder One’ın son notasıyla tamamlanan yarım saatlik bölüme bir türlü vakıf olamıyor, o bölümden herhangi bir sinyal alamıyordum.

Bunun düpedüz bir “metal” albümü olduğu gerçeğini kabul ettikten sonra ‘Moth Into Flame’ üçüncü favorim olmuştu olmasına ama, yine de ‘Atlas, Rise!’ın Iron Maiden esintilerinden ziyade ‘Now That We’re Dead’in “Load” öykünmeleriyle ilgileniyordum.

Albümle mücadelem (bir bakıma karşılıklı diyalog çabam) devam ederken, bir yandan da grubun içine daldığı olağanüstü promosyon seferberliğini takip ediyor ve öznesi oldukları tüm röportajları okuyor, videoları izliyor, podcast’leri dinliyordum. Grup elemanlarının yapım sürecine dair verdikleri bilgiler ışığında, albüme karşı konumum da yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.

Nihai Yorumum
“Hardwired... to Self-Destruct”, sert müzik tarihinde aşılması pek mümkün görünmeyen birçok çıtayı belirlemiş ve buna rağmen mental anlamda metal dünyası kalıplarından, standartlarından ve reflekslerinden her daim uzakta olmayı kimlik edinmiş bir grubun yeni albümü olarak şaşırtıcı derece vasat bir ürün. Bu grubun tarihinde sık sık karşımıza çıkan, grubun adeta DNA’sına işlemiş “ilericilik”ten herhangi bir iz taşımayan (bu bakımdan makul gerekçeleri olan “St. Anger” ve “Death Magnetic”le kıyaslanmaması gereken) bir eser aynı zamanda. Rick Rubin’in ne denli etkili bir “müzik gurusu” olduğunun da sayısız kanıtından biri ayrıca. Zira onun 8 yıl önce gruba aşıladığı “geçmişle barışma” iksiri, kendisi bu sefer grubun yanında olmasa bile etkisini koruyor hâlâ. Hatta James ve Lars’ın hızlarını alamayarak ta ergenlik çağlarındaki ilham kaynaklarına kadar gidip, besteleri oradaki “heyecan”ın üzerine kurmaları da, yine kendi demeçlerinde ortaya çıkan bir gerçek olarak duruyor karşımızda.

Evet, sound beklentim “Black Album” ve “Load” arası bir dengeydi ama bu öngörüm tutmuş olsaydı bile (her ne kadar bu iki albüme göz kırpan şarkılar olsa da) grubun önüne bakmak yerine dikiz aynasına dalıp gitmesi beni yine rahatsız edecekti. Yani problemli beste trafiklerinin yanı sıra, albümle ilgili en büyük derdim; bu şarkıların fazlasıyla geçmişe yönelik bir motivasyonla ortaya çıkması ve geleceği geçtim, bugüne dair bile dinleyiciye bir şey sunmaması. Bir sanat eserinin geçmişten ilham alması elbette kötü bir şey değil, ama söz konusu Metallica olunca, tatmin olmamı sağlayacak özellik de bu değil. Hatta bence bu, grubun tarihine bir ihanet. Metallica bugüne dek bir tek DNA’sına başkaldırmamıştı, onu da bu albümle yaptı. Bu grup, her şeye sıfırdan başladığı “St. Anger”da bile güne dair “yeni” bir şey sunabilmişti, beğenilip beğenilmemesinden bağımsız olarak. “Death Magnetic”teki geçmişe öykünme ise, grubun tarihinde “ilk” olması açısından güne dair “özgün” bir değer sunabiliyordu. “Hardwired... to Self-Destruct” bu açıdan hayal kırıklığı. Evet, sound çok güçlü (Hatta duyum açısından grubun en iyi albümü.) ama besteler sizinle konuşmuyor, kendi dertleriyle meşgulken sizin onlarla ilgilenmenizi bekliyorlar. Lars Ulrich ve James Hetfield’ın son 2 yılda bir araya getirdiği riflerden ortaya çıkmış, sonik bir “derdi” olmayan, bu anlamda (grubun da kabul ettiği üzere) çok düşünülmemiş bir albüm bu. “İçinden geleni kasmadan yapmak” ile, “belli bir yaştan sonra yaratıcı süreç dinamikleriyle uğraşacak yeterli motivasyonu bulamamak” arasında bir fark vardır. Bu albüm ikinci şıkkın ürünü işte.

Evet, “Death Magnetic” özgündü. Ve fakat o albüm sonrasında Metallica’nın hâlâ geçmişe takılı kalmasını, grubun DNA’sına yakıştıramıyor ve bu tavrı biraz “rolanti” buluyorum. Bundan 12-13 yıl önce, birbirleriyle iyi geçinmenin hayati önemini fark etmiş ve grupla ilgili her şeyin temeline bu farkındalığı koymuş iki büyük egonun (Lars & James), yaratıcı süreçte “kavgayla” ortaya çıkacak kaliteden ziyade, “uzlaşıyla” ortaya çıkacak vasata razı olmasını anlıyor ama yine de bu durumun sonucuna üzülüyorum. Öte yandan, bu saatten sonra grubun “hareket edebilmesi”, kanıtlayacak bir şeyi kalmamış bu adamların birbirleriyle olan ilişkisine bağlı, ortaya çıkacak ürünün çığır açıp açmamasına değil. Dolayısıyla gelecek bana, Metallica hakkındaki beklentilerimi kısmam gerektiğini fısıldıyor. Bunu kabul etmekte zorlanıyorum.

Yaratım sürecini göz önüne aldığımızda, “St. Anger”dan büyük şeyler beklemek haksızlık olurdu. Peki ama şimdi? “Death Magnetic” sonrasında tarihinin en görkemli dönemini yaşayan Metallica’dan, üstelik de 8 yıl sonra “büyük” bir albüm beklemek hakkımızdı. İklim ve saha koşulları, “tarih yazmak için” belki de ilk defa bu kadar uygundu...

Metallica’nın ‘80’lerde yaptığı çoğu şey “ilk” veya “özel”di. Bu da grubun en güçlü silahlarından biriydi. ‘90’larda bu durum, yerini “ters köşeye” bıraktı. Bu da yepyeni dünyaların kapılarını gruba (ve bize) açtı. Günümüzde Metallica, beste dinamiklerinde “ilk olma”, “exclusive olma” gibi özelliklerinin üzerini karalamış durumda. Bu tavrını farklı alanlara (promosyon süreci, sahne prodüksiyonu vs.) yansıtıyor artık. Bu saatten sonra stüdyodaki Metallica’dan beklentimiz, dikiz aynası ne gösteriyorsa ona bağlı. Bu duruma alışmak biraz zaman alacak. “Hardwired... to Self-Destruct” bu manzaranın kalıcı olabileceğini hissettiren ilk iş olması bakımından cesur ve fakat bir süre, en azından benim için, cesaretinin kurbanı olacak.

(Sadece albümle ilgili “genel” görüşlerimi merak edenler için yazı burada sonlanabilir. Bundan sonraki kısımda, birtakım detaylardan bahsedecek ve şarkılarla tek tek ilgileneceğim. Sonuç itibariyle aşağıdaki satırlarda, şu ana kadar yazdıklarıma zıt bir şey bulamayacaksınız. Okumaya devam edip etmeme kararını buna göre verebilirsiniz.)

Detaya İnersek
Genellikle moda çekimleri yapan Dimitri Scheblanov-Jesper Carlsen (Herring & Herring) ikilisinin imzasını taşıyan kapak görseli ve beyaz zemin üzerine “dijital çağ” vurgusu yapan Metallica logosu ile (Ki logoyu bu tarz “elektrik efektiyle bozma” olayını çok grup yaptı. Mesela “A Thousand Suns” döneminde Linkin Park.) görsel olarak da orijinallik taşımayan albüm, genel olarak Türkiye’de ve dünyada beğenildi. Bunun sebebi, gruba ta “Black Album”de sırt çevirmiş köktenci metal’cileri ilgilendirecek bir sound ihtiva etmesi. Bu kitle, hatırı sayılır büyüklükte bir kitle ve Metallica’dan “oldschool” bir albüm gelmesine olumlu reaksiyon vermeleri (beste kaliteleriyle ilgilenmeden), gündemi bir süre ele geçirdi. Bana kalırsa bu şarkıların tamamını sevenler, Metallica’nın ilk 6 albümüyle nasıl bir fark yarattığını çözememiş olan insanlar. Metallica'yı Metallica yapan şey, grubun “herhangi bir metal grubu” tavrının ötesinde olmasıydı. Sound olarak, vizyon olarak, tavır olarak. “Hardwired... to Self-Destruct”, birkaç şarkı dışında, herhangi bir orta seviye metal grubunun ulaşabileceği kaliteyi içeriyor. Metallica’nın farkı, normalde metal dinlemeyen insanlara bile kendini sevdirebilmesiydi, “Hardwired... to Self-Destruct” müzik birikimi (ve dahası zevki) kısıtlı olan muhafazakâr çoğunluğa hitap ediyor.

Bu grup en başından beri “metal'den daha büyük” olmak istedi, neredeyse tüm adımlarını da ona göre attı. ‘Fade to Black’ten tutun “Black Album” sound’una, “Load & Reload” şokundan tutun Nick Cave & Bob Seger cover’larına, Lou Reed ile albüm yapmalarından tutun Wacken, Hellfest, Graspop gibi metal festivallerinde çalmamalarına kadar kadar tüm bu detaylarda bu tavrın rolü vardı. Bu albüm o tavrı çöpe atıyor. “Adı Metallica olan bir gruptan metal albümü beklenir zaten?” diyebilirsiniz, ama o zaman Metallica’yı diğer metal gruplarının yanına çekersiniz. NME dergisinden alıntılarsak; “Metallica, metal türünün kendisinden bile büyük bir grup.” Dolayısıyla, her albümlerinde bir “iddia” barındırması, grubun kimliğinin bir parçası. “Hardwired... to Self-Destruct” o kimliği yok sayıyor. Ve tam da bu açıdan, “St. Anger”dan bile geri kalıyor.

Bahsettiğim o eski vizyonlarına bağlı olarak Lars Ulrich, grubun ismiyle ilgili yıllar boyunca içsel sıkıntılar yaşadığını, kreatif anlamda “kısıtlanmış” hissettiğini açıklamıştı. Benim de bire bir hak verdiğim bir duygu bu. “Daha ne kadar büyüyeceklerdi ki?” diyebilirsiniz. Cevap olarak AC/DC, U2, Coldplay, Stones ve Springsteen ligini gösterebilirim. Metallica bu albümle, o ligde var olabilme savaşından vazgeçti. Zaten Lars da son yıllarda grubun ismiyle ilgili eskisi gibi olumsuz düşünmediğini, artık bu detayı boşverdiğini söyledi. “Hardwired... to Self-Destruct” işte bu “boşvermişlik” düsturunun eseri. Ve şu da unutulmasın ki; rock ve metal’in yeniden gerilemeye başladığı 2010’larda Metallica’nın yeni albümü 57 ülkede 1 numara olabiliyor, grup dünyanın en çok izlenen talk show’larına “hâlâ” çıkabiliyorsa, bunu “Hardwired... to Self-Destruct”ı ortaya çıkaran “boşvermiş” tavra değil, grubun etki sınırlarını genişletmeyi hedeflemiş “Black Album” ve az önce bahsettiğim “metal'den daha büyük” olma vizyonuna borçlu.

Prodüktörsüzlük Meselesi
Grubun efsane albümleri “Ride the Lightning” ve “Master of Puppets”tan bahsedilirken, prodüktör Flemming Rasmussen’e büyük pay biçilir genelde. Fakat aslına bakarsanız -Rasmussen’in de kabul ettiği üzere- o iki albümde (ve sonrasındaki “...And Justice for All”da) ağırlıklı olarak ses mühendisliği yapmıştır Danimarkalı müzik adamı. “Zaten öyle iyi demolarla bana geliyorlardı ki, direkt onları bile bassanız herkes beğenirdi. Ben sadece sound’larının kulağa daha iyi gelmesini sağlamaya çalışıyordum.” diyen Rasmussen, “Ride the Lightning” ve “Master of Puppets”ta kendi evinde olmanın avantajıyla, birkaç kritik dokunuşla bestelere müdahele etmişti fakat deplasmana, grubun yanına geldiği “...And Justice for All”da James ve Lars’ın söylediklerinin dışına çıkamamıştı. Sonuç? Grubun kendisine bile 6 ay sonra “garip” gelmeye başlayan bir sound, basgitarın hiç duyulmaması, prodüktör edit’i yemeyen bestelerin uzadıkça uzaması. (Seviyor muyuz? Hastasıyız. Ama sound ve beste trafikleri olarak yok sayılamaz sorunları.) “İyi Metallica”yı “kusursuz Metallica” yapan, Bob Rock oldu. Daha doğrusu Bob-James-Lars üçlüsü arasındaki ego savaşı, mükemmeliyeti doğurdu. Tam 25 yıl sonra, ufka bakarken tıkanmış hisseden grubun kilidini açan ise Rick Rubin oldu. Bakmaları gereken yerin ufuk değil, tam tersine dikiz aynası olduğunu gruba o aşıladı. Bu, o dönem için geçerli bir anahtardı. Bugünün problemi ise, 8 yıl sonra James ve Lars ikilisinin hâlâ bu anahtarı kullanıyor olması. Bu anahtarın, yeni bir albüm için hâlâ tek başına yeterli olacağını düşünmeleri, “Hardwired... to Self-Destruct” ile ilgili problemlerin temelini oluşturan en acıklı bakış açısı.

Profesyonel hayatının önemli bir kısmını (ve tabii ki “Death Magnetic” sürecini) Rick Rubin’in asistanı olarak geçiren Greg Fidelman, “Death Magnetic” sonrası birçok projede Metallica’nın “ses masası adamı” olmuştu. “Lulu”da, “Through the Never”da, ‘Lords of Summer’da, Dio ve Deep Purple cover’larında grup hep onu çağırdı. Kirk’ün, içinde yeni rif fikirlerinin de kayıtlı olduğu telefonunu kaybetmesini öne sürerek kendi isteğiyle katılmadığı beste sürecinde, zaten James’in elinde fazlasıyla rif vardı. Lars’la bu rifleri eleyip 15-16 şarkı çıkacak kadar iyi rife ulaştıkları anda, albümün yaratım sürcinin tamamına hâkim olan “üzerinde fazla düşünmeme” refleksi devreye girdi ve gerçek bir prodüktör ile beste yapma dinamiklerini “tartışacaklarına”, ne isterlerse onu yapan Greg ile devam etmek işlerine geldi. Yani kartonette ne yazarsa yazsın, albüm işte bu yüzden prodüktörsüz kaydedildi.

Ve bu prodüktörsüzlük, birtakım sorunları da beraberinde getirdi. Her şeyden önce, beste trafikleri tamamen Lars ve James’in keyfine kalınca, ikilinin içinde bulunduğu “uzlaşma” hissiyatı (ve aşırı özgüvenleri), birçok şarkının potansiyeline ulaşamadan ham kalmasını sağlamış. Albümde en az 4 şarkı, daha iyi işlenerek harika sonuç verecek kumaşa sahip ama grubun “rifleri arka arkaya dizme” işlemini beste yapmak sanması (“St. Anger”dan beri süregelen bir problem), bu şarkıları asıl değerinden mahrum bırakmış. Tam da bu noktada, Kirk Hammett’ın albüme katkısı olsa ne değişirdi diye düşünebiliriz. Ama zaten 700-800 rifi elemeye çalışarak bir buçuk yıl harcayan grup için bu, belki de ekstra bir çıkmaz olurmuş.

Prodüktörsüzlüğün bir başka cefası da, bestelerin objektif şekilde makas yememesi. Son iki albümde olduğu gibi, bu albümde de gereksiz taramalar kulağa çarpıyor. Hadi “Death Magnetic”te Rick Rubin, duyduğu her yeni beste için “Bunu biraz daha bozun, şunu iyice ters yüz edin.” diyordu da, uzun şarkıların “makul” bir sebebi oluyordu. Bu albümde o da yok. Ve bu konuda “suçlarını” kabul ediyorlar. Hem James hem de Lars, besteleri kısaltmaya çalışsalar da genellikle başaramadıklarını itiraf ediyorlar. Tabii bu uzun beste işi aslen “Master of Puppets”tan beri devam ediyor. Arada “Black Album”de biraz çeki düzen verdiler (Teşekkürler Bob Rock.) ama temelde 6 dakikadan kısa şarkı yazmayı zaten pek beceremiyorlar. Üstelik Lars, uzun şarkı yazmanın kısa şarkı yazmaktan daha kolay olduğunu da kabul ediyor. “Hardwired... to Self-Destruct”, işte bu “kolaya kaçma” refleksi yüzünden de kaybediyor.

Şarkı Şarkı Analiz
Albümün toplam süresi 77 dakika olmasına rağmen ve hâlihazırda bir CD 80 dakika kayıt alabiliyorken, kendi açıklamalarına göre sound takıntıları sebebiyle (ama bence 8 yıl aradan sonra gelen yeni işin daha “hacimli” görünmesini istediklerinden) albümü 2 CD’ye bölen grup, 12 şarkının tamamına klip çekti ve bu kliplerin hepsini (albüm öncesi yayınlananlar dışında) aynı gün ikişer saat arayla yayınlayarak “piyasa normlarına” rest çekti. Ben de yazının bu son kısmında şarkılara tek tek bakacak, otopsiyi iyice derinleştireceğim. Müjde, yazının finish çizgisi ufukta belirdi...

Hardwired
Lars, mayıs ayında kayıtları bitirdiklerinde içine sinmeyen bir şey olduğunu ve albümün kısa, vurucu bir açılış şarkısına ihtiyaç duyduğunu hissediyor. Birkaç hafta sonra James’i tekrar stüdyoya çağırıyor ve bir hafta içinde bu şarkıyı yazıyorlar. Şarkının ilk hâli 2 dakikalık, “Misfits kafası” bir şey. Ama tabii bir şekilde yine uzatıyorlar. Her halükârda 3 dakikada tutabilmiş olmaları başarı. İlk dinlediğim anda vasat bir Death Angel şarkısını andıran ‘Hardwired’, albümün bütünlüğü içinde (o zorlayıcı trafikler arasında) değer kazandı gözümde. “Death Magnetic” turnesinden itibaren kurşunlu kemer, patch’li yelek gibi “oldschool metal’ci” üniformasına geri dönen James Hetfield’in, ‘80’lerde sık sık başvurduğu kötümser üslubun, günümüzdeki karşılığını içeriyor şarkı. Normalde ‘Am I Savage?’daki “miras” konseptinden hareketle (ve kelimenin tüm şarkıların sound’una uyması sebebiyle) albüme “Inheritance” (“Miras”) adını koymayı düşünen James, bir sohbet sırasında arkadaşından duyduğu “hardwired to self-destruct” kalıbını çok beğenip, yazdıkları son şarkının sözlerini bu kalıbın üzerine kuruyor. Sonrasında da, insanoğlunun günümüzdeki “çöküş” tablosunu irdeleyen bu sözlerin, albümün genel temasını çok iyi özetlediğini düşünüp albümün adına karar veriyor. Teknik açıdan metal’in A ligindeki en kötü davulculardan biri olan Lars, albümde -kusursuza ulaşana kadar baştan çalma imkânı sayesinde- sırıtmıyor. Ve özellikle de bu şarkıyı adeta sırtlıyor.

Atlas, Rise!
Metallica’nın mitolojiden bu kadar açık ilham aldığı ilk şarkı. Kısaca özetlemek gerekirse; Atlas, Yunan mitolojisinde Iapetos ile Klymene'nin 13 çocuğundan en güçlü olanı. Olympos’a saldırdığı için Zeus tarafından gök kubbeyi omuzlarında taşımakla cezalandırılıyor. (Hatta bu mitolojik dayanakla, kafatasını taşıyan ilk omura da tıpta “Atlas” adı verilmiştir.) Yer yer klasik heavy metal, yer yer thrash metal sound’lu ‘Atlas, Rise!’, iyi rifleri peş peşe dizmenin iyi beste yapmaya yetmeyeceğinin bir kanıtı. Albümde rif dizilimi ve trafiği sorunlu olan ilk şarkı. Bazı rifleri çok iyi, hele o sondaki Iron Maiden / Thin Lizzy öykünmeli çift gitar coşkusu şahane, ama işte bu unsurlar bir araya “doğru” şekilde getirilmeyince, kulak tırlamayan bir sonuç ortaya çıkıyor. Elbette beste yapmanın bir “kuralı” yok, ama bu işin akıcılık sağlayan bazı matematik hamlelerine ihtiyaç duyduğu da bir sır değil. James’in bu şarkı özelinde köprü ve nakaratlardaki vokal ilerleyişi, neredeyse “St. Anger” vasatlığında. Gelelim sözlere... James, 35 yıldır zaman zaman “dünyanın yükünü omuzlarda taşıma” konseptine değiniyor. Bu şarkıda ise ters açıdan bakıyor ve “Belki de buna gerek yoktur?” noktasına ulaşıyor. Bu albümün ‘Cyanide’ı bu şarkı.

Now That We're Dead
Lars’ın altyapıyı sinsice ele geçiren davul yürüyüşü ile adrenalin yükselten şarkı, albümün “Load”a göz kırpan ilk işi. Ve “Reload” sonrasında bunu yapan ilk şarkı olması sebebiyle de bir hayli özel. (Özellikle de benim gibi “Load” fanatikleri için.) Kirk’ün solosunun ikinci yarısı sizi alıp 1996’ya götürüyor, “Load”un orta yerine bırakıyor. Nispeten sakin trafiğiyle, albümün pek çok şarkısına göre daha eli yüzü düzgün bir kurguya sahip olan ‘Now That We’re Dead’ James Hetfield’ın sözlerinde modern “Romeo & Juliet” tınısı yakaladığı, ölümle problemini “varoluşsal” bir açıyla dile getirdiği bir eser. Şarkıyla ilgili en ilginç perde arkası detayı ise; kaydettikleri iki versiyondan, kulağa daha “dağınık” geleni tercih etmiş olmaları. Lars’ın söylediğine göre diğer versiyon fazla “kurallı” çalınmış. İlk 20 yılında mükemmel çalım seviyesiyle kafayı bozmuş grubun, gelinen noktada, bir şarkının daha “kasmadan” çalınan versiyonunu tercih etmesi, albümün ruhuna dair önemli bir detay olarak göz kırpıyor.

Moth Into Flame
James Hetfield’ın “Amy” belgeselini izledikten sonra sözlerini yazdığı ve şöhret illüzyonunun laneti ile ilgilendiği şarkı, sound olarak enteresan bir şekilde yeni dönem Testament sularına yaklaşıyor. Kirk’ün melodik hareketleri ile yükselen ‘Moth Into Flame’, “...And Justice for All” ruhu taşıyan çift gitar koşularında asıl potansiyeline yaklaşıyor. ‘Halo on Fire’ın ikinci yarısı, ‘Spit Out the Bone’un son kısmı ve bu şarkının nakaratı; albümün en “Metallica gibi Metallica” anları. Ve ‘Moth Into Flame’, grubun en nakarat sorunlu albümündeki, tek iyi nakaratı barındırıyor.

Dream No More
Merhaba 1991 model Metallica. Biz de seni bekliyorduk. Albümde ara ara göz kırpılan “Black Album” sound’u, ilk olarak bu şarkıda karşımıza çıkıyor. ‘Dream No More’; grubun 1984’te ‘The Call of Ktulu’ ile başladığı, 1986’da ‘The Thing That Should Not Be’ ile kelimelere döktüğü, 2008’de ise ‘All Nightmare Long’ ile zirveye ulaştırdığı Cthulhu Mitosu (H.P. Lovecraft’in meşhur kurgusal evreni) referanslarının devamını temsil ediyor. Orta seviye temposu ile, ikinci CD’nin çoğuna hâkim olacak “groovy” anlara sizi hazırlayan ‘Dream No More’, grubun albümde sık sık faydalandığı Black Sabbath / Tony Iommi etkileşimini fazlasıyla ihtiva ediyor. (Demo versiyonunun ilk ismi direkt ‘Black Sabbath’ zaten.) İkinci yarısında giren melodik rifler ve Kirk’ün “Black Album” yadigârı solosu ile tekdüze gidişatını yenen ‘Dream No More’, Lars’ın sık kullandığı trampetinin kulak tırmalayacak seviyeye ulaştığı ilk şarkı. Ve ‘Dream No More’ -‘Am I Savage?’ ile birlikte- albümde James Hetfield’ın en sevdiği şarkı.

Halo on Fire
Daha ilk dinleyişte beni çarpan ‘Halo on Fire’, dalgalı ilerleyişinin iyi akıtıldığı ve grubun kısaltmaya kıyamamasının işe yaradığı tek şarkı. İnsan ırkının özündeki çatışmaları ve bu çatışmaların yarattığı çıkmazları sorgulayan sözleriyle ‘Halo on Fire’, James Hetfield’ın “yakınma” ve “isyan” üslubundan “gözlem” üslubuna geçişinin bir sonucu. 53 yaşındaki frontman, bu sözleri “Fifty Shades of Grey” filminden ilhamla yazmış. Üstelik filmi izlememesine, sadece konusunun ne olduğunu okumasına rağmen. İkinci yarısında giderek Thin Lizzy yapısına bürünen, meşhur solo kısmında ise James’ın son 5 yıldaki en büyük takıntısı Kvelertak’a öykünen (Bizim buralarda o kısım Pentagram’a benzetildi.) şarkı, “Hello darkness, say goodbye!” bölümü ile zirve yapıyor, bağımlılık yaratıyor, göz yaşartıyor, meşale yaktırıyor.

Confusion
Metallica’nın yıllar yılı cover’laya cover’laya kendi şarkısı yaptığı ‘Am I Evil?’dan ödünç bir açılışla start alan şarkı, yarım saat sürecek heavy / doom / groove molasının ilk adımı. Sözlerinde (ve hatta klibinde) PTSD’yi (Post Traumatic Stress Disorder - Post Travmatik Stres Bozukluğu) işleyen ‘Confussion’; size kapılarını tamamen açabilmek için biraz Mercyful Fate, biraz da NWOBHM temeli istiyor. Ve fakat bir kez daha, kötü nakarattan kaybediyor. James Hetfield’ın “American Sniper”ı (Başrolünde grubun yakın dostu Bradley Cooper’ın oynadığı film.) izledikten sonra sözlerini yazdığı ve Lars’ın trampet takıntısıyla sinir bozma noktasına yaklaştığı şarkı, ‘Murder One’ ile birlikte albümün en “ıkınan” trafiklerini barındırıyor.

ManUNkind
Başından sonuna dek Hetfield & Ulrich A.Ş. olan albümde, Trujillo’ya künye verilen tek şarkı. Girişindeki bas intro’su onun imzasını taşıyor. Rob her ne kadar “O kısmı yazarken aklımda Cliff vardı.” deyip tribünlere oynasa da, bence en çok, geçtiğimiz yıl belgeselini de çektiği Jaco’dan ilham alıyor. Bu kısmın şarkıyla ilişkisi düşünüldüğünde ise, ortaya şöyle bir manzara çıkıyor: Besteler bitmiş, Rob’un elinde böyle bir solo kalmış, adama ayıp olmasın diye kullanmak istiyorlar ve fakat şarkıların “içinde” uygun yer yok, bula bula bu şarkının girişini buluyorlar ve soloyu alıp oraya “yapıştırıyorlar”. Muazzam bestecilik(!) Şarkıyı 2 kere dinleyen herhangi bir kulak, bu intro’nun bu şarkıya “özel” yazıldığı söylemini yemez. James Hetfield’ın insan ırkıyla ilgili karamsar bakış açısının içten içe umuda evrildiği sözlere sahip şarkının belki de tek artısı, yine James’in şarkının tam ortasındaki vokallerde yankı denemeleri kullanması ve tam da bu sırada alttan klas Tony Iommi rifleri sıralaması. Belki nakarat(ımsı) kısımdaki vokal ilerleyişi de bir artı sayılabilir. Ama o kadar.

Here Comes Revenge
Birkaç hafta boyunca bana bir şey ifade etmeyen ama kalemine güvendiğim bazı İngiliz yazarların dikkat çekmeleri üzerine farklı bir “mindset” ile yeniden dinlemeye başladığım, en nihayetinde beni de ağına düşüren bir şarkı. Yine yer yer “Load”, yer yer “Garage Inc.”, yer yer NWOBHM içeriğine rastlıyoruz. ‘Here Comes Revenge’, sözleri itibariyle hüzünlü bir arka plana sahip. Hatırlayanlar olacaktır; Metallica 2009 yılında web sitesinden bir duyuru yayınlamış ve Morgan Harrington adlı genç kızın kayıp olduğunu, ailesinin onu aradığını, görenlerin haber vermelerini istemişti. Morgan, bir Metallica konserine giderken ortadan kaybolmuş ve aylar sonra öldürüldüğü ortaya çıkmıştı. Bu olay yetmezmiş gibi, yıllar içinde birkaç yakın arkadaşının da çocuklarının ölümlerine tanık olan James, en sonunda bir olay daha öğrenince bu şarkıyı yazıyor. O olay ise şu: Yıllarca anne-babasıyla birlikte Metallica’yı turnelerde takip eden bir genç kız (James isim vermek istemiyor.) bir gün markete giderken sarhoş bir sürücünün çarpması sonucunda ölüyor. Tabii ailesi paramparça oluyor. Ve fakat anne-baba, birkaç yıl sonra Metallica konserlerine gelmeye devam ediyor. Bunun sebebi, kızlarının “hatıralarını yaşamak” istemeleri. Metallica konserleri, bu acılı anne-babanın bir bakıma kızlarına saygı ve özlem seramonisi oluyor. Kızlarının en mutlu olduğu anların Metallica konserleri olduğunu hatırlayan aile, bu olay ile James’i duygusal açıdan adeta mıhlıyor. Ve işte ortaya ‘Here Comes Revenge’in sözleri çıkıyor. İntikam duygusunun ateşi, o ateşin tüm benliğinizi yakması ve alev alan benliğiniz ile, sağduyunuzun savaşı...

Am I Savage?
“St. Anger”ı iyi dinleyenler bilirler, o albümdeki birçok rifte (mesela ‘Invisible Kid’in sonlarında) James bir şeyler deniyordu. Temelindeki Black Sabbath sevgisinden kaynaklanan ve ‘90’lardaki Pepper Keenan kankalığıyla filizlenen doom (ve sludge) metal sevgisi James’i bir noktada, bu albüm özelinde ele geçirmiş durumda. Bunun yoğun olarak hissedildiği şarkılardan biri ‘Am I Savage?’. Yine bir miktar “Load” esintilerine, bir miktar “Black Album” “ağırlığına” selam çakılan şarkıda James, miras kavramını ele alıyor. Ama en geniş açıdan. Yani akla gelen yaygın anlamına kısıtlı kalmadan. Yine Lars’ın gereksiz trampet taramalarının yer yer usandırdığı şarkıyı uçuran ise James’in bu sefer Crowbar’dan ödünç aldığı groovy rif atakları oluyor. Orta tempo olmasından dolayı, lezzetine tam varabilmek için biraz zaman isteyen ‘Am I Savage?’, olaya groove sevgisiyle yaklaştığınızda, bir noktada sizi esir alabiliyor.

Murder One
Şarkı sözleri Lemmy’ye ithafen yazıldığı için, albümün belki de dinleyiciyle en hızlı iletişim kuran şarkısı. Fakat ne ilginçtir ki, bestesi düşünüldüğünde albümün en zayıf halkası. Bir kere Lemmy’ye ithafen yazılan şarkının baştan sona “Black Sabbath saygı duruşu” gibi tınlamasının mantığı nedir? Ben size ne olduğunu, albüme dair tüm röportajları okumuş biri olarak açıklayayım: 2015 sonlarında besteler hazırdı ve geriye sadece kayıtlar kalmıştı. Ama bir şarkının sözleri hâlâ yazılmamıştı. Lemmy’nin tam o sıradaki ölümü, birçoğumuzda olduğu gibi James Hetfield’da da duygusal bir çöküntüye sebep oldu ve sözleri olmayan o şarkıya, Lemmy’ye ithafen bir şeyler yazdı. Bestesi çok önceden hazır olan, yani Motörhead ve Lemmy ile bir alakası olmayan o şarkının sözleri artık hazırdı. Nasıl ama? Keşke en azından sözleri yazıldıktan sonra şarkının bestesini biraz Motörhead sularına çekselerdi! Ha pardon, “üzerinde fazla düşünmemek” tribi vardı... Neyse... ‘Spit Out the Bone’u saymazsak, ikinci CD; ancak ve ancak ileride Metallica sadece doom / groove sularında boy gösterecekse, “fitili yakmış olma” özelliğiyle bir anlam kazanabilir. Şu an benim için başka bir “önem” arz etmiyor.

Spit Out the Bone
10 yıl sonra bu albümü düşündüğümde aklıma ilk olarak ‘Halo on Fire’ gelecek. Sonra da ‘Spit Out the Bone’. İnsanoğlunun dijital çağda ruhunu kaybetmeye başlamasına değinen bu şarkı, “Madem köklere dönüş yapacaktınız, bari biraz ruhlu, kaliteli bir şeyler yapsaydınız.” şeklinde özetleyebileceğim haletiruhiyemi gülümseten ikinci şarkı. Bir yandan da grubun “Nasılsa 10 sene sonra böyle hızlı şeyler yapamayacağız, bari hâlâ yapabiliyorken yapalım.” şeklinde özetleyebileceğim bakış açısının belki de tek faydası. “Kill’em All” ruhu ile başlayan albümü, bir saat sonra yine “Kill’em All” ruhu ile sonlandıran şarkı, başından sonuna bir thrash metal saldırısı. Ortasındaki bas bonus’u, Kirk’ün 3.43’te başlayan amok koşusu ve çift gitar coşkusuna bağlanan solosu muazzam. Albüm hem ilk CD hem de ikinci CD biterken “meşale yaktırıyor”, bu da enteresan.

Yazının devamı...
Hakkında Herkesin Bir Fikre Sahip Olduğu Grup
10 Aralık 2016


Herhangi bir içeriğe ortalama 20 saniye “şans tanınan” bir dönemde, akıntıya karşı yüzecek bir yazı ile karşınızdayım. Konu Metallica (ve genel olarak müzik) olunca Lars Ulrich ve ben konuşmaya, anlatmaya bayılıyoruz... O sebeple baştan anlaşalım, biraz vaktinizi alacağım.

2014 yılında Erdem Tatar ile birlikte yazdığımız “Metallica: Mahşerin Dört Atlısı” kitabında, bu grubun karakterimizin oluşmasında bile payı olduğundan bahsetmiştik. Kısaca özetlemem gerekirse; sıradan bir “en sevdiğim grup” vakası değil bu, yaşantımı belirleyen birkaç temel unsurdan biri. Aile, okul, çevre, arkadaşlar vs. gibi. Bayağı temel yapıtaşı. Bazıları için gönül verdikleri bir futbol takımıdır bu, bazıları için inandıkları din, bazıları için oy verdikleri siyasi parti, bazıları için âşık oldukları insan... Benim için de Metallica.

Aslında bu yazının yazılma sebebi, grubun 8 yıl aradan sonra çıkardığı yeni albüm hakkında düşüncelerimi aktarmaktı. Fakat albümün çıkışından sonra gündemde oluşan bilgi kirliliği, bende bir sorumluluk hissi uyandırdı. Belki de üzerime vazife değil, bilemiyorum, ama hazır el atmışken şöyle kapsamlı bir Metallica yakın tarih röntgeni çekeyim istedim. Bu konuda online bir Türkçe referans kaynağı olmadığını fark ettim.

Fonda “Hardwired... To Self-Destruct” yükseliyorsa, gelin biraz geçmişe gidelim...

‘90’ların İkinci Yarısı
‘80’li yılları kan, ter, gözyaşı, ölüm ve heavy metal zaferiyle geçiren grubun müzikte çağ değiştiren ‘90’lara ilk cevabı “Black Album” olmuştu ve bu da sonu gelmeyen bir turneyi işaret ediyordu. Satış rakamı birkaç milyonu geçen her grup gibi Metallica da devler ligine yükselmiş, arenalara sığmaz olmuştu. Yeni fikstür özetle “stadyum ertesi stadyum ertesi stadyum ertesi stadyum” şeklindeydi... Rollercoaster durduğunda takvimler 1995 yılını gösteriyordu. İlk defa iki albüm arasını bu kadar açmışlardı ama neredeyse her gün başka bir şehirde çaldıkları için, enstrümanları ellerinden hiç düşmemişti. Bir şeye uzun süre “bağımlı” kaldığınızda bünyenin ondan uzaklaşmak istemesinin psikolojide bir adı var. Metallica dünyasında bunun karşılığı imaj ve sound değişikliği oldu. “Load” (1996) ve “Reload”da (1997) bakış açısı, besteler, rifler, saçlar, kıyafetler... Her şey başkaydı. Bu artık “yeni Metallica”ydı. Ve durmaya da hiç niyeti yoktu.

4 yılda 4 albüm yaptılar. “Load”ların ardından 1998’de garaja döndüler, arada “Cunning Stunts” patlattılar, 1999’da senfoni ve gitar müziği flörtünde yeni bir çıta aştılar. Gelinen nokta, sound olarak grubu ilginç bir kulvara sokmuştu. Blues rock etkileşimli, stoner rock temelli, karanlık bir hard rock’tı aynada görünen. ‘Minus Human’, ‘No Leaf Clover’ ve ‘I Disappear’ işte bu kulvarın meyveleriydi.

Sanal Fırtına
2000’ler, ‘90’lar gibi olmayacaktı. Aslında yeni milenyum grup için iyi başlamıştı. Stadyum şovlarında yıllar sonra Snake Pit’i yeniden kurduran M2K Mini Tour, ‘Whiskey in the Jar’ cover’ı ile gelen -toplamda beşinci- Grammy, Tom Cruise’un başrolünde oynadığı “Mission Impossible 2” için yazılan ‘I Disappear’... Gidişat iyiydi. Ama planda olmayan bir olay, grubun internet çağıyla ilişkisini sancılı başlattı.

Evet, Napster davası... Kısaca hatırlayalım... ‘I Disappear’, 19 Nisan 2000 tarihinde anlaşmalı radyolarda aynı saatte çalınarak tanıtılacaktı. Ancak henüz miks ve mastering’i bile bitmemiş versiyonu, haftalar öncesinden radyo istasyonlarında duyuldu. Olayın peşine düşen Metallica ekibi, bu kaydın Napster adlı online dosya paylaşım programı üzerinden zaten uzun zamandır paylaşıma açık olduğunu öğrendi. Mevzu bu kadarla da kalmıyordu; Metallica’nın tüm diskografisi, hatta gayri resmi konser kayıtları bile Napster üzerinden paylaşılmaktaydı. Lars Ulrich gibi bir kontrol delisinin bunları öğrendiğindeki psikolojisini tahmin edersiniz. Hem Q Prime (grubun menajerlik firması) hem Metallica hem de “Mission Impossible 2” yapımcı şirketinin ortak başvurusuyla Napster’ın sahiplerine dava açıldı. Dava süreci çok büyük bir gündem oluşturdu ve müzik dünyası aylarca bu olay ile yatıp kalktı. Sonucunda Metallica haklı bulunsa da, medya tüm bu süreç boyunca Metallica’yı “açgözlü” kılmıştı. Ve grubun sıkı takipçileri dışında, grup elemanlarını iyi tanımayan milyonlar o “sıfatı” kabul etmişlerdi. ‘80’lerde konseri amatör kamerasıyla çekmek isteyen bootleg’ciler için ses masasının yanında özel yer ayıracak kadar cömert tavrın sahipleri, gelinen noktada medya yaftasıyla “açgözlü milyonerler”e dönüşmüştü. Bu elbette adil değildi. Zaten konu para meselesi de değil, kontrol meselesiydi. Zaman Lars’ın haklı olduğunu gösterdi. “Herhangi bir konuda haklı ‘bulunduğum’ için zafer yaşayacak biri değilim.” dese de; herhangi bir eseri -paralı ya da parasız- paylaşma kararının sanatçı tarafından verilmesi gerektiğini, üzerine basa basa vurguladı. Zaten Metallica en başından beri, hayranlarıyla bedava içerik paylaşma konusunda hiç sıkıntı yaşamamıştı.

Jason’ın Masayı Devirmesi
Napster fırtınası diniyor gibi görünüyorken, grup bu sefer hiç beklemediği yerden, kendi içinden vuruldu. Oldukça baskın bir karakteri olmasına rağmen, Lars Ulrich ve James Hetfield gibi iki devasa egonun arasında sıkışıp kalan Jason Newsted, 14 yılın sonunda fişi çekti. Bunu yaparken grubu uçurumun kenarına iteceğinin farkında mıydı bilinmez ama yeni milenyum, Metallica tarihinin en sancılını gelişmeleriyle devam ediyordu. Düşünün, 2001’de ortada bir Metallica bile yoktu. “Some Kind of Monster”ı izlediyseniz bilirsiniz; dünyanın en büyük metal grubu, kadroya sonradan dâhil olmuş bir elemanı ayrıldıktan sonra resmen dağılmanın eşiğine gelmişti. Bunu kimse tahmin edemezdi. Jason çekip giderken James ve Lars’ı cevabından korktukları sorularla baş başa bırakmıştı. Bu girdaptan çıkmanın tek bir yolu vardı. Ve bu yol, devrilen masayı kaldırmaya çalışmak değil, her şeye baştan başlamaktı.

HQ Dönemi
Kuzey Kaliforniya’da, San Rafael’de iki katlı bir hangar kiraladılar. İçine dev bir stüdyo kurdular. Adına da “headquarter”ın (karargâh) kısaltması olarak HQ dediler. Grup, 20’nci yılında, nihayet bir ev yaratmaya başlamıştı kendine. Bir başka deyişle, Metallica adlı holdingin artık bir merkez binası vardı. 5-6 kişi dışında tüm sahne ve turne ekibini yenilediler. Bir zamanlar “İçki içmezsem yaşadığımı hissetmiyorum.” diyen James Hetfield, içkiyi bırakmak için rehabilitasyona bile girdi. Evet, her şeye baştan başlıyorlardı. Aralarındaki iletişim problemini çözmeye yardım etmesi için psikolog bile tuttular. 10 sene önce dünyanın en sert adamı imajıyla stadyumlara kükreyen “Papa Het”; ayağında terliği, gözünde gözlüğü, elinde poşet çayıyla psikoloğun anlattıklarını dinliyordu. Nereden nereye...

Bir yanda Bob Rock, bir yanda James-Lars-Kirk üçlüsü (ve bir yanda o ilginç psikolog) yeni bir albüm yapmaya çalışıyorlardı. Can çekişerek yazılan o şarkılar, bir tavrın yansıması olarak ele alınınca anlam kazanıyordu. Yoksa sound ve beste yapıları, Metallica standartları için çok alttaydı. Evet; “St. Anger” sıfırdan başlamanın, intikam hırsının, hayata karşı yeniden bir şeyler hissetmenin ve bu hissin yeniden nefret olmasının ürünüydü. “Kafamıza çat çat vuran bu şey”, uçurumun kenarından dönüşün sesiydi. “St. Anger” bir bakıma, küllerinden doğuşun simgesiydi.

Geçmişle Barışma
Yeni basçı Rob Trujillo’nun pozitif enerjisi ve diğer üçlünün birbirleri için ne kadar önemli olduklarını hatırlamalarıyla, yeni bir rüzgâr yakaladı Metallica. “Biz bu yola baş koyduk...” edebiyatı yapılacaksa, tam sırasıydı. Yaptılar da... Yanlarında bu sefer Rick Rubin vardı. 10 küsur yıllık yol arkadaşları Bob Rock, “St. Anger”da hayat kurtarıcı bir rol üstlenmiş olsa da, “yenilenme” sürecinin son kurbanıydı. Etrafta “St. Anger”ın sancılı sürecini hatırlatacak birilerini istememeleri de aslında biraz doğaldı.

“Madly in Anger with the World Tour” bittiğinde bir yıl nefes aldılar, 2006’da yeniden HQ’da toplandılar. Bir yanda tüm zamanların en iyi prodüktörlerinden Rick Rubin, diğer yanda küllerinden doğan Metallica... Bir araya gelmeleri, müzik dünyasının ıslak rüyasıydı adeta. Rubin, birlikte çalıştığı çoğu kişi ve gruba yazdığı reçeteyi aynen Metallica’ya da uzattı: “En iyi olduğunuz döneme geri dönün, o dönemden ilham alın.” Bu, Metallica için sıra dışı ve bir noktada korkutucu bir deneyimdi. Zira James ve Lars hep bir sonraki adıma odaklanan, hiç geriye dönüp bakmayan bir ikiliydi ve “Load” ile “Reload”u tek proje olarak ele alırsak, grubun hiçbir albümü, bir öncekine benzemiyordu. Yine de -birkaç yıl önce dibi görmüş olmanın da verdiği rahatlıkla- Rubin’e güvendiler. Öyle ki, 2006’da çıktıkları turnede kariyerlerinde ilk defa, eski bir albümlerini baştan sona çaldılar. Tam 20 yıl önce çıkan “Master of Puppets”tı söz konusu o albüm, Rubin’in de reçetesinde yazan.

Bu nostalji havası, yeni şarkıların yakıtı oldu. “Death Magnetic”, baştan sona grubun geçmişinden esinlenerek yazılan ilk Metallica albümüydü. Hetfield’ın yeniden hızlı riflerle ördüğü bestelerin içinde Kirk ve Lars’ın adeta alev aldıkları anlar, gruba ta “Black Album”de sırt çevirmiş “patch yeleklileri” bile yeniden mosh-pit’e çağırıyordu. Albümün tartışmalı (cızırtılı) sound’u; küresel çapta bir “loudness wars” gündemi oluştursa da, çok da üstesinden gelinmeyen bir detay olmadı, “St. Anger” tecrübesinden sonra. Zira ortada, 1-2 şarkı dışında özlenen Metallica fırtınası vardı. Efsane yeniden aramızdaydı.

Yeniden Parlak Yıllar
“Death Magnetic” sonrası fikstürün çoğu konserlerden oluştu. Bu kısmı hızlı kayıtta akıtırsak; üç yıl süren (toplam 187 konserlik) “World Magnetic” turnesi, Meksika ve Fransa DVD’leri, Jason’ın yeniden grupla çaldığı ve baştan sona bir gövde gösterisine dönüşen Rock and Roll Hall of Fame ödül töreni, fitili o törenden önceki gece grubun verdiği özel partide yakılan “Big Four” kıyameti, 2010’da Avrupa’da, 2011’de yeni kıtada Big Four’un metal bayrağını göndere çekmesi ve... Burada biraz duracağız.

Lou Reed Deneyi
Sizce Metallica tarihinin en tartışmalı olayı neydi? Dave Mustaine’i kovmaları mı? Thrash metal’in yaratıcıları olarak henüz ikinci albümlerine “balat” koymaları mı? Basçıları Cliff Burton öldükten 1,5 ay sonra turneye devam etmeleri mi? “Black Album”deki sound açılımı mı? “Load & Reload” dönemi mi? Komple “St. Anger” mı? “Death Magnetic”in sound’u mu? O mu, şu mu, bu mu... Liste uzar... Peki buna “Lulu” dâhil mi? Bence değil. Çünkü tüm bu saydıklarım bir tartışmanın konusuydu, “Lulu”yu kimse tartışmadı. Herkes kararını verdi; albüm berbat. Konu kapandı.

Peki gerçekten öyle miydi? Ve en azından bir yakın bakışı hak etmiyor muydu? Ben “Lulu”nun üzerine biraz ışık tutma yanlısıyım...

Öncelikle Metallica’nın DNA’sını ele alalım. En başından beri ne isterlerse onu yaptılar. İlk albümlerine düşündükleri ismi koyamamaları dışında, sadece kendi kurallarına göre oynadılar, bu sebeple de kimseye hesap vermeyen tavrın heavy metal’deki en büyük karşılığı oldular. Kerry King’in daha iyi gitar çalmayı öğrenebilmek için bir dönem grubuna dâhil olduğu Dave Mustaine gibi bir yeteneği kadrodan şutlayabilecek, inandıkları amaç uğruna yaşadıkları şehri değiştirecek, herkes sürat peşindeyken, daha thrash metal’in emekleme yıllarında ‘Fade to Black’ ile vites küçültmeye cesaret edebilecek bir asilikten bahsediyorum... Başlarda herkese “garip” ve “yanlış” gelen prodüksiyonuyla anılan “...And Justice for All” ile ekstrem metal’in doğumunda rol alacak, “Black Album” ile heavy metal’i milyonlara taşıyacak ve stadyumlar dolusu yeni fan’ı bile hemen ertesi albümde şoke edecek bir asilikten bahsediyorum... Dünyanın tepesindeyken “Garajımızı özledik.” diyerek cover albüm yapacak, bu albümde Nick Cave ve Bob Seger’dan şarkılar seçip metal dünyası ile aralarındaki keskin anlayış farkını belli edecek bir aykırılıktan bahsediyorum... İşte resmin bütününe bu açıdan bakınca; Metallica’nın neden “Lulu” gibi bir aykırılığa imza attığını daha iyi anlarız gibi geliyor bana. Sanatın ortaya çıkış amacının ne olduğu, sanat eserinin kim veya ne için yapıldığı gibi temel soruların cevabıyla ilgiliydi çünkü bu ortaklık biraz da. Basit bir düet mevzusu değildi. Sanat; insanları rahatsız etmek için de, herhangi bir formda aykırılık için de yapılabilirdi...

“Lulu”; 1864-1918 yılları arasında yaşamış Alman tiyatrocu / oyun yazarı Frank Wedekind’ın yarattığı hikâyenin (ve baş karakterinin) adı. Almanya’da büyümüş çekici bir kadının fahişeliğe varan ve sonunda Jack the Ripper tarafından öldürülmesiyle sonlanan çarpıcı hayatını konu alıyor. Kilit nokta; Lulu’nun kendi iradesiyle fahişelik yapması. “Femme fatale” kavramının 20. Yüzyıl sanatında vücut bulduğu en tartışmalı örneklerden biri. 1900’lerin başından beri birçok tiyatro oyununa, operaya ve filme konu olmuş bir “fevri”. James Hetfield’dan alıntılarsak; “Büyüleyici ve cezbedici bir kadın... Ve kimseye saygısı yok. Erkeklerin hayatını mahvediyor. Sadece kalp kırmak için yaşıyor. Ne isterse onu yapıyor. Âşık olmak zaten kendini kaybetmekken, bir de size karşı hiçbir merhameti ve saygısı olmayan bu kadına kalbinizi kaptırdığınızı düşünün... Çok derin bir mevzu. Fazlaca ‘yetişkin’ tarzı bir konsept.” Lou Reed’in yaptığı, işte bu tiyatro oyununa bir soundtrack oluşturmaktı. 2009’da, Rock and Roll Hall of Fame’in 25. yıl organizasyonunda tanıştığı Metallica elememanlarını da bu projedeki orkestrası olarak seçmişti. Lars Ulrich’ten alıntılarsak; “Siz hiç Lou Reed’e hayır diyen birini gördünüz mü?”

Karanlık bir tiyatro oyununu seslendiren Lou Reed’in arkasında gürültü yapan birkaç adam... Çok uçuk, çok çılgınca... Ve kabul edin ya da etmeyin; “tarihi” aynı zamanda. “Tekerleği yeniden keşfediyormuşuz gibiydi. Hakiki, sezgisel ve pek düşünmeden hareket ettiğimiz bir deneyimdi. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk ama yolda olmayı sevmiştik. Lou Reed bence Metallica’nın bir bakıma solo versiyonu. Her zaman kendi bildiğini yaptı, kendini keşfetmeye devam etti ve sadece kendine değil, hayranlarına da meydan okudu.” Lars Ulrich projeyi daha iyi okuyamazdı.

“Lulu”nun yankıları uzun sürdü. Her iki tarafın da hayranları albümü lanetledi, çoğunluk “fiyasko” olarak yorumladı, bazıları bunun bir şaka olduğunu savundu. 2 CD’den ve toplam 10 şarkıdan oluşan albüm için Metallica cephesi “Sanatsal açıdan kendimizi tatmin edebilmek için böyle sıra dışı bir deneye ihtiyacımız vardı.” minvalinden hiç çıkmadı.

Yeni Albüm Öncesi Diğer Projeler
2011, grubun 30. yılıydı. Ve yıl sonuna gelindiğinde öyle bir kutlama yapıldı ki, şu an gezegenin bir yerlerinde hâlâ o 4 gecenin DVD’si neden çıkmadı diye kafasını duvarlara vuran birileri olduğuna eminim. Metallica’nın “ikinci ev”i The Fillmore’da 4 gece boyunca farklı ön gruplar, farklı fan etkinlikleri, farklı setlist’ler vardı... Ve Metallica ile sahne alan inanılmaz bir kadro, olayı “tarihi” boyuta taşımıştı: İlk basçıları Ron McGovney, ilk gitaristleri Lloyd Grant, Dave Mustaine, Jason Newsted, Bob Rock, Apocalyptica, Marianne Faithfull, Kid Rock, Glenn Danzig, Ozzy Osbourne, King Diamond, Rob Halford... Ardından, grubun ilk kez bu konserlerde canlı çaldığı 4 “yeni” şarkıdan oluşan bir EP geldi: “Beyond Magnetic”. “Death Magnetic” sürecinde kaydedilmiş ve fakat albüme girememiş 4 şarkıdan oluşan bu mini albüm o kadar iyiydi ki, herkes aynı şeyi sordu: “Bu şarkılar niye albüme girememiş ki?”

2012’yi en çok, “Black Album”u “sondan başa” çaldıkları muhteşem turne ile hatırlıyoruz. Tabii bir de Orion Festival var. Kurulduğu yıllardan beri yaz festivallerinin gediklisi olan Metallica, özellikle yeni milenyumda bu işi istikrarlı bir fikstüre oturtmuş ve her yaz Avrupa’daki büyük festivallerde boy göstermeyi bir rutin hâline getirmişti. Bir noktadan sonra, “Artık kendi festivalimizi yapalım.” dediler. Orion Music + More Festival işte böyle doğdu. 2012’de New Jersey’de gerçekleşen ve her iki geceyi de Metallica’nın kapattığı festival, 2013’te bir gece Metallica, bir gece Red Hot Chili Peppers headliner’lığında, Detroit’te düzenlendi. İşin sanatsal kısmı doyurucuydu, ama grup bu atılımdan ticari anlamda zarar ederek ayrıldı.

O yıllarda başka neler oldu? Kirk’ten bahsedelim mesela... Korku filmlerine düşkünlüğüyle tanıdığımız Filipin kökenli gitarist, arşivindeki tüm korku filmi ürünlerini (afişler, filmlerde giyilmiş kıyafetler, filmlerde kullanılmış maketler, oyuncaklar vs.) 2012’de çıkardığı “Too Much Horror Business - The Kirk Hammett Collection” adlı kitapta topladı. Yetmedi, bu konsepti sahneye de taşıdı ve 2014, 2015 yıllarında Kirk Von Hammett’s Fear FestEvil adında iki festival düzenledi. Çeşitli metal grupları sahne aldı, Kirk’ün kişisel arşivi müze olarak sergilendi.

Devam edelim... 2012’de bir de “Quebec Magnetic” DVD’si çıktı. Bir bakıma “Death Magnetic” sürecini noktalayan bu ürün, grubun söz konusu albüm sonrasındaki 360 derecelik sahne şovuna tanık olamayan insanlara, bu güzelliği izleme fırsatı sunmuştu. 2012’nin son büyük detayı ise grubun uzun yıllardır bağlı olduğu Universal Müzik ile -dağıtım dışında- bağını kesmesi ve tüm katalog haklarını kendi firması Blackened Records çatısı altında toplamasıydı.

2013’ün özeti, grubun tüm kıtalarda konser vermiş ilk ve tek müzikal oluşum olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmesiydi. (Evet, Antarktika’da bile çaldılar.) Ha unutmadan; bir de sinema macerası vardı...

En Görkemli Metallica İşi
Metallica’yı büyük grup yapan pek çok unsur var elbette ama bunların arasında, görselliğe en başından beri verdikleri önemin yeri ayrı. Metallica sadece müzikal açıdan değil, görsel açıdan da hep zirveyi hedefledi. Tamam, James Hetfield fevri çıkışıyla ‘80’lerin ortasında “asla klip çekmeyeceklerini” söylemiş olsa da, grubun “patronu” her zaman Lars’tı, günün sonunda o ne derse o olacaktı. Oldu da... Büyük bir sinema âşığı olan Lars Ulrich önderliğinde Metallica, sadece müthiş kliplere sebep olmakla kalmadı, ta ‘80’lerden beri belgesel ve video albümler konusunda istikrarlı bir grafik yakaladı. 1987’de “Cliff’em All” ile başlayan görsel içerik sevdası, 2013’te “Through the Never” filmine kadar vardı.

Peki neydi bu film hikâyesi? Gelin yakından bakalım...

Eğer Metallica’nın kariyerini iyi takip edenlerdenseniz, grup elemanlarının kameralarla iç içe olduklarını bilirsiniz. Dönemdaşları pek çok grup, sahne dışındaki hayatlarını mistik bir çerçeveye çekerken, Metallica tam tersine, neredeyse her saniyesini gözler önüne serdi. ‘80’lerde konserlerini kaydeden bootleg’ciler için konser alanlarında özel yer ayırdıklarından bahsetmiştim, ‘90’larla birlikte sahnelerine dev ekranlar ekleyip her konserlerini bizzat kendi ekipleriyle kaydettiler. Sahne üzerinde kameramanların olmadığı herhangi Metallica konseri göremezsiniz. Zaten dünya üzerinde kaç grup, web sitesi üzerinden “her konserinin” bir kısmını video olarak bedava paylaşıyor ki? Sadece konserlerin bir kısmı da değil üstelik; her konser öncesi fan’larla buluşma (meet & greet) anlarının ve provaların da bir kısmı metallica.com’un nimetleri olarak birkaç tık uzağınızda.

Metallica’nın film dünyasındaki ilk büyük denemesi grubun en kritik dönemlerinden birine denk gelmişti. “St. Anger”ın yapım aşaması, “Some Kind of Monster” filmiyle sinemalara servis edilmişti. Müzik dünyasının filme tepkisi “Bu kadar da detaya girilmemeliydi!” şeklinde olsa da, sinema dünyası mevzuyu “gelmiş geçmiş en cesur müzik içeriği” olarak nitelendirdi. Ne de olsa müzik dünyası ikon yaratmayı severdi, sinema dünyası onların çöküşünü izlemeyi...

Gelelim “Through the Never”a... Grubun bağlı olduğu menajerlik firması Q Prime’ın sahipleri ve aynı zamanda Metallica’nın 30 yıla yakın süredir menajerleri olan Peter Mensch ve Cliff Burnstein, IMAX tarafından yıllardır markaj altındaydı. IMAX, grubun “Some Kind of Monster”dan sonraki sinema adımı için sık aralıklarla Mensch & Burnstein ikilisini sıkıştırıyor, proje teklifleri sunuyordu. Başlarda bir konser filmi olarak sundukları (U2’nun 3 boyutlu filmine benzeyen) teklife Mensch razı olmadı. O fikri aldı, geliştirdi ve grubun karşısına öyle çıktı. Sorusu açıktı: “Kariyerinizin en büyük işine hazır mısınız?” Mensch, grubun herhangi bir konserini kaydedip sinemalara yollamak istemiyordu. Planı şuydu: Metallica’nın ‘90’lı yıllardan beri kullandığı kapalı alan sahnesini (sahanın tam ortasında olan ve seyirciyi 360 derece görebilen) en üst düzey prodüksiyon numaralarıyla geliştirecek ve bu sahnede verilecek konser 3 boyutlu olarak kaydedilecekti. Plan bununla da sınırlı değildi; bu konser aynı zamanda bir hikâye içerecekti ve o hikâye bir Metallica roadie’sinin başından geçecekti. Metallica elemanları planı duyar duymaz kabul ettiler ama nasıl bir yükün altına girdiklerinden o sıralarda pek haberleri yoktu.

Peter Mensch’in daha sonra grup elemanlarıyla fikir alışverişi yaparak geliştirdiği sahne ideası oldukça yüksek (hatta astronomik) bir prodüksiyon maliyeti gerektiriyordu. (10 milyon dolarcık.) Temel konsept, Metallica tarihinde önemli yeri olan belli başlı sembollerin sahnede yer almasıydı. Bu semboller; grubun ilk albümünün ismi olarak düşündüğü ama plak firmasınca kabul edilmeyen “Metal up Your Ass”i sembolize eden klozet ve o klozetten çıkarak kılıç tutan yumruk, “Ride the Lightning” kapağındaki elektrikli sandalye, “Master of Puppets” kapağındaki asker mezarlarını sembolize eden haçlar, “...And Justice for All” kapağında olan ve o albümün turnesinde de sahne dekoru olarak kullanılan gözü bağlı adalet heykeli (Lady Justice), “Death Magnetic” turnesinde kullanılan ve grup elemanlarının neredeyse kafalarının üzerine kadar inebilen tabut şeklindeki ışıklandırma düzenekleri ve çok daha fazlasıydı... Kısacası, tıpkı Lars’ın da dediği gibi; bu filmin asıl yıldızının sahnenin ta kendisi olması planlanmıştı.

Oldu da. İlk olarak Meksika’da 8 konser üst üste denenen ve ardından çekimler için Kanada’da kurulan sahne, harika sonuç vermişti. Tabii işin bir de “hikâye” kısmı vardı. Bu kısımda ise yeni neslin dikkat çekici aktörlerinden Dane DeHaan başroldeydi. Kendisi Metallica konserinde çalışma fırsatı elde etmiş bir roadie’yi canlandırdı. Sahne amirlerinden biri, Trip adındaki bu Metallica hayranı roadie’ye konserin başında bir görev veriyordu ve işin “yarı Metallica konseri - yarı film” noktası tam da burada başlıyordu.

Daha önce “Kontroll, “Vacancy”, “Armored” ve “Predators” filmlerini çeken Nimród Antal’ın yönettiği “Through the Never”; işin hikâye kısmındaki senaryo cılızlığıyla eleştirilip, gişede fiyasko olarak sonuçlansa da, tüm zamanların en iyi Metallica konserini içermesi bakımından, önemli bir proje olarak tarihteki yerini aldı.

“By Request” Turnesi, Glastonbury Zaferi Ve Spor Takımları Flörtü
Geldik 2014’e... Grammy töreninde Lang Lang düeti ile başlayan yıl, “By Request” turnesi ile geçti genelde. Seyircilerin oy verdikleri şarkılara göre oluşan setlist’lerle çalan grup, bir de yeni şarkı eklemişti diskografisine: ‘Lords of Summer’. Şarkı, grubun yaz konserleri sevdasını “karikatürize” ediyordu. Sound ise “Death Magnetic” periyodunu andırıyordu.

Metallica açısından yılın en büyük olayı ise Glastonbury zaferiydi. Bu konser de detaylı bir anmayı hak ediyor...

Dünyanın en büyük müzik festivali Glastonbury; kadrosunda metal gruplarına yer vermemesiyle dikkat çeken, “hippi konseptli” bir organizasyondu ve Metallica’nın burada headliner olması olay yaratmıştı. İngiltere’nin güneyindeki Somerset bölgesinde bulunan Glastonbury kasabasında ‘70’li yıllardan beri düzenlenen, sanatın hemen her dalında sayısız etkinliğe ve sanatçıya kapılarını açan 250 bin kişilik bu devasa festivalin kitlesi 68 kuşağındaki “çiçek çocukların” günümüzdeki izdüşümüydü. Ve genel kanıya göre, festivalde bir metal grubunun yer alması (üstelik de ana sahne headliner’ı olması) kitle ile ters düşecek bir hareketti. Hem festivalin gediklisi gruplar hem de bazı medya mensupları; metal gruplarının bu festivale çıkarılmaması gerektiğini, festivalin sahibi Micheal Eavis’in yanlış bir tercih yaptığını yazdılar, çizdiler, tartıştılar. Hatta bir noktada; “Ayı avlayan James Hetfield, Glastonbury’ye gelmesin!” başlıklı imza kampanyaları bile başlatıldı. Peki tüm bunlara karşı Metallica ne yaptı? Arka tarafında eleştirilerin aynen yazılı olduğu bir tişört yaptılar mesela. Ön tarafına da “Peace, Love & Metal” yazıp festivalde çaldıkları gün satışa çıkardılar. Yetmedi, sahne almadan hemen önce dev ekranlara yansıttıkları kısa filmle “elitleri” yerin dibine soktular. Tarihe “Metallica’nın Glastonbury’yi nakavt ettiği an” olarak geçen bu filmi çeken kişi ise, 2006’da bizzat Glastonbury filmini çekmiş ünlü yönetmen Julien Temple’dan başkası değildi. Performans mı? Pyramid Stage’in önündeki 100 bin kişi kendinden geçmişti. Kimse bunu beklemiyordu. Metallica başarmıştı. “Kıçları tekmelemiş, isimleri almış”tı.

2015’teyiz... Yıl genel olarak elde biriken rifleri (kendi deyimleriyle 700-800 adet) dinleyip, en iyilerini bir kenara ayırıp onlardan beste yapmaya çalışmak, konserler vermeye devam etmek ve bir yandan da spor dünyasıyla flörtleşmekle geçti. Bu spor dünyası flörtü ilginç. Buna da biraz eğilelim...

Lars Ulrich, grubun yeni albümünde nasıl bir promosyon kampanyası yürüteceğini daha albüm ortada yokken bile düşünmeye başlamıştı ve aklında U2, Jay Z, Radiohead modelleri vardı. Yine de aslen, Metallica’ya özgü bir konsept peşindeydi. Günümüzün “internet ve müzik sektörü” ilişkisi onu korkutuyor ve nereye varacağını bilmedikleri bir yolun yolcusu olduklarını hissediyordu. En başından beri en büyük kitleleri hedefleyen Metallica, müzik dünyasının içinde olduğu karmakarışık manzaranın dışına çıkıp, dünyanın diğer büyük kitlesel eğlenceleriyle flört etmeyi denedi. Lars’ın aklındaki tilki; Amerika’da trilyonların döndüğü, milyonların ilgilendiği spor dünyasında Metallica markasını var edip, oradan kazanacağı kitleler sayesinde müzik dünyası dinamiklerine mahkum olmamaktı. San Jose Sharks & San Francisco Giants müsabakalarında yılda birkaç etkinlikle görünmek ve bu takımlara özel Metallica ürünleri satışa çıkarmak, işte bu planın bir parçasıydı. Şimdilik bu flört, evliliğe evrilmiş değil, ama temel atıldı. Bu kanattan bir gol haberi gelmesi hâlâ olası.

2015 biterken, grubun 2016 için hiç konser açıklamamış olması, kafalarda soru işaretleri doğurmuştu. Böyle bir şey 11 yıldır ilk defa oluyordu. Yoksa 2016, yeni albümün çıkacağı yıl mıydı?

Nihayet Yeni Albüm
Milyonlarca albüm satışı, altın ve platin plak koleksiyonu, Grammy üstüne Grammy, devasa turneler, Rock and Roll Hall of Fame üyeliği, Big Four süksesi, Glastonbury dâhil tüm büyük festivallerde headliner olma, üç boyutlu sinema filmi ve tüm kıtalarda konser verebilme derken atılacak yeni bir “dev” adım kalmamış gibiydi. Ama vardı. Dünyanın en çok izlenen müzik etkinliğinde çalmamışlardı. Evet, Super Bowl meselesi... Yıllardır kulaktan kulağa konuşulan mevzuyu Brian Slagel (Grubun eski dostu, Metal Blade Records’un kurucusu) kamuoyuna taşıdı: “Super Bowl devre arasında Metallica çalsın!” kampanyası başlattı ve sadece birkaç ayda on binlerce online imza topladı. Hype yaratılmıştı yaratılmasına ama Super Bowl yetkilileri grubun kapısını çalmadı. Hal böyle olunca, mevzu da bu kadar dillendirilmişken, Ulrich-Mensch ikilisi çareyi yine bir “cinlikte” buldu. Peter Mensch’in yeni oyuncağı; heavy metal tarihinin en büyük açık hava sahne prodüksiyonuydu. Grup hemen imzayı attı. Geriye bir tek, bu sahneyi hangi konserle tanıtacakları sorusu kalmıştı.

6 Şubat 2016 tarihini ve San Francisco AT&T; Park Stadyumu’nu seçtiler. Lars’ın kankası Marc Benioff (Salesforce) sponsor oldu, o sahne kuruldu. 6 Şubat tarihinin şöyle bir esprisi vardı, Super Bowl maçından bir gün öncesiydi bu. “Madem devre arasında çalmıyoruz, o zaman bir gün öncesinde kendi şovumuzu yaparız” tribi. Başardılar mı? “Too Heavy For Halftime” (“Devre Arası İçin Çok Sert”) konseptiyle, 50 bin kişiye çaldılar. Çatısız, sadece devasa led ekranlardan oluşan olağanüstü sahne ile dudak uçuklattılar. Biletleri 6 dakikada biten konser, YouTube’dan canlı yayınlandı ve yaklaşık 400 bin kişiye ulaştı. Metallica, yeni sahne prodüksiyonu dönemini, “Super Bowl’a nanik” konseriyle başlatmıştı.

Yeni albüm detaylarının açıklandığı güne kadar, yine hızlı kayıtta akıtırsak; Bağımsız Müzik Dükkânları Günü’nde Rasputin adlı plakçıda verdikleri (yine internetten canlı yayınlanan) konser ve o konserin ardından, ‘80’li yılların ortalarında James ve Lars’ın beraber yaşadığı, Metallica’nın pek çok şarkısının yazıldığı El Cerrito’daki evde verilen özel parti önemli detaylardı. Tabii “Kill’em All” ve “Ride the Lightning”in yeni mastering’le tekrar satışa çıkarılması ve sadece “Master of Puppets” dönemini konu alan özel bir kitabın yayımlanması gibi şık hareketleri de unutmayalım.

Grubun 20 Ağustos 2016’da, Minneapolis'teki U.S. Bank Stadium’un açılış konserini vermek için geri sayımda olduğu günlerde ise olan oldu, kıyamet koptu... Konserden iki gün önce Lars’ın HQ’da misafir ettiği bir radyocuya verdiği canlı yayın röportajında, yeni albüme adını veren şarkıyı bir anda cebindeki telefonu sisteme bağlayıp çalmasıyla, resmi olarak “Hardwired... To Self-Destruct” dönemi başladı.

‘90’ların ikinci yarısından başlattığım Metallica yakın tarih özeti de işte tam burada sonlandı. İnişler, çıkışlar, virajlar, duraklar... Bu dönemde pek çok şey yaşandı... Amacım, Metallica’dan bahsedildiği zaman referans alınacak bir yakın tarih belgesi oluşturmaktı. Daha geniş çaplı, grubun tüm tarihini mercek altına alan bir özet için adres zaten “Metallica: Mahşerin Dört Atlısı”.

“Hardwired... To Self-Destruct” hakkındaki görüşlerimi aktaracağım bir sonraki yazıya kadar, bana şimdilik müsaade...

Başa dönüp noktayı koyayım... Popüler olmanın, hakkınızda herkesin bir fikre sahip olmaya başlaması gibi bir laneti var. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak çağımızın vebası. Kişisel olarak, bu bulaşıcı hastalıkla mücadele etmeye çalışıyorum. İşbu yazı da, bu mücadelenin bir parçası. Konu Metallica olunca cümleler cümleleri, paragraflar paragrafları kovaladı. En nihayetinde, Metallica son 20 yılda bunları yaşadı.

Yazının devamı...
Tarihin Gördüğü En Büyük Tabu Düşmanı
3 Aralık 2016


“Ey yanlışın ve fanatizmin kör ettiği zayıf ve saçma faniler, tepesi tıraşlı rahiplerin batıl inancının sizi gömdüğü tehlikeli yanılsamalardan vazgeçin! Onların size bir tanrı sunmalarındaki müthiş çıkarı ve bu tür yalanların sizin mallarınız ve ruhlarınız üzerinde onlara sağladığı itibarı düşünün! Yüreğinizde bir ibadet ihtiyacı duyuyorsanız, tutkularınızın somut nesnelerine yönelin. Gerçek bir şey sizi en azından bu doğal saygı içinde tatmin edecektir.”

Bugün 2 Aralık. Yukarıdaki satırların sahibi Marquis de Sade’ın ölüm yıl dönümü. 1814 yılında, pek çok kaynağa göre tutuklu bulunduğu akıl hastanesindeki peder tarafından öldürüldü. Tanrı adına, ahlak adına, din adına savunmasız birini öldürmek 17. Yüzyıl’da da yaygındı. Peki Marquis de Sade sizce bir gün haklı çıkacak mı?

Sokrates'in hırçın torunu, Aristippos'un kulağı geçen boynuzu Sade; baştan aşağıya bir rock‘n’roll metaforu. Onun hikâyesi aykırılığın, başkaldırmanın, tabu devirmenin, otorite tanımazlığın ve isyanın dışavurumu. Peki bu kural tanımaz hayat, günümüze ne fısıldıyor? Simone de Beauvoir’un sorusunu 63 yıl sonra yeniden soralım; “Sade’ı yakmalı mıyız?”

Hayatının neredeyse yarısını hapishanelerde ve akıl hastanesinde geçiren Marquis de Sade’dan bahsetmeye nereden başlayacağız? Benim bir fikrim var; Fransız Devrimi’nden. Biliyorsunuz, bugün adına medeniyet dediğimiz kavramın içini dolduran pek çok unsur Fransız Devrimi’nde hayat buldu. Hatta farklı bir perspektifle, “Batı Dünyası” konseptinin temeli de Fransız Devrimi’nde atıldı. Peki Fransız Devrimi nerede başladı? Paris’in gotik hapishanesi Bastille’de. Aristokrat bir aileden gelen, askeri ve dini bir eğitim almış Donatien Alphonse François (bildiğimiz adıyla Marquis de Sade) sapkınlık derecesinde cinsel eğilimleri olan, iletişime geçtiği hemen her insanın başına belalar açan, defalarca taciz, işkence ve hakaret gibi suçlardan ceza almış, hapse atılmış, kaçmış, tekrar yakalanmış bir “arıza”. 2 Temmuz 1789’da Bastille’deki hücresinden dışarıdaki kalabalığa olanca nefesiyle bağırıyor: “Burada tutukluları öldürüyorlar!” İki gün sonra Paris yakınlarındaki Charenton akıl hastanesine gönderiliyor. Fransız aydınlarının soylu mücadelesiyle nesilden nesile bilinçlenen ve örgütlenen halk; sarayın baskısı ve mutlak monarşinin ağır yükümlülükleri sebebiyle hapishanelerde suçsuz yere tutulan binlerce insanın sessiz çığlığına, Sade’ın o kurşun gibi haykırışından 12 gün sonra cevap veriyor: 14 Temmuz 1789’da yüzlerce sivil, Bastille’i kuşatıp (bkz: Bastille Buhranı) gardiyanları alt ediyor, tutukluları salıyor ve Fransız Devrimi’nin fitilini ateşliyor. Şimdi söyleyin; “Yakarsa dünyayı garipler yakar...” hangi çağa daha çok yakışıyor?

Sade, Charenton’da toplam 13 yıl yattı. Ve en sonunda orada sonsuzluğa karıştı. Sanatçı mı, siyasetçi mi, reformist mi, akıl hastası mı, cani mi olduğu hep tartışıldı. Ve bu kuramın asla tek bir yanıtı olmadı. Yazma eylemi onun tutkusuydu ama edebiyatla (hatta sanat kavramıyla) işi yoktu. Ahlakı, yasaları ve dini öğeleri çöpe attı. Aşırı özgürlüğü, ahlaksızlığı ve salt zevki savundu. Parafili boyutundaki cinsel açlığı tüm kişiliğini kontrol altına almıştı. Daima insanın “soylu” yanını bir kez yitirdikten sonra neler olacağıyla ilgilendi. Yazdığı kitaplarda, onur ve şerefin bir aldatmaca olduğuna ve bu kavramlar bir kenara bırakıldığında ortaya çıkan yeni ilkeye değindi. O ilke, insan doğasındaki tek gerçekliğin “öz fayda” olduğunu savunuyordu. Bu yolun vardığı nokta ise elbette salt zevkti. Ve Sade; başkasına acı çektirmeyi de zevkin sınırlarına dâhil ediyordu. Sahi, “sadizm” kelimesi kimin soyadından geliyordu?

Bu yazıda sizlere Marquis de Sade’ın hayatını anlatmaya çalışacağım. Olabildiğince objektif bir bakış açısıyla ve belgelere dayanan bilgiler ışığında. Hazırsanız, ışıkları kapatabilirsiniz...

Gençliği, Hapis Günleri Ve Fransız Devrimi
Tarihçiler, Sade’ın din kavramını sorgulamasına, bir din adamı olan amcasının yanında aldığı eğitimde başladığını söylüyorlar. Görünürde bir erdem ve saflık timsali olan amcasının kimseler yokken kilisede rahibelere yaptığı “numaralara” tanık olması, küçük Sade’ı geri dönülmez bir sorgulama döngüsünün ortasında bırakıyor. Kadınlara karşı olan nefreti ise, annesi tarafından yeterince sevgi görmemesine bağlanıyor. Annesinin İsa’yı ondan daha çok sevmesini bir türlü kabul edemiyor.

Aslında hayatında 23 yaşına dek çok da aykırı bir detay göze çarpmıyor. 23 yaşındayken, ailesinin uygun bulduğu “soylu” bir kadınla evlendiriliyor. Adında “de” bağlacı olan her Fransız soylusu gibi, kendinden beklenenleri sırasıyla yerine getiriyor: önce dini bir eğitim, sonra orduya hizmet, ardından aile mülkiyetini tehlikeye atmayacak sınıfsal bir evlilik... İşte ne oluyorsa bu evlilikten sonra oluyor. Önce istemediği halde bir çocuk sahibi oluyor, sonra bir türlü yıldızının barışmadığı kayınvalidesi ile geçimsizliği artıyor, derken baldızını ayartıyor ve kaçınılmaz son: aile içi fırtına!

Sade bu noktadan sonra uçuk bir hayat yaşamaya başlıyor. Uçuk derken, kelimenin tam anlamıyla. Paris yakınlarında, Lacoste’taki malikânesinde hizmetçilere tecavüz, onlara ve evine çağırdığı fahişelere cinsel aşırılıklar içeren çeşitli işkenceler, türlü hakaretler... Bir işkence sırasında evden kaçmayı başaran hizmetçinin polise sığınmasıyla en sonunda yakalanıyor. Yine de ne tavrından ne görüşlerinden taviz veriyor. Birkaç kısa süreli tutuklanmanın ardından, en sonunda şatosuna sürgün ediliyor. Ailesinin aristokratik bazı “yöntemleriyle” sürgün cezası kaldırılınca Fransa’da özgürce seyahat edebilmeye başlıyor. 1772’de Marsilya’da uşağı ile birlikte birkaç fahişeyi zehirlemelerinin ve onlarla anal ilişkiye girmelerinin (o yıllarda Fransa’da suç) ardından yakalanmamak için İtalya’ya kaçıyor. Yanında baldızı (o sıralarda sevgilisi) ile birlikte. Yine de İtalya’da yakalanıyor ve Fransa’ya teslim ediliyor. Fransa-İtalya sınırındaki Savoy’da tüm görkemiyle dağları selamlayan meşhur zindan Château de Miolans’a atılıyor.

Ve fakat Sade’ın pes etmek gibi bir niyeti yok. 4 ay yattıktan sonra kaçmayı başarıyor ve yeniden Lacoste’taki malikânesine ulaşıyor. Bu geri dönüşün ardından karısıyla barışıyor ama çılgınlıklarına son vermiyor. Yanında çalıştırdığı insanlara türlü işkencelere devam ediyor ve zaten çoğu da kısa süre sonra şatodan kaçıyor. Yakalanmamak için tekrar İtalya’ya kaçtığı, bu sırada “Voyage d'Italie”yi yazdığı, 1776’da tekrar geri döndüğü bir dönem daha var. 1777’de, hizmetçi olan kızına yapılanları öğrenen bir baba tarafından köşeye sıkıştırılıyor, adam silahını Sade’ın kafasına dayıyor ama ne şans! Silah tutukluk yapıyor! Ardından da çıkan kargaşadan yara almadan kurtulmayı başarıyor. Aynı yılın sonlarında, Paris’te, uzun süredir hasta olan yaşlı bir kadına tecavüz ettiği (ve sonra kadının öldüğü) iddiasıyla yeniden yakalanıyor ve Château de Vincennes zindanına kapatılıyor. Yine ailesinin araya girmesiyle, 1778’de giyotinle idam cezasından yırtıyor. Ölüme ilk defa bu kadar yaklaşmış olması onda bir durulmaya sebep oluyor mu peki? Asla. Düşüncelerindeki karanlığın ve öfkesindeki sertliğin dozu daha da artıyor.

Vincennes hapishanesi 1784’te kapanınca, aynı yıl Bastille’e transfer ediliyor. Bastille’deki hapis günlerinde kâğıt, kalem ve mürekkep imkânı var. Özgürlüğünün elinden alınmış olması (ve bu sefer kaçamıyor olması) onu öyle hırslandırıyor ki; yazma eylemi kaçınılmaz bir “bağımlılığı” hâline geliyor. Aklının tekinsiz dehlizlerinde dolaşan hikâyelerdeki şiddet, yerini vahşete bırakıyor. Etkisi bugün bile hâlâ süren ve bugün bile sonuna kadar okuyabilene pek rastlanmayan “Les 120 Journées de Sodome” (“Sodom’un 120 Günü”) adlı eserini işte bu hapis günlerinde kaleme alıyor. 35 gün içinde, 12 metrelik bir kâğıt rulosuna arkalı önlü yazıp bitirerek.

Bastille günlerinden Charenton günlerine geçişe yazının başında değinmiştik. Hapishaneden akıl hastanesine geçmek, bir bakıma fırsat oluyor Sade için. Fransız Devrimi sonrası değişen siyasi konjonktürden yararlanıp, kendine bir akıl hastası olarak değil, sıradan bir hasta olarak davranılmasını sağlıyor. Bu durum, odasında rahat rahat hikâyelerini yazmasını sağlıyor. 5 yıl sonra ise (1790’da) salınıyor. Yine ailesinin birtakım politik hünerleri, yine Fransa çapındaki karışık siyasi yapıdan faydalanarak.

Beden Zindanda, Zihin Firarda
İhtilalden sonra politikaya atılıyor ve kendini “Uygar Sade” olarak tanımlıyor. Monarşi karşıtı bir liberten olarak cumhuriyeti destekliyor ve hatta ulusal delege olarak seçiliyor. Aristokratik geçmişine rağmen birçok resmi görev elde etmeyi de başarıyor. Doğrudan demokrasiyi öneren birçok siyasi makale yazıyor. Aristokrat geçmişinden dolayı devrimci arkadaşlarından tepki görse de, makalelerinde özgürlüğü temel kavram olarak savunmaktan vazgeçmiyor.

Terörün hüküm sürdüğü 1793 yılında (“Reign of Terror” - “Terör Hükümdarlığı”) siyasi yazıları sebebiyle bir yıldan fazla hapsediliyor ve büyük ihtimalle idareden kaynaklanan bir nedenle bir kez daha giyotinden kurtuluyor. Bu deneyim onun tiranlık rejimine ve ölüm cezasına olan nefretini pekiştiriyor. 1794’te Maximilien Robespierre’in devrilip infaz edilmesinden sonra serbest bırakılıyor. (Zaten ardından “Reing of Terror” de sona eriyor.)

Sade, devrim sonrasında sadece siyasetle ilgilenmiyor tabii. Bir yayıncıyla anlaştıktan sonra kitaplarını anonim olarak yazmaya başlıyor. Üstelik eskisinden de seri bir şekilde üretiyor. 1795’te yazdığı (2003’te Türkçeye çevrilen, aynı yıl basımı ve dağıtımı yasaklanan, 2005’e kadar da yasak kalan) “La philosophie dans le boudoir” (“Yatak Odasında Felsefe”), Sigmund Freud’un psikanalizde Sade’ı öncü olarak görmesini sağlayacak kadar sert, yer yer absürt, çoğu zaman fantastik (sürreal) ve olabildiğince ağır bir roman. Sürrealistlerin Sade’ı, bu roman sebebiyle öncüleri olarak görmeye başladıklarını, Guillaume Apollinaire’in ise Sade’ı bu roman sebebiyle “var olmuş en özgür ruh” olarak tanımladığını hatırlatalım.

Özgür yılları uzun sürmüyor Sade’ın. 1801 yılında Napolyon Bonaparte, dönemin Fransa’sında olay yaratan, elden ele yayılan “Justine” ve “Juliette” adlı iki romanın anonim yazarının tutuklanmasını emrediyor. Kitaplarını anonim olarak yazsa da, herkes o satırların Sade’dan başkasına ait olamayacağını biliyor. Yayımcısının ofisinde tutuklanıyor Sade. Ve yargılanmadan hapsediliyor. Yollandığı ilk yer Sainte-Pélagie hapishanesi fakat buradaki genç tutukluları “baştan çıkardığı gerekçesiyle” katı kuralları olan Bicêtre kalesine gönderiliyor. Bu noktada, ailesi birkez daha devreye giriyor, 1803 yılında deli olduğu ifade ediliyor ve bir kez daha Charenton akıl hastanesine gönderiliyor. Eski eşi ve çocukları da onun burada kalmasını destekliyorlar. Hatta o dönemki eşi Constance’ın da onunla birlikte Charenton’da yaşamasına izin veriliyor.

"Quills"in Işığında
Hayatının bu noktadan sonrası, detaylarına en hâkim olduğumuz dönem. Zira Amerikalı senarist / oyun yazarı Doug Wright’ın 1995 tarihli meşhur oyunu “Quills” (“Tüy Kalemler”) Sade’ın Charenton’daki bu son yıllarını anlatıyor. Hem de ne anlatmak... Mesela hastanenin merhametli pederi Abbé de Coulmier’in, Sade ile olağanüstü ilgilendiğini ve zihnindeki rahatsızlıklardan arınması için büyük çaba sarf ettiğini bu oyun sayesinde öğreniyor tüm dünya. Sade’ın odasında; istediği her kitabın (tam 133 adet), bol bol mürekkebin, düzinelerce boş kâğıdın ve en kaliteli yatağın bulunması da Coulmier’in merhametine bağlanıyor bu oyunda. Yazdığı tiyatro oyunlarını sahnelemesi, Paris halkına sunması ve Charenton’daki hastaları oyuncu yapması için Sade’ı yüreklendiren kişinin de yine Coulmier olduğu “Quills” sayesinde çıkıyor ortaya.

Hastanedeyken yazdığı hikâyelerin, “ayarttığı” hizmetçi kızlar vasıtasıyla yayıncısına yollanarak kitaplaştırılmaya devam etmesi, sarayı çıldırtıyor. Ona ceza verdiklerini sananlara: “Beni bedensel, günaha ilişkin, dayanılmaz bir perhize mahkum ederek mükemmel bir iş yaptığınızı düşündünüz ama yanıldınız. Beynimi coşturdunuz, bana can vermek zorunda kalacağım hayaletler yarattırdınız.” diyor. En sonunda Napolyon Bonaparte, “işkence yöntemleriyle meşhur” Dr. Royer-Collard’ı Charenton’a müfettiş olarak atayıp, Sade’ın tüm imkânlarını kıstırıyor. Ünlü yönetmen Philip Kaufman’ın, “Quills” oyunundan ilhamla beyaz perdeye aktardığı 2000 tarihli aynı adlı film de işte tam bu dönemi muazzam bir tasvirle sinema salonlarına taşıyor ve Doktor Collard, peder Coulmier, Marquis de Sade üçgenindeki delilik psikozunu tiyatro oyunu ağdasından çekip sinema çıplaklığıyla izleyenlerin suratına çarpıyor. Sade’ı her şeyden önce bir “sanatçı” olarak ele alması ise film ile tiyatro oyununun en büyük ortak noktası oluyor. (“Quills”, Tatbikat Sahnesi tarafından Türkçeye çevrilip ülkemizde de oynandı. Din sömürüsünün ve din siyasetinin en yozlaşmış şekilde yaşandığı ülkelerden birinde, din kavramına bu kadar sert karşı çıkan birinin hayatını izlemek bizim şansımız mı, yoksa bu duruma seviniyor olmamız bizim lanetimiz mi, siz karar verin.)

Peki hikâyenin sonunda ne oluyor? Elinden kâğıdı ve kalemi alınan Sade; kapısından içeri bırakılan yemekteki tavuk parçasının kemiğini koparıp, bir bardak şarabını mürekkep olarak kullanarak yazılarını çarşaflara yazıyor! Bu çarşafları yıkamaya gelen hizmetçi kız (Madeleine Leclerc) yazılanları kâğıda aktarıp Sade’ın yayıncısına ulaştırıyor. Ve evet, kitapları yine basılıyor! Yazma tutkusu, bir kez daha baskıyı aşıyor. Peki ya sonra? Çarşafları da elinden alınıyor Sade’ın. İçecek olarak sadece su verilmeye başlanıyor. Bu “kontrol altına alınamayan beyin” pes ediyor mi peki? Odasındaki aynayı kırıyor, kesik cam parçasıyla parmak uçlarını kanatıyor, dökülen kanı mürekkep yapıyor, yazılarını kıyafetlerine yazıyor! Delilik ve sanat, kol kola girmiş uçurumun kenarında koşuyor! İşkenceler, tehditler... Yılıyor mu? Asla. Hapishane duvarlarındaki çatlaklardan yan hücrelerdeki “delilere” hikâyeler fısıldıyor, kulaktan kulağa aktarılan hikâyeleri Madeleine yine kâğıda aktarıyor, o hikâyeler yine yayıncıya ulaştırılıyor. Marquis de Sade, Charenton’la kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. Kim akıllı görünüyor, kim deli oluyor? 17. Yüzyıl’ın “Joker”i Marquis de Sade, 13 yaşındaki “Harley Quinn”i Madeleine ile bir olup, koca Fransa’yı önünde diz çöktürecek duruma getiriyor. Son çare olarak çırılçıplak halde zincirlere bağlanıyor. Peki o zaman ne yapıyor dersiniz? Dışkısını duvarlara sürüp yazmaya devam ediyor! Aklın, mantığın, inadın, hırsın, nefretin, ahlakın, onurun sınırları birbirine karışıyor, hepsi birden kayboluyor. İşte tam da bu noktada; Dr. Royer-Collard, peder Coulmier’i ayartıyor, önce Sade’ın ellerini ve ayaklarını kestiriyor, sonra da malum son...

Deli Dâhi Tanımının En Net Karşılığı
Sade’ın hayatı elbette dönemin Fransa’sından bağımsız ele alınamaz. Fransız Devrimi’ni mecbur kılan çöküşün temeli; yozlaşmış sarayın, ikiyüzlü din adamlarının ve bu çürümüşlüğe göz yuman cahil halkın elleriyle atılmıştı. Toplumun ve iktidarın gerçeklerini, onlara leş gibi bir ayna tutarak bire bir aktaran, bu sebeple de “public enemy no 1” olan Marquis de Sade, ortaya çıkışından yaklaşık 200 yıl önce, “ayna” metaforundan hareketle; zaman zaman death metal’in, zaman zaman grindcore’un, zaman zaman da black metal’in ta kendisi olmayı başarıyor. En başta, hayatını tanımlarken boşuna kullanmadım yani rock‘n’roll kavramını.

Sade, temelde insan “doğasıyla” ilgileniyordu. Fikir olarak modern insanı eksik ve sorunlu buluyordu. Çünkü insanoğlu modernleştikçe ahlak, onur, vicdan, ibadet, etik gibi, aslen doğasında olmayan kavramlara bağlı yaşamaya başlamıştı. Sadece id’i; yani kişiliğin en ilkel, en temel parçasını savunuyordu: Yemek, içmek, acıdan kaçmak, cinsel haz ve saldırganlık. Medeniyet denen kavramın bu id’i yok ettiğini, insanı doğasından uzaklaştırdığını söylüyordu. Çağdaşı Jean-Jacques Rousseau’nun “Modernleşme, insanın özgürlüğüne darbedir." söylemine göz kırpıyordu. Topluma karşı giriştiği savaşta kendine müttefik olarak sadece doğayı görüyor, sadece doğaya güveniyordu. Doğanın düzenlemelerinin insanlarca değiştirilmeye çalışılmasına ise katlanamıyordu. Bir noktadan sonra kitaplarının “ahlaklı toplum” tarafından çok okunmasını da medeniyetin ikiyüzlülüğü olarak yorumluyordu. Sade’a göre insanların bunları okumaktan zevk alması, insan doğasının temelindeki ahlaksızlığın dışavurumuydu.

Sade’a hak vermek, günümüzün temel ahlak ve görgü kuralları çerçevesinde imkânsız. Yaşadığı dönemde de böyleydi, bugün de böyle. Neredeyse tüm tabuları yıktığımızda ancak kapılarını açabiliyoruz o fırtınalı aklının. Bu da yaşadığımız gerçekliği baştan aşağıya yok saymak anlamına geliyor. Ve bunu yapmaya kalktığımızda, kollarımızdan tutup akıl hastanesine kapatıyorlar. Tıpkı Sade’a yaptıkları gibi. Yani insanoğlu henüz onu kabul edecek noktaya ulaşamadı. Belki de hiç ulaşamayacak. Peki Sade’ı kabul etmeli miyiz, işte asıl soru bu.

Kendi Cümleleri İle Sade
Rüzgârını fırtınaya çeviren işleri, “Justine” ve “Juliette” romanları. Birkaç yıl arayla yazdığı bu iki kitapta, ebeveynleri öldükten sonra birbirlerini kaybeden iki kız kardeşi anlatır. Justine erdemin simgesidir, Juliette ise erdemsizliğin. 15 yaşındayken manastırı terk etmek zorunda kalan Justine’in hayattaki tek amacı kız kardeşini bulmaktır. Fakat yıllar sürecek yolculuğunda başına gelmedik felaket kalmaz. Yardım istediği soylu beyler ve yüksek ahlak sahibi rahipler tarafından her seferinde tutsak edilir. Bekaretini kaybeder, defalarca tecavüze uğrar, bağlanır, kırbaçlanır, vücudundaki yaraların içine sıcak mum damlatılır... Yine de, başına ne gelirse gelsin akıl almaz bir saflıkla insanlara güvenmeye devam eder. Dua etmeyi sürdürür. Tanrıya her yakarışında kendini başka bir zevk aleminin kölesi olarak bulur ve okuyucuya asla bitmeyecekmiş gibi gelen uzun işkencelere tabi tutulur. Tutsaklıktan kurtulur kurtulmaz yine kardeşini aramaya koyulur. En sonunda büyük kavuşma gerçekleşir, Juliette ile kucaklaşır. Fakat ayrı kaldıkları dönemde Juliette sosyetik bir fahişe olmuştur. Üstelik bolluk içinde yaşamaktadır. Sınıf atlayan Juliette’in hayatı baştan sona erdemsizliğe övgüdür. Kazanan hep o olmuştur. Her zaman erdemi savunan Justine ise yıllar boyunca uğradığı tecavüzlerin ve işkencelerin sonucunda perişan haldedir. “Erdemle kırbaçlanan” Justine, yine de çektiği onca acının sonunda artık rahat bir nefes alacağını umut eder ama çıkan bir fırtına, bedenine ölümcül bir yıldırım yollar. Tanrı da Justine’e acımamıştır. İlahi bir adalet yoktur. Erdem her zaman kaybeder. Sade; insanoğlunun ahlak takıntısının ırzına geçerken, insan doğasının acımasızlığını her sayfada daha yüksek sesle bağırır.

Edebi yönden zayıf (ve hatta sorunlu) olmasına rağmen tavır ve mesaj olarak yüzyıllar sonrasını bile etkileyen bu romanlar, insanlık tarihinin en sıra dışı sistem eleştirileri arasında sayılır. Edebiyatın ağdalı görkeminden bilerek kaçtığını söyleyenler ise aşırı basit anlatımının “herkese ulaşabilmek” hedefinden kaynaklandığını savunur.

Tıpkı günümüzdeki gibi, Sade’ın romanlarında da iktidar sahiplerinin en büyük silahı dindir. Sade’a göre tanrı ve din, hükümdarların kendi ikiyüzlülüklerini gizlemek için kullandıkları bir silahtır. Zaten bu nedenle de tanrı ve din olgularına temelden karşıdır. Hikâyelerini anlatırken bu olguları yerden yere vurur, tabuları elinin tersiyle iter ve ahlaksızlığın tek erdem olduğunu savunur.

“Dinler, despotluğun beşiğidir.” der. İnsanoğlunun devlet kurma ve hükmetme güdülerinin içinde despotluk her daim var (ve var olmaya devam edecek) ama din kavramı bu güdüyü güçlendiriyor, bu da bir gerçek. Felsefe bu soruyu 3000 bin yıldır soruyor: İnsan eğitilmezse sapkın mıdır? Devlet buna evet diyor, öğretmen olarak da dini atıyor. Din hâlâ büyük oranda "ahlaki" açıdan eğitimsiz insanın "eğitmeni" ve fakat görevini kusursuz mu yapıyor? Vardığımız noktada biz “Gelişen insan, eğitimsiz insan için dinden daha etkili bir emniyet kemeri bulacak mı?” diye soruyoruz, 202 yıl önce ölen Marquis de Sade, herhangi bir emniyet kemerinin gereksizliğine vurgu yapıyor.

Dostoyevski’nin “Tanrı yoksa her şey mübahtır.” lafı, Sade’ın kuramını büyük oranda açıklıyor. Sade’a göre dinler aslında bir yandan da tanrının öldürme lüksüne hizmet ediyor. O halde insan neden erdemli olmak zorundadır? Eğer tanrı öldürüyor, görmezden geliyor, yoksuyorsa; insan neden benzerlerini öldürmemelidir? Cinayet de meşrudur öyleyse, işkence de, sapkın arzular da... Sade için tanrı düşüncesi, insanın bağışlayamayacağı en büyük kusuru. “Sizin tanrınız kendi oğlunu çarmıha gerdiyse, kim bilir bana neler yapar?” diyor Charenton’da, pederle bir konuşmasında.

Yazdığı kitaplardaki tanrı ile ilgili kısımların derlenmesinden oluşan “Discours contre dieu”da (“Tanrıya Karşı Söylev”) okurlar tarafından en çok şu satırların altı çiziliyor: “Ama doğa, diyeceksiniz bana, bir tanrı olmadan kavranamaz. Ah, sözlerinizi işitir gibiyim; yani pek az anladığınız şeyi bana açıklayabilmek için, hiçbir şey anlamadığınız bir nedene ihtiyacınız var. Örtüleri iyice kalınlaştırarak karanlığı çözme iddiasındasınız. Köstekleri çoğaltarak bağı parçaladığınızı düşünüyorsunuz. Saf ve coşkulu fizikçiler, tanrının varlığını bize kanıtlamak için, botanik kitapları yazın; Fénelon gibi insanın bölümlerinin en ince ayrıntısına girin; yıldızların hareketini hayranlıkla izlemek için göklere atılın; kelebekler, böcekler, polipler, örgütlü atomlar karşısında kendinizden geçin ve onlarda hiçbir işe yaramaz tanrınızın büyüklüğünü bulduğunuzu sanın: Bütün bu şeyler, siz ne derseniz deyin, bu saçma ve hayali şeyin var olduğunu asla kanıtlamayacaktır. Tek kanıtlayacakları şey, bir araya gelişleri evreni oluşturan sonsuzca çeşitli bileşimlerin üretebileceği maddelerin ve etkilerin sonsuz çeşitliliğine dair hiçbir fikriniz olmadığıdır. Doğanın ne olduğunu bilmediğinizi; gözlerinizin, mikroskoplarla donanmış bile olsalar, en ufak bölümünü bile göremeyecekleri doğanın güçlerini sayısız biçim ve varlığı yaratamayacağını sandığınızdan, bu güçlere dair tek bir fikrinizin olmadığını kanıtlamaktadır. Velhasıl, somut insanları tanımadığınızdan, hakkında kesin bir fikre asla sahip olamayacağınız manevi bir görevliyi niteleyen bir kelimeye başvurmayı daha kestirme bulduğunuzu kanıtlamaktadır.”

Doğaya aykırı olmayan her şeyin yapılabilirliğini ve denenmesini, bu sebeple ensest ilişkilerin de yasaklanmaması gerektiğini savunan Sade'ın, doğanın ensest ilişkilerde sakat ve deforme olmuş çocuklar dünyaya getirmesi detayını gözden kaçırması, son 200 yılda ona karşı kullanılan en güçlü argümanlardan biri. En büyük açığını da buradan veriyor bazılarınca. Bir başka güçsüz karnı ise, hamilelik karşıtı olması. Oysaki insana bu özelliğini, doğanın ta kendisi sağlıyor sonuçta.

“Tanrı inancı, tedavisi olmayan bir ruh hastalığıdır.” deyip Antik Roma’nın yasa koyucularından giriyor ve Thomas Moore’un “Ütopya”sına kadar uzanıyor Sade. İffetsizliği yere göğe sığdıramıyor, “Baştakiler çalarken halkın çalmaması aptallıktır.” noktasından hareketle hırsızlığı da meşru kılıyor.

“Doğa insanın edepli olmasını amaçlasaydı, onu çıplak doğurmazdı.” cümlesi, günümüzde en çok yankılanan sözleri arasında. (Giyinme alışkanlığını, insanın sert iklim altında acı hissinden kaçma dürtüsüne bağlıyor.) Ve bu bakımdan bazı düşünürler; sadizmin kurucusu sayılmasını toplumun zincirine bağlayıp Sade’ın aslında sadizmin kurucusu değil, gerçeklik ve özgürlüğün sembollerinden biri olduğunu savunuyorlar. Ve fakat Sade'ın erdem karşıtı, sert cinsellik olgusu ve özgürlük arayışının arkasında erotizmden daha çok sadizm var. Salt erdemsizlik olmuş olsa “rızaya dayalı aykırı seksi” işlerdi, oysa onun için temel nokta rıza olmadan; işkence, zorlama, hükmetme gibi eylemlerle yaşanılan zoraki seks. Hatta sınır sadece sekste de değil. Mesela “Sodom'un 120 Günü”nde tutsaklara zorla yedirilen dışkı, salt sadizm davranışı. Sade’a göre temel; erdemli olmak ya da olmamaktan ziyade, bireyin sadece kendi çıkarını koruma hissinin sonucunda, güçsüz olana zor kullanma noktasına gelmesi ve bundan zevk alması. Bu da sadizmin ana kapısı.

Doğanın temeli güçtür Sade’a göre. İnsan için ise bu güç, zevktir. Yani Sade'ın sınırsız cumhuriyeti; özgürlük ilkelerine göre değil, haz düşkünlüğüne göre yönetilir. “Ahlaklı” yanı parlatıldıkça “medeni” olmaya daha da yaklaşan insanoğlunun, içgüdülerinin izinde neye dönüşebileceğini anlatır.

Doğa ölümü var ettiyse, can almak normaldir görüşünde. Ama öldürmek için öldürmeyi savunmuyor, “Zevk için öldür.” felsefesinde. Çünkü temel hedefi yok etme değil, haz. Aristippos'un öğrencisi olması bundan. O da insanın her davranışını mutlu olma isteğine bağlıyordu, “Yaşamın gereği hazdır. İnsan haz için yaşar.” diyordu. Ona göre de haz, insanı var eden yegâne duyguydu. Ve ancak gerçek haz sürekli olandı, sürekli olan hazza da ancak bilgelikle varılabilirdi.

Cemal Süreya çevirisiyle Türkçede “Aşk Suçları” adıyla yayımlanan “Les Crimes de l'amour”da, içgüdüleri bastırmanın yararsızlığını savunur Sade. Zira bireyin kendine karşı yaptığı bu “eziyet”, daha şiddetli bir açığa vurmayı geciktirmekten başka sonuç vermez ona göre. Dolmance adlı karakterinin “Hiçbir şeyi suç görmeyen birinin ruhunda, vicdan azabı olabilir mi? Hiçbir şeyin kötü olmadığına inanıyorsanız, hangi kötülük yüzünden pişman olabilirsiniz?” sorularıyla vicdan ve iyilik kavramlarını gömdüğü “Yatak Odasında Felsefe” kitabında ise bir kadının, o anki şehvet duygularına kapılıp sevişmek istediği kişiyle sırf ahlaki nedenlerden dolayı birlikte olamamasına, özgürlüğün kuşatılması olarak bakar. Erkek ise dilediği her kadınla (ve erkekle, ve hayvanla) birlikte olabilme hakkına sahiptir. Bu, erkeğin doğuştan kazandığı bir edinimdir ona göre. Yine “Yatak Odasında Felsefe”deki “Kadınlar, erkekler tarafından düzülmek için vardır.” vurgusuyla da erkek egemen doğayı tanımlar kendince. “Ereksiyon durumundayken despot olmak istemeyen erkek yoktur.” der ve “Doğa sana bu özelliği veriyor, neden gizlemeye çalışıyorsun?” diye ekler. “Düşünmenin seni hayvanlardan üstün kıldığını nereden çıkardın? Belki bu daha kötü yaptı seni? Sınırladı. Hayvanlardan tek farkın, zevk duygundur.” noktasına varır ve “Çılgınlıkların en büyüğü, doğanın bize verdiği eğilimlerden dolayı yüzümüzün kızarmasıdır.” diye haykırır.

Ne dersiniz? İnsanoğlu bu kadar “kök” bir fikre geri dönebilir mi? Pek mümkün görünmüyor. Yine de Sade’ın yazılarındaki radikal felsefi özgürlük anlayışından ve varoluşçu felsefesinden izler taşıyan yayınlar bugün bile çıkmaya devam ediyor. Bu durum bana; onu baştan aşağıya haklı kılmaya korktuğumuz için, anlamaya çalışmakla yetindiğimizi hissettiriyor. Sanki bu durum daha çok; fikrin kendisinin, o fikri ortaya atandan daha “tehlikeli” olmasıyla alakalı gibi geliyor.

Sade’ın geleceğe mesajı çok nettir, kendi kitaplarından alıntıyla: “Ukalalar, cellatlar, gişe memurları, yasa koyucular, tepesi traşlanmış ayaktakımı... Biz asıl gerçeğe vardığımızda, siz ne yapacaksınız? Yasalarınız, ahlakınız, dininiz, darağaçlarınız, cennetiniz, tanrılarınız, cehenneminiz, şu ya da bu söyleminiz geçerliliğini yitirdiğinde ne yapacaksınız? Herhangi bir bağ, akan yakıcı kan ya da hayvansı ruhlar, bir insanı acılar ve ödüllerin öznesi hâline getirmeye yettiğinde ne yapacaksınız? Ey okur; suçu resmederken kullandığım fırça darbeleri seni rahatsız edip canını sıkarsa, bil ki kurtuluşun yakındır; zira en başından beri ulaşmayı amaçladığım hedef budur. Ancak burada betimlenen gerçek seni gücendirip yazarına lanet etmene yol açarsa... Bil ki zavallı okur, burada karşılaştığın, asla iflah olmayacak kendi benliğindir.”

Korkutan Miras
Zindanlara mahkum edildiği yıllarda, varlığının en güçlü ifadesi olarak sıkı sıkıya sarıldığı yazma hırsı olmasa, Sade muhtemelen şehvet düşkünü sapkın bir soylu olarak tarihe geçecek ve ismini bugün kimse hatırlamayacaktı. İyi ihtimalle, belki sadizm kavramı söz konusu olduğunda adı hatırlanırdı ama yazdıkları ona kesinlikle çağlar ötesi, insanlık üstü bir kimlik kazandırdı. Yazılarının edebi değeri olmadığını savunan hiçbir Sade karşıtı bile, fikirlerinin çarpıcı etkisini yadırgayamadı. Eserleri Fransa’da dahi 20. Yüzyıl’ın ortalarına kadar yasaklı kaldı, ama o yeraltı edebiyatının en popüler “çıbanı” olmayı başardı; ruhlara sızdı, beyinleri kurcaladı. Öyle ki, adı büyük filozofların arasına kadar taşındı.

Resmettiği vahşet, bugün tüm gerçekliğiyle insanoğlunun kanında gürül gürül akmaya devam ediyor. Kitaplarında betimlediği “dayanılmaz” sahneler, kolluk kuvvetlerinin işkence odalarında yaşananların yanında hafif kalıyor. İnsanların okumakta zorlandığı sayfalarda anlattığı o sahneler, bugün “tık gazeteciliği” link’lerinde, kâğıt gazetelerin 3. sayfalarında haber değeri bile taşımıyor. Bu yazıdaki hiçbir sorunun net bir yanıtı olmayabilir; ama Marquis de Sade, hiçliğin insanoğlu için iyi bir alternatif olabileceği fikrini uyandırıyor. Elimizi sürmeye dahi korktuğumuz mirası, farkında olsak da olmasak da, işte bu alternatifte yaşıyor.

Işıkları açabilirsiniz.

Yazının devamı...
ABD Başkanlık Seçiminin Düşündürdükleri
12 Kasım 2016

Time dergisinin 18 Ocak 2016 tarihli sayısında kapak konusu Donald Trump’tı. Başlıkta ise “Trump Nasıl Kazandı?” yazıyordu. Seçime henüz 10 ay vardı. Spot cümlesi ışığı biraz daha kısıyordu: “Artık sadece biraz oya ihtiyacı var.” 8 Kasım’da Amerika Birleşik Devletleri 58. başkanını seçti. Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Donald Trump, Demokrat Parti adayı Hillary Clinton’dan toplamda daha az oy almasına rağmen, seçim sisteminin dinamiklerine göre ABD’nin yeni başkanı oldu. Bu sonucun birçok alanda sayısız yansıması olacak elbette.

Burada size teknik bilgiler vererek seçimin detaylarını anlatacak değilim, o benim işim değil. Ama “Amerika’dan bana ne?” algısıyla derdim var. Ekonomisi %70 oranında dış pazara ve özellikle de dolara bağlı bir ülkenin vatandaşları olarak aldığımız nefesin bile ilgili olduğu bir konu bu. Yaklaşık 15 trilyon dolarlık bir ekonominin (dünya ekonomisinin %30’u) başına geçecek insanın -istesek de istemesek de- attığımız her adımda etkisi var. Farkında olalım, ya da olmayalım.

Makarayı biraz geriye sardığımızda, 21. Yüzyıl Amerika’sının yeni milenyuma korku politikalarıyla girdiğini görüyoruz. Junior Bush’un başa geçmesinin arkasında yatan Arap sermayesi desteği (bkz: ticari hayatındaki iflaslarda bile kredi desteksiz ayakta kalması ve babasıyla birlikte atıldığı ticari hamlelerdeki dış sermaye ortakları) Amerikan başkanlık seçimlerinde değişmez bir kuralın altını çiziyordu: Kim daha çok para harcarsa, o kazanır. Üzerine bastıkları topraktan sınırsız para fışkıran “coğrafi şanslı” Arapların bu desteği elbette bazı vaatler karşılığında verdikleri, 2016 dünyasında bir sır değil artık. Yakın tarihte II. Dünya Savaşı, soğuk savaş dönemi ve Sovyetlerin dağılmasından sonra küresel anlamda en büyük kırılmayı 11 Eylül olayları yarattı. Arapların “Amerika’yı kullanıp” üzerine kondukları petrol rezervleri ve dağıtım kanallarına baktığımızda, 11 Eylül sonrasında Bush’un hedefini neden El Kaide’den Irak’a (Suudilerle düşman olan Saddam’a) çevirdiğini daha iyi anlıyoruz. Daha doğrusu bu kirli pazarlıkları tane tane anlatan kitaplar ve yayınlara artık daha kolay ulaşıyoruz.

Ve tabii 11 Eylül kâbusu sonrasında Amerika’nın 2000’lerde “korku” konseptinden bol bol beslenmesi kaçınılmazdı. Siyasi dil bunu iyi kullandı. Cumhuriyetçi aday Bush’un ikinci dönemde yeniden seçilmesinin ardında bu teori yatıyordu: Korkuyu yönetmek. Amerikan halkı, II. Dünya Savaşı’ndan itibaren hep korkuyla yönetildi. Bu korku zaman zaman şekil ve üslup değiştirdi ama toplumun DNA’sına bir şekilde hep nüfuz edildi. Korkunun temelinde bir ayrımcılık fikri vardı: “Biz ve onlar.” Felsefenin en eski konseptlerinden biri. Amerika, dünyayı işte bu konseptle ele aldı, toplumunu bu konsepte bağımlı kıldı. Aslında bir bakıma, tüm Amerika fikri bu konseptin üzerine kuruldu. Peki kimdi bu “onlar”? 19. Yüzyıl’da kıta içine dönük bir cevabı vardı bunun, 20. Yüzyıl’da ise II. Dünya Savaşı her şeyi değiştirdi, cevabı sabitledi: Doğu. Bu cevabın içini; komünizm korkusunun sebebi Rusya ile de doldurabilirsiniz, benzer korkuyu yaratan totaliter rejim örneği Çin ile de. Bu cevaba daha sonra Orta Doğu’nun çıkmaz sokağı andıran siyasi ortamı da dâhil oldu, “Sana muhtaç değilim.” deme “cürretinde” bulunan Küba da. Doğu kötü, Doğu karmaşık, Doğu komünist, Doğu saldırgan, Doğu tehlikeli, Doğu tek tip, Doğu özgürlük düşmanı, Doğu şu, Doğu bu... Cesur yeni Batı Dünyası fikri, işte bu temeller üzerine kuruldu.

Bush’un ilk dönemindeki savaş politikaları, ikinci döneminde inandırıcılığını yitirmeye başlayınca bir kahramana ihtiyaç duyan toplumun “uzlaşmacı” kesimi, azınlıklar, aydınlar, ilericiler, sanatçılar ve yenilikçiler umut istediler. Kendi medyası tarafından tarihin en kötü başkanı olarak nitelendirilen, itibarsız Bush’tan sonra, Amerika felsefesini onaracak bir umuda ihtiyaç duydular. Konseptin içini en iyi dolduran, siyahi bir adaydı: Barack Obama. Kampanya sloganını “umut” kelimesi üzerine kurdu Amerika’nın ilk siyahi başkanı. 8 yılda bu sloganın içini ne kadar doldurduğu tartışılır, ama koltukta bir kasaba cahilinin oturmadığını bilmek bile pek çok açıdan iyileştiriciydi. Ve zaten Obama; ekonomi ile sosyal politikalar başta olmak üzere pek çok alanda atılımdan ziyade iyileştirici adımlar izledi. Amerikan Başkanı imajının Hollywood kültürüyle barışını imzaladı; bilimi, sanatı ve hoşgörüyü açık bir dille destekledi. Bu ılımlı ve sakin imajın sağladığı sistematik güç, küresel çapta kapitalizmin sorgulanmasını sağlayan devasa Wall Street krizinden sonra bile Obama’nın koltuğunu korudu. Az şey değildi. Buradan aldığı rüzgârla dış işlerinde Küba, Rusya, Çin ve İran açılımlarına cesaret etti. Bu da az şey değildi. Hiçbir şey yapmamış olsa bile, Amerika’nın redneck kültüründen yetişmiş bir siyasi hadsize muhtaç olmadığını kanıtladı. Hiç, ama hiç az şey değildi.

Amerikan demokrasisi sizi o koltukta en fazla 8 yıl tutuyor. “Umut”un ardından ne geleceği son 2 yılın konusuydu. 8 Kasım 2016’da Amerikan halkı, kendini nefretin kollarına bıraktı. Yani korkunun ardından umut, umudun ardından da nefret geldi. Ve hayır, bunun kazanan tarafla bir alakası yoktu. Hillary Clinton da kazansaydı, yine nefret kazanmış olacaktı. Çünkü yaklaşık 2 yıllık “seçim yarışı” en çok nefreti çoğalttı. Araştırmalar böyle söylüyor; her iki partinin de seçmeni %50 oranla diğer parti ve seçmeninden nefret ediyor.

Önce kaybeden tarafa bakalım. (Burada bir “taraf”çılık yarışı yapmayacağım. Ama kazananı daha çok inceleyeceğim için, kaybedeni aradan çıkarmak isterim.) Bernie Sanders’ın son ikiye kalması, Demokrat Parti geleneğinin 21. Yüzyıl’da vardığı sınırları belli etmesi açısından iyi bir veri. Ortalama Amerikan vatandaşının “Komünist bu!” diye yaftalayacağı biri, neredeyse Amerikan başkan adayı oluyordu. Demokrat geleneğin gelişimi sürüyor. Buradan, Demokrat Parti’nin sola yaklaşımı bağlamında olumlu bir sonuç bile çıkarabiliriz. Peki Hillary Clinton? Trump fanatiklerini bir kenara bırakırsak; Avrupalı ve Orta Doğulu bakış açısıyla “IŞİD’in müsebbibi”, “ABD dış politikasının kanlı yüzü” gibi tanımlamalarla anılıyordu. Seçilmesinin, bizim buralar için çarşının daha da karışacağı anlamına geldiği savunuluyordu. Dış politika ajandasının kabarık olduğu söyleniyor, Orta Doğu’da saldırgan Amerikan hamlelerinin tezahüründen bahsediliyordu. Peki avantajları neydi? İlk kez 2000 yılında başkanlık fikrini kafasına koyup Reform Partisi adayları arasında yer alan Trump gibi reality TV ürünü zengin ve görgüsüz bir iş adamına karşı politik deneyiminin ezici oranda fazla olması, saldırgan ve öfkeli Trump üslubuna karşı kibarlık ve metaneti tercih etmesi, siyasi algıda daha ciddiye alınır bir birikime sahip olması, dışlayıcı değil kapsayıcı üslubu, Obama’nın entelektüel bir titizlikle koruduğu “sakin güç” anlayışının izinden gitmesi ve ABD’nin en büyük kültürel gücü olan entertainment figürlerinin neredeyse %90’ını arkasına alması. Medya desteği? Orası biraz muamma. İçerik anlamında ana akım medya, tarihin hiçbir döneminde bir adayı bu kadar destekleyip diğer adayı bu kadar yerin dibine sokmamıştır. Ama Trump bu sorunu cüzdanıyla çözdü. Baktı ki haber ve yorum içeriklerine karışamıyor, reklam militanlığıyla durumu dengeledi. Talk show’lar Trump’a vurdukça YouTube hiti aldı, ama TV’de bu programları izleyen “hedef kitle” 2 reklamda bir Trump propagandasına maruz kaldı. Hillary geleneksel siyaset çizgisiyle fikir ve ideal sattı, Trump milyar dolarlarını iyi tüccarlığına borçlu, bizzat kendini sattı. Ve hayatının en büyük ticaretini böyle kazandı.

Sonradan bir şekilde üniversite diploması alsa da “lise terk” olan Bay Trump; “herkes benden nefret ediyor ve bu umurumda değil” hissiyatını çağrıştıran ilkel bir asilikle, ortalama Amerikan vatandaşının bastırdığı dürtüleri harekete geçirdi. Bush’ların bile “güvenilmez ve dengesiz” buldukları için oy vermeyeceklerini açıkladıkları Bay Trump, cumhuriyetçi kanattan bile oldukça yüksek sesli tepkilere ve itirazlara sebep oldu. Vakti zamanında “Eğer bir gün aday olursam Cumhuriyetçi Parti’den olurum çünkü en salak seçmenler onlarda.” diyen Bay Trump, “buna harcayacak param var, o zaman neden harcamayayım” hissini çağrıştıran ukala motivasyonuyla ABD Başkanlığına aday oldu. Ve Bay Trump, yaklaşık 60 milyon oy aldı, ABD Başkanı oldu. 2 ay önce “Şimdi çıkıp birini New York’un ortasında öldürsem oylarım azalmaz.” diyordu. Redneck çoğunluk bu söyleme sessiz kaldı, ama aynen katıldığını sandıkta kanıtladı.

Şimdi yükselen sesler arasında, George W. Bush gibi “karikatür” bir piyonu bile 2 dönem başkan seçmiş toplumun, 8 yıllık aranın ardından fabrika ayarlarına geri döndüğü görüşü bile var. Her şeyden önce, her ne kadar iki tarafın da kendine göre eksileri olsa da; kadınlara cinsel tacizde bulunan, yabancı düşmanı, ırkçı bir faşistin herhangi bir ülkede, herhangi bir kara parçasında “başkan” olmasından mutlu olmak, insanlık onuruyla bağdaşmaz. Önce bunu kabul edelim. Bunu kabul etmiyorsak, temel insani değerlerde uzlaşmıyoruz demektir. Ve bu da yıkımın resmidir.

Seçimi kısaca “hangi tarafın nefreti daha büyükse o taraf kazandı” özetiyle açıklayabiliriz elbette. Ya da “biz ve onlar” metaforunun, Amerikan halkı özelinde, kendi içlerine döndüğünden bahsedebiliriz. Ama detaya inersek karşımıza şu parametreler çıkıyor... Bush’ların ve Neocon’ların bile popülist bulduğu, muhafazakâr mahallenin “gelenek dışı” saydığı, küresel ısınmaya “palavra” diyen, daha fazla nükleer silahın daha güvenli bir dünya yaratacağını düşünen, azınlıklar ve farklı ırklarla ilgili saldırgan bir tutuculuğa ve çağ dışı vaatlere sahip, kürtaj karşıtı, etik düşmanı Bay Trump; görgüsüz, hukuksuz, seksist, patavatsız, kabadayı hırslı bu adam; sadece “beyaz erkek seçmen”e oynayıp kazandı. Sarışın, redneck, ağzına geleni söyleyen, Hıristiyan, kasabalı, hırslı beyaz adamlar seçimin kaderini belirledi. Onlara göre Trump zengin ama “elit” değildi, “has Amerikalı”ydı, “bizden biri”ydi. Değişimden kastı; has Amerikan değerlerine sahip olmayan liberal bakış açılı elitlerin “yenilikçi” yöntemlerini bitirip, egemenliği WASP’a (Beyaz Anglo-Sakson Protestan) geri vermekti. “Öze dönüş”le, Reagan’dan ödünç aldığı “Make America Great Again”le bunu ima ediyordu. Ve Amerika, 8 Kasım’da ülke yönetimini kimliğe dayalı popülist bir sağ söyleme teslim etti. Siyahiler, Latinler, Asyalı azınlıklar, Hispanikler, Müslümanlar, genç seçmenler ve kadınlar için artık daha zor bir ülke olmayı da kabul etti.

Sağcı faşizmin pek çok ülkede ortak noktaları var. İnşaatçı Trump’ın seçilir seçilmez “Yol yapacağım.” demesi tanıdık geldi mi? Sağcılar ülke yönetmekle müteahhitliği karıştırıyorlar. Hitler’den tutun Mussolini’ye kadar çoğunda “kalkınma” planları böyle. Tanıdık gelen bir başka detay için seçim haritasına bakabiliriz: Kıyı kesimlerindeki renkle iç bölgelerdeki rengin farklı olması size hangi ülkeyi hatırlattı? Öte yandan, Trump’ın seçilmesinin bizim buralardaki çoğunluk tarafından olumlu karşılanmasını da tutarlı buluyorum. Faşizmin ve diktatörsel yaklaşımların “zaferine” sevinmek, bu çoğunluğun tıynetiyle örtüşen bir tutum. O tarafta olmayıp, dış politika açısından bu sonuçtan memnun olanların umuduna ise ortak olmak istiyorum ama başaramıyorum. Trump Amerika’sının Orta Doğu’ya hiç karışmayacağını düşünmek, AKP’nin 2002’de özgürlük ve demokrasi getireceğine inanmak gibi geliyor bana. Zaman gösterecek.

U2 vokalisti Bono; Amerika’nın bir ülkeden ziyade bir “fikir” olduğunu ve bu fikrin de “özgürlüğü yüceltme” olduğunu söylüyor. Amerika’nın sadece bu yüzden bile dünyanın en önemli fikri olduğunun altını çiziyor. Özgürlük temelinden yaklaştığımızda haklı, peki ama bu fikir, içinde bulunduğumuz “nefret çağı” için ne çözüm öneriyor? İşte bu sorunun cevabı önemli. Ve sanat en çok böylesine buhran zamanlarında işe yarıyor. Amerika’yı ve dolaylı olarak özgür dünyayı kurtaracak olan yollardan birinin, nefreti azaltacak sanattan geçtiğine eminim. Şu an reality TV, sanat karşısında galip görünüyor ama unutmamak lazım; sanat, şarjörü gelecekle dolu olan bir silahtır.

Ocak ayında Trump’ın “nasıl” kazandığını anlatan Time dergisi seçime birkaç gün kala her iki adayı yan yana montajlayıp ellerine “sonumuz yakın” pankartı tutturdu. Şimdi soru şu; insanlık olarak bu sona teslim mi olacağız, yoksa savaşacak mıyız? Ben şarjörü gelecekle dolu olan o silahı cebime koydum, cephedeki yerime geçiyorum...

Yazının devamı...
Müziği Seviyorsanız Albüm Formatını Destekleyin
23 Ekim 2016

Büyük resme bakarak başlayalım. 21. Yüzyıl’ın bugünden görebildiğimiz en büyük devrimi, insanların bilgiye ulaşma şekli ve hızıyla ilgili. Tarihin hiçbir döneminde bilgiye, habere, kaynağa bu kadar hızlı ve kolay ulaşmamıştık. Peki bu durumu nasıl değerlendirmeliyiz? İnsanın en ilkel dürtülerinden “tüketme meyili”ni tetiklediği bir gerçek. Peki bilgiye ulaşma hızı ve kolaylığı, mevcut tüketim çılgınlığının ana sebebi mi? Ya da bu durumun tam olarak neresinde kalıyor? Sahi, bilgi çöplüğü içinde yaşıyor olmak salt olumlu veya olumsuz olarak değerlendirilebilecek bir şey mi? Sanmıyorum. Her devrimin artıları ve eksileri vardır. Günümüzde yaşadığımız kafa karışıklığının sebebi ise, sanırım, bilgiye ulaşma devriminin hâlâ gerçekleşiyor olmasından kaynaklanıyor. Demek istediğim; işin artı veya eksilerini, fırtınanın gözünden baktığımız için sağlıklı bir açıyla göremiyoruz. “İnsan bu kadar kolay bilgiyle ne yapar?”ın cevabı, fırtınanın geride bıraktığı manzarayla ortaya çıkacak. Peki ama teknoloji anbean katlanarak gelişiyorken, tüketim çılgınlığı fırtınasının durması (ve hatta yavaşlaması) mümkün mü? İstiyorum ki bu soruları aklımızın bir köşesinde tutalım, ama burada, cevaplarını sosyologlara bırakıp asıl konumuza geçelim.

Dijital çağda bilginin içini her şekilde doldurabilirsiniz. Buna elbette sanat da dâhil ve bu yazıya özel olarak ele alacak olursak, müziğin de bu “inisiyatife” alan açtığını söyleyebiliriz. Bilgiye ulaşma hızı ve kolaylığının ana sebebi olan internet, insan hayatını ve dünyayı değiştirdi, değiştiriyor. Ve bu kavramın müzikte yarattığı en köklü değişim, dinleyicilerin müziğe ulaşma şekliyle ilgili. Şu bir gerçek: Tüm zamanlar dâhilinde, müziğin en çok dinlendiği dönemdeyiz. Çünkü müzik dinlemek hiç bu kadar zahmetsiz olmamıştı. İnsanlar artık müzik mağazalarına gitmeden, oturdukları yerden istedikleri sanatçılara, albümlere veya şarkılara anında ulaşabiliyorlar. İnanılmaz kolay, inanılmaz hızlı. Tam da bu noktada, önceki paragraftan buraya sızan şu soru önemli: Bilgiye kolay ulaşmanın kötü yanı nedir? Bilginin değerini öldürmek? Kesinlikle. Peki sanat eserine bu kadar kolay ulaşmak, o eserin değerine olumsuz etki eder mi? Kuvvetle muhtemel.

Gelelim müziğe kolay ulaşmanın ortaya çıkardığı köklü değişimlere. Mesela müzik mağazaları. Bugün “High Fidelity” gibi bir film çekilebilir mi? Sadece 30 yaş üzeri bir kitleyi hedefliyorsanız belki. Günümüzde müziği en çok “tüketen” yaş ortalaması (14-24) için “tarihi” bir figürden öteye gitmiyor müzik mağazaları. Record Store Day neden var sanıyorsunuz? 2008’den beri her yıl nisan ayının ikinci haftasında tüm dünyada kutlanan bu özel günün amaçlarından en önemlisi, müzik dükkânlarının yaşamasını desteklemek. Evet, tıpkı nesli tükenmekte olan hayvanları korumaya alan doğa dernekleri gibi, müzik dükkânlarını korumak için de dernekler açılabilir yakında.

Bir diğer değişim? Tıpkı ‘50’ler ve ‘60’lardaki gibi, “şarkı” formunun “albüm” formunun önüne geçmesi. “Best of” çağındayız. En iyi şarkıya gelmek için tüm albümü dinlemek zorunda hissetmiyor yeni nesil. Albüm satın almak? 17 yaşında bir genç için mektup yazmakla eş değer. Tabii albümün ne demek olduğunu biliyorsa... Bu durumda “albüm” formatı hâlâ geçerliliğini koruyor mu? Ve ne kadar koruyabilecek? Spektrumu müzikle sınırlayıp konumu Türkiye’ye ayarlayalım. Sanatın (ve tabii medeniyetin) pek çok alanında geri kalmış olan ülkemizde 2016’nın manzarası şu: Müzik dinleyen insanların çoğu, albümlerin sadece klip şarkılarını biliyor. Dolayısıyla sanatçılar, albümlerinde klip çekemedikleri şarkıların “boşa gittiğini” düşünüyor ve albüm yapmak yerine single’larla ilerlemenin daha “faydalı” olacağı görüşüne yaklaşıyorlar. Calvin Harris artık albüm yapmayacağını, yılda 1-2 hitle devam edeceğini açıkladı. Ona katılan onlarca isim oldu. Türkiye’de de buna benzer bakış açıları çoğalıyor. Albümlerin stream rakamlarına baktığımızda, klipli şarkılar ile klipsiz şarkılar arasındaki uçurumun korkunç düzeyde olduğunu görüyoruz. (Bu durumda video kliplerin altın çağında olduğumuzdan bahsedebiliriz ama o da başka bir yazının konusu olsun.)

Tarihsel bilgi olarak şunu ekleyeyim: Müziğin kaydedilip insanlara ulaştırılabilmesi süreci başladığında aslında ilk olarak şarkı formatı ön plandaydı. Sonra birkaç şarkının bir arada sunulduğu çeşitli plak formatları ortaya çıktı ve derken iş single’ların bir arada toplandığı albümlere kadar geldi. Yani sanılanın aksine, single formatı albüm formatından önce çıktı. Önce single, yani şarkının kendisi vardı, sonra o single’ların bir arada paketlenip sunulduğu modern kapitalizm devreye girdi ve albüm formatı ortaya çıktı. Ve internet devrimine kadar da albüm formatı, müzikte aslolan format olmayı sürdürdü. Şimdi bir geçiş sürecindeyiz. Albüm formatının devamlılığı merak konumuz.

Şahsi açıya varayım. Albüm formatı sanatçının müzikal seviyesini, vizyonunu ve kalitesini değerlendirmek için hâlâ en önemli iki unsurdan biri bence. (Diğeri de konser performansı tabii ki.) Demek istediğim şu; dinlediğim sanatçıyı / grubu bir ya da birkaç şarkısına göre yorumlamayı hem saçma hem sağlıksız hem de adaletsiz buluyorum. Hiçbir sanatçı, yarattığı dünyanın sadece tek bir ülkesiyle, tek bir şehriyle değerlendirilemez. Bütün dünyayı ele almanız, bütün dünyayı yaşamanız lazım. Albümler işte o dünyalardır. Sanatçıların yarattıkları dünyalar. Ve ancak o dünyalara girerseniz sanatçının özüne, sanatının gerçek tadına ulaşabilirsiniz. Peki ama yeni neslin ne kadar umurunda bu? Müziği gerçekten seven herkesin umurunda olmalı. Aksi takdirde bunun adı müzikseverlik değil, sakız çiğnemek oluyor çünkü.

Tabii ki tek tek şarkıların bir araya getirilip sunulmasının güzel olduğu durumlar da var. Mesela konserler veya DJ performansları. Radyo dinlemeyi de bu örneğe dâhil edebiliriz. Ve fakat bu üç örnek de, “anlık eğlence” mimarları. Playlist mantığı sizi o an, o gece, o yolda, o konserde, o birkaç saat eğlendirir. Dinlediğiniz kişi / grup hakkında kesin bir yargıya varmanızı sağlamaz. Dolayısıyla yüzeysel bir müzik dinleyiciliği tatmini sağlar. Şunu kabul edelim: Eğer müziği gerçekten seviyorsanız, onunla “ilgilenirsiniz”, bu ilgi de sizi meraka sürükler. Ve merak olunca da müzisyenleri daha yakından tanımak istersiniz. İşte bu noktada albümler, müzisyenleri en iyi tanıyabileceğiniz alanlardır. Yazının başından beri “Neden albüm formatını savunuyor bu adam?” diyenlerin cevaba ulaştıkları andayız işte.

Bir başka soru da şu: Fiziksel albüm satışının uçurumdan aşağı yuvarlandığı günümüzde (Plak toplama hobisinin yeniden trend olması ve dolayısıyla plak satışlarının son 6-7 yıldır yeniden artması başka bir dinamik.) albüm formatını nasıl koruyacağız? Gerçek müzikseverler olarak cevabını düşünmemiz gereken en önemli sorulardan biri bu işte. Gelin sanatçılara tek atımlık kurşun muamelesi yapmayalım. Gelin onlara hikâyelerle dolu kitaplar yazan “dışa vurumcular” olarak bakalım. Gelin herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olmasın. Gelin müziği “hitin kadar konuş” çerçevesinden çıkarıp “nitelik > nicelik” denklemine oturtalım. Gelin “bakkal”ların değil, sanatın tarafında saf tutalım. Gelin sanatçıların “dünya yaratma” imkânlarını koruyalım. Koruyalım ki sanat üretsinler, sakız değil.

Bu yazıyı okuma zahmeti gösterip beni mutlu eden 25 yaş altı genç arkadaşlarıma sesleniyorum; müziği seviyorsanız albüm formatını destekleyin, dinlediğiniz sanatçıları şarkılarıyla değil, albümleriyle değerlendirmeye özen gösterin. İmkânınız olduğu sürece sevdiğiniz albümleri dijital ya da fiziksel olarak satın almaya çalışın... Bizi kurtarsa kurtarsa sanat kurtaracak, unutmayın...

Yazının devamı...
Türkiye'nin Woodstock'ında Neler Yaşandı?
4 Eylül 2016


Timsah uyanıyor; “Abi burası İstanbul’un bayağı dışındaymış ya, bitmedi mi yol?” Herkes birbirine bakıyor, kahkahalar yükseliyor... Daha önce pek çok kez katıldığım Zeytinli Rock Festivali’nin en iyi senesine, en Woodstock ruhlu senesine, Woodstock ruhunu en çok taşıyan yerli grup Flört ile gidiyorum... Deniz, kum, güneş, rock ve tatil... Şu sıralar daha iyi bir kombinasyon düşünemiyorum...

Türkiye’de kamplı müzik festivallerinin tarihi çok eskilere dayanmıyor. Batılı anlamdaki ilk örneği için H2000’i referans alabiliriz. Festival kavramı içinde hemen hemen tüm müzik türleri yer alsa da kamplı festivaller rock müzik çatısı altında ilerlemiştir genelde. Türkiye’de de böyle oldu. ‘90’ların stadyum konserleri furyasından sonra 2000’lerde pek çok firmanın “yabancı grup / sanatçı” içeren organizasyon işine girmesiyle pazar hareketlendi ve 2013’e kadar da ülke tarihinin bu anlamda en verimli dönemi yaşandı. Rock’n Coke’lar, Rockİstanbul’lar, Rock the Nations’lar, Barışarock’lar, One Love’lar, Sonisphere’ler, Unirock’lar ve irili ufaklı konsept festivaller derken Türkiye, özellikle de rock müziğin dünyaca ünlü pek çok efsanesini ağırlama şansına erişti. Tüm bu festivaller arasında bir tanesi sadece yerli grup kadrosu, mütevazı duruşu ve “rock tatili” konseptiyle git gide büyüdü: Zeytinli Rock Festivali. İlk olarak 2005 yılında Edremit Belediyesi desteği ve Poem Organizasyon iş birliğiyle “bedava” olarak düzenlenen festival, 2008 yılına gelindiğinde ülkenin en dikkat çekici festivalleri arasına girmeyi başarmış, İsveçli metal grubu Tiamat’ı ağırlayarak yabancı grup içeriğine de yer açmıştı. Organizasyon ve belediye arasındaki anlaşmazlık sebebiyle 2009 yılında Foça’ya taşınan festival iki sene Rock Tatili adıyla gerçekleşse de devamı gelememiş, Zeytinli ise farklı bir organizasyon firmasının 2010’daki başarısız denemesinden sonra festival defterini kapatmıştı.

2014 yılında küllerinden yeniden doğdu Zeytinli Rock Festivali. Bir dönem Kral TV’de “Konuşarock” adlı programıyla dikkat çeken rock müzisyeni Umut Kuzey’in koordinatörlüğünde tekrar düzenlenmeye başlayan festival, 3 sene içinde giderek büyüdü ve bu sene yerli gruplu festivaller arasında gelmiş geçmiş en iyi kadroyu kurarak adeta gövde gösterisi yaptı. 24-28 Ağustos tarihleri arasında 5 gün süren festivale rekor katılım sağlandı, onlarca grup performans sergiledi, sadece festival içi stant sahipleri değil, bölge esnafı da ihya oldu.

İsterseniz gelin festivalin detaylı raporuna geçelim...

Ana Sahne Notları
İlk Gün
- Festivalin açılışını yapan Flört her zamanki gibi diri performansıyla dikkat çekti. İlk şarkılarını çaldıklarında festival katılımcılarının çoğu henüz içeri girememişti ama konser bittiğinde grubu 10 bine yakın insan alkışlıyordu.
- Kurtalan Ekspres -gayet doğal olarak- setlist’i en çok eşlik gören gruplardan oldu. Çaldıkları Barış Manço ve Cem Karaca şarkılarıyla gençleri coşturdular.
- İskender Paydaş ve Ünlü iş birliği iyi bir beraberlikten ziyade “enteresan bir deneme” tadında kaldı. Yine de Paydaş’ın farklı isimleri yanına alarak bu tarz festivallere çıkmasını olumlu karşılıyorum.
- Festivalin benim açımdan en sıkıcı konserlerinden biri Bülent Ortaçgil’e aitti. Yanında efsanevi müzisyen Erkan Oğur’la sahne almasına rağmen bu tarz festivallerde temponun bu kadar düşmesinden yana olmadığım için birkaç şarkı dışında Ortaçgil performansı bana hiçbir şey vermedi.
- Moğollar bu ülkenin The Rolling Stones’u. Hâlâ tabanca gibiler. Hâlâ ilk şarkılarından son şarkılarına kadar her konserleri devasa seyirci coşkusu altında geçiyor. Zeytinli’de bu yıl adeta tarih yazdılar. Konser bittiğinde “umut” hissiyatı bünyemi ele geçirmişti. Kendi değerine bu denli büyük bir tutkuyla sarılan genç kitle karşısında tüylerim diken diken oldu. Grup resmen kendi seyircisi önünde gol olup yağan futbol takımı gibiydi. Bu konser birçok açıdan bana Led Zeppelin’in tarihi Knebworth konserini de anımsattı. Taner Öngür’ün bir dönem organizasyon kadrosunda yer aldığı Barışarock festivalinin tişörtüyle sahneye çıkması ise acaba “Zeytinli yokken Barışarock vardı gençler...” mesajı mıydı? :)
- Kendilerinden sonra Büyük Ev Ablukada olmasına rağmen Selda Bağcan & Boom Pam bence günün asıl headliner’ıydı. Bu sene Avrupa’nın ünlü festivallerinden Primavera’da sahne alarak bir bakıma son 10 yılda Batı dünyasının kendisini “keşfetmesini” kutlayan Bağcan, karşısında yaş ortalaması 18 olan ama her şarkısına ezbere eşlik eden bir kitle bulunca, kırık koluna rağmen coştukça coştu. ‘Yaz Gazeteci Yaz’ ve ‘Yuh Yuh’ sırasında alandan yükselen ses Akçay merkezden duyulmuş olabilir. O iki şarkıdaki coşkuyu hayatım boyunca unutacağımı sanmıyorum. Yıllar önce Jay Z’nin Glastonbury’de yarattığı etkiye benzer bir durum yaşandı Zeytinli’de: Kimse sahnedekinin hayranı değil, herkes tüm konser ezbere...

İkinci Gün
- The Ringo Jets festival boyunca ana sahneden en has rock‘n’roll sound’unu yükselten grup oldu. Üç kişilik ekip büyük sahnede kayboldu ama hem jilet gibi çalmaları sayesinde hem de müziklerindeki enerji dozajıyla kavurucu güneş altındaki kitleyi etkilemeyi başardılar.
- Gece, ana akıma yakın duran beste anlayışları ve İngiliz gruplarına yakın duran imajlarıyla son yıllarda favorilerim arasında. Özellikle son iki albümlerinin hastası olduğum grup, 1 saatlik süreleri boyunca en sevilen şarkılarını çaldı ve karşılığında da tahminimden çok daha yüksek bir eşlik aldı. Kendi grubummuş gibi sevindim.
- Ceyl’an Ertem de son iki albümüyle beni etkisi altına alan isimlerden. Sahne duruşuyla zaman zaman “ben artık büyüdüm, olgunlaştım, Yıldız Tilbe, Sezen Aksu tadına koşuyorum” tribini abartsa da şarkı arası anonslarda sempatikliği ve tevazusuyla durumu dengeledi. Özellikle ‘Sivas’ı Unutma’ şarkısının nakaratında ülke tarihinin büyük trajedilerini anması ve tüm o trajedilerde kaybettiğimiz insanların adlarını saymasıyla alanda çok güçlü bir hüzün dalgasına sebep oldu, pek çok kişi gözyaşlarını tutamadı. Tüyler ürpertici, uzun süre hafızalardan silinmeyecek bir andı...
- maNga bence festivalin en iyisiydi. Hit şarkılarını peş peşe patlattılar ve onlardan sonra sahne alacak Teoman ile Duman’a pestili çıkmış bir kitle bıraktılar. Grubu çıkış yaptıkları 2004 yılından bu yana en az 30 kere izlemişimdir, bu performansları bugüne kadar izlediğim en iyi performanslarıydı. Çok başkaydı, çok güzeldi... Frontman’leri Ferman bir an bile yerinde durmamasıyla enerji saçtı, gitarist Yağmur cool duruşundan ödün vermeden hatasız çaldı, basçı Cem her zamanki gibi coşkuluydu ve davulcu Özgür işini çok iyi yapan bir makine gibiydi. “Nostaljik bir nu-metal grubu olma” tehlikesini, şarkılara modern düzenlemeler enjekte ederek aşan maNga, festival boyunca seyirciyi en çok zıplatan grup oldu.
- Teoman’ın sahne performansını hiçbir zaman sevmedim. Oysaki sahne dışı duruşunu ve genel tavrını beğenirim. Bence bu toprakların çıkardığı tek rockstar’dır kendisi ve hatta ülkenin en iyi röportaj veren müzisyeni de olabilir. Ama özellikle müziğe geri dönmesi sonrasındaki sahne performansları adeta eziyet. Bu konserinde beğendiğim tek şey, sahne tasarımına önem verip dekorasyon getirmesi oldu. Arkada kırmızı bir klasik sinema / tiyatro perdesi, önde şık bir alaturka koltuk, sağda bozuk görüntüde sabit kalmış eski model tüplü televizyon... Hepsi bir arada elegant bir manzara... Ama akustik tatta sunduğu performansıyla Teoman yine sıkıntı dışında bir şey sunamadı bana.
- Günün headliner’ı Duman, MFÖ’den sonra en sevdiğim yerli grup. Ve bence Türkiye’nin şu anda aktif olan en iyi grubu. Her albümlerini ezbere bilir, gittiğim her konserlerinden çok etkilenerek ayrılırım. Bu sefer öyle olmadı. Uzun süre düşük tempoda seyreden setlist dolayısıyla mı böyle hissettim yoksa günün yorgunluğu mu üzerime çöktü bilmiyorum ama bu seferki Duman konserinden pek tat alamadım. Öte yandan, grubun gitaristi Batuhan Mutlugil’in Keith Richards imajı takdirimi kazanırken, sahne kenarında Şebnem Ferah, Teoman ve Ceyl’an Ertem’in yanı sıra maNga ve Gece elemanlarının pür dikkat izledikleri bir performansa imza atmasıyla ne kadar büyük bir grup olduğunun altını da tekrar çizmiş oldu Duman.

Üçüncü Gün
- Baba Zula ülkenin en farklı gruplarından biri. Hatta dünya çapında eşlerine rastlamak zordur. O denli önemli ve ilgi çekici bir grup. Ama coşkunun yüksek olduğu bir rock festivalinde, benim “türkü trance” diye tanımladığım sound’larıyla biraz kafa karıştırdılar. Yine de Türk insanının genlerindeki “kapı gıcırtısına göbek atma” refleksi sayesinde eğlenenler de oldu performansları sırasında.
- Günün line-up’ı benim için çok zorlayıcıydı. Peş peşe Zakkum, Cem Adrian ve Feridun Düzağaç konserlerinden canlı çıkmayı başardım! İktidarım döneminde belli bir metronomun altına düşen sanatçı ve grupların rock festivallerine çıkmasını yasaklayacağım. Kendi konserlerinde kimi üzüyorlarsa üzsünler...
- İlk çıktıkları dönemdeki Captain Hook Bar performanslarını referans alarak Athena’nın “coşku dolu” bir sahne grubu olduğu yanılgısıyla mücadele ediyorum yıllardır. Hayır arkadaşlar, Athena hiç de öyle coşkulu bir sahne grubu falan değil yıllardır. Hatta Gökhan dışında gayet sakin ve uslu bir grup olduklarını söyleyebiliriz. Hele hele büyük sahne grubu hiç değiller. Öyle ki, kocaman sahnede tüm ekipmanı küçük bir bar sahnesinde çalıyorlarmış gibi 4-5 metrekare içerisine kurdular. Uzaktan bakınca “Vaaay, punk ruhu aaabiii...” nidalarına sebep olabilir ama bana kalırsa büyük sahnede kaybolmak istememelerinden ve teknik anlamda ancak birbirlerine yakınken “tight” çalabilmelerinden kaynaklanan bir karardı bu. O kadar gaz şarkıları olan grubun, bu kadar düşük tempoda seyreden setlist’le sahne alması da akıl alır gibi değildi. Hit üstü hit formülünü uygulayacaklarına, kendi zevk aldıkları şeyleri çaldılar ama bu sırada kitlenin en az yarısını da uyuttular. Üstüne üstlük coşkulu nakaratları olan şarkılarının birçoğunu da düşük tempoyla çalarak iyice enteresanlık peşinde koştular. Ben şahsen orta / düşük tempolu son iki albümlerinin hastasıyım ama iş festival performansına gelince hoplamak zıplamak isteyen kitlenin tarafındayım. Üzgünüm Athena, lütfen biraz daha tempo...

Dördüncü Gün
- Dünyanın başka hangi festivalinde organizasyonu yapan kişi sahne alıp bir de performans sergiler bilmiyorum ama Umut Kuzey her iki işin altından kalkmayı da başardı. Üstelik ‘90’ların ünlü popçusu Çelik’le bir şarkıda düet yaparak festivalin en özel anlarından birine de imza attı.
- Ana bestecisi ve basgitaristi Can Temiz’in bir süredir ABD’de yaşıyor olmasından dolayı iyice seyrekleşen konserlerine bir süredir başka bir basçı ile çıkan Model, bu konserinde vokalisti Fatma Turgut’un şahane performansıyla göz doldurdu. Yine de grubun yakın zamanda dağılacağı ve Fatma’nın solo olarak yola devam edeceği dedikodusu sebebiyle performanslarını odaklanarak izlediğimi söyleyemem.
- 20. yılını kutlayan mor ve ötesi, omzundan sakatlanan davulcusu Kerem Kabadayı’nın yerine Kurban’dan Burak Gürpınar ile sahne aldı. En sevilen şarkılarından oluşan setlist’i ile bekleneni veren grup, açılış şarkısı ‘Cambaz’ ve kapanış şarkısı ‘Bir Derdim Var’da yoğun eşlik aldı.
- Günün headliner’ı Şebnem Ferah festivalin en kalabalık konserini verdi. Cumartesi gecesi sahne almasının da avantajıyla yaklaşık 30 bin kişiye seslenen Ferah, her zamanki gibi üst düzey kalitede bir rock şovu sundu. Alev pyro’ları ile desteklediği performansında bir şarkıda Model’den Fatma Turgut, bir şarkıda mor ve ötesi'nden Harun Tekin ve bir şarkıda da Athena’dan Özoğuz kardeşleri sahnesine konuk alan Ferah, ayrıca 5 gün boyunca festivali takip eden tek müzisyen olarak tutkulu bir rock müzik hayranı olduğunu da tekrar kanıtladı.

Beşinci Gün
- Ankaralı grup Black Tooth sayesinde ana sahne metal sound’u ile tanıştı. Grubun çılgın vokalisti Tuna Vural’ın her zamanki dinamik ve hafif mizahi sahne persona’sı sayesinde yine unutulmaz bir konsere imza attı Türkiye’nin Pantera’sı. Onlar sahnedeyken dönen circle pit’in ve pogo’nun haddi hesabı yoktu. Ortalık toz duman oldu, bir ara göz gözü görmedi. Metal böyle bir şey işte. Seviyoruz.
- Pentagram ve Şebnem Ferah gitaristi Metin Türkcan, bu yıl ilk solo albümünü yayımladı ama albümü o kadar sevmedim ki, Türkcan’ın o albümden şarkılar çalacağı bu ilk lansman konserini izlemek içimden gelmedi. Ogün Sanlısoy’un konuk olduğu birkaç şarkı dışında sahneye bakmadım.
- Kurban; albümlerini çok sevdiğim ama sahne performansları albümlerinin gücüne yaklaşmayan gruplardan. En son 10 yıl önce jilet gibi çalıyorlardı ama yıllardır birbirinden “kopuk” 4 müzisyenin ayrı telden çaldığı performanslara imza atıyorlar. Bu konser de farklı değildi. Bir “grup” performansından ziyade, dağınık bir prova havası estirdiler. Üstelik son yıllarda konserlerinin seyrekleşmiş olmasından dolayı biraz da “aç” olmalarına rağmen... Kurban’da bir “motivasyon düşüklüğü” seziyorum ve bu beni üzüyor...
- Hayko Cepkin izlemeyi seneler önce bıraktım. Güzelim şarkıları “sırf böğürtüden ibaret gürültüler” hâline getirdiği için. Hayır, sert müzik yapmak öyle bir şey değil.
- Hemen her sene olduğu gibi, bu sene de kapanışı Pentagram yaptı. Intro olarak Yavuz Çetin tribute albümü için kaydettikleri şarkının enstrümantal bölümünü kullandılar. Murat İlkan sonrası mikrofonu devralan Gökalp Ergen’in sahne performansına bir türlü ısınamadığım için Pentagram konserlerinden eskisi kadar keyif alamıyorum. En son Yavuzfest performanslarını dördüncü şarkıda terk etmiştim ama bu sefer sonuna kadar kaldım. İyi de konser oldu. Gökalp’e rağmen... Rağmen diyorum çünkü yine grubu aşağıya çeken tek kişi oydu. Yahu sahneye konuk vokalist çağırdığında neden “tüm şarkıyı” sen söylersin? O zaman konuk neden sahnede? Düet dediğimiz hadise “paslaşma” üzerine kurulu değil midir? Biz mi yanlış biliyoruz? Sahnede Ogün Sanlısoy var, ‘Bir’ söylemek için bekliyor, ama Gökalp tüm şarkıyı tek başına söylemeye çalışıyor. Hayatımda daha saçma şey görmedim. Sonraki şarkı ‘Gündüz Gece’ ve sahneye konuk olarak Şebnem Ferah da ekleniyor. Ama o da ne? Gökalp yine tüm şarkıyı tek başına söylemeye çalışıyor. Yahu Şebnem Ferah var sahnede, Şebnem Ferah! Bırak şakısın kadıncağız. Neden onu bastırmaya çalışıyorsun? Sahne zaten senin... Bu kakofoni ne böyle? Grup şarkının içinde kayboldu resmen... Neyse ki bu iki düet skandalı ve Gökalp Ergen dışında Pentagram genel olarak iyiydi. Son şarkı bittiğinde kolonlardan ‘Sonsuzluk’un enstrümantal versiyonu yükselirken “Murat İlkan hâlâ grupta olsa ne kadar güzel olurdu...” diye düşünürken yakaladım kendimi...

Sahne Arkası Notları
- Festivalin ana sponsoru olan alkol firmasının sahne arkasında kurduğu özel lounge alanında basın mensubu arkadaşlar ve sahne alan grupların üyeleriyle bol bol vakit geçirme imkânım oldu. Kulisin gediklisi Şebnem Ferah’tı. 5 gün boyunca ana sahnede çalan pek çok grubu izledi ve sonrasında soluğu lounge’da alarak sabahın ilk ışıklarına kadar “after party” modunda takıldı.
- Fakat bu after party mevzusu müzik olmadan olmuyor. Alana Pentagram ile gelen DJ Nikki Wild duruma el koydu ve festivalin son gecesinde lounge’a ses sistemi kurdurarak unutulmaz bir veda partisiyle Zeytinli’ye nokta koymamızı sağladı.
- Sahne arkası ortamının rockstar’ı tabii ki Teoman’dı. Nasıl Axl Rose’un kulis fotoğraflarında hep sağında solunda bir sürü güzel kadın görüyorsak, Teoman’da da durum yıllardır aynı. Kıskanılası bir istikrar.
- 5 gün boyunca festival kulisi, meşhur dizi “Entourage”ın Türkçe rock versiyonu gibiydi. Tam bir “showcase” ortamı oluştu. Piyasanın üretim kısmında yer alan pek çok önemli isim bir araya geldi ve fikir alışverişleri ışığında geleceğe dair pek çok proje konuşuldu.
- Tabii böyle bir ortamda dedikodu dozajının yüksek olması da kaçınılmazdı... Kim kime yürüyor, kim kime pas vermiyor, kim kimin için ne demiş, kim geceyi kimin odasında geçirmiş... Hepsi ve daha fazlası siz isteseniz de istemeseniz de kulağınıza çarpılıyor. “Konuşursam herkes yanar!” kıvamındayım günlerdir.
- Ana sahne arkasında, grupların kulisleri olarak 5 adet karavan kullanıldı. Yurt dışında da doğayla iç içe pek çok festivalde yapılan bir uygulamadır bu.
- 5 gün boyunca sahne arkasının en ilginç siması Çelik’ti. Umut Kuzey’in sahnesine konuk olduğu gün dışında bile tüm vaktini lounge’da geçirdi. İşin enteresanı, hiçbir grubu izlemedi. Sanırım çocukları grupları izlerken onlara göz kulak olmak için oradaydı.

Genel Festival Notları
- Yıllar önce Rock’n Coke bir “numara” keşfetmişti. Festivale katılan insanları iki kere sayıyordu. Yani 15 bin kişilik festivali, iki gün olduğu için 30 bin kişilik gösteriyordu. Aslında çoğunluk kombine bilet sahibi, yani iki günde de aynı insanlar var alanda, ama işin PR numarası buydu işte: 15 bin demek yerine 30 bin deyip algı yönetimi yapıyorlardı. (Çok ihtiyaçları varmış gibi.) Aynı numarayı Zeytinli de keşfetmiş. Alan en fazla 30 bin kişinin konser izleyebileceği büyüklükte ama günlük rakamı -festival 5 gün olduğu için- 5 ile çarpıp “150 bin kişi katıldı!” diyorlar. Bu yanlış. Festival günlük ortalama 25-30 bin kişiyle gerçekleşti. Ve bu da 2016 Türkiye’si şartlarında yeterince mucizevi zaten. Yalana, abartıya gerek yok.
- Teknik prodüksiyon ve alan düzenlemesi açısından bugüne kadarki en başarılı Zeytinli Rock Festivali buydu. Yıllardır mütevazı ve hatta biraz da amatör görünen ana sahnesinde grupları ağırlayan festival, bu sene ilk defa genişliğiyle, truss’larıyla, yüksekliğiyle “sahne gibi sahne”ye kavuşmuştu. (Tabii hâlâ Avrupa festivalleri ölçeklerine çok uzağız.)
- Sahnenin teknik yeterliliklerine bağlı olarak gruplar da prodüksiyon konusunda geçtiğimiz yıllara oranla daha fazla olanağa sahiplerdi fakat bu avantajı sadece Şebnem Ferah, Pentagram ve Teoman kullandı. (Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla Hayko Cepkin de kullanmış.) Gruplarımız sahne dekorasyonu konusuna pek önem vermiyorlar ne yazık ki. Günümüzde müzik artık fevkalade “görsel” bir şey oysaki.
- Sahneye çıkış anı, müzik yapan insanların en önemli anlarındandır. Bizimkilerde bu bilinç de yok çok şükür. Bakkala gider gibi sahneye çıkan rock grubu görmekten içim şişti. Intro kullanan sadece birkaç grup vardı.
- Gruplarımız genelde ayakkabılarına bakarak çalan müzisyenlerden oluşuyor. Hâlâ. Ve zaten hemen hepsi büyük sahnede kayboldu. Koşan, zıplayan, rahat davranan, kasmayan bu kadar az müzisyenin olduğu başka bir rock festivali var mıdır acaba? Ülkemizden şöyle canavar gibi sahne grubu çıkamıyor bir türlü... (Pentagram’ı, Şebnem Ferah’ı ve Black Tooth’u ayrı tutuyorum.)
- Konserlerin en büyük virüslerinden biri de sürekli sahneye çıkıp duran roadie’lerdi! 2016 yılındayız, artık sahnede bu kadar teknik sorun olmayıversin lütfen. Roadie mi izliyoruz, grup mu izliyoruz belli değil. Rock gruplarının sahnesine bu kadar roadie’nin çıkıp habire bir şeyleri düzeltmekle uğraştığı başka ülke yoktur.
- Festivalin alternatif bir ismi olsaydı “Coverfest” olurdu. Neredeyse her grup en az bir cover çaldı. Koca festivalde baştan sona kendi şarkılarını çalıp inen sanırım sadece 1-2 grup vardı. Şaka gibi bir istatistik...
- Ülkenin içinde bulunduğu berbat durumu düşününce bu tarz festivallerde sahne alan sanatçıların anonslarla güncel konulara değinmesini veya en azından barış ve kardeşlik mesajı vermesini beklersiniz. Bu durum geçen senenin eksikliklerinden biriydi ama bu sene pek çok grup gayet güçlü, yerinde ve anlamlı anonslarla kitleye seslendi. Sık sık sevgi, barış, kardeşlik ve özgürlük çağrısı yapılması çok güzeldi.
- Son gün sahne alacak olan Ceza, sağlık problemi nedeniyle performansına birkaç gün kala festivale katılamayacağını açıkladı. Bu haberin ardından organizasyon komitesi hızlı bir kararla Cartel’i sürpriz bir şekilde festivale getirip sahne aldırmaya çalıştı ama maalesef bu çaba sonuçsuz kaldı.
- Tuvalet yetersizliği ve girişlerin sadece tek kapıdan yapılması festivalin en büyük sorunuydu. Yemeklerin kalitesi de pek tatmin edici düzeyde değildi.
- Ana sahne dışında bir de Keşif Sahnesi olması ve akşam saatlerinden itibaren alanda canlı müziğin hiç susmaması iyi fikirdi. Program iki sahne arasında karşılıklı ilerledi ve hiç çakışma yaşanmadı. Fakat Keşif Sahnesi gruplarının neredeyse tamamı cover grubuydu. Binlerce kişilik bir festivalde sahne alıp sana ayrılan sürenin yüzde 90’ını cover şarkılara ayırırsan nasıl “keşfedeceğim” ben seni ey Keşif Sahnesi grubu? Kendi şarkılarını çalmazsan senin hakkında nasıl fikir sahibi olacağım? 2-3 cover’a kimsenin itirazı olmaz ama sadece cover çalıp inen onlarca grup vardı... Yazık... Seyirci çekme maksatlı cover’a başvurmaya da gerek yoktu üstelik, zaten sahne önünde yeterince kalabalık toplanıyordu...
- Umut Kuzey’in sahnesine Çelik, Athena’nın sahnesine Şebnem Ferah, Metin Türkcan’ın sahnesine Ogün Sanlısoy, Şebnem Ferah’ın sahnesine Athena’dan Gökhan & Hakan, mor ve ötesi’nden Harun, Model’den Fatma, Pentagram’ın sahnesine Ogün Sanlısoy ve Şebnem Ferah konuk oldu. Bol konuk performanslı bir festivaldi yani.
- Sanılanın aksine, festivalin en uzun konserini Duman değil Athena verdi. 3 buçuk saate yakın süren bu performans aynı zamanda Athena tarihinin en uzun konseriydi.
- 5 gün boyunca festivalin içi kadar dışı da cıvıl cıvıldı. Alanın hemen yanındaki cadde adeta Rio karnavalı coşkusuna sahipti. Yaklaşık 1 kilometre boyunca karşılıklı kaldırımlarda gitar çalıp şarkı söyleyenler, kâğıt oynayanlar, tezahürat yapanlar, yöre halkının açtığı geçici tezgâhlardan alışveriş yapanlar, marketlerin önünde uzun kuyruklar oluşturanlar, şehir merkezine gitmek için otostop çekenler, yiyip içenler, sarılanlar, uyuyanlar... Her gün gruplar çalmaya başlamadan önce en az bir saatimi bu cadde üzerinde geçirdim ve içinde olduğum manzara her seferinde beni büyüledi. Anadolu’nun farklı şehirlerinden gelen gençler eğlenmek ve eğlenirken de kimseye zarar vermemek konusunda önceki nesilleri sollamış durumdalar. Hepsine helal olsun... Bu görkemli festivalin yıldızı tabii ki onlardı. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği herkes barış, sevgi ve kardeşlik ruhuyla bir aradaydı. Tüm grupları bağırlarına bastılar, hepsine yıllarca yetecek motivasyonu sağladılar. Festivale akın akın gelerek ülkenin alternatif müziğine sahip çıktılar, can çekişen müzik sektörüne kalp masajı yaptılar. Ayrımcılığın şiddetine hiç pas vermeden farklılıkların zenginliğini kutladılar. 5 günlük de olsa üzerimizdeki kara bulutları dağıtıp ülke adına umut oldular... Birbirlerine -maddi, manevi- yardım ettiler, düşeni kaldırdılar, aşkı yaşadılar, özgürlüğü tattılar, güldüler, ağladılar... Bu festivale bilet alan herkes bir barış fidanı, bir kardeşlik sembolüdür artık benim gözümde. İyi ki varlar...

Festivalin “En”leri
En iyi frontman: Ozan Kotra (Flört) & Ferman Akgül (maNga)
En iyi gitarist: Batuhan Mutlugil (Duman) & Metin Türkcan (Pentagram & Şebnem Ferah)
En iyi basçı: Ahmet Güvenç (Kurtalan Ekspres)
En iyi davulcu: Burak Gürpınar (Kurban & mor ve ötesi)
En ikon müzisyen: Cahit Berkay (Moğollar)
En sevimli müzisyen: Selda Bağcan
En rockstar: Teoman
En iyi sahne kıyafeti: Slayer fontuyla yazılmış Sıla tişörtü (Umut Arabacı - Athena)

Yazının devamı...
Bizi Bilim Ve Sanat Kurtaracak
31 Temmuz 2016


Bardağın dolu tarafına bakacak enerjisi kalanlara sesleniyorum: Düşünmek hâlâ yasak değil. O halde hepimiz kendimize birer çıkış yolu bulmalıyız. Benim genele bir önerim var... Bizi bilim ve sanat kurtaracak. Bu kadar dogmanın, bu kadar cehaletin ve bu kadar vicdansızlığın içinde nefes almak istiyorsak eğer, çemberimizi önce korumamız, sonra da genişletmemiz lazım. Bu çember bizim hayatımız. Okuduklarımız, yazdıklarımız var içinde. İzlediklerimiz, dinlediklerimiz, yarattıklarımız... Sevdiğimiz ne varsa içinde. Bu çember bizim tüm hayatımız.

Ülke gündeminin bulanıklığı ve yoğunluğu bizi karamsarlığa ve pasifliğe itiyor olabilir ama barış, hoşgörü ve özgürlük için mücadele etmezsek pişmanlık içinde öleceğiz. Bunu istiyor olamayız.

Son gelişmeler ışığında ülkenin bilime ne kadar ihtiyaç duyduğu ortada. “Başımıza ne geldiyse cehaletten geldi.” demek bir abartıdan öte gerçekliği işaret ediyor artık. İtaatin, diktanın ve “dava”nın ilkellik dışında bir “getirisi” olmadı bugüne kadar. Sorgulanmayan hayat, harcanmış hayat oluyor ve o harcanmış hayat, etrafına tehlike saçıyor. Tarih bunu bize öğretti. “Okumuşların şerri” vurgusuyla cehaletin övüldüğü gündemde, bu karanlığı yenmenin yolu bilimi yüceltmek. Dogmaya karşı bilimi desteklemek artık bir uygarlık, bir insanlık görevi. Bu sorumluluktan üzerimize düşeni almazsak, tarihe karşı yenik düşeceğiz.

Öte yandan sanat bizi aydınlığa götürecek. Düşünce ve inanç özgürlüğüne inanan, bu uğurda mücadele etmeye hazır, liyakat esasına dayalı kamusal düzeni ve saygı esasına dayalı toplumsal düzeni savunan insanların hayat besinidir sanat. Bu besinden mahrum kaldığımız sürece çürüyeceğiz. Dogmanın hurafesine karşı bilimin kanıtlarıyla var olmak, bu arayışın sonsuzluğunda sanatın enerjisiyle ruhumuzu doldurmak gelecek için en geçer akçemiz.

Bunlar şahsi görüşlerim. Ve kimseyi benim gibi düşünmeye zorlamıyorum. Ama bu yazıyı okuyanlar arasında benim gibi hissedenler olduğunu biliyorum. Edebiyata, müziğe, sinemaya ve tiyatroya sarılmazsak; daha çok okuyup, daha çok dinleyip, daha çok araştırmazsak bu karamsar tabloyu değiştirmenin imkânı yok. Ülkedeki herkesin ihtiyacı olan şey daha fazla sağduyu, daha fazla empati ve daha fazla barış. Bu motivasyonu bize bilim ve sanat sağlayacak. Toplumsal (ve hatta küresel) barışın yolu bu iki kavramdan geçiyor. Hâlâ geç kalmış sayılmayız. Bugünden tezi yok daha fazla okumaya, daha fazla anlamaya çalışmaya ve daha fazla üretmeye başlamalıyız. Kitaplara, sinemaya, müziğe ayırdığımız bütçeyi gözden geçirmeli ve tekrar düşünmeliyiz: Eğer sanat ayakta kalmazsa nefes alamayacağız.

Tabii sanat sadece eğlence demek değil. (Ve eğlence kötü bir şey değil.) Anlamaya çalışmak ve dert ortağı bulmak gibi amaçlarla da insan ruhuna işler. Bizi ışığa taşıyacak olan güç ve gelecek için yakıt depomuzdur sanat. Tarikatlara ve cemaatlare değil; filmlere, şarkılara, kitaplara ve özgürlüğe sığınanları besler.

Ülkece silkinip kendimize gelme evresinden geçiyoruz. Umutsuzluğun bizi yenmesine izin vermemeliyiz. Dedim ya, bunlar naçizane görüşlerim... Ama eğer bana katılıyorsan bu sorularım senin: Yarıda bıraktığın o kitaba geri dönmek, kitaplığına yeni kitaplar eklemek, sevdiğin sanatçının konserine gitmek, hafta sonu sinemada bir film izlemek için bundan daha “hayati” bir zaman düşünebiliyor musun? Sen barıştan, sevmekten, aşktan korkmadığın bir gelecek istemiyor musun?

Yazının devamı...
16 Yaşıma Mektup
19 Temmuz 2016


2016 yılındayız. “Geleceğe Dönüş”teki “o” tarihi bile geçtik. Ülkede iyi giden neredeyse hiçbir şey yok... Yine de geleceğe dair umutlarımı korumaya çalışıyorum bir şekilde... Bunu yaparken de en büyük sığınağım hâlâ müzik. Evet, bir açıdan hiçbir şey değişmedi hayatında: Hâlâ en çok müziği seviyorum, hâlâ en çok müzik dinlerken “yaşıyor” hissediyorum. Tam da senin yaşındayken başlamıştı bu his. Ne demek istediğimi çok iyi biliyorsun...

Şimdi sana inanamayacağın bir şey söyleyeceğim: Bir gün Dave Mustaine ile baş başa oturup bira içerek evlilik ve çocuklar hakkında konuşacaksın. Dahası, o ve grubu Megadeth ile 3 gün birlikte takılacaksın. Farkındayım, o yaşta bunu anlaman zor ama o günlerin hemen ardındayım şu an. Yaşadıklarımı en çok sana anlatmak istedim çünkü bunu en çok sen merak edersin diye düşündüm.

Hikâye 2005 yılında başladı. Yani 4 sene sonra atılacaksın “bu işlere”. Müziği sadece dinlemekle yetinmeyeceğin belliydi. Ama hayır, müzisyen olmayacaksın. Boşuna gitar alıp stüdyoya girme hayalleri kurma. Ne okuyorsan, ne dinliyorsan devam et. Bir şeyler yazmaya karşı hevesin seni tam da olmak istediğin yere götürecek. Ve o yer sana başka bir kapı daha açacak, kendini dev festivallerin sahne arkasında bulacaksın.

Bir yandan yazma çizme işleri, bir yandan da organizasyonlar sayesinde hayatında müzik hep ön planda olacak. 2016’ya geldiğimizde yurt dışında pek çok festivale gitmiş, neredeyse sevdiğin tüm grupları izlemiş, pek çoğuyla tanışmış ve Türkiye konserlerinde çalışmış olacaksın. Hobin sayesinde para kazanacağını bilmek eminim seni mutlu etmiştir şu an. Bunları okurken ne kadar heyecanlandığını tahmin ediyorum... Ama merak etme, olan biten her şeyi anlatıp tüm sürprizleri bozmayacağım. Dediğim gibi, sadece Megadeth macerasından bahsetmek istiyorum.

O yaşlarda deli gibi Megadeth dinlediğini ve Dave Mustaine’i idollerinden biri olarak gördüğünü biliyorum. Fakat sana kötü bir haberim var: Dave o bildiğin Dave değil artık. Huysuzluğu, aksiliği yerinde ama o eski asiliği yok, çünkü artık tanrıya inanıyor. Ve politik açıdan da ‘80’lerdeki konumuna ihanet ediyor. Yine de festivalden 2 gün önce İstanbul’a indikleri anda havaalanında onu ve ekibini karşıladığımda seni düşünüp heyecanlandım. Bunu tahmin edemezdin değil mi?

İstanbul’da 3 yıldır düzenlenen Rock Off festivali için 2015’te Korn ile çalıştığında “idollerinle tanışma” listene bir tik daha atacaksın ama bu yılki Megadeth macerası başka... Dedim ya, o yaştaki hâlini çok iyi hatırlıyorum: Günlerce, haftalarca, aylarca “Rust in Peace” (1990), “Countdown to Extinction” (1992), Youthanasia (1994) ve “Cryptic Writings” (1997) albümlerini dinleyerek geçen zamanları unutabilir miyim?

2 hafta önce Atatürk Havalimanı’na bir terör saldırısı oldu. Onlarca kişi öldü, daha da fazlası yaralandı... Son 1 yılda 10. kez oluyor bu. Dedim ya, ülkede iyi giden neredeyse hiçbir şey yok... Detayları yazmaya kalksam günler sürer, o yüzden geçiyorum. Ama burada vurgulayacağım şey, müzik sektörünün berbat durumda olduğu. Son 1 yıldaki terör saldırıları yüzünden pek çok grup ülkeye gelmekten vazgeçiyor. Zaten hükümetin kültür ve sanat karşıtı politikaları yüzünden sponsorluklar neredeyse imkânsız hâle geldi, üstüne döviz kurundaki artış ve bu patlama olayları olunca, Türkiye iyiden iyiye grupların “market” olarak gördüğü ülke olmaktan çıktı. Ama sen zaten 2001’desin, bu işlerin “altın çağı”nı henüz görmedin. Biraz bekle, ivme bir anda yükselecek ama geldiğim noktadan anladığın üzere, yine düşüşe geçecek.

Megadeth bu yılki konserini iptal etmeyen ender gruplardan. Sen o yaşta, 2001’de grubu ilk defa izledin. Zaten Türkiye’de verdikleri ilk konserdi o. Sonra 4 kere daha gelecekler. Bu onların 6. İstanbul konseri. Hepsine gideceksin. Ama ilk defa bu sefer grupla tanışma ve çalışma şansı bulduğun için bu konserin anlamı büyük.

Kafasında beresi, gözünde güneş gözlüğü ile Dave Mustaine dış hatlar kapısından çıktığı anda seni görüyor. Zira elinde, menajerin daha önceden mesaj atıp söylediği gibi “Mike McGee Group” yazan bir kâğıt tutuyorsun. (Olası fan istilasına karşı “Megadeth” yazılmamasını özellikle istiyor.) Arkadaşın Kerem yanında. İki kişi, toplam 15 kişilik Megadeth ekibini 3 gün boyunca çekip çevireceksiniz. Dave ve Mike’ın ekipten önce çıkmalarının sebebi, Dave’in kalabalıkla birlikte hareket etmek istememesi (Diva tribi. Normal.) ve bir an önce otele geçmek istemesi. Kendisi için tahsis edilen VIP araca binip uzaklaşırken sen ekibin geri kalanını diğer araçlara yerleştirmeye çalışıyorsun.

Bu arada grubun kadrosu da bildiğin gibi değil, çok değişti. Sadece (neyse ki) Dave ve David hâlâ yerli yerinde... Otele doğru yola çıktığınızda David Ellefson, Kiko Loureiro ve Dirk Verbeuren’in içinde olduğu diğer VIP araçtasın. Evet, grubun son kadrosu bu. O yaşta ne Angra ne de Soilwork’u bildiğinden detaya girmeyeceğim ama bu iki yeni eleman o gruplardan gelme.

Yol boyunca David, önceki İstanbul konserlerinde şehri gezmek için yeterli zamanı bir türlü bulamadıklarından, dolayısıyla bu sefer 2 gün önceden gelmiş olmalarına sevindiğinden bahsediyor. Etrafı gezip görmek için sabırsız. Otele vardığımızda tüm ekip odalara yerleşiyor ama David, Kiko ve sahne ekibinden 2 kişiyle bir saat sonra lobide tekrar buluşuyoruz. İstikamet boğaz turu.

Beşiktaş’a vardığımızda tur için henüz yarım saat olduğunu fark ediyoruz. İskele civarında yemek yiyor ve bir şeyler içiyoruz. Brezilyalı Kiko, Türkiye ve İstanbul tarihi hakkında pek çok bilgiye sahip. David ise klasik Amerikan. Konu tarih olunca çok yüzeysel bilgilere sahip. Yemek sırasında sohbet genelde “ülke tanıtımı” minvalinde gelişiyor.

Vakit geldi, Boğaz’ın serin sularının üzerindeyiz... Tekne turu boyunca Kiko -rüzgâr yeme pahasına- en önde oturup Boğaz’ın tadını çıkarırken, David ve ben aşağı katta, rüzgârdan kaçarak sakin bir şekilde sahili izliyoruz. Bu sırada David’in sorduğu pek çok soruya cevap veriyor ve İstanbul tarihi hakkında, Türkiye’nin güncel sosyo-politik durumu hakkında bilgiler veriyorum. Bu sırada ondan da çok şey öğreniyorum. Mesela yaklaşan ABD başkanlık seçimlerinde Hillary Clinton’a oy vereceğini söylüyor. Ama bu konuda Mustaine ile taban tabana zıt düşündüklerinin altını da çiziyor. Yıkılıyorum. Clinton’ın rakibinin kim olduğunu duysan kulaklarına inanamazsın çünkü! Grup içinde bu konuları neredeyse hiç konuşmayarak bu “evliliği” bir arada tuttuklarından bahsediyor sonra. Evet, evlilik benzetmesi yapıyor zira “Her grup ilişkisi ilk 10 yıldan sonra evlilik ilişkisine döner.” diyor. Eh, Megadeth’in 2016’da 33 yılı devirdiğini düşünürsek...

Bir buçuk saatlik Boğaz turundan sonra sıra Beyoğlu’nda. İstiklal Caddesi’ni şöyle bir kolaçan edip soluğu Tünel’de alıyoruz. Zira Kiko tam bir yerel enstrüman hastası ve İstanbul’dan da bir şeyler satın almak istiyor. Eh, bu durumda Tünel’deki müzik dükkânları onun için birer mabet. Yol boyunca kâh sokak çalgıcılarını izleyip onlarla birlikte çalarak, kâh kendisini tanıyanlarla fotoğraf çektirerek ilerleyen Kiko, Tünel’de girdiği ilk dükkânda tam 1 saat takılıyor. Amacı ud satın almak. Evet, ud! Dükkân sahibinin de yardımıyla içerideki her udu, sazı ve bağlamayı deniyor, her birinin sesine ayrı ayrı hayran oluyor ama son kararı uddan yana.

Alışveriş sonrası yemekteyiz. Tünel’deki meşhur kebapçının terasına çıkıyoruz. Ellefson manzarayı arkasına alıyor ve Kiko ile verdiği pozu hemen sosyal medya hesaplarına yüklüyor. Sürpriz! 10 dakika sonra fan’lar yanımızda. Kendisi bile şaşırıyor yerini “bu denli amatörce” belli ettiğine. Ama sorun yok, birkaç fotoğraf ve imza sonrası her şey yolunda. Yemekler yeniliyor, sohbetler ediliyor, ince belli bardaklardan çaylar içiliyor ve otele dönmek üzere kebapçıdan ayrılıyoruz. O da ne? Yaklaşık 15 kişilik bir fan grubu kapıda Megadeth tezahüratları yaparak bizi karşılıyor. David ve Kiko sakin. Herkesle tek tek fotoğraf çektirip ayak üstü sohbet ediyorlar. Neyse ki araçlar yakında, soluğu otelde alıyoruz.

Mustaine gün boyu otelde takıldı. Bu sırada yeni takıntısı Periscope’tan canlı yayın yapmayı da ihmal etmiyor. Bir ara otelden çıkıp karşı kaldırımda yemek yediği yeri bile anlatıyor yayında.

Ertesi sabah için plan, yine aynı ekibi bu sefer Sultanahmet’e götürmek. Fakat sabah olup lobide buluştuğumuzda bir kişi fazla olduğumuzu fark ediyoruz: Evet, Dave Mustaine de bizle gelmek istiyor! Hay hay. Gruba tahsis edilen VIP minibüste yerimiz var. Havaalanı sonrası Dave ile ilk sohbetlerimiz bu yolculuk sırasında başlıyor. Yanından geçtiğimiz İnönü Stadı’nda 2010’da verdikleri Big Four konserini hatırlatıyoruz. Bir gün önce stat hakkında benden bilgi alan Ellefson o konserde çaldıkları stadın yıkıldığını ve bunun tamamen yeni bir stadyum olduğunu anlatıyor 33 yıllık arkadaşına.

Genelde kızgın, asık suratlı ve inatçı halleriyle bilinen Dave Mustaine’in keyfi son 2 Türkiye konserinde -en azından sahne üzerinde- çok iyiydi. Yanımızda da öyle. Gülüyor, sohbet ediyor, sıcak kanlı. Şaşırıyoruz. Sultanahmet’e geldiğimizde biraz yürüdükten sonra koluma girip beni kenara çekiyor: “Acaba iki dakika bira içip geri gelebileceğim bir yer biliyor musun?” Saat sabah 10! Onun yaşındaki çoğu rockstar bu işleri bıraktı ama “kızıl öfke”nin idolü belli ki Lemmy. İçmeye devam... Ekipten ayrılıp gördüğümüz ilk alkol satan restaurant’a oturuyoruz. Dave hemen garsona “İki bira alabilir miyim?” diye soruyor, “Yok ben içmeyeceğim, teşekkürler.” diye araya giriyorum ama cevabı bomba: “Zaten ikisini de kendime söylemiştim, sen ne içersin?” Güzel an. “Sabah sabah bu ne hız Dave?” dememek ve eşlik etmek adına kararımı değiştirip bir bira da ben söylüyorum. Sohbet başlıyor...

Ramazan bayramının hemen sonunda olduğumuz için ilk olarak benden bayram hakkında bilgi alıyor. Ne anlama geldiğini, şehrin neden boş olduğunu falan öğreniyor tek tek. Söylediklerimi gayet iyi dinliyor, gerçekten merak ettiği şeyleri soruyor. Sohbet koyulaşırken bir ara “Sen benim hakkımda çok şey biliyorsun.” diyor. Kendisine aslen müzik yazarlığı yaptığımı ve iki yıl önce bir arkadaşımla Metallica hakkında bir kitap yazdığımı söylüyorum. Hatta kitabın kapağını da telefondan gösteriyorum. Oldukça ilgisini çekiyor bu konu. Kendi yazdığı biyografi kitabını okuyup okumadığımı soruyor hemen. Kitaptan alıntılayarak söylediğim şeylerle yüzü gülüyor ve okuduğumu anlıyor. Ver elini Metallica muhabbeti... “Biliyor musun, Sharon Osbourne bir gün İspanya’da bana şöyle demişti: ‘Metal dünyasında ağzında gümüş kaşıkla doğan tek kişi var. Geri kalan herkes sokaklardan, parçalanmış ailelerden, düşük profilli hayatlardan çıkıp geldi.’” diyerek açıyor sohbeti. Bahsettiği kişinin Lars Ulrich olduğunu anladığımı fark edince ben hiç sormadan Metallica günleri hakkında konuşmaya başlıyor. İçinde olduğum anın gerçekliğini sorgulamaya tam da o noktada başlıyorum işte: Dave Mustaine... Sultanahmet’te... Bir cumartesi sabahı... Benimle baş başa oturuyor... Metallica günlerinden bahsediyor... Sürreal!

Bir yandan zaten bildiğim şeyleri onun ağzından duymak ilginç gelirken, bir yandan da anın gerçekliği karşısında heyecanım tarifsiz. Çaktırmıyorum. “Bugün metal dünyasının en iyi frontman’i James Hetfield diyorlar ya, sana bir şey anlatayım... Gerçi kitap için iyi araştırdıysan bilirsin, ben gruptayken James sahnede hiç konuşmazdı, tüm anonsları ben yapardım, o sadece çalardı. Grubun lideri olarak beni görürdü izleyenler.” Bu durumu bildiğimi ve kitapta da aynen böyle yazdığımızı söylüyorum. “Doğruları yazmış olmanıza sevindim.” deyip devam ediyor; “Ama işte... Lars’ı bilirsin, doğuştan ‘şanslı’ ve güçlü bir karakter. James ise sahnede öyle olmasa bile lider ruhlu, takıntılı, hırslı bir gençti. Eh, benim de o yıllarda nasıl bir haylaz olduğum ortada, dolayısıyla bir grup için 3 ‘karakter’ fazla. Metallica’da ben varken işlemeyen şey buydu işte. Bir grupta 3 ‘karakter’ olmaz. En fazla 2 olur. Gerçi Mötley’de 4 tane vardı ama paramparça olarak ilerlediler hep. Onlar istisna. Normalde kimse yapamaz.” Şunu düşünüyorum; Dave’e olaylı geçmişinden ve üzerinden artık bin yıl geçmesinden dolayı Metallica hakkında bir şey sormayacaktım ama konuyu kendi açıp anlatmaya başladı. İtirazım olabilir mi? Asla.

İçtiği biranın tadını beğendiğini ve Türkiye’ye geldiğinde hep Efes tercih ettiğini söylüyor. Bu sırada telefonunu çıkarıp “galeri”den bir fotoğraf aramaya başlıyor. “Bak sana ne göstereceğim... Bunu grubun dışında bilen ilk kişi olacaksın.” diyerek uzattığı telefonun ekranında bir Megadeth birası resmi var: “A Tout Le Monde - Beer By Megadeth”. Yakında duyurusunu yapacaklarmış. Bu bira işinde gerçekten para olup olmadığını soruyorum. Zira artık bira üretmeyen metal grubu kalmadı! “Kim olduğuna, hangi bira üreticisiyle çalıştığına ve birayı nerelere dağıttığına bağlı bu durum. Biz 5 kıtada dağıtım yapan, çok büyük bir firmayla anlaştık. Bu işten kazandığımız para ile konser kaşemizi düşürmeyi planlıyoruz. Yarın Türkiye gibi ekonomisi kötü ülkelerden teklif aldığımızda daha uygun fiyatlar sunabileceğiz organizatörlere.” diyor.

Laf dönüp dolaşıp turne hayatına, oradan da özel hayata geliyor. Her iki çocuğunu da sosyal medya hesaplarından takip ettiğimi söyleyince onlardan bahsediyor. Kızı Electra’nın country müzikte solo kariyer yapmak istemesi sebebiyle, bu müziğin ABD’deki başkenti Nashville’e taşındılar 2 yıl önce. Ondan gurur duyduğunu söylüyor. Country müzikte, özellikle de Amerika’da patlama yapmanın artık zor olduğundan çünkü herkesin bu yolda ilerlemeye çalıştığından bahsediyor ama Electra’nın tutkusundan mutlu. Yine de oğlu Justis’in sevgilisi için aynı görüşe sahip değil: “Şeker bir kız ama sürekli Electra ile yarış hâlinde. Onu kıskanıyor. Şimdi de tutturdu ‘Country şarkıcısı olacağım.’ diye. Electra’dan yaşça büyük ve bir kariyer için geç kalmış durumda.” Bir dakika bir dakika!.. Müstakbel kayınpeder Dave Mustaine, müstakbel gelinini bana mı çekiştiriyor? Birayı fondip yapıyorum.

Yeniden kafilenin yanındayız. David ve Kiko, mimarisine hayranlıkla baktıkları meşhur Sultanahmet Camii’nin önünde poz veriyorlar, aralarına Dave de katılıyor ve o meşhur “İstanbul hatırası” pozu (https://www.instagram.com/p/BHpmGFOA-vO/) ortaya çıkıyor.

Gezi sırasında Dave bir ara bana dini inancım olup olmadığını soruyor, hiç alakam olmadığını öğrenince ise “Ben de aslında dinlere inanmıyorum. İnsanlar benim bu konudaki açıklamalarımı yanlış anladılar. Ben sadece tanrıya inanıyorum. Bence dinler birer yalan. Dinlerin amacı, insanları cehenneme gitmekle korkutmak. E ben oraya gidip geri döndüm zaten?” deyip kahkahayı basıyor. (‘90’ların başında aşırı doz uyuşturucudan kalbinin durduğu fakat acil doktor müdahalesiyle hayata döndürüldüğü güne atıf yapıyor.)

Aya Sofya’ya doğru ilerlerken yine cebinden telefonunu çıkarıp Periscope yayınına başlıyor. Yayının başlığı “God is good.” (“Tanrı iyidir.”). Yorgunluk kahvelerimizi Kapalı Çarşı’da içerken Kiko’nun gözü udunda. Bir süre sonra dayanamayıp çalmaya başlıyor. Az sonra Dave kafasındaki bereyi çıkarıp bir sütunun dibine çöküyor, yanında Kiko ud çalarken ortaya o efsanevi poz (https://www.instagram.com/p/BHrDgyJhbwC/) çıkıyor. Birkaç dakika gerçekten o şekilde takıldıktan sonra masaya geri dönüyorlar. Dave’in beresinin içi boş, kimse para vermiyor. Dahası, kimse onları tanımıyor bile. Bu rahatlığı her an her ülkede yaşayamayacaklarının farkındalar, geyiğin dibine vuruyorlar. Fakat eğlence kısa sürüyor. Az sonra yakınlardaki bir dükkândan Megadeth şarkıları yükseliyor. Evet, sonunda birileri onları tanıdı! Dave biraz tedirgin. Gerçi zaten kahveler bitti, fallar bakıldı, kalkabiliriz.

Dave, Kiko ve David üçlüsü otele dönüyor. Ekip biraz daha gezme yanlısı. Birkaç saat sonra ekibi toplayıp ben de otele dönüyorum. Lobide davulcu Dirk Verbeuren var. İki gündür odasından çıkmadı pek. Meğer biraz yorgunmuş ve hâlâ şarkılara çalışıyormuş. Ne de olsa gruba yeni girdi, konserlerde pek sektirmiyor ama mutlaka kusursuz çalmak istiyor. Çok sıcakkanlı, konuşkan ve cana yakın. Hemen kaynaşıyoruz. Ver elini Soilwork muhabbeti...

Sırada “organizatörle yemek” var. Cumartesi akşamı, İstanbul’da yemek yiyebileceğiniz -abartısız- en iyi birkaç mekândan birindeyiz. Organizasyonun (Onur Sabuncu & Sinan Yener) mekân seçimi kusursuz. Grup da bayılıyor ortama. Dave tabii ki anında Periscope’ta: “İşte İstanbul’da, deniz kenarında yemekteyiz...”

Bolca deniz ürünü, balık, meyve ve tatlı tüketip yaklaşık 2 saat sonra mekândan ayrılırken aklımdan 4 grup elemanıyla da yaptığım sohbetlerin satır başları geçiyor: Axl’in AC/DC’ye girmesi... Download’da Nikki Sixx’in Megadeth sahnesine konuk olması... Dave’in Kiko hayranlığı... Metallica’nın yeni “takım elbise” pozları... Lemmy’nin ölümü... Ross Halfin & Megadeth ilişkisi... Black Sabbath’ın veda turnesi... Bring Me the Horizon vs. Bad Religion polemiği... 2000’lerin popüler metal gruplarının Megadeth saygısı... Dave’in favori dizileri... Chris Adler & Megadeth meselesi... David’in kahve tutkusu... Kiko’nun favori gitaristleri... Dirk’ün vejeteryanlığı...

Yemek sonrası grubu otele bırakıp Onur ve Sinan ile festivalin düzenleneceği Parkorman’a geçiyoruz. Son hazırlıklar tam gaz. Megadeth’in sahne ekipmanını taşıyan 2 tır da sağ salim alana varmış ve kurulum başlamış. Biz grup elemanları ile yemekteyken sahne ekibi harıl harıl ses ve ışık sistemini kurmakla uğraşıyordu. Gece geç saatte yanlarına geldiğimizde işin sadece dekor ve ertesi gün için soundcheck kısmı kalmıştı. Sorun yok.

Pazar sabahı uyanmak zor... Grup elemanları için günün programı belli: akşama kadar otelde istirahat, akşam festival alanına geçiş ve konser. Öğlen ilk olarak grubun sahne ekibini festival alanına götürüyoruz. Bu sırada festival de kapılarını açıyor ve binlerce genç sahne önüne doğru koşmaya başlıyor. Müzik tutkusu olan insanları yakından görmek her daim iyi hissettiriyor. Kısıtlı zamanımızdan dolayı sahne alan ilk grupları izleyemiyoruz ama zaten festivale seyirci olarak katılsak izlemek isteyeceğimiz iki grup da en son çıkıyor. Dert değil.

Menajerin talimatıyla akşam 19.30’da otel lobisindeyiz. Az sonra grup elemanları sahne kıyafetlerini giymiş bir şekilde yanımızdalar. Hemen araca geçip festivale doğru yola çıkıyoruz. Dave şoförden yavaş gitmesini, ani frenlerden kaçınmasını istiyor. Sebebi boyun ağrısı. Birkaç yıl önce platin taktırmış ve konser öncesi fazla hareket etmemesi gerekiyor.

Alana vardığımızda Children of Bodom sahne almak üzere... Megadeth üyelerini kulis odalarına yerleştirdikten sonra Kerem ile sahne önüne geçip Bodom’u izlemeye başlıyoruz. Alexi formunda...

Saat 22.00 sularında festivalin bu seneki “olayı” Megadeth’te nihayet sıra... Bizim için bir bakıma görev tamam. Ama o da ne? Direkt ‘Hangar 18’ ile girilir mi yahu... Mahvolduk... Setlist komple şahane: ‘Tornado of Souls’, ‘She-Wolf’, ‘In My Darkest Hour’, ‘Trust’, ‘Sweating Bullets’, ‘Symphony of Destruction’, ‘Peace Sells...’ Dave bir yandan grubun iyice “tek adam rejimi”ne döndüğünü sahne üzerinde de belli ederken (Mesela şarkı arası anonslarda David ve Kiko sahnede görünmüyor.) bir yandan da arada bir seyircilere takılıyor: “Bu ne sessizlik yahu? Heavy metal konserindesiniz!” Birkaç şarkı sonra asıl bombayı patlatıyor: “Dün organizatörle yemekteydik. Şu sıralar pek çok grubun korktukları için Türkiye’ye gelmediğinden bahsetti, (elini apış arasına götürüp) bunu yapmak ta*ak ister, değil mi?” Alkışlar ve kahkahalar birbirine karışıyor...

Son iki seferde olduğu gibi yine şahane bir Megadeth konserini tamamlamak üzereyiz. Fakat çok emin olmamak lazım. Nihayetinde Dave Mustaine bu, ne zaman ne yapacağı belli değil: Bis öncesi mevzu var! Sahneden iner inmez direkt araca geçiyor. Çok sinirli! Diğer elemanları da çağırıyor araca. Kapıyı kapattırıyor. İçeride kavga var! Hayır hayır, Dave kendisiyle kavga ediyor: “Bu nasıl bis yahu? Hiç böyle bis gördünüz mü?” Neler olduğunu anlamıyoruz. Birkaç dakika sonra araçtan çıkıyor. Hâlâ çok sinirli. Sahneye dönünce fişi çekiyor: “Eğer tekrar sahneye dönmemizi istiyorsanız biraz gürültü yapmanız lazımdı. Normalde böyle bir seyirciye dönüp çalmazdım ama David ikna etti.” Son şarkı ‘Holy Wars’u bu triple çalıp söylüyor. Şarkı bitince gitarını sahnenin bir köşesine fırlatıp direkt araca geçiyor. Menajerin talimatı şu: “Biz bu araçla direkt otele geçiyoruz. Grubun ve ekibin geri kalanını diğer araçlarla halledin.”

20 dakika sonra David, Kiko ve Dirk ile diğer araçtayız. Dave’in bu anlık öfke patlamasına gülüyorlar kendi aralarında. David bu gibi durumlara 33 yıldır alışkın. Kiko ve Dirk biraz şaşkın. Ama hiçbiri benim kadar gergin değil. Neyse ki otele gidene kadar beni de sakinleştiriyorlar.

Bir saat sonra Dave durumu Twitter’dan açıklıyor. Konsere giderken eşi Pamela ile telefonda konuşuyordu ve kayınpederinin kanser dolayısıyla birkaç hafta içinde öleceğini öğrendi. Yanındaydım. Bu konuşma sırasında nasıl çöktüğüne şahit oldum. Konserdeki öfke patlamasını bu duruma bağlıyor ve Türkiye seyircisinden özür diliyor. Düşünüyorum da... Biz bu adamı “arızalı” hâliyle sevdik zamanında... Uysal Dave Mustaine’i kim ne yapsın? Bir bakıma hâlâ formda olduğunu görmek güzel. “İmam hatipler hâlâ açık diye bize kızmış olmasın?” esprisiyle geceyi noktalıyoruz...

Ertesi sabah lobide Dave’in yüzü gülüyor... Elinde Starbucks kahvesi, dün geceki stresini atmış. Ayaküstü son sohbetleri edip, birlikte son fotoğrafları çektirip havaalanına uğurluyoruz tüm ekibi. 3 günlük Megadeth macerası bizim için burada noktalanıyor. Aklımda tonlarca anekdot, gözlerimde uyku özlemi var.

Sevgili Sadi... Bir hafta sonra sana bu mektubu yazmaya başlıyorum. 16 yaşımdaki hâlime belki bir mucize yaşatmanın derdindeyim. Anlatmak istediğim her şeyi evirip çevirip toparlamam 2 gün sürüyor. Mektubu tamamlıyor, kaydediyor, dosyayı kapatıyorum. TV’de son dakika haberi: “Ordu ülke yönetimine el koydu!” Dedim ya, ülkede neredeyse hiçbir şey iyi gitmiyor...

Yazının devamı...