(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"İdil Tatari" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "İdil Tatari" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
İdil Tatari

İdil Tatari

Elimizden ne geliyor?
17 Aralık 2016


Çünkü birimiz ölünce, hepimiz ölüyoruz. Ülkemiz ölüyor, dünyamız ölüyor.

Acı sadece bizim ülkemizde mi? Hayır. Bütün dünyada. Suriye’deki çocukların gözlerinde, yüreklerinde… Peki elimizden ne geliyor?

İzlediniz mi bilmiyorum, internette Arap kökenli İsrailli ana haber spikeri Lucy Aharish'in konuşması dönüyor. “Riyakarlık” diye nitelendiriyor durumumuzu Aharish. 21. yüzyılda, bütün dünyayı cep telefonumuzdan izleyebildiğimiz bir dünyada, bu kadar acı olmasını…

“Kim kötü? Kimin suçu?” diye sormanın bir anlamı yok diyor, “Kimin suçu olduğu önemli değil. Önemli olan, gözümüzün önünde olanlara, tepkisiz kalmamız!”

Sessiz kalmak, tepkisiz kalmak çözüm değil. Ancak sesini şiddet, nefret ve kavga ile duyurmak da çözüm değil. Barış istiyorsak, barışı temsil etmemiz lazım. Birlik olmamız, nefreti bir kenara bırakmamız lazım. Biliyorum zor, ama dünyamızı değiştirmek istiyorsak, ilk önce bizim değişmemiz lazım.

Sesimizi, savaşla değil, barışla yükseltmeyi öğrenmek dileğiyle.

GEÇMİŞE YOLCULUK


Geçen hafta ailenin kadınları hep birlikte 2 günlük kısa bir gezi yaptık. Uzun süre sonra hep birlikte toplanınca tabi geçmişe de gittik. Annem ve yengem Bursa’da geçen gençliklerini anlatmaya başladı. Zamanında nasıl herkesin aynı terziye elbise diktirdiğini, aynı ayakkabıcıdan ayakkabı aldığını ve her cumartesi aynı restorana gittiğini…



Eski günleri konuşurken, kuzenim bir nesilde ne kadar büyük bir değişimin yaşandığına dikkat çekti. Kısıtlı seçimlerin bir anda ne kadar genişlediğini… “Birken, bin oldu herşey!” dedi.



Yaşanan bu hızlı değişim gerçekten çok etkileyici. 20’li yaşlarda hep aynı yerden alışveriş yapan, her hafta sonu aynı yere giden annem ve yengem, şimdi neredeyse aynı yere ikinciye gitmiyor. Gittikleri yerleri hatırlayabilmek için de, dünyanın dört bir yanından telefonlarıyla "check-in" yapıyor.


ÇILGINCA TÜKETİYORUZ



Tabi seçimler çoğalınca, tüketmek çok daha kolay oldu. Karşımıza çıkan her şeyi çılgınca tüketen bir toplum olduk. Kıyafetler, kitaplar, diziler hatta dostluklar…



Şimdiki çocuklara, bundan sadece 40 sene evvel herkesin aynı anda aynı TV programını izlediğine inandırmak sizce mümkün olur mu?



Alışveriş deseniz ona hiç girmiyorum bile!  En akıllımız bile oyuna geliyor, ihtiyacımız olmayan şeylere saldırıyor. Geçenlerde bir arkadaşım, “Bazen bir bakıyorum aynı şeyden iki tane almışım.” dedi. Öyle bir hale geldik ki, ne aldığımızın bile önemi kalmadı, sadece almak istiyoruz.



Bizim ailenin kadınları optimist. Bir noktada doyacağımıza, mütevazileşeceğimize ve daha akıllı yaşamaya başlayacağımıza inanıyoruz. Siz ne dersiniz?


TAVUK SUYU ÇORBASI


Tadımızın tuzumuzun kalmadığı bu günlerde tarif paylaşmak doğru gelmiyor, ama sosyal medyadan Tavuk Suyu Çorbası tarifi için çok istek geldi. Biliyorsunuz, tavuk suyu çorbası hastalıklara çok iyi gelir. Ben iyice faydalı olsun diye bol sebzeli yapıyorum, çok lezzetli oluyor.
Bedenimize ve ruhumuza iyi gelmesi dileğiyle tarifi paylaşıyorum. Haftaya görüşmek üzere.

Malzemeler:

1/4 Kereviz
2 adet Havuç
2 adet Pırasa
3 diş Sarımsak
1 adet Soğan
1 adet Tavuk But
2 adet Defne Yaprağı
Maydanoz
250 gram Tel Şehriye/Makarna
1 Limon

Adımlar:

1- Bütün sebzeleri küp küp doğrayın.
2- Sebzeleri az yağda kavurun, tavuğu tencereye alın, defne yaprağı, tuz, karabiber ekleyin ve üzerini geçecek kadar su ilave edin. Su kaynadıktan sonra altını kısın ve kısık ateşte 40 dakika pişirin.
3- Pişen tavuğu kenara alın, defne yaprağını çıkartın.
4- Tavuk suyunu kaynama noktasına getirin, tel şehriye ya da makarnayı tavuk suyunda haşlayın.
5- Didiklediğiniz ya da ufak doğradığınız tavuğu da çorbaya ekleyin.
6- Çorbanın içine 1 limonun suyunu sıkın, maydanoz ile servis edin. Afiyet olsun!

Yazının devamı...
Zaman yetmiyor!
16 Aralık 2016

Zaman yetmiyor! Zamanla bitmek bilmeyen bir yarış halindeyiz. Trafikte iş halletmeye çalışıyoruz, çocuğumuzla oynarken email gönderiyoruz. Aynı anda 10 işi birden yapıyor, elimizden geldiğince her yere yetişmeye, her şeyi yapmaya gayret gösteriyoruz.

 

Bütün bu koşturmaya rağmen çoğu zaman işleri bitiremeden günümüz bitiyor, aklımızda yapılması gerekenler, zamanın yetersizliğinden söylenerek yatağa gidiyoruz.

 

PEKİ BU ZAMAN NEREYE GİDİYOR?

 

İşte Nike yeni kampanyasında bu sorunun cevabını veriyor ve farkındalık yaratıyor. Hem de biraz ürkütücü bir tonda!

 

Nike deyince akla koşan, spor yapan, kaslı, güçlü, güzel insanlar gelir. Nike, reklam kampanyalarında genelde hep spor yapmaya özendiren görsellere yer verir.

 

Ancak bu sefer, bambaşka bir yol izlemiş ve çok güçlü bir video hazırlamış. Video’da, siyah ekran üzerinde akan yazı ve yazıyı okuyan robotik bir kadın sesi var. Ayakkabı yok, sporcular yok, Nike ile ilgili hiçbir şey yok.

 

Video, TV izleyerek, ünlüleri takip ederek, telefonda özçekim yaparak, dizi izleyerek, tanımadığımız insanların fotoğraflarına bakarak harcağımız zaman ile dalga geçiyor. Robotik ses sustuğunda, tik tak saat sesi başlıyor. Ekranda ilk önce “Zaman Değerlidir” yazıyor, sonunda da “Bugün koşuyor muyuz?” sorusu çıkıyor ve bitiyor.

 

 

Video’da, reklam izleyerek geçirmek zorunda kaldığımız zamandan bahsetmemişler ama olsun, yine de çok gerçekçi ve güçlü!

 

Aynı zamanda yazının girişinde sorduğumuz sorunun da cevabı niteliğinde, çünkü zamanımızın çoğunu Nike'ın da söylediği gibi maalesef ekrana bakarak kaybediyoruz.

 

Maalesef zamanımızı iyi yönetemiyoruz. Sürekli yoğunuz ve aynı anda çok aktivite yaparak zaman kazanmaya çalışıyoruz. Sonuç olarak ortaya yorgun bünyeler ve stresli zihinler çıkıyor.

 

DURMAYI ÖĞRENMEK ŞART

 

Özellikle bizim jenerasyonun bu “koşturma” sorununa cevabı geçen hafta gittiğim Güney Kore gezisinde buldum.

 

Dünya hızlı, Kore daha da hızlı. İnsanların vızır vızır çalıştıkları bir ülke. Şirketlere aynı anda yüzlerce kişi giriyor, çıkıyor, herkes hızlı adımlarla sürekli çalışıyor. Bizi Kore’de çok güzel ağırlayan LG Türkiye ekibi, yoğun bir günün ardından geleneksel bir Kore evine, çay seremonisine götürdü.

 

Çay içmek Güney Kore’de çok ciddi bir ritüel.  Bir kere tam bir saat sürüyor! Çayın demlenmesi, içmeden önce uygun ısıya gelmesi, misafire şiirsel hareketler ile servis edilmesi gerekiyor. 

 

 

Bir bardak çay için bir saat, koşuşturmaya alışmış bizlere çok uzun geldi! Tam oflamaya poflamaya başlamıştık ki, ev sahibi bize beklemenin aslında çay için olmadığını, hızlı akan hayatın içinde durmayı öğrenmek için olduğunu anlattı. Ne güzel değil mi?

 

 

Sizi bilmem ama benim yeni yıl kararlarımın arasında, arada durup nefes almayı öğrenmek ve aynı anda birden fazla iş yapmaktan vazgeçmek var.

 

Ekranda geçirdiğim zamanı biraz azaltırsam vakit yaratabilirim diye düşünüyorum, siz ne dersiniz?

 

Madem çay dedik çayın yanına harika gidecek şekerli kurabiye tarifim ile yazıyı noktalayalım. İsterseniz siz de benim gibi süsleyebilir, yeni yıl için servis edebilirsiniz. Yarın görüşmek üzere!

 

YILBAŞI KURABİYESİ NASIL YAPILIR?

 

 

MALZEMELER:

 

230 gram Un (1 + 3/4  bardak)

 

150 gram Şeker (3/4  bardak)
   

110 gram Tereyağı (1/2 bardak)

   

2 Yumurta

   

1 çay kaşığı Vanilya Özütü

   

1 çay kaşığı Kabartma Tozu

   

1 çay kaşığı Tuz

   

1 yumurta beyazı

   

1 çay kaşığı Limon Suyu

   

165 gram Pudra Şekeri (1 + 1/2 bardak)

 

SÜSLEMEK İÇİN

 

Pasta Süsü
   

Toz Antep Fıstığı
   

Hindistan Cevizi
   

Gojiberry / Kurutulmuş Çilek
   

Gıda Boyası

 

ADIMLAR:

1- Oda sıcaklığındaki tereyağını çırpın, krema kıvamına gelince şekeri ekleyin, 2-3 dakika daha çırpın.

 

2- Kurabiye hamuruna, vanilya özütünü ve karıştırarak teker teker yumurtaları ekleyin, tekrar çırpın.

 

3- Un, kabartma tozu ve tuzu bir kasede birleştirin, karıştırın, kurabiye hamuruna ekleyin ve herşey bir araya gelene kadar 1-2 dakika daha çırpın.

 

4- Hazırladığınız hamuru, iki eşit parçaya bölün ve streç filme sararak buzdolabında minimum 1 saat dinlendirin.

 

5- Dinlendirdiğiniz hamuru, unlu bir tezgahta kalem kalınlığında açın, kalıplar kullanarak şekiller çıkartın.

 

6- Şekilli kurabiyelerinizi 175 derecede önceden ısınmış fırında 8-10 dakika pişirin. Tepside ilk sıcaklığı geçtikten sonra, başka bir tabağa alın ve soğuması için bekleyin.

 

 

7- Yumurta beyazı ile limon suyu ve elenmiş pudra şekerini krema kıvamına gelene kadar çırpın. Dilerseniz gıda boyası ile renklendirin.

 

8- Soğuyan kurabiyelerinizi ilk önce kremaya daha sonra da süslere batırarak süsleyin. Kuruması için 2 saat bekletin. Afiyet olsun!

 

Not: Kurabiye hamurunuzu buzluğa kaldırıp, daha sonra kullanmak üzere saklayabilirsiniz.

Yazının devamı...
Nereye kadar?
9 Aralık 2016

Ayşen Hanım'ın instragram sayfasına yüklediği fotoğrafın altında şöyle yazıyor; "Günaydınlar. 7 yaşımdan beri her sabah ya okula ya işe gidiyorum. Başka türlüsü hiç içime sinmedi. Kusura bakmayın ama -mecburen değilse- üretime, katma değere katılmıyor ya da sosyal sorumluluk hissederek topluma yararlı işler yapmıyorsanız, süslen, boyan, giyin, gez-toz!! İnsana sorarlar "Nereye kadar?"

Ayşen Hanım'ın çok başarılı bir işi, birbirinden başarılı ve özgüvenli iki tane çocuğu ve de harika bir sosyal çevresi var. Neden mi? Çünkü mutlu. Çünkü sürekli üretiyor.

Çalışmak harika bir şey! İşe yaradığını hissetmek, yeni fikirler üretmek, yorulmak, koşuşturmak, bazen başarısız olmak ama yine de yılmamak, inanın insanı hep besleyen tecrübeler. Etrafıma bakıyorum da, çalışmayan insanlar hep daha mutsuz, hep daha yorgun. Sürekli bir arayış içindeler. Üreten insanlar ise her zaman daha dinamik.

ÜRETMENİN YAŞI YOK!

Joe Bartley 89 yaşında İngiliz bir gazi. Eşini kaybettikten sonra, evde tek başına oturmaktan, bütün gün TV izlemekten çok sıkılıyor ve gazeteye ilan veriyor; "İş arıyorum. 89 yaşındayım. Temizlik, bahçıvanlık ve el işi yapabilirim. Hava Kuvvetlerinden gaziyim. Lütfen beni sıkıntıdan ölmekten kurtarın!”

Bu yaşta neden çalışmak istediğini soranlara, bütün gün evde oturmanın hapse girmekten bir farkı olmadığını söylüyor. "Hem işe yaramak, hem de sosyalleşmek istiyorum" diyor. 

Ne güzel değil mi?

Aslında en güzelini atalarımız söylemiş; “İşleyen demir ışıldar”. Hem Ayşen Zamanpur’un instagram'da paylaştığı fotoğraf, hem de 89 yaşında hala çalışmak isteyen Joe Bartley bana ilham verdi.

Biraz cesarete ihtiyacı olan herkese ulaşması dileğiyle.


ŞİPŞAK HAZIRLAYABİLECEĞİNİZ ŞIK BİR MENÜ


Madem çalışmak güzeldir dedik, çalışan insanlara yönelik pratik ve nefis bir menü ile yazıyı noktalayalım. Tatlıyı önceden hazırlayıp buzlukta bekletebilir, et ve pilavı ise en fazla yarım saat içinde sofraya çıkartabilirsiniz.

Yarın görüşmek üzere!

Üzümlü Cevizli Pilav

Malzemeler:
1 Demet Yeşil Soğan
1 bardak Basmati – Yaban Pirinci Karışımı
2 bardak Tavuk Suyu
1 bardak Ceviz
1/4 bardak Turna yemişi
1/4 demet Maydanoz
Tereyağı
Zeytinyağı
Tuz, Karabiber

Adımlar:
1- Kızgın yağda taze soğanı kavurun.
2- Yıkadığınız pirinci ekleyin ve kavurmaya devam edin.
3- Tavuk suyu, tuz, karabiber ekleyin, su kaynayınca altını kısın, tencerenin kapağını kapatın ve pirinç suyunu çekene kadar pişirin. 10 dakika demlenmeye bırakın.
4- Cevizleri 180 derece fırında 10 dakika pişirin.
5- Ceviz, turna yemişi ve pilavı servis tabağında birleştirin. Güzelce karıştırın. Maydanoz ile süsleyin.

Çıtır Çıtır Kuzu Pirzola
Malzemeler:
10 kalem Kuzu Pirzola
100 gram Galeta Unu - Ekmek içi
1 yemek kaşığı Parmesan Peyniri
2 adet Yumurta
Sıvıyağ
Tuz
Karabiber

Adımlar:

1-Yumurtaları çırpın, tuz ve karabiber ile lezzetlendirin.
2- Parmesan peyniri ve ekmek içini bir kasede birleştirin.
3- Pirzolaları önce yumurtaya sonra, peynirli ekmek içine batırın.
4- Kızgın yağda önlü arkalı kızartın.


Kahveli Parfe
Malzemeler
3 adet Yumurta
15 adet Bisküvi
1 su bardağı Süt
1 çay bardağı Şeker
2 tatlı kaşığı granül Kahve
2 paket Krem Şanti
Bitter Çikolata

Adımlar

1- Yumurta ve şekeri iyice köpürene kadar çırpın.
2- Kahve, toz krem şanti ve sütü koyup krema kıvamı alana kadar çırpın.
3- Bisküvilerden bir kaç tanesini ayırıp rondodan geçirin. Ayırdığınız biskuvileri elinizle ufalayarak kremanın içine katın.
4- Servis tabaklarına önce, biskuvi sonra krema en üstüne de çikolata rendesi koyun.
    Buzdolabında dondurun. 

 

 

Yazının devamı...
Ya bu sene tutarsa?
4 Aralık 2016

Yeni yıla büyük bir anlam yüklüyorum. Sanki, 1 Ocak itibariyle dünyadan bütün kötülükler yok olacak, insanlar birbirine saygı duymaya başlayacak, doğamız bir anda temizlenecek ve Milli Piyango bana çıkacak.



Malum 2016 ülkemiz için çok kötü geçti. Üzüldük, sarsıldık, şaşırdık, ne diyeceğimizi, ne yapacağımızı bilemez hale geldik. Ancak yine aralık geldi çattı ve benim içimi bir umut kapladı. “Ya bu sene tutarsa?” 

Siz ne dersiniz? Her zaman umut olmalı, değil mi?

Dijital dünyada yılbaşı heyecanı

Benim gibi dijital dünya meraklıları için ayrı bir yeri daha var aralığın, zira yılın en güzel reklam filmleri, en heyecan verici projeleri, hep yıl sonu yayınlanır. Ben bu seneki favorimi şimdiden buldum; H&M!

Tam bir Wes Anderson delisiyim. The Royal Tenenbaums, The Life Aquatic with Steve Zissou, Fantastic Mr. Fox… Hepsini ve daha nicelerini bayılarak izledim. Wes Anderson'ın filmlerinde müzikler, renkler, komik diyaloglar, kostümler hepsi sizi filmin içine çeker, büyülenerek izlersiniz.



İşte H&M’in yeni yıl tanıtım filmini de Wes Anderson çekmiş. Başrolde Adrien Brody var. Video’nun açılışında acaba “The Grand Budapest Hotel” filminin ikincisi mi geliyor diye düşünüyor, ancak logoyu fark edince, tanıtım filmi olduğunu anlıyorsunuz.



Film; kısa, yaratıcı, sevimli ve etkileyici. Yani çok başarılı. Bravo H&M!

MüzedeChanga, seni özleyeceğim!

Yeni yılda, hayatımıza girecek yenilikler, kendinden bahsettirecek markalar olacağı gibi, maalesef hayatımızdan eksilenler de olacak.

17 senelik restoran Changa. Ben ilk defa 8 sene önce gittim. Sıraselvilerdeki restoranın tasarımına, ambiyansına ve yemeklerine bayılmıştım. “Türkiye’de yediğim en iyi yemek” diye düşünmüştüm Pişmaniyeli Armut Tatlısını ilk defa tadarken.


Daha sonra Emirgan Sakıp Sabancı müzesinde MüzedeChanga açılınca çok mutlu oldum. Muhteşem bir manzarası olan restoranda kahvaltılar, öğlen ve akşam yemekleri derken, bir çok kez yemek yedim. Hem nezih ortamı, hem de lezzetli yemekleriyle beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı. 

MüzedeChanga bu ay sonu kapanıyor. Geçenlerde arkadaşlarımla birlikte son bir kez yemek yemeye gittik, içimi hüzün kapladı. Bir değerin daha kıymetini yeterince bilemedik.



Yeni yıl gelmeden gidin ve MüzedeChanga kapanmadan nefis yemeklerinden mutlaka tadın derim. Pişman olmayacaksınız!Sıcak Çikolata Aralık ayına en çok yakışacak içecek kuşkusuz Sıcak Çikolata. İki farklı Sıcak Çikolata tarifi ile yazıyı noktalıyorum. Pazar günü film keyfine çok yakışır.
Haftaya görüşürüz! 

Sıcak Çikolata Nasıl Yapılır ?


Malzemeler
1 su bardağı Süt    
1 su bardağı Sütlü Çikolata    
3 yemek kaşığı Krema

Adımlar
1- Süt ve kremayı ısıtın ve ateşten alın, içine doğradığınız çikolatayı ekleyin.
2- Çikolata tamamen eriyince tekrar ısıtın. Afiyet olsun!

Sıcak Beyaz Çikolata Nasıl Yapılır?



Malzemeler:
1 su bardağı Süt    
100 gram Beyaz Çikolata    
3 yemek kaşığı Krema    
Vanilya Özütü    
Tarçın   
Muskat

Adımlar:
1- Süt ve kremayı bir sos tavasına alın, kaynama noktasına gelir gelmez altını kapatın. İçine çikolatayı atın ve karıştırarak eritin.
2- Çikolataya vanilya özütü, ve baharatları ekleyin.
3- Ocakta tekrar ısıtın. Kremşanti ve çikolata rulosu ile servis edin. Afiyet olsun!

Yazının devamı...
Sosyal medyada ipin ucunu kaçıranlar
2 Aralık 2016

Sosyal medya, hayatımıza sinsi sinsi girip bir anda bütün zamanımızı ele geçirir oldu. Sloganımız belli; “Ama önce izin ver bir fotoğraf çekeyim!” Hal böyle olunca bazen abartabiliyoruz. Konu çocuklarımız olunca sınır koymaya çalışıyoruz ancak ipin ucunu sadece çocuklar değil, biz de kaçırıyoruz.

 

 

Açın facebook, instagram hesabınızı, gereksiz bilgiler paylaşan teyzeniz, öz çekimde yanlışlıkla arka tarafta kiloduyla oturan kocasını paylaşan komşunuz, sosyal medyada kavga edenler, snapchat’te alenen dedikodu yapan fenomenler! Neler neler…

 

Daha biz yetişkinler bile sosyal medyayı doğru düzgün kullanamıyoruz. Hal böyle olunca, gençler için durum daha da kritik olabiliyor. Mesela, daha geçen gün oyuncak bebekleriyle oynayan küçük kuzeniniz bir anda karşınıza makyajlı, seksi pozlarla çıkabiliyor!

 

ÇİVİ ÇİVİYİ SÖKER

 

Eskiden olsa, annelerimiz telefonu alırdı elimizden konu kapanırdı. Ama şimdilerde pedagoglar “çocukların alanına saygı duyun”, “ceza vermeyin”, “özeline müdahale etmeyin” diyor. E mantıklı da geliyor. Ancak “sosyal medya kuralları” gibi hassas konularda ne yapmamız gerektiği konusunda çok belirleyici olmuyor.

 

Benim bu konuda yol göstericim Amerikalı baba Chris Burr Martin oldu.

 

Chris, instagramda kızının seksi pozlarını görmekten bıkmış milyonlarca babadan biri. Kızına “artık böyle pozlar koyma” demenin bir işe yaramayacağını da biliyor ve konuya müthiş bir çözüm buluyor. Kendi instagram hesabında, kızının fotoğraflarıyla dalga geçen fotoğraflar paylaşmaya başlıyor.

 

 

Arkadaşlarınızla ilk defa sinemaya giderken sizinle birlikte salonun içine kadar giren annenizden ne kadar utandığınızı hatırlayın, işte bu onun bin katı utanç olsa gerek! Ama etkili mi etkili! Kızın, ördek dudaklı öz çekimlerine saygı duyulacaksa, babanın da mizah anlayışına saygı duyulmalı! Zamanla birlikte evrilip, çağın problemlerine yaratıcı çözümler bulan anne-babalara bayılıyorum.

 

 

BLACK MIRROR

 

“Teknoloji, sosyal medya, dijital dünya… Neler oluyor? Dünya nereye gidiyor?” diye soranlar için müthiş bir dizi tavsiyem var. Black Mirror, teknolojinin karanlık tarafını ön plana çıkartan, insanları nasıl uyuşturduğunu gösteren bir dizi.

 

İzlerken “yahu biz bu duruma asla gelmeyiz” diye düşünüp, ancak hemen sonra aslında tam da o durumda olduğunuzu farkediyorsunuz. Dizi sizi müthiş rahatsız ediyor ancak aynı zamanda da ekrana kilitliyor. Haftasonu ne izlesem diye düşünenlere duyrulur!

 

TEKNOLOJİ Mİ, LAHMACUN MU?

 

Black Mirror’a göre teknoloji geliştikçe bizler yemek yapmayı bırakacağız ve yapay besinlerle beslenmeye başlayacağız. Dizide beni en çok rahatsız eden nokta da bu oldu. “Evlerden ırak” diyor, lahmacun tarifimi paylaşıyorum.

 

Yarın yine beklerim!

 

 

MALZEMELER:

 

300 gram Un

 

200 ml ılık su

 

1/2 yemek kaşığı Toz Maya

 

250 gram Kuzu Kıyma

 

2 adet rendelenmiş Domates

 

2 adet doğranmış Sivri Biber

 

1 adet rendelenmiş Soğan

 

3 diş rendelenmiş Sarımsak

 

1/2 yemek kaşığı Domates Salçası

 

1/2 tatlı kaşığı Biber Salçası

 

1/2 demet Maydanoz

 

Tuz, Karabiber

 

ADIMLAR:

1-Mayayı ılık suya koyun ve köpürene kadar 15 dakika bekleyin. (hazır maya kullanırsanız gerek yok)

 

2-Una, biraz tuz ve mayalı suyu ekleyerek hamurunuzu elde edin. 10 dakika yoğurun. Ilık bir yerde 1 saat mayalanmaya bırakın.

 

3-Kıyma, domates, biber, soğan, sarımsak, salça ve maydanozu bir kasede birleştirin ve elinizle yoğurun.

 

4-Mayalanan hamuru 8 eşit parçaya bölün. 25 cm çapında incecik açın. Üzerine kıymalı harçtan sürün ve 230 derece fırında 8 dakika pişirin.

 

5-Bol limon, maydanoz ve sumak ile servis edin. Afiyet olsun!

 

PÜF NOKTASI: Çalışmayan fırınınızın alt tabanına 1 kase kaynar su koyun ve hamurunuzu fırınınızda mayalanmaya bırakın. Sıcak sudan yükselen buhar fırınınızı ısıtacak ve hamurun mayalanması için ideal ortamı yaratacak!

 

NOT: Biber salçanız acı değilse, pul biber ekleyin!

Yazının devamı...
En büyük aşk yemek aşkı!
26 Kasım 2016

Bu aşkın, bir de kara sevda hali var. Biraz daha tehlikeli olanı…İşte o da Japonya’da yaşanıyor.

 

BİR YEMEĞE BİNLERCE BLOG

 

 

Ramen, Japonya’nın en popüler yemeklerinden biri. Aslında bir çorba. Çin eriştesi (noodle), et, yosun ve taze soğan, uzun süre pişen et ya da tavuk suyunda servis ediliyor. Doyurucu, besleyici, ucuz ve çok lezzetli. Türkiye’de kuru fasulye ne kadar yaygınsa, Japonya’da da ramen o kadar yaygın. Hatta belki daha da, çünkü sadece Tokyo’da bile 20,000’den fazla ramenci var.

 

 

DÜNYAYA RAMEN YEMEK İÇİN GELDİM!

 

 

Hal böyle olunca, Japonya’da sadece ramene adanmış yüzlerce blog var. Bu gençler, bıkmadan usanmadan ramencileri geziyor, fotoğraf çekiyor ve yorumlarını internetten paylaşıyor. Mesela Toshiyuki Kamimura adında bir blogger, senede 400 kase ramen yiyormuş. Artık bağımlısı olmuş, yemek saatlerinin gelmesini sabırsızlıkla beklediğini söylüyor. Neredeyse her öğün aynı yemeği yediğinizi düşünebiliyor musunuz? İşte yazının başında söylediğim kara sevda durumu tam da bu.

 

Sizin böyle tutkuyla bağlı olduğunuz yemekler var mı?

 

Bir yemeğin, bir kültür üzerinde bu kadar derin bir etkisi olması bana çok şaşırtıcı geldi, sonra nefis bir film izledim ve ramenin Japonya üzerindeki etkisine bir kere daha şaşırdım!

 

 

TAMPOPO

 

Tampopo bir Japon filmi, 1985 yılında çıkmış. Aslında hikayesi çok basit. Tampopo isimli dul bir kadın, kocasından kalan ramen restoranını bir şekilde yürütmeye çalışıyor. Ancak mutfakta çok başarılı değil! 

 

 

Bir gün restoranına gelen bir kamyon şöförü ona yardım etmeye karar veriyor ve birlikte restoranı, yaşadıkları kasabanın en iyi ramencisi haline getiriyorlar. Tabi Tampopo, mutfakta saatlerini harcıyor, farklı restoranlara gidiyor, yeri geliyor diğer şeflerin tarifleri çalıyor. Bunca emeğin sonunda da başarılı oluyor!

 

 

Hikaye çözülürken, birbirinden ilginç sahneler ve beklenmedik sürprizler ile film, izleyiciye çok farklı duygular hissettiriyor. Yemeğe duyulan aşk, olabilecek en içgüdüsel hali ile seyirciye sunuluyor. Filmde yemek aşkının yanı sıra, bildiğimiz aşk ta var. Ama onun da en saf halini gözlemliyorsunuz.

 

Benim gibi yemek meraklılarının mutlaka izlemesini tavsiye ederim.

 

Ramen blog’larının üzerine bir de Tampopo’yu izleyince soluğu mutfakta aldım ve kendime güzel bir ramen yaptım. Tarifini aşağıda paylaşıyorum, bakalım Japonya’yı sallayan bu meşhur yemek için siz ne düşüneceksiniz?

 

Ramen Nasıl Yapılır ?

 

 

Malzemeler:

  

1 yemek kaşığı Susam Yağı

 

5 diş Sarımsak

 

1 tatlı kaşığı rendelenmiş Zencefil

 

5 dal Taze Soğan

 

Tabasco

 

3 bardak Tavuk Suyu

 

2 bardak Et Suyu

 

3-4 damla Balık Sos

 

3 yemek kaşığı Soya Sos

 

2 adet Yumurta

 

Noodle

 

Tuz, karabiber

 

 

ADIMLAR:

 

1-Yeşil soğan, zencefil ve sarımsağı susam yağında kavurun.

 

2-Et suy, tavuk suyu, tabasco, balık sos ve soya sosunu ekleyin. Kaynadıktan sonra minimum 15 dakika kısık ateşte pişirin. (Ne kadar uzun pişirirseniz, lezzeti o kadar daha güzel olur)

 

3-Yumurtaları hazırladığınız suyun içine kırarak 4 dakika pişirin ve kenara alın.

 

4-Noodleları da aynı suda pişirin.

 

5-Bir kaseye, noodle, su ve yumurta koyun. Bol taze soğanla servis edin.  Afiyet olsun!

 

Rameni boşver, bana şöyle güzel noodle yiyebileceğim bir yer tavsiye et derseniz; Shangri-La otelin içindeki Shang Palace’a gitmenizi tavsiye ederim. Shang Palace, şık bir Çin Restoranı. Nefis yemekleri ve özenli servisi ile, İstanbul’un en iyilerinden. Çin mantısı, deniz mahsüllü el açması noodle ve Pekin ördeği benim favorim oldu. Denerseniz yorumlarınızı beklerim!

 

 

Haftaya görüşmek üzere!

Yazının devamı...
Bambaşka bir dünya!
25 Kasım 2016

Havasını koklamak lazım.

Geçen hafta Hintli bir arkadaşımın düğünü için Mumbai’deydim. Mumbai, dünyanın en kalabalık ve en renkli şehirlerinden biri. Hindistan’ın, İstanbul’u. Bollywood'un ev sahibi. Eğlence, kültür, sanat ve finansın kalbi. Sisli, nemli ve çok kirli, ama aynı zamanda da çok etkileyici.



İstanbul trafiği cennet!

 “Nedir bu İstanbul’un trafiği!” diyenler, bir de Mumbai’yi görsün isterim. Bir kere şerit kavramı yok, arabalar alt alta üst üste gitmeye çalışıyor. Korna desen, işin olmazsa olmazı. Herkes mütemadiyen korna çalıyor, insan neye uğradığını şaşırıyor.

 İşte böyle başlıyor Mumbai yolculuğumuz; şehri anlamaya çalışarak, korna seslerinin içinde şaşkın şaşkın çıkıyoruz yola.



Kaotik bir Kapalı Çarşı

 Mumbai turumuza Crawford Market’ta başlıyoruz. Burası bizim Kapalı Çarşı gibi, ancak çok daha kalabalık ve kaotik bir versiyonu. Crawford pazarında, sebzeden meyveye, kıyafetten mücevhere aklınıza ne gelirse, herşey var. Tabi, burada benim gözüm hemen sokak yemeklerine takılıyor, ancak Hinti arkadaşım kesinlikle izin vermiyor. “Bana birşey olmaz!” diyorum ancak bir önceki Yeni Delhi seyahatimde zehirlendiğimi hatırlayıp, sokak yemeklerinden sessizce uzaklaşıyorum. Tabi kuru meyve ve baharatları stokluyorum, o ayrı.




Trishna



Crawford Market’tan sonra, Trishna adında bir restorana gidiyoruz. Hindistan deyince aklıma dhal (mercimek) geliyor, paneer (soslu peynir) geliyor,  idli (ufak pankek) geliyor ve naan (pita ekmeği) geliyor. Bundan dolayı arkadaşım Trishna’nın deniz mahsülleri restoranı olduğunu söyleyince biraz bozuluyorum. Ta ki, masamıza ızgarada pişmiş kocaman jumbo karidesler, bol sarımsaklı tereyağında yüzen yengeçler gelene kadar. Hayatımda yediğim en lezzetli deniz mahsüllerini yiyor, ve kalbimi Trishna’da bırakarak, restorandan ayrılıyorum. Sırf burada yemek yemek için bile Mumbai’ye uçulur, o kadar iyi!



Biraz da alışveriş

Bu gittiğim üçüncü Hint düğünü, ondan artık bu sefer düğünde geleneksel Hint kıyafeti olan “sari” giymek istiyorum. Hindistan’ın en meşhur tasarımcılarından Sabyasachi’nin mağazasına gidiyoruz. Ancak, Sabyasachi bir mağazadan çok, tapınağı andırıyor. Yerlerde geleneksel halılar, duvarlarda muazzam tablolar… Fısıldayarak konuşan, varlığıyla yokluğu belirsiz mağaza görevlileri… Alışverişi bırakıp, bütün gün bir köşede oturup, etrafı seyretmek istiyorum. Bu sırada önüme çeşit çeşit sariler geliyor. Etrafımda işli kumaşlar dört dönüyor. En sonunda kum rengi nefis bir sari içinde kendimi prenses gibi hissediyorum, ancak uçuk fiyatını öğrenince “Ben biraz düşüneyim” deyip, mağaza çalışanları gibi sessizce ortamdan uzaklaşıyorum. Gelir düzeyi arasındaki büyük uçurum, beni bir kere daha şok ediyor.

40 gün 40 gece

Ve sıra geliyor düğüne... Türkler olarak düğün-derneğe çok önem veririz. Aileler seferber olur, “aman çocuğumun istediği gibi olsun!”, “aman eksik kalmayalım!” der, düğün konusunda elimizden geleni ardına koymayız.

Siz bir de Hint düğünlerini görün! Minimum 1 hafta boyunca, farklı mekanlarda partiler, yemekler, etkinlikler derken bitmek bilmeyen bir Bollywood filminin içinde buluyorsunuz kendinizi. Yüzyıllardır devam eden gelenekler ve ritüeller olabilecek en masalsı şekilde hayat buluyor. Kınalar, danslar, çiçekler, balonlar, mücevherler! Her yerden gösteriş ve şaşaa akıyor.

Hint düğünü "anlatılmaz yaşanır" diyor, ve sizi youtube kanalımda yayınladığım Mumbai video’sunu seyretmeye davet ediyorum. Tabi yorumlarınızı da bekliyorum.



Nefis bir Hint yemeği

Yazıyı bitirmeden bir Hint tarifi paylaşmadan olmaz. Körili Kuzu Eti, hem çok farklı ve hem de çok lezzetli. Yanına da sade bir basmati pilavı yaptınız mı, evinizde Hint havası estirmeniz garanti!

 Malzemeler:

 750 gram Kuzu Eti
 1 adet Soğan
 1 yemek kaşığı Taze Zencefil
 2 diş Sarımsak
 2 adet Defne Yaprağı
 2 adet Kakule
 1 çubuk Tarçın
 2 adet Karanfil
 1 çay kaşığı Zerdeçal
 1 çay kaşığı Kişniş
 1 çay kaşığı Garam Masala
 1/3 bardak Domates Püresi
 1/3 bardak Süzme Yoğurt
 2 yemek kaşığı Su
 Taze Kişniş
 Sıvıyağ
 Tuz/ Karabiber

 Adımlar:

 1- Eti kızgın yağda mühürleyin.
 2- Yemeklik doğranmış soğan, zencefil ve sarımsağı da ekleyip, kavurmaya devam edin.
 3- Baharatları, domates püresini ve 2 yemek kaşığı suyu ilave edin ve 15 dakika pişirin.
 4- Yemeğin suyundan biraz yoğurda ekleyin, ısısını yükseltin ve yoğurdu da etlere ilave edin.
 5- Kısık ateşte, yarım saat pişirin.
 6- Taze kişniş ile servis edin. Afiyet olsun!

 Yarın yine beklerim!

Yazının devamı...
Neden 30 yaşından önce EVLENMEMELİYİZ?
19 Kasım 2016

 

Eşim benden daha akıllı, o 34 yaşındaydı. Aslında tam ideal yaşta evlenen oydu.


Şuan, sadece 4 sene sonra bakınca görüyorum ki, 20'li yaşlar evlenmek için çok erken!

 

Neden mi?

 

İlk önce şunu netleştirelim; 25 yaşında neyseniz 30 yaşında da öylesiniz. Enerjiniz, karakteriniz, fikirleriniz, davranışlarınız neredeyse aynı. Yani 30 yaşına gelince birdenbire çok olgun, çok bilgili ve çok oturaklı bir yetişkene dönüşmüyorsunuz. 

 

Yaşlanmıyorsunuz, hala çok gençsiniz! 

 

Sadece, 20'lerinizin biraz daha derli toplusu, biraz daha güzel giyinen bir versiyonu oluyorsunuz. En azından benim kendimde ve çevremde gördüğüm bu.

 

Ancak, 30 yaşında büyük olasılıkla, işinizi gücünüzü oturtmuş oluyorsunuz. Ekonomik özgürlüğü olan, ayakları yere basan bir birey haline geliyorsunuz. Sonra 20'lerde hissettiğiniz kendine güvensizlikler, acımasız özeleştiriler yakanızı bırakıyor. Kendinizi olduğu gibi kabullenmeyi ve sevmeyi öğreniyorsunuz. Hem fiziksel, hem de karakter olarak. Kemerli burnunuz ya da patavatsızlığınız 20'lerinizde sizi deli ederken, 30 yaşına gelince hafif hoşunuza bile gitmeye başlıyor.

 

Dahası, artık hayattan ne isteyip, istemediğinizi biliyorsunuz. Neyin sizi mutlu edip, neyin etmediğinin farkındasınız. Deneme - yanılmalar yok! "Hayır" kelimesini çok daha rahat sarfetmeye başlıyorsunuz. 

 

Bunları 20'lerinde yapanlar yok mu? Tabi ki var. Hayat şartlarından dolayı çok erken yaşta olgunlaşmak zorunda kalanlar var. Ya da yine hayat şartlarından dolayı çok daha geç olgunlaşanlar da var. 

Ancak genelleme yapmak gerekirse, hayatta ne yapmak istediğimizi bulmamız, kendimizi tanımamız aşağı yukarı 30 senemizi alıyor. Eğer siz bu adıma daha erken ulaşabilen şanslı insanlardansanız, ne mutlu size! 

 

Konu evlilik olduğu zaman aslında işin kilit noktası "kendini tanımak". Tek kuralı da kadın/erkek farketmeksizin kendini tanımadan önce, evliliğe atlamamak.

 

Ülkenin gündemi belli. 2016 yılında yukarı yazdıklarımı tartışmak yerine, hala çocuk yaşta evliliği tartışıyoruz. Maalesef, yüzyıldır bir arpa boyu ilerleyemedik. Ancak, susmayarak, itiraz ederek, tersini söyleyerek bir şeyler yapabiliriz. Birlikte güçlüyüz! 


Haftaya görüşmek üzere.

Yazının devamı...