(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Uğur Gürses" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Uğur Gürses" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Uğur Gürses

Uğur Gürses

Merkez Bankası zamana oynuyor
20 Aralık 2016

Malum, iktisatta ‘imkansız üçlü’, sermaye hareketleri serbestken ya faizin ya da kurun kontrol edilebileceğini söyler. Merkez Bankası da, kurdan rahatsız olsa da tercihini faizi sabit tutmakta kullanmış oldu.

 

Merkez Bankası sabit tutarken ne dedi?

 

Geçen ay ekonomide toplam talepteki yavaşlamanın enflasyondaki düşüşü desteklediğini söylerken, bu ay açıyı biraz değiştirmiş; düşüş bir tarafa, yavaşlamanın enflasyona kurdan gelen yukarı yönlü etkiyi sınırladığı düşüncesinde. Açıklamada, “Yakın dönemde küresel belirsizliklerdeki artışa bağlı olarak yaşanan döviz kuru hareketleri ve petrol fiyatlarındaki yükseliş enflasyon görünümüne dair yukarı yönlü risk oluşturmaktadır. Öte yandan toplam talep gelişmeleri bu etkileri sınırlamaktadır” deniliyor. Bunun özeti şu; enflasyona kur yükselişinden gelen baskı var, ama ekonomik yavaşlamanın etkisi bunu sınırlıyor.

 

Bu açıyla, Merkez Bankası ‘bekleyelim görelim’ diyor; “Kurul, bu faktörlerin net etkilerinin daha sağlıklı değerlendirilebilmesi açısından, gelişmelerin yakından takip edilmesinin faydalı olacağını ifade etmiştir.”

 

Ekonomik durgunluk üçüncü çeyrek verileri ile tescillendi; ama bir taraftan da kur artışının getireceği enflasyon artışı söz konusu. Türkiye ‘stagflasyonun’ eşiğinde. Durgunluk içinde hasılatı düşen ve yüksek döviz borçlusu şirketler kesimine, bankanın para politikası tercihi “kırk katır mı, kırk satır mı?” eşiğinde. Tavil getirilerine bakılırsa faizleri en az 2-3 puan artırması gerekiyor. Bankanın dünkü açıklamasında “iktisadi faaliyetin yılın üçüncü çeyreğinde ivme kaybettikten sonra dördüncü çeyrekte kısmi bir toparlanma sergilediğine işaret etmektedir” denilse de “büyüme mi, enflasyon mu?” sorusunda; büyümeyi tercih ettiği açık.

 

Bunda da en önemli etken olasılıkla, dolar kurundaki artışın 3.50’ye yakın bir çizgide yavaşlamış olması. Merkez Bankası’nın Kasım ayındaki toplantısından bu yana kur artışı yüzde 2.5 gibi oranda gerçekleşti. Bu, olasılıkla Ankara’da, ‘kur artışı yavaşlıyor, faize ellemeyelim’ düşüncesini egemen kılmış olabilir.

 

Bu tabloda da kamu bankaların önemli bir rolleri yok değil. Döviz piyasasında ‘Merkez Bankası’na yardımcı’ rolleri belirgin biçimde gözleniyor. Son dönemde gün içinde olduğu gibi, olağanüstü hallerde de kamu bankaları ‘örtülü bir rol’ üstlenmiş görünüyor.  Örneğin, Rus büyükelçinin Ankara’da suikasta uğradığı andan günün geç saatlerine kadar, kimi kamu bankalarının ani yükselen döviz kurunu sakinleştirmek için  ‘en iyi satıcı’ fiyatıyla döviz piyasasında kotasyon girmesi anlamlı. Bilmiyoruz; bu durum politik bir araç seti içinde mi yer alıyor, yoksa ‘görev üstlenme’ mi? Ancak bunun sürdürülebilir olmadığı açık.

 

Merkez Bankası dün “duruma bakıyorum” diye idareci bir duruş sergilese de; bu da sürdürülebilir değil. Önünde sonunda piyasa ile olan faiz farkını kapatmak zorunda kalacak. Geç kaldıkça bu farkın büyüyeceğini de hesaba katmak gerekiyor.

 

Merkez Bankası geçen ay haftalık repo faizini yarım puan, gecelik borç verme faizini de çeyrek puan artırmıştı. Geçen ay bu kararı aldığı haftaya 5.5 milyar dolarlık rezerv kaybı ile girmişti. Dün karar alırken de önceki aya göre bir 4.2 milyar dolarlık rezerv kaybı daha vardı. Kabaca 40 günde 11 milyar dolarlık toplam altın ve döviz rezervi kaybı sonrasında faize dokunmadan ‘pas geçmek’ fazlasıyla cesur bir karar.

 

Tüm bunlar, ‘iyi günlerde’ faizleri daha da gevşetmek yerine görece daha sıkı durarak enflasyonu düşürme fırsatını kaçıran bir merkez bankasının karşılaştığı zor bir açmaz. Yükselen enflasyona ekonomik durgunluğun eşlik etmesi halinde ‘kapana kısılan’ bir merkez bankası tablosu.

Yazının devamı...
Bireysel emeklilikte portföy müdahalesi
16 Aralık 2016

 Otomatik katılım sisteminin yılbaşından itibaren uygulamaya geçmesi ile buradan gelecek ilave fonların nereye gideceği, kimin yöneteceğine dair ‘projeler’ havada uçuşmaya başlamıştı.

 

‘İşleyen saati’ kurcalama ve bozma potansiyeli olan en yeni hikaye şu; Ankara’daki bürokrat ve siyasetçiler yeni bir ‘buluş’ icat etmişler. O da, bireysel emeklilik şirketlerinde toplanacak fonların kimler tarafından yönetileceğine dair bir kısıtlama ve zorunluluk fikri bu.

 

Perşembe günü “Bireysel Emeklilik Sistemi, Otomatik Katılım Uygulama Esasları” Hazine tarafından yayımlandı. Yayımlanan uygulama esaslarına göre; otomatik katılım sisteminde Temmuz 2017, mevcut bireysel emeklilik sisteminde de Ocak 2018’den başlamak üzere; emeklilik şirketleri, topladıkları fonların yüzde 30’undan fazlasını tek bir portföy yönetim şirketinde yönettiremeyecek.

 

Bu, özellikle mevcutlar için fiilen, ‘elinizdeki fonları en az 4 portföy yönetim şirketine dağıtın’ emri demek.

 

Daha önce yazmıştım; önce otomatik katılım fonlarında merkezi fon kurup, bunu da kamu emeklilik ve portföy şirketlerine yönettirme fikri vardı. Bundan vazgeçilmiş. Ama, siyasete girdiği yıl, ‘Türkiye’de her çıkan yasa veya karar rekabetçiliğe aykırı mı diye gözden geçirilmeli’ önerisini getiren Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, bu kararın altına imza atıvermiş.

 

Gönüllü olarak parasını bir emeklilik şirketine emanet eden ve onun tercih ettiği portföy yönetim şirketinin fonlarını yönetmesini arzu eden tasarrufçulara devletin müdahalesi ile ‘çalışan saat’ kurcalanıyor.

 

Devletin, emeklilik sisteminin altyapısını hazırlayıp rekabetçi bir piyasaya yol vermesi yerine, durmadan bu akıştaki rekabete set çeken, müdahaleci adımlarla ‘zorunlu rekabetçiliği’ dayatan adımlar atması, bireysel emeklilik sistemine olan güveni baştan karmaşık hale getirir ve sarsar.

 

Malum, Bakan Şimşek aylar önce, emeklilik şirketlerinin topladığı fonlara sağlanan getirileri düşük bulduğunu açıklamıştı. Şimdi emeklilik şirketleri, bu fonları en az 4’e bölmek zorunda kalacak ve 4 ayrı portföy yönetim şirketine verecek yönetmeleri için. Devlet zoruyla rekabetin işlediği görülmüş mü? Ama şurası kesin; bu düzenlemeden sonra emeklilik fonlarının getirileri Mehmet Şimşek’ten sorulacak.

 

Oysa emeklilik şirketlerine denilse idi; katılımcılar, risk-getiri seçimi yaptıkları gibi, kendi fonlarını yönetecek portföy yönetim şirketini de tercih edebilsinler, seçenek sunulsun; bu, rekabetçiliğe yol vermek olurdu. Şimdi kamu zoruyla, katılımcıların da arzusu hilafına metazori dağıtılmak zorunda.

 

Bugüne kadar kurumsallaşmış, insan kaynağına ve alt yapısına yatırım yapmış, sermaye koymuş portföy yönetim şirketlerine bir gecede deniliyor ki; bu yaptığınız işler anlamsız, devlet eliyle elinizdeki pastayı dağıtıyoruz.

 

Ayrıca, bu kamusal düzenleme ile kendilerine fon gelecek olan portföy yönetim şirketlerinin neden fazla getiri çabası olsun ki? Daha fazlası; ellerinde büyük fonları olan portföy yönetim şirketlerini büyük bir karmaşanın içine atmak demek bu.

 

Uygulama ile getirilen bir başka önemli karar da, otomatik katılımla gelecek fonların yatırılacağı alanlarla ilgili ‘devlet kuralları’ olması. Dünyanın başarılı emeklilik sistemlerinde ‘portföy tahsisine’ devlet karar vermiyor, ilkeleri belirliyor.

 

Ama önceki gün yayımlanan uygulama esasları diyor ki; ilk bir yıl ‘başlangıç fonunda’ tutulacak paralar. Bu süre içinde de en az yüzde 60’ı mevduatta tutulacak. En az yüzde 20’si en fazla 6 aylık tahvillerde tutulacak.

 

Bir yılını dolduran ‘başlangıç fonu’, katılımı tarafından herhangi bir risk-getiri tercihi yapılmamışsa ‘standart fona’ aktarılacak. Burada da, zorunluluklar var; katılımcının parasının en az yüzde 50’si Hazine bono, tahvil ve gelir ortaklığı senetlerinde, en az yüzde 10’u varlık fonu, girişim sermayesi, gayrimenkul yatırım fonlarına yatırılmak zorunda. Bir de üst sınır var; en yüksek yüzde 30 ters repo, yüzde 40 mevduat sınırı konulmuş.

 

Hazine bu zorunluluk içeren yatırım oranları ile tasarıma kafa yoracağına, bir yıllık sürede katılımcının portföy tercihinin alınarak uygun yatırıma yönlendirilmesini neden zorunlu kılmamış?

 

Devlet mealen şunu söylüyor; ‘otomatik katılımla bireysel emeklilik fonuna girmiş ve 1 yıl kalmış olan yurttaşlar, hala bir portföy tercihi yapmamışsa parasını ben alır kullanırım, altyapı ve projelerde kullanırım; özel kesime bırakmam’.

 

Ayrıca bu asgari oranların ‘bir gecede’ yükseltilmesi mümkün. Bu da, ‘düzenleme riski’ denilen unsuru gündemde tutuyor. Bu tür ‘metazori’ ve bir gecede yapılan düzenlemelerle finans merkezi falan olmaz bizden.

Yazının devamı...
Fed de Donald Trump rüzgârını ciddiye alıyor
14 Aralık 2016

Fed’in çeyrek puanlık faiz artışından öte, asıl ‘tüneldeki ışığı’ öne çıktı; bu da gelecekteki potansiyel faiz adımları idi. Bugünkü görünümde Fed, 2017’de 0.25’lik en az 3 faiz artışı yapacak görünüyor.

 

17 kişiden oluşan Fed başkan ve Açık Piyasa Komitesi üyelerinin 2017 faiz tahminlerinin özeti şöyle: 4 üye 0.50’lik artış, 6 üye 0.75 puanlık artış, 5 üye ise 0.75 puanı aşan faiz artışı öngörüyor. Bu da, 2017 yılsonuna Fed faizinin en düşük yüzde 1.50’ye gelmesi demek. Fed’in ekonomik tahminleri de, bu potansiyel faiz görünümünü destekleyen biçimde oldukça güçlü görünüyor; neredeyse tam istihdam seviyesinde. Öyle ise faiz artışları güçlü gelebilir.

 

2017’ye dair faiz artış görünümünün bu biçimde değişmesi, ABD’deki yüksek getirili tahvil piyasasına kötü haber demek. Aynı zamanda, bizim gibi gelişen ülkelere de. Çünkü bu tablo, ABD 10 yıllık devlet tahvili faizlerinin yüzde 3’ün üzerine doğru hareket etmesine dair beklentileri güçlendirdi.

 

Öyle görünüyor ki; Fed, Trump’ın potansiyel ekonomi politikasına bağlı hemen bir kalibrasyon ayarı yapmaktan çok, piyasanın bu politikalara dair hızlı değişen beklentilerine tepki veriyor. Nitekim Yellen de, Fed üyelerinin tamamının olmasa da bazı üyelerinin maliye politikasında Trump sonrası olası değişikliği hesaba kattığını söylüyor. Öyle ya da böyle, Fed piyasalara ‘aba altından sopayı’ göstermiş oldu; hızlanabiliriz.

 

ABD’de 10 yıllık faizler temmuz ayında yüzde 1.5 iken, şimdi yüzde 2.5’ta. Bu tablo ileriye dönük yükselişi de güçlendirdi. Yüzde 3-3.5’luk bir patikaya hareketlenmesi, Türkiye’de de faizlere en azından aynı oranda yukarı yönlü baskı getirecek. Portföy yatırımlarından oluşan sermaye akımlarında da tersine akışı. Eşlik eden ekonomik durgunlukta bu, eldeki yatırım sınıfı kredi notuna tehdit demek.

 

Yazının devamı...
İstatistiklerde soru yaratan güncelleme
13 Aralık 2016

Oysa 2007’de yapılan güncellemede böyle olmamıştı. Eldeki fotoğraf şu: İnşaata yapılan ‘enjeksiyonla’ milli gelir artışı yaptık. Tüm göstergelerimiz bir gecede düzeldi; tasarrufların, cari açığın, bütçe açığının milli gelire oranı iyileşti. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) milli gelir hesaplama yöntemini ve verileri güncelledi. Sonuçta 2015 sonu itibariyle milli gelirimiz yüzde 19.7 artmış oldu. Dolar bazında da 139 milyar dolarlık bir artışla 718 milyar dolardan 857 milyar dolara çıkıverdik.

 

1998 bazlı milli gelir hesabından, 2009 bazlı hesaplara geçildiği duyuruldu. Yıllarca istatistik kitaplarında okutulacak vahim bir hata yapıldı; küresel ekonomide olması da bir tarafa, ama kendi ekonomisinde yüzde 5’e yakın küçülmenin olduğu bir yılı baz yıl olarak almış TÜİK. “Kız alıp verecek” kadar yakın ilişkide olduğu, kendi istatistiklerini üretirken tüm kılavuzlarını izlediği Avrupa İstatistik Kurumu Eurostat her gün bangır bangır 2010 bazlı veri yayımlarken hiç mi farkına varmamış?

 

Yapılan güncellemelerde de “acaba?” dedirten unsurlar var.

 

Milli geliri 2015’te yüzde 20 zıplatan güncellemelerde, ‘buna ne sebep oldu?’ diye bakınca, üretim bazlı olarak bunun neredeyse üçte birinin inşaattan geldiği görülüyor: 2015 milli gelirine, eski verilerle milli gelirin yüzde 4.4’ünü oluşturan inşaat sektöründen, güncellenen üretim verisi olarak 104.7 milyar TL ilave edilmiş. İkinci ve üçüncü büyük ilave imalat sanayi ve ticaretten.

 

Yapılan güncellemede, ana üretim kalemlerinin milli gelir payları kabaca 2 puana kadar değişirken, inşaatın payı 3.8 puan artarak yüzde 4.4’tem yüzde 8.2’ye çıkmış. İlginç bir tesadüfle ulaştırma ve depolama sektörünün payı 3.8 puanlık düşüşle yüzde 11.7’den yüzde 7.9’a inmiş.

 

Harcamalar bazında ise güncellemeden gelen ilave ‘gelirin’ yüzde 77’si yatırımlardaki güncellemeden geliyor. Malum bunun içinde de inşaat harcamaları yer alıyor. Hane halkı tüketimi yüzde 5’e yakın, yatırımlar da yüzde 74 yukarı yönlü güncellenince, düşük tasarruf sorunumuzu da çözmüş olduk. Meğerse hem yüksek tasarrufumuz, hem de yüksek yatırımlarımız varmış.

 

Ancak Cuma günü ilan edilen yeni bazı kalemlerin, örneğin ‘AR-GE’ ve ‘Silah Sistemleri’ harcamalarının de yatırımlar içinde yer aldığı açık. İşte güncelleme felaketinin ikinci noktası da burası: Cuma günü bu kalemlerden bahsediliyor, ama Pazartesi bunu ayrıntısı gösterilmiyor.

 

Sonuçta elimizde kalan, bildiğimiz şu: TÜİK, milli gelirde yüzde 20’lik artış getiren bir güncelleme yaptı ve bunun üçte biri inşaattan geldi. Böylece inşaat sektörü üretimi, imalat ve ticaret sektörlerinden sonra üçüncü sıraya oturdu.

 

Bu güncellemelerle tuhaf bir ekonomik büyüme tablosuna da kavuşmuş olduk; örneğin, son üç yıllık dönemde (2013-2015) ekonominin her yıl ortalama yüzde 6.5 büyümüş olduğunu söylüyor bize TÜİK. Oysa eski serilerde son üç yıllık ortalama yüzde 3.7’yi gösteriyordu. Özetle son üç yılda, ilk ilan edilene göre iki kat daha yüksek bir büyüme gösterdiğimizi ilan ediyor bu hesaplama.

 

Bu sayılarda en çarpıcısı, 2013’teki büyüme oranının yüzde 4.2’den yüzde 8.5’e güncellenmesi. Öyle ki yüzde 8.5 büyümenin olduğu bir yılda mevsimsel etkilerden arındırılmış işsizliğin yüzde 8.8’den yüzde 9.1’e çıkmış olması ilginç değil mi?

 

TÜİK Pazartesi günü ilan ettiği verilerle, özetle ‘inşaatın payını artırıp, geçmişe güncelledim, milli geliri 139 milyar dolar artırdım, hayırlı olsun’ demiş oldu. Ne başka geçmiş çeyreklik veriler, ne güncelleme ile kapsama alınan kalemlerdeki seyir; yoktu. “Yaptım, oldu” diyerek ortadan kayboldu. Bunu da; 2012 itibariyle oluşan yüzde 10.79’luk farkın 7.97’si “ölçüm sorunlarından” kaynaklandığını anlatarak yaptı. İyi de neyin yanlış olduğunu bilmiyoruz.

 

Bu tablo, ekonomi gibi bir alanda bağımsız kurumların ne kadar önemli olduğunu söylüyor.

 

 

Yazının devamı...
Nedenlere değil sonuçlara tedavi
9 Aralık 2016

İşin doğrusu ‘dağ fare doğurdu’; ekonomi çevrelerinde ‘soruna adresleyen’ bir adım olarak görülmedi açıklanan maddeler.

 

İster bu karar, ister kamu kuruluşlarının varlıklarını TL’de ve kamu bankalarında tutması kararı tek bir sonuca götürüyor; nedene yönelik değil sonuca yönelik önlemler. Hastalığa değil, semptoma yönelik adımlar, ana sorunu çözmüyor.

 

En ‘etli-butlu’ görünen 250 milyar TL’lik kredi garantisi, çoktan “KOBİ’lere kredi akacak” diye anlatılmaya başlandı bile. Oysa bu mekanizmayla sağlanmaya çalışılan, mali derecelemesi uygun ama teminat açığı olan şirketlere sınırlı bir kredi kefaleti.

 

Kredi Garanti Fonu’na (KGF) verilen Hazine garantisinin limitinin 250 milyar TL olarak duyuruldu. KGF ile ilgili Başbakan’ın açıkladığı diğer ayrıntılar zaten Bakanlar Kurulu Kararı olarak 22 Kasım tarihli Resmi Gazete’de çoktan yayınlanmıştı.

 

KGF ile özellikle yeterli teminatı olamayan küçük ve orta ölçekli işletmelerin (KOBİ) ihtiyaçları olan ilave kredilere erişmeleri için geliştirilmiş bir kefalet sistemi. Buna Hazine de dahil oldu. Örneğin herhangi bir KOBİ, KGF aracılığı ile Hazine kefaletine sahip olarak bankalardan kredi alabiliyor; eğer kredi geri ödenmezse Hazine alınan kredinin yüzde 85’ine kadar tazmin ediyor. İhracatçı ise tamamı.

 

KGF içinde de, eskiden kredi onay komiteleri ile verilen garantinin, kredi derecelemesi ile daha hızlı bir sürece kavuştuğu vurgulansa da mali durum en belirleyici unsur. ‘Her ihtiyacı olan kolayca alacak’ sonucu çıkmıyor.

 

KGF web sitesindeki bilgilere göre; kredi garantisi verilen miktar 2015 sonunda 2.4 milyar TL iken, ekimde 4.6 milyar TL’ye ulaşmış. Bu yüzden, limiti 250 milyar TL’ye getirme ilanının, sadece dikkat çekmekten başka bir etkisi yok.

 

OLUK OLUK AKMAZ

 

Çünkü bankacılık sisteminin toplam kredi hacmi 1.6 trilyon TL; bunun 1.2 trilyonu ticari kredilerden oluşuyor. Bunun da kabaca 410 milyar TL’si KOBİ’lere kullandırılan krediler. Henüz kasım ayında yayımlanan Bakanlar Kurulu kararında limitin 20 milyar TL olacağı henüz yeni yayımlanmışken, bu önceki gün 250 milyar olarak ilan edildi. Bu bir kefalet; sanılmasın ki hemen kredi olup KOBİ’lere verilecek.

 

Birincisi, krediyi yine bankalar verecek. Yani yüzde 85’ine teminat bulunmuş bir kredi işlemi olarak süreç başlayacak. Yoksa kredi konusunda ister alanın, isterse veren bankanın kısıtları ve değerlendirme kriterleri değişmez. Buradan oluk oluk kredi akmaz. Diyelim ki; KGF kanalından verilen garantilerin seviyesi birkaç ayda hızla 10 milyar TL’ye çıktı; kefalet hazır olsa da, bunu verecek olan nihayetinde bankalar. O hızla kaynaklarının artmayacağı da malum.

 

İkincisi, mevcut bilançoları çerçevesinde, bankalara Hazine kefaletli kredi penceresinden gelecek yan ‘faydalar’ da var. Genel kredilerde batık oranı yüzde 3’lerde iken, KOBİ’lerde batık oranı yüzde 5 civarında. Bankaların vadesi yaklaşan ama henüz temerrüde girmemiş, geri ödeme kapasitesi azalan ve de dereceleme ile kredi koşullarına uygun KOBİ’leri bu kanala yönlendirebilirler. Hem şirketler kefaletli yeni krediyle ‘yüzdürülmüş’ olur, hem de bankalar kendi bilançolarında olası bozulma ve ilave karşılık ayırma riskinden uzaklaşmak için bu kredilere ‘takla attırırlar”. Bir nevi ‘bilanço temizliği’. Bu ne kadar yaygın olur? Fazla değil.

 

Özeti şu; ekonomide iki büyük sorun var. Biri ekonomik durgunluk; iç talep geriliyor, şirketlerin satışları düşüyor, borçlarını çevirmek için gereken hasılatı elde edemiyorlar. Ya yeni kredi ile döndürecekler, ya da sermaye koyacaklar.

 

Buna uygun koşullar da yok. OHAL koşulları ve siyasal kriz kur üzerine baskı yapıyor; Türkiye’ye giren sermaye bir tarafa sıcak para çıkışı var.

 

Bu ekonomik durgunluk ve kur baskısı bir tarafta iken, üstüne üstlük ülkeyi yönetenler bunu “dış mihrakların operasyon yaptığı” biçiminde dillendiriyor. Bu da ileriye dönük bekleyişleri daha da bozuyor.

 

İşte bu tabloda KOBİ’lere kredi garanti fonu desteği, bu ağır koşullara ‘aspirinle’ semptom tedavisi gibi kalıyor.

 

 

Yazının devamı...
Pastayı büyütecek PISA’da ağır seyir
6 Aralık 2016

İşte bu ‘altyapıyı’ da aynı ‘cetvelle’ ölçen 70 ülkenin 15 yaşındaki çocuklarının bilim, matematik ve okuma bilgisini ölçen test, her üç yılda bir yapılan OECD bünyesindeki PISA testi.

 

İşte dün yayımlanan ve her dakika ‘ne yapabiliriz?’ diye sorgulanacak, akıldan çıkarılmayacak bir belge olarak; 500 sayfalık PISA raporunun ilk kopyalanacağı yer sadece Milli Eğitim Bakanı’nın değil, ekonomi bakanlarının da tableti olmalı.

 

PISA 2015 sonuçları pek de iç açıcı değil; OECD’de sondan ikinci sıradalar.

 

2015 sonuçlarına göre, öğrencilerimizin ortalama puanları 2012’ye göre çok düşmüş: Bilimde 38, okumada 47, matematikte ise 28 puan düşmüş.

 

2015’te bilim ve matematikte 2006 seviyesine, okumada ise 2006 puanının da altına düşmüş durumdayız. Ancak bu,  yıllar içinde 15 yaşındaki çocukları kapsama indeksinin 2003’te yüzde 36’dan 2015’te yüzde 70’e gelmesinden kaynaklanıyor. Yani durum öncekine göre kötüleşmekten çok; yoksul ve dezavantajlı çocuklar testin kapsama alanına girdikçe alınan genel ortalama puan düşmüş.

 

Ancak kapsam genişledikçe, her ne kadar üç yıllık eğilimler ölçülen iyileşmeler sağlansa da; uluslararası basamaktaki yerimizin görüntüsü hala kötü. Eğitim politikasını bir ‘torna tezgahı’ olarak görmeyi terk etmek gerekiyor.

 

Bilim, matematik ve okuma konularının en az birinde üst dilimler olan 5 ve 6’ncı dilime giren öğrencilerin oranı Türkiye’de sadece yüzde 1.6 olmuş. En düşük iki dilime girenlerin oranı ise yüzde 31.2. Oysa 35 ülkeli OECD ortalamasında sırasıyla yüzde 15.3 ve yüzde 13.

 

Bilimde, başarılı en üst dilime giren öğrencinin oranı dramatik; en başarılı 5 öğrenci Singapur’da 100 kişi içinden çıkarken, Türkiye’de 100 bin kişiden çıkıyor.

 

Bilim de nedir?

 

Ayrıntılar toplumsal bir haritanın izdüşümünü de veriyor. Üç alanda en kötü yerimiz bilimde. Çocuklarımızın bilimsel bilginin kökeni ve doğaya dair inançlarının ölçümünden çıkan sonuç çok fena. Bilimsel araştırma yöntemlerine destek ölçülüp, ‘epistemolojik inanç’ indeksi yapılarak farklara bakılmış. Buna göre; OECD ortalaması 33 iken, Türkiye’nin farkı 18 çıkıyor. Bu skor ile Türkiye 70 ülke içinde 64’üncü sırada. Henüz yaşamı bile yeni tanıyan, büyük bir bölümü formel eğitimle günü geçiren 15 yaşındaki çocuklar, bilimsel bilgiye önem atfetmedikleri gibi, bilim öğrenmekten zevk alma indeksinde de 70 ülke içinde 65. sıraya yerleşmişler. Ama diğer taraftan, ileride bilimle bağlantılı bir kariyer beklentisi olanların oranı ise yüzde 30’a yakın.

 

Başarı şurada; Türkiye 2003-2015 arasında 15 yaş grubunda olup 7. Sınıfa giden çocuk sayısını 375 bin kişi, yani yüzde 52 artırmış.

 

Türkiye’de öğrencinin sosyal ekonomik durumunun bilim başarısını açıklama oranı, yüzde 12’lik OECD ortalamasına yakın; yüzde 9. Sosyoekonomik seviye ile bilimde alınan puanlar arasında doğru orantılı ilişki de raporda yer alıyor. Bu yüzden fırsat eşitliğinin PISA değerlerinde çok büyük etkisi var.

 

Türkiye’de, PISA Sosyal Ekonomik ve Kültürel Endeksi’nde en alt yüzde 20’lik dilimde olanların oranı yüzde 58.6, en üst yüzde 20’de olanların ise yüzde 4.4. Bu en üst ve en alt dilimler arasında PISA bilim puanı farkı 103 puan. Bu, ortalama sosyal statüdeki bir öğrencinin gittiği ‘avantajlı okullar’ ile ‘dezavantajlı okullar’ arasındaki puan farkında da aynı.

 

2006 ile 2015 arasında bilim puanı pek değişmezken fırsat eşitliği açısından yüzde 6’lık bir iyileşme sağlanmış.

 

Bir çarpıcı tablo da göçmen çocuklarının test başarısında; Almanya, Hollanda, İsviçre gibi ülkelerde, Türkiye’den giden ikinci kuşak çocukların puanları, OECD ortalamasının altında olsa da, Türkiye’deki akranlarından çok daha yüksek.

 

Yazının devamı...
Ticarette ulusal paralar çalışır mı?
4 Aralık 2016

Öneriye göre, örneğin Türkiye Rusya’dan gaz ithal ederken bedelini Ruble ile ödeyecek. Rusya da bizden sebze alırken TL ödeyecek. Hayata geçerse; alım yapan, alım yaptığı pazarın parasıyla ödeyecek.

 

Önce duruma bakalım.

 

Türkiye 2015 yılında bu üç ülkeden toplam 51.4 milyar dolarlık ithalat yaparken, 9.7 milyar dolarlık ihracat yapmış. Sonuç hesabında; 41.7 milyar dolarlık net ticaret açığı vermişiz. Yani üç ülkeyle ticarette, net ithalatçıyız.

 

Buradan hareketle, madem net ithalatçıyız ve ödemeleri de karşı ülkenin parasıyla yapacağız; bu açık veri iken, Türkiye’de ithalatçıların her yıl yaklaşık 17 milyar dolar karşılığı Ruble, 22.5 milyar dolarlık Yuan ve 2.5 milyar dolarlık Riyal ihtiyacı olacak.

 

Peki neden bunu istiyoruz? Ankara diyor ki; ‘Doların hükümranlığını kırmak’ için.

 

Bundan sonraki soru ise ‘ne karşılığında’ bu miktarlardaki ulusal paraları bulup satın alacağız ki ödemeyi yapabilelim? Karşılığında TL ödeyerek mi? Yoksa yine dolar ödeyerek mi?

 

İşin tuhaf tarafı da şu; TL uluslararası piyasalarda bu üç ülkenin de parasından daha fazla kabul görüyor, daha fazla ‘konvertible’ durumda.

 

İki paralı kapalı bir modelde bakalım.

 

Peki bu öneri hayata geçerse sonuçta kimin parası daha fazla talep görecek? Net dış ticaret açığı verdiğimiz ülkelerin. Yani Rusya, Çin ve İran’ın parasına talep yaratmış olacağız. İthalatçılarımız ödemelerde ruble, yuan ve riyal kullanacaklar. İthalat siparişi verirken ya da mal teslimatında, ödeme için mal bedelleri kadar bu cinsten paraları bulmaları gerekecek.

 

Rusya örneğinde, ithalatçılarımız TL verip ruble satın alacaklar. Yani her yıl net olarak kabaca 42 milyar TL satarak ruble alacaklar. Tüm koşullar sabit iken, bunun sonucu ne olur? TL’nin değer kaybetmesi, rublenin değer kazanmasıdır. İthalat yaptığımız para değerleniyor olacak. Ama sorun şurada; karşı taraf yani bize yılda 17 milyar dolarlık net ihracat yapan Ruslar, değerlenen kendi paraları ile ihracat yapmak isteyecekler mi? Hayır.

 

Bu örnekten çıkan sonuç; hiçbir ülke kendi parasının değerleneceği bir ticaret ya da ödeme seçeneğini tercih etmez. Ne Rusya, ne Çin ne de İran değerli bir ulusal para istemez.

 

İkinci noktaya da gerçekliğe dönerek bakalım; her ikisi de yüksek oynaklığa ve yüksek piyasa risk grubunda olan iki ülkeden birinin parası ile ticaret yapma fikri çalışmaz. Çünkü kimse, tek başına daha istikrarlı bir döviz (hard currency) yani dolar ya da Euro ile ticaret yapmaktan uzaklaşarak, iki tarafın parasının da daha oynak olduğu çoklu bir kur riskine açık hale gelmek istemeyecektir.

 

Özetle; ikisi de yüksek oynaklığa sahip, likidite koşulları ‘rezerv paralara’ göre daha düşük bir para ile işlem yapmak, fiyatlama yapmak, gelecekteki nakit akışlarını düzenlemek oldukça zordur.

 

Üçüncüsü de, ihracat yapanın bedelini kendi ulusal parası ile kabul etmesi halinde kendi ithalatını kendi parası ile yapabiliyor olup olmadığı da önemlidir. Yani Türkiye’ye karşı dış ticaret fazlası olan Rusya’nın tahsilatı ruble olarak yapması halinde, örneğin kendi ithalatını da ruble ile yapabiliyor olması halinde bunu kabul edebilirdi. Ama durum öyle değil.

 

Ya da henüz tam konvertible bile olmayan yuan için bakalım. Türk ithalatçıların yuan ihtiyacını Çin Merkez Bankası karşılasa bile; ne karşılığında satacak bu yuanları? TL kabul etti diyelim; Çin kendi ithalatını üçüncü ülkelerden TL ile yapabilecek midir? Yanıtı: Zor.

 

Tüm ekonomik ya da siyasal çalkantıda, tuttukları dolar rezervleri hızla eriyen Rusya, Çin ve Türkiye’nin ‘rezerv para’ tercihinden vazgeçmesi ve ticareti kendi ulusal paraları ile yapması yakın gelecekte zor.

 

En basitinden şöyle bakalım; Antalyalı domates ihracatçısı, TL ile fiyatlayarak Rusya’ya ihracat yapmak ister mi?

 

İthalat karşı ülkenin parası ile yapılacak ise ve sonuçta o paraları da dolar ödeyerek bulacaksak bu yol baştan yanlış demektir.

 

Çözüm basit: Basiretli bir para ve ekonomi politikası izleyerek enflasyonu yüzde 2-3’lere çeker orada tutarsanız, TL’nin istikrarını sağlarsanız; önce kendi yurttaşlarınız döviz tutmaktan vazgeçer ve ticaret partnerlerinizin gözünde de paranızın ‘makbul para’ olmasını sağlarsınız. Böylece ‘doların hükümranlığını’ kırmak için başka bir şeye ihtiyacınız kalmaz.

 

 

 

 

Yazının devamı...
Döviz kurunu yükselten ‘dış mihrak’ mı?
2 Aralık 2016

Döviz kurunun hiçbir hükümet ya da Merkez Bankası taahhüdü olmadan günlük olarak dalgalanmaya bıraktığımız ‘dalgalı kur rejimine’ 2001’de geçtik. Döviz kuru 2001 sonrasında hep belli bir dar bant içinde hareket etti. Dolar kurundan örnekle; merkezinde, 1 dolar karşılığı 1.5 TL olan bir çizgide,  2003-2013 arasını geçirdik. Küçük dalgalanmalar oldu, bunların hepsinde Merkez Bankası faizi yukarı çekerek ya da döviz satarak yatıştırdı. Zira hem Türkiye’nin ‘hikayesi’ hem de para akışı devam ediyordu.

 

Türkiye yüksek cari açık vererek borçlanırken, bol sermaye akışı olması döviz kurunu bu ‘ılımlı’ çizgide tutabildi. Ancak bu akış reel kesimde devasa bir döviz borcu oluşturdu. 2013 sonrasında küresel konjonktür değişti; ancak içeride bu tablo ‘okunmamakta’ ısrar edildi, siyasi ve ekonomik kararlar alınırken ‘zemindeki’ zayıflığa bakılmadı.

 

2013 sonrasında neredeyse tüm kur artışlarında, siyasetçiler ‘dış mihraklarla’, ‘Türkiye’nin kolunu bükmek isteyenlerle’ halka açıklamayı tercih ettiler. Hâlâ da bu devam ediyor.

 

Çok doğaldır ki; açık bir ekonomide sermaye akımlarının girişi serbestse ki Türkiye kambiyo rejimi epey serbest bir ülkedir; çıkışı da bir o kadar serbesttir. Ülkeye sabit sermaye yatırımı getirenin kâr payını çıkarması da, mali yatırım için giren paraların yeniden dövize dönerek çıkması da o kadar doğal.

 

Bu paralar, ülkedeki ekonomik, politik ya da jeopolitik nedenlerle çıkmaya karar verdiğinde döviz kurunu da yukarı itiyorlar. Çünkü ülkeye gelirken nasıl TL’ye karşı bozduruyorlarsa çıkarken de satın alıyorlar.

 

Türkiye’nin uluslararası yatırım pozisyonunda yer alan yükümlülüklerin toplamı 610 milyar dolar. Yabancı kişi ve şirketlerin Türkiye’de yaptığı doğrudan yatırımlar, mali yatırımlar, bankalarına verdiği krediler ya da yatırdıkları mevduatlardan oluşuyor bu yükümlülükler.

 

Bu yükümlülüklerin 156 milyar doları portföy yatırımları. Yani hali hazırda Türkiye’nin mali varlıklarına yapılmış yatırımlar bunlar. Oysa 2006’daki stok 84 milyar dolarmış. En yüksek 2014’te 192 milyar dolar erişmiş. 2016’nın Eylül sonu itibariyle 36 milyar dolar azalmış.

 

2006’dan 2014’e 110 milyar dolara yakın ‘sıcak para’ olarak adlandırılan portföy girişi ülkemize akarken, ekonomik büyümeden büyümeye koşuyorduk. Gelirken ülkenin kredi ve ekonomik büyümesine, nihai olarak da siyasi başarıya hizmet eden sermaye girişi, şimdi çıkarken neden ‘hükümetin altını oyuyor’ olsun? ‘Dış mihraktan’ çok; sermayenin hep böyle akacağını düşünen ve önlem almayan siyasi ihmalden bahsedilebilir.

 

Türkiye gibi 800 milyar dolara kadar çıkmış milli geliri olan, 610 milyar dolarlık döviz  yükümlülüğü, 350 milyar dolarlık dış ticaret hacmi olan bir ülkeyiz. Her ay kabaca 11 milyar dolar ihracat, 17 milyar dolarlık ithalat yapan bir ülkede; döviz kuruna tek taraflı bir manipülasyon yapmak kolay değil.

 

Hele yıl 40 milyar dolar cari açık veren, Merkez Bankası’nın rezervlerinin 6 aylık ithalatı karşılayabildiği ya da bir yıl içinde vadesi gelen 164 milyar dolarlık borcun yüzde 70’ni karşılayabildiği ülkede her zaman döviz kuru üzerinde baskı olacaktır. Hele ki faizlerin düşük tutulması baskısının her an hissedildiği bir tabloda.

 

Siyasetçiler ise kuru dizginlemek için bankalarda park etmiş döviz hesaplarının bozdurulmasından medet umuyor. Oysa bankalardaki hesaplarda kayıtlı kabaca 165 milyar dolarlık döviz de likit olarak durmuyor. Ayrıca, bireylerin döviz tutma nedenleri arasında bu saydığım tablo da var.

 

Döviz açıkları büyürken önlem alınmadı; şimdi kırılganlıklar kur baskısına yol açınca döviz oyunlarından, dış mihraklardan şikayet etmek ve ABD dolarının bir virüs gibi bizi yok ettiğinden bahsetmek paha biçilmez.

 

Yazının devamı...