(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Eyüp Can - Referans" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Eyüp Can - Referans" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Eyüp Can - Referans

Erdoğan'ın değişmeyen liderlik anlayışı
21 Eylül 2009
Çünkü uzun bir zamandır Erdoğan "geniş katılımlı" basın daveti vermiyor.  

Eksiklere rağmen (Star Haberi yöneten usta gazeteci Uğur Dündar'ın olmaması mesela) bu kadar çok gazeteciyi çağırması kayda değer.

Nitekim açık açık medyaya "demokratik açılım"a destek olun çağrısı yaptı. 

Gerekçesi gayet basit: "Ölenler insan, mühimmat değil. Adına ister Kürt ister Güneydoğu sorunu deyin bu, bir milli birlik ve beraberlik projesi."
 
* * *

MHP'den umudu kesmiş ama CHP ile şansını bir kez daha denemek istiyor.

Deniz Baykal'a ne yapmak istediğini anlatan kapsamlı bir mektup yazmaya başlamış.

"Cevap gelirse ne âlâ, gelmezse açılıma devam."

Dikkat ettim tüm tartışmalara, siyasi risk hesaplamalarına rağmen kararlılığında milim sapma yok. "Siyasi" ya da "hayati" tüm riskleri almaya hazır bir tavır sergiledi.

Ayrıca yaptırdığı kamuoyu anketlerinde halkın açılıma verdiği desteğin arttığını belirtti. Bu yönüyle Erdoğan "hesapsız" değil "kontrollü risk" alan bir lider.
 
* * *
Aynı tavır ekonomi özellikle IMF ile ilişkiler için de söz konusu.

Başbakan hemen her alanda kontrollü risk almayı seviyor.

Baksanıza IMF ile bir yılı aşkın bir süredir yeni bir stand by anlaşması imzalanmadı.

Krizin en şiddetli döneminde bile Erdoğan resmen IMF'ye direndi. "Belediyelere kaynak aktarımı ve Gelir İdaresi'nin özerkleşmesi konusunda kesinlikle geri adım atmam" dedi. Orta Vadeli Program açıklanmış olmasına rağmen tavrında bir değişiklik yok.

Allah Ali Babacan'ın yardımcısı olsun.

Özerklik ve belediyeler konusunda Başbakan'ı ikna etmesi çok zor görünüyor.

Israrlı sorular karşısında Erdoğan Merkez Bankası'nın özerkliğini bile içine sindiremediğini açıkça belirtti. "Tokmak onda davul bende olmaz" dedi.
 
* * *
Bu yaklaşımın Türkiye'yi 2001 krizine nasıl yuvarladığını iyi biliyoruz. Fakat Erdoğan risk almayı seven bir siyasetçi olarak iktidarını kimseyle paylaşmak istemiyor.

Karşısına çıkan herkese kontrollü bir biçimde kafa tutuyor.

Kimilerimiz kızsak da geniş halk kitlelerinden alkış alıyor.

Bu yüzden Babacan IMF'yi özerklik yerine Gelir İdaresi'nin yeniden yapılandırılmasıyla ikna etmeye çalışacak. Çünkü 60 milyarlık bütçe açığı, belediyeler ve kara deliğe dönüşen sosyal güvenlik açığına kaynak bulmak zorunda.

Tek şansı Başbakan'ın IMF'ye kategorik olarak karşı çıkmaması.

Erdoğan ucuz kredi ve akreditasyon bağlamında IMF'ye sıcak baktığını gizlemedi. "Siyasi konulara girmesinler, ekonomide anlaşırız" mesajı verdi.
 
* * *
Kamu maliyesinde önümüzdeki dönemde kemer sıkılması gerektiğini kabul ediyor fakat yatırım harcamalarının kısıtlanmasına kesinlikle karşı.

Dahası Tayyip Bey hâlâ küresel finans krizinin Türkiye'yi teğet geçtiğine inanıyor. Benim gibi kuşkucu bakanlara "Bakın İspanya'ya işsizlik % 18, oysa Türkiye'de 14" dedi.

Haklı, İspanya işsizlik konusunda bizden daha beter, fakat İspanya %3 daralırken Türkiye bu yıl %6 küçülecek. Yani rakamlar nereden baktığınıza göre değişir.

Değişmeyen tek şey, Tayyip Bey'in Türkiye'yi "kontrollü riskle" yönetme arzusu. 
Yazının devamı...
Albright'ın şapka çıkardığı Türk
31 Mayıs 2009

Koç Grubu Amerikalı bir şirketle bira sektörüne girmek ister. Tüm hazırlıklar yapılır. Hatta devasa bir arazi satın alınır.

Fakat hazırlıklar tamamlanmışken şirketAvrupa pazarına girmekten vazgeçer.

Bu işe çok büyük bir hevesle giren Rahmi Koç'u alır mı derin bir düşünce...

Her şey bir yana yüklü paralar ödenerek alınan devasa arazi ne olacaktır?

Rahmi Bey ofisinde çaresizlik içinde oturmaktadır.

Atsan atılmaz, satsan o büyüklükte bir tarım arazisi kolay kolay satılmaz!
 
* * *

Tam umudu kesmişken birden telefonu çalar. Arayan Anadolu Grubu'nun kurucusu Kayserili işadamı İzzet Özilhan'dır.

Birazdan Rahmi Koç'unofisinden içeri girer.

"Biz Efes Pilsen ile bira sektörüne giriyoruz, sizin araziye talibiz" der.

Çaresizlikten bunalmış Koç, tereddütsüz "hemen" der. Nitekim fiyat dahil her konuda anlaşılır. Fakat bir konuda pürüz çıkar: Özilhan,
Koç'a nakit ödeme yapmak yerine kuracakları şirkete arazisi karşılığı ortak olmasını ister.

Bir önceki tecrübeden ağzı yanmış Rahmi Koç, "Aman kalsın, siz bize ödemeyi nakit yapın" diye diretir. Ödeme nakit yapılır ve anlaşma sağlanır.

Fakat tam 45 yıl aradan sonra Rahmi Bey o günü New York'ta seçkin bir topluluk karşısında "Ne büyük bir yanlış yaptım bilemezsiniz" diyerek anlatır.
 
* * *
Önceki akşam Amerikan Türk Cemiyeti, artık geleneksel hale gelen "Kurumsal Ortaklık Ödülü"nü Coca-Cola İçecek adına Muhtar Kent ve Tuncay Özilhan'a verdi.

Bu yılki ödülün bir hoşluğu Türkiye'nin en büyük grubunun patronu Rahmi Koç'un yarı şaka yarı ciddi Tuncay Özilhan'ın babasıyla arasında geçen satış işlemini yıllar sonra pişmanlıkla anmasıydı. Çünkü o gün "nakitte" ısrar etmese belki bugün Rahmi Bey, Coca-Cola Türkiye'nin ortağı olarak sahneye çıkacaktı.

Kriz ortamında gözü nakitten başka bir şey görmeyenlere duyurulur.

İkinci hoşluk, Koç'un Ford, Sabancı'nın Citi, Doğuş'un GE ile sahip olduğu başarılı ortaklıktan dolayı aldığı ödülden farklı olarak bu yıl ödülü iki Türk birlikte aldı. Çünkü Anadolu Grubu'nun Amerikalı ortağı Coca-Cola'nın CEO'su da bir Türk.

Bu yüzden bu yıl ödül Muhtar Kent ve Tuncay Özilhan'a gitti.
 
* * *
Fakat gecenin benim için en çarpıcı konuşmasını eski Amerika Dışişleri Bakanı Madeleine Albright yaptı.

Bunca yıldır benzer toplantılara katılırım.

Albright'ın baştan sona Muhtar Kent'e ayırdığı konuşması kadar içten ve etkileyici olanını görmedim. Öyle ki Albright övgü dolu konuşmasının sonunda kendisini Türkofil yani "Türkiye sevdalısı" olarak tanımladı. Albright dışişleri bakanlığı yaptığı dönemde de Türkiye'ye sempatiyle bakardı.

Fakat Muhtar Kent'i anlatırken takındığı tutum bir başkaydı.

O gece Pierre Otel'in salonunda bulunan her Türk gibi benim de gururum kabardı.

Muhtar Kent bir Türk olduğu için değil, bir Türk olarak 30 yıl önce Coca-Cola'da en alttan başlayarak en tepeye kadar çıkıp Albright dahil o gece orada bulunan tüm Amerikalılara şapka çıkarttırdığı için.

Yazının devamı...
Pazara ilk Gül çıkıyor
26 Mayıs 2009

Tepkiler genelde olumlu. 

İç talebin ciddi daraldığı şu kriz ortamında siyasi parti liderlerini "tüketici" kimlikleriyle çarşıda-pazarda görmek sembolik de olsa herkesin arzusu.

Öyle ki TOBB öncülüğünde geçen hafta başlatılan "Eve kapanma pazara çık" çağrısına ilk olumlu yanıt Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den gelmiş.

Abdullah Bey yakın çevresine, Referans'ın manşetini ve orada kullandığımız illüstrasyonu çok beğendiğini ifade etmiş.

Kampanyaya destek olmak için "ilk adımı" atabileceğini de söylemiş.

"Eve kapanma pazara çık" sloganlı 5 haftalık kampanyanın ilk aşaması belirlenmiş oldu.
 
Biliyorum bazıları "Kriz varsa, çare de var" kampanyasını geç hatta gülünç buluyor.

Geç kalındığı konusunda hemfikirim, fakat kampanyanın gülünç-işlevsiz olduğu eleştirilerine katılmıyorum.

15 Eylül'de Lehman Brothers'ın batışıyla geri dönülemez bir noktaya gelen global ekonomik kriz son tahlilde bir güven krizine dönüştü.

Başlangıçta mesele bir emlak yani mortgage krizi olarak görünüyordu.

Sonra kredi krizi denildi.

Sonra global bir finans krizine dönüştü.

Lehman'ın batışıyla birlikte artık finans krizi olmaktan çıktı, global sisteme duyulan güven krizine dönüştü.

Aslına bakarsanız bu krizin başlangıcı da bir güven kriziydi.

11 Eylül sonrası Bush hükümetinin dünyayı tek taraflı agresif politikalarla yönetme anlayışının doğurduğu tahribatın yol açtığı bir güven krizi.
Emlak balonunun patlaması, siyasi ve ekonomik güven krizinin su yüzüne çıkmasını sağladı. Bu yüzden de Amerika, Obama gibi birkaç yıl öncesine kadar hayal bile edilemeyecek bir lideri başkan olarak seçti.

İşe siyasi anlamda güven tazeleyebilecek yeni bir liderle başlamanın şart olduğunu gördü. Şimdi Amerika'da hem siyasi hem de ekonomik anlamda yaralar sarılmaya çalışılıyor.
                                   
Gelelim Türkiye'ye.. AK Parti hükümeti krizin miladı olarak görülen 15 Eylül 2008'de dış kaynaklı bu krizi atlatmak için yani iç talebin dramatik bir biçimde daralmasını engellemek için gerekli olan güven ortamını bir türlü oluşturamadı.

Bu yüzden ben de sık sık "geç kalındı" eleştirisi yapanlardan oldum.

Fakat şu anda dışarıda en kötü günlerin geride kaldığına dair bir tablo var.

İçeride ise hükümet, mahalli seçimleri geride bırakıp yeni bir kabine ile hem siyasi hem de ekonomik anlamda güven tazeleme arayışı içinde.
İşte böyle bir ortamda ben TOBB öncülüğünde başlatılan çok geniş katılımlı çare üretme çabasını "Zararın neresinden dönülürse kârdır" diyerek yerinde ve anlamlı buluyorum.
 
Başbakan Tayyip Erdoğan hafta sonu Rahmi Koç'un ev sahipliğinde iş dünyasının önde gelen isimleriyle çok rahat bir ortamda ülke ve dünya meselelerini tartıştı.

Uzun zamandır bu tür toplantılar yapılamıyordu.

Neden yapılamıyordu?

Siyasi kutuplaşma ve ekonomik kriz tüm Türkiye'yi, meselelerini konuşamaz hale getirdiği için.

Oysa gördük ki bazı konularda kavga bile etsek bu ülke, bu kavga ve bu kriz hepimizin krizi.

Yüz yıllık meseleleri bir günde çözemeyiz, aynı şekilde siyasi liderleri çarşıya-pazara çıkararak global ekonomik krizi de alt edemeyiz.

Fakat unutmayın; hepimiz, kendi çapımızda birer tüketiciyiz.

Hükümet elbette üzerine düşeni yapmalı.

Abdullah Bey tüketici kimliğiyle ilk adımı atıyor; sıra Erdoğan, Baykal ve Bahçeli'de.

Yazının devamı...
Başbakan'ın maksadı ne?
12 Mayıs 2009

Şu sıralar birçok icraatından dolayı Başbakan Tayyip Erdoğan'a samimiyetle sormak istediğim soru bu.

Çünkü birçok konuda pragmatik bir siyasetçi olmasına rağmen Erdoğan'ın, meseleleri "bağcıyı dövmeye" kadar götürdüğünü düşünüyorum.

Çok uzağa gitmeye gerek yok.

Alın size iki örnek!

Dün Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) imalat sanayiinde nisan ayı kapasite kullanım oranlarını açıkladı.

Geçen yıla kıyasla hem iç hem de dış talep daraldığı için oran yüzde 14,9 gerilemiş.

Fabrikalar üretim kapasitelerinin ancak yüzde 64,7'sini kullanabilmiş.

Bu, kötü haber!

Fakat işyerlerinde nisan ayı üretim miktarı bir önceki aya göre yüzde 8,5 artmış. Mayıs ayında ise yüzde 9'luk bir artış daha bekleniyormuş.
Bunun kabaca anlamı şu:

AK Parti hükümeti global finans krizini uzun süre siyasi tartışmalarla geçiştirdikten sonra nihayet geçen ay konut-otomotiv ve mobilya dahil bazı sektörlerde üretimin önünü açacak geçici tedbirler alınca kısmi de olsa imalat sanayiinde bir canlanma, önceki aylara göre bir artış yaşandı.

Demek ki içeride ve dışarıda yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen hükümet piyasaları canlandırmaya dönük somut adım atınca somut sonuç da kendiliğinden geliyormuş.

Nisan ayına dair sanayi üretim endeksi ve kapasite kullanım oranları bu gerçeği çok açık bir biçimde gösterdi.

Ekonomi piyasaları hükümetten kayıkçı kavgasını andıran lüzumsuz tartışmalar değil, somut adımlar bekliyor. Somut adım atılınca da karşılık hemen geliyor.

Dilerseniz ne demek istediğimi TÜİK verileriyle biraz daha açayım.

2009 Nisan ayında, işyerlerinin, tam kapasiteyle çalışmamasının nedenleri arasında talep yetersizliği ilk sırada yer almış. Bunda şaşırtıcı bir durum yok.

İç pazarda kapasite kullanım oranlarının düşmesinde talep yetersizliği yüzde 55,4 dış pazarda talep yetersizliği yüzde 31,4 oranında etkili olmuş.

Peki bunun anlamı ne?

İçeride ve dışarıda talebi artırmaya dönük adımlar atmadan sanayinin çarklarını tekrar eskisi gibi döndürmek mümkün değil.

Buna karşılık kapasite kullanım oranlarının düşmesinde her türlü kredi sorunu daha doğru tabirle mali imkânsızlıkların oranı yüzde 3,5.
Sakın yanlış anlaşılmasın, ne bu oranı küçümsüyorum ne de kredi mekanizmalarında yaşanan tıkanmaların bu oranla sınırlı olduğunu düşünüyorum.

Global ekonomik kriz, -bankacılık sistemimiz sağlam olmasına rağmen- Türkiye'de de özellikle reel sektöre akan kredi kanallarını kuruttu.
Bankalar eskisi gibi rahat kredi veremiyorlar. Bunun birçok sebebi var fakat anlaşılan Başbakan'ın bu sebepleri anlamaya ve dinlemeye hiç niyeti yok.

Erdoğan epey bir zamandır kamuoyu önünde bankaları günah keçisi ilan ediyor.
Öyle ki hafta sonu bir açılışta hızını alamayıp TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu'nu bankaları yeterince eleştirmiyorsun diyerek eleştirmiş!

Bilmiyorum ki neresinden düzeltmeye başlasam.

Bir kere yukarıda sunduğum mali imkânsızlığa ilişkin TÜİK verisini Ali Babacan'ın ayağının tozu kurumadan Erdoğan'a aktarması gerekiyor.
Bugün sanayinin yaşadığı sorunlar listesinde kredi sıkışıklığı listenin en altlarında yer alıyor, iç ve dış talep canlanmadan şirketleri krediye de boğsanız çark dönmez!

İki, madem Başbakan reel sektörün kredi sorununu bu kadar önemsiyor, küçük ve orta ölçekli işletmelere bu ortamda ilaç gibi gelecek Kredi Garanti Fonu'nu neredeyse 6 aydır "tamam" demesine rağmen neden devreye sokmuyor?

Üç, acaba Tayyip Bey özel bankaları kredi vermekte isteksiz davrandıkları için bu kadar haşlarken, kamu bankalarına neden bir çift laf etmiyor. Belki farkında değildir, hatırlatayım: Kredi musluklarını kısmak konusunda kamu bankaları özellerin önünde!

Dört, Türkiye'nin önümüzdeki dönem yaklaşık 30 milyar dolar dış sermayeye ihtiyacı var. Ve "Sağır Sultan" bile biliyor ki bu kaynak şu kriz ortamında ancak IMF'den gelir. Peki hükümet ne yapıyor? Bankaların kredi musluklarını biraz daha rahat açmalarını sağlayacak IMF anlaşmasını geciktirdikçe geciktiriyor.

Beş, bir de şu meşhur lakırdı: "Yüzde 11'le mevduat toplayan bankalar yüzde 25'le kredi vermek yerine kolaya kaçıp Hazine kâğıdı alıyor!"
Soran yok: İyi de neden?

Bankacılar salak mı yüzde 25'le piyasaya para vermek yerine yüzde 12 ile Hazine kâğıdı alsınlar? Demek ki hükümet IMF anlaşması dahil kredi piyasasını açacak gerekli güven önlemlerini almamış.

Altı, IMF ile 30 milyar dolara yakın bir anlaşma yapılsa Hazine gidip bankalardan bu oranda borçlanır mı? Cevap gayet basit: Borçlanmaz.

E, o zaman bankalar Hazine gibi az kârlı ama güvenli bir alıcı olmazsa ellerindeki paranın turşusunu mu kuracaklar?

Elbette ellerindeki parayı piyasaya kredi olarak döndürecekler.

Şimdiki gibi ağırdan almak yerine hem maliyetleri hem de kredi mekanizmalarını daha da gevşetecekler.

Daha fazla uzatmaya gerek yok.

Bankaları günah keçisi ilan etmek popülizm dışında Başbakan'a hiçbir şey kazandırmaz.

Zaman popülizm değil piyasaları canlandıracak somut adımlar atma zamanı.

E tabii Erdoğan'ın maksadı gerçekten de üzüm yemekse…

Yazının devamı...
Erken öten horoza ne oldu
28 Nisan 2009

Şöyle başlıyor: "Sevgili Kardeşim, bu yaşıma geldim, nihayet anlamaya başladım. Ben dünyaya erken gelmişim. Hep erken öten horoz olmuşum! Allah'tan, bugüne kadar sağ kalabilmişim..."

Alaton geçen hafta salı günü Referans'ın manşetine taşıdığımız "Devrimci DİSK'in 30 yıllık evrimi" haberinden çok etkilenmiş.
Etkilenmemek mümkün mü? 
 
1979'da Türkiye'nin içinde bulunduğu kriz ortamından TÜSİAD'ı, yani sanayicileri sorumlu tutan ilanlar veren Tekstil İşçileri Sendikası, geçen hafta gazetelere verdiği ilanla "patronlara" sahip çıktı.

Biz de 30 yıllık iki ilan arasındaki değişime dikkat çeken bir haber hazırladık.

Ben şahsen bu iki ilan arasındaki zihniyet devrimi niteliğindeki farka dikkat çektim.

İşte bu haber ve yazı İshak Bey'i çok etkilemiş.

Meğer 1990 yılında bir konferansta, sosyalist bir arkadaşını ikna edebilmek için ısrarla "emek ile sermayenin el ele yürüyebileceğini" anlatmaya çalışmış.

Sonra oturmuş o konuşmayı kaleme almış.

İshak Bey'in o yazısı dün Referans'ta yayımlandı.

Sizden ricam, dün Jale Özgentürk'ün Tekstil İş Sendikası Başkanı Rıdvan Budak'la yaptığı röportajla Alaton'un yazısını birlikte okumanız.
 
Referans'ın manşetinden sonra Budak ziyaretime geldi.

Hiç komplekse kapılmadan "Evet değiştik, çünkü biz artık 'soğuk savaş' dönemi sendikacısı değiliz" dedi.

Karşıtlıklar üzerinden iş-siyaset-sendikacılık yapma döneminin sona erdiğini belirtti.

"İş dünyası ve sendikacılar değişti ama Türkiye'de siyaset hâlâ 'soğuk savaş' döneminden kalma kutuplaşma üzerinden yürütülüyor" demeyi de ihmal etmedi.

Hatta işverenlere sahip çıktıkları ilanın toplumda kabul görmesini, DİSK'in 30 yıllık değişiminin başarısı olarak lanse etti.

Meğer marjinal gruplar dışında her kesimden çok büyük destek almış.
 
Artık ne sol eski sol ne de sermaye eski sermaye.

Baksanıza Erdemir'de çalışanlar işten çıkarmaların önüne geçmek için işverenle "16 aylık karşılıklı fedakârlık üzerine kurulu" bir anlaşmaya imza attılar.

1500 kişinin işten çıkarılmaması için 8000 bin civarında çalışan maaşlarında yüzde 35'lik indirimi kabul etti. Hem de bu işlem sendika ve işveren el ele vererek gerçekleşti.

Küresel kriz, küreselleşmenin tüm tahrip edici etkilerine rağmen emekle sermayeyi bugüne kadar hiç olmadığı kadar yakınlaştırdı.

DİSK Başkanı Süleyman Çelebi ve Budak bu zihinsel devrimin Türkiye'deki en canlı örnekleri.
 
"Global ekonomik kriz hepimizin aynı gemide olduğunu çok net gösterdi. Bugünün sorunlarını çözmek için emek ve sermayenin mutlaka el ele vermesi gerekir."

Budak bana bunları anlatmadan önce ben bilgisayarımda İshak Bey'den aldığım dokunaklı mektubu okuyordum.

Tam 19 yıl önce kaleme alınmış "Emek ile sermaye el ele."

İshak Bey haklı gerçekten de hep "erken öten horoz" oldu.

"Erken öten horozun başı kesilir" atasözüne rağmen o hep doğru bildiği yoldan gitti.

Fransızların deyimiyle iş dünyasında hep "avant-garde" yani öncü oldu.

Kimi zaman çok ağır bedeller ödedi.

Fakat öncülük ettiği "emek sermaye el ele" anlayışı 19 yıl sonra da olsa hayat buldu.

Yazının devamı...
Şirketlere krizde 5 öneri
21 Nisan 2009

Yıl 1996. 

Boston'da yüksek lisans öğrencisiyim.

Ben basit bir bilgisayar satış mağazası beklerken karşımda futbol sahası büyüklüğünde sadece elektronik malzemeler satan bir tekno-market.

Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacak gibi oldum.

Neredeyse tüm günümü o gün Best Buy'da geçirdim.

O tarihte Türkiye'de bırakın o büyüklükte bir tekno-marketi, elektronik eşya satan bir mağaza konsepti bile yok.

Oysa bugün elektronik malzeme satan mağaza zincirleri Türkiye'de perakendeciliğin belkemiğini oluşturuyor.
 
Geçen hafta tekno-market pazarının en büyük oyuncusu Teknosa Genel Müdürü Mehmet Nane ile "kriz döneminde satışlar" üzerine hayli ilginç bir sohbetimiz oldu.

Ben sohbete Amerika'da yaşadığım bu şaşkınlığı anlatarak başlayınca Nane, "Sizin durumunuz yine iyi, biz 2000 yılında benzer bir şaşkınlığı rahmetli Sakıp Bey'i ikna ederken yaşadık" dedi.

Meğer Sakıp Bey Amerika'da gördüğü futbol sahası büyüklüğündeki tekno-marketlerin Türkiye için fazla olacağını düşünüyormuş.

Bu yüzden ilk Teknosa mağazası açılırken ikna edilmesi epey zaman almış.

Oysa 9 yıl gibi kısa bir sürede 1 milyar dolar ciroya ulaşan Teknosa sadece 2008 yılında 4 futbol sahası büyüklüğünde mağaza açılışı yaptı.

Şimdiden 60 şehre ulaştı. 2010 hedefi 81 şehir.

Rahmetli Sakıp Sabancı bu günleri görse herhalde benim Amerika'da yaşadığım şaşkınlıktan daha fazlasını yaşardı.

Çünkü artık Türkiye'nin dört bir tarafında futbol sahası büyüklüğünde tekno-marketler var.

Çünkü artık teknoloji en az su-ekmek-peynir-domates kadar gündelik yaşamımızın parçası. Bu yüzden tıpkı süpermarketler gibi birbiri ardına tekno-marketler açılıyor.
 
Teknosa'nın yanı sıra Alışveriş Merkezleri ve Perakendeciler Derneği Başkanlığı da yapan Nane, Teknosa'da full time olarak, ayda 5 milyon müşteriye sahip olduklarını belirtti.

"Ayda 5 milyon müşteri yılda 60 milyon yapar. Yaklaşık Türkiye nüfusu kadar ziyaretçi bizim mağazalarımızdan içeri giriyor" dedi.

Peki bu müşteriler krizden nasıl etkilendi?

Nane, Synovate'e yaptırdığı bir araştırmayla cevap verdi.

Soru şu: Krizde tüketici nasıl davranır?

Cevap: Karamsar.

Bundan sonra tüketiciler bütün satın alma kararlarını büyük bir dikkatle yapacak, ellerinden geldiğince "akılcı davranarak" kendilerini korumak isteyecekler.

Yani arzular ertelenecek…

Plansız (impulse buying) ve pahalı alışverişler azalacak.

Tüketiciler daha az sayıda, daha ucuz ürüne yönelecek…

Fakat kendilerini "ödüllendirmeye" de ihtiyaç duyacak.
                                                           
O halde şirketler krizde ne yapmalı?
1- Tüketiciye suçluluk duygusunu yenmesi için "iyi nedenler" sunmalı.
2- Faydayı ön plana çıkarmalı.
3- Ait olma motivasyonuna cevap vermeli.
4- Müşteriyi her zamankinden daha çok anlamaya çalışmalı.
5- Tüketicinin öncelikle güven arayışında olduğunu unutmamalı.

Elbette bu araştırma ve sonuçlarını her şirket kendi müşteri profiline göre yorumlayabilir. Fakat Nane şu kriz döneminde tüm şirketlerin dikkat etmesi gereken bir özelliğe dikkat çekti.

"Ne yapıp edin müşterinizde yaptığı alışverişle ödüllenmiş duygusu yaratın. Plansız alışveriş (impulse buying) artık zor, müşterinizi özendirin (stimulate)."

Teknosa bu yüzden yılın her ayı müşteriyi harekete geçirecek bir kampanya hazırlıyormuş. Eğer o ay yılbaşı-bayram-anneler-babalar-sevgililer günüyse mesele yok, değilse müşteriyi harekete geçirecek yaratıcı kampanyalar üretiliyormuş.

Ha bu arada ekonomik krizin en şiddetli hissedildiği ekim-kasım-aralık döneminde insert vasıtasıyla bilgi sahibi olanların oranı yüzde 73'e yükselmiş.

Kampanya ilanları ve gazete içlerine konan insert'ler kriz döneminde en etkili reklam mecraı olmuş.

Krizi fırsata çevirmek isteyenlere duyurulur.

Yazının devamı...
Erdoğan 3.6'lık küçülmeyi nasıl kabul etti?
14 Nisan 2009

Mahalli seçimlerden önce hükümetin piyasalar tarafından epey hayalci bulunan ekonomi hedefleri konusunda "Nuh deyip Peygamber" demeyen Başbakan Tayyip Erdoğan nasıl oldu da 2009 yılı için -3.6'lık bir küçülme hedefini kabul etti?

Soru önemli çünkü global ekonomik krizin en sancılı günlerinde bile Erdoğan 2009 yılı için yüzde 4'lük büyüme hedefinden asla taviz verilmeyeceğini açıklamıştı.

Oysa hafta sonu Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren, Erdoğan'a sunduğu katılım öncesi ekonomik program ve hükümetin yeni ekonomi hedeflerini "sorunsuz bir biçimde" kabul ettirdi.

Peki, nasıl oldu da geçen aya kadar yüzde 4 büyüme hedefinde ısrar eden başbakan bırakın büyümeyi -3.6'lık bir küçülme hedefine razı oldu?

Merak etmeyin artık anlamsızlaşan şu "teğet geçti/geçmedi" tartışmasına girecek değilim. Zararın neresinden dönülse kardır.

Önemli olan hükümet bundan sonra ekonomi yönetiminde piyasalara güven versin.

Öğrendiğim kadarıyla burada üç şey çok etkili olmuş.
1- Nazım Ekren başkanlığındaki ekonomik koordinasyon kurulu Başbakan'a en ince detaylarına kadar çalışılmış çok gerçekçi bir program sunmayı baştan kabul etmiş. Hem Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek hem de Maliye Bakanı Kemal Unakıtan bu konuda Ekren'e tam destek vermiş. Hazine, maliye ve planlama bürokratları gerçekçi bir program yapmak için ciddi çaba sarf etmiş.
Nitekim bu uyum üç bakanın birlikte düzenlediği basın toplantısına da yansıdı.
2- Ekonomik krizin seçim sonuçları üzerindeki etkisi Başbakan için ciddi mesaj olmuş. Hükümet üyeleri kendi içlerinde yaptıkları değerlendirmelerde son 6 ayda piyasalara güven vermek konusunda çok ciddi bir yara alındığını, kredibilite kaybına uğrandığını kabul ediyor. Bu yüzden hazırlanan planda en çok "iç tutarlılık ve kredibilite" öne çıktı.
3- IMF ile yapılacak yeni bir stand by öncesi tablo tüm çıplaklığı ile görünsün kamuoyu şimdiden 2010 ve 2011'e hazırlansın istenmiş. Dikkat ettiyseniz ekonomi bakanları 2010'da yüzde 3.3, 2011'de ise yüzde 4.5 büyüme hedefi açıkladı. Yani piyasalara "2009 büyüme açısından kayıp yıl herkes hesabını 2010'da yeniden büyümeye göre gözden geçirsin" mesajı verildi.
2009 yılının -3.6 olması baz yılı etkisi dikkate alındığında Türk ekonomisinin 2010'da eğer global ekonomik kriz beklendiği gibi toparlanma sürecine girerse hızlı bir sıçrama yapmasına olanak verecek.
Anlayacağınız Başbakanın 2009 yılı için küçülmeye ikna olmasında baz yılı etkisi de etkili oldu. Bu yıl acı gerçekle yüzleşip 2010 ve 11'e odaklanmak hükümet açısından genel seçimlerin de 2012'de yapılacağı varsayılırsa çok daha akılcı bir yol.

Fakat en önemlisi bence başbakan Erdoğan dün açıklanan katılım öncesi ekonomik programla hükümetinin seçim sonuçlarını hazmettiği mesajını verdi.

Sonuçlar siyasetten ekonomiye herkese "normalleşme" mesajı vermişti.

Bu programla hükümet en azından ekonomide "mesajı aldım gereğini yapacağım" demiş oldu. İlk adım kendi içinde tutarlı bir plan açıklanarak atıldı.

Darısı asker-hükümet-medya ilişkilerinden, uluslararası ilişkilere her alanda normalleşmeye.

Yazının devamı...
Başbakanlık koridorlarında dolaşan hava
31 Mart 2009

AK Parti yüzde 39, CHP yüzde 23, MHP yüzde 16, DTP yüzde 5,5, SP yüzde 5, DP yüzde 4.

Sonuçlar üzerine birçok analiz yapılıyor fakat benim seçim akşamı en çok merak ettiğim soru şu oldu:

Acaba önceki akşam ilk sonuçları aldığında Başbakan Tayyip Erdoğan'ın tepkisi ne oldu?

Birkaç kaynaktan çek ettim.

Tayyip Bey'in sonuçlara ilişkin ilk tepkisi "ciddi bir şaşkınlık ve bir parça da kızgınlık" olmuş. Fakat tecrübeli bir siyasetçi olduğu için fotoğrafı net görmeden açıklama yapmak istememiş.

Beklentisi yüzde 45 civarında olduğu için 40'ın altındaki bir sonuca şaşırması normal. Fakat keskin inançlarına rağmen pragmatik bir siyasetçi olduğu için kendisini toparlaması çok fazla zaman almamış.

Danışmanlarıyla yaptığı hızlı bir değerlendirmeden sonra kabinede revizyon sinyali veren "o soğukkanlı konuşmayı" yapmaya karar vermiş.

Zannedilenin aksine Diyarbakır'a çok şaşırmamış. Sadece DTP'nin oy oranının bu kadar yüksek çıkacağını birçokları gibi o da beklemiyormuş.

Fakat en çok da Antalya'da CHP'nin kazanmasına içerlemiş.

Nitekim seçim sonuçlarından gerekli dersleri çıkaracağı izlenimi veren konuşmasında Antalya şaşkınlığını gizleyemedi.

Peki ya Başbakanlık'taki hava?

Başbakanlık'tan görüştüğüm bir kaynak, "Akşamki şaşkın hava yerini tam bir tevekküle bıraktı, herkes işinin başında" dedi.
Hatta genel havayı bir cümlede özetlemek için Pir Sultan Abdal'ın o meşhur "Gelin canlar bir olalım" şiirindeki deyişe atıf yaptı:
"Tevekkeltü taalallah."
(Olan biten her şeyden dolayı Allah'a tevekkül ederim.)

Tıpkı Ruhi Su'nun "Gelin canlar bir olalım" yorumu gibi:
"Pir Sultan'ım geldi cuşa
Münkirlerin aklı şaşa
Takdir olan gelir başa
Tevekkeltü taalallah."
Tabii bu tevekkülün yanı sıra Başbakanlık'ta en çok konuşulan şey "kabine ve teşkilatta revizyon."

Başbakan Erdoğan seçimden yüzde 50 oyla bile çıksa kabinede minik bir revizyon yapmayı planlıyordu. Oy oranı yüzde 39 olunca mini değil ciddi bir revizyon yapmak için düğmeye bastı. Bu yüzden tüm bakanlıklarda gözler Başbakanlık koridorlarına çevrildi.

"Kim gidecek, kim kalacak" belli değil fakat belli olan bir şey var:

Erdoğan, medya ile girdiği kavganın, ekonomik krizi hafife almanın ve kimlik siyasetini hizmetle aşma hayalinin tek başına sonuç vermediğini çok net gördü.

Yakın çevresine yaptığı değerlendirmelerde bu üç konuda özeleştiriden kaçınmamış.

Nitekim önceki akşam çıktı ekranın karşısına, seçimde başarısız olmalarının sebebi olarak şu üç konuda özeleştiri içeren değerlendirmelerde bulundu:

Bir, "Medya ile mücadele ettik" dedi.

Bunun anlamı şu: "Meydanlarda vur medyaya al oyu" yaklaşımı artık prim yapmıyor. Medya ile kavga görüntüsü kamuoyunda AK Parti'yi yıprattı. Kavgacı yaklaşım gözden geçirilecek.

İki, "finansal kriz yaşıyoruz." Özellikle Erdoğan'ın "Kriz bizi teğet geçecek" sözü AK Parti'ye ciddi puan kaybettirdi. Ekonomik krize karşı daha ciddi tedbirler alınacak.

Üç, "Demek ki hizmet karşılık bulmuyor."

Yeni dönemde Başbakan Erdoğan özellikle Güneydoğu'da seçmeni "hizmetle kimlik" arasında tercih yapmak zorunda bırakmayacak bir yaklaşım arayışı içinde olacak.

Erdoğan, "Bundan sonraki süreçte dersimizi farklı bir şekilde çalışacağız" derken laf olsun diye konuşmadı.

Danışmanlar şimdiden derslerini farklı bir şekilde çalışmaya başladı.

Sonuçlar pek yakında.

Yazının devamı...