Yaradan sana yâr.
Biliyorum sığmazsın hiçbir yere,
Dünya sana dar.
Ama dayan gönlüm,
Dayan ki; her gecenin mutlaka bir sabahı var...
Ne kıymetlidir bu sözler...
Özellikle de en dara düştüğümüz, en umutsuz olduğumuz zamanlarda...
Obama’nın seçim sonrası yaptığı konuşmada söylediği :
“Kim olursan ol, neye benzersen benze, beyazsan, siyahsan, Latin, Asyalı, genç, yaşlı, zengin, fakir, normal, engelli veya eşcinsel; her zaman birlikteyiz, el eleyiz!” sözleri de bu değil mi?
Daha geçen gün duyduğumuzda, hepimize ümit vermedi mi bu sözler?
“Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana öyle aksettirir...”
Bu değil midir günümüzde ortalığı kasıp kavuran enerji, “secret”, pozitif düşünme furyasının temeli?
Eşitliğin, vicdanın, yaşamın, aklın yolu; sekiz yüzyıl önce de aynıydı, şimdi de...
O her şeyi yüzyıllar önce düşünmüş, çözmüş.
Dünyayı anlamış, bitirmiş.
Bizse hala onu anlamaya çalışıyoruz...
Uçarak gittim!
Hızlı trenle Mevlana’yı ziyarete gittik geçen hafta annem, kardeşler, kuzenler...
Ankara-Konya arası sadece 1 saat 45 dakika!
Tren çok rahat. İstasyon şehrin içinde. Mevlana Müzesi’ne de on dakikalık araba mesafesinde.
Müze çok kalabalıktı.
Çoğu Kuzey Avrupalı olan gezginler, ellerinde kitaplarla bu derin felsefeyi anlamaya çalışıyorlardı.
Ben de bir köşeye çekildim. Sessizce, beynimi sözleriyle, içimi huzuruyla yıkadım.
Bol bol dua ettim.
Oraya kadar gidip Mevlana’yı Mevlana yapan ilahi aşkı, sohbetini günlerine gecelerine sığdıramadığı Tebriz’li Şems’i ziyaret etmeden dönmek olmaz.
Nispeten daha sade ve gösterişsiz olan türbesini gezerken Elif Şafak’ın “Aşk” romanından cümleler vardı hep zihnimde;
“Ya ortasındasındır AŞK’ın merkezinde; ya da dışındasındır, hasretinde...”
Baş kahramanın dünyevi aşkı keşfediş öyküsü, Mevlana ve Şems’in bağı, Elif Şafak’ın “Aşk”ın 40 kuralını yeniden harmanlayışı beni çok etkilemişti.
Şimdi de “ Şemspare”si çıktı ünlü yazarın.
Hemen havaalanından buldum aldım bir tane. Uçakta başladım okumaya...
Hayat donuklaştığında, aynılaştığında, biz yanlızlaştığımızda içimize güneş serpecek denemelerden oluşuyor kitap.
Hepsi farklı, anlamlı, bilgi dolu, kısa kısa...
Bir de her denemeye ait bir çizim var.
Yani hiç zorlamıyor sizi, ürkütmüyor. Aman kaçırmayayım, bu sayfayı tekrar okuyayım, tamam biraz daha okuyayım akıcı olmaya başlayacak diye dişimizi sıktığımız cinsten değil.
Bitireceğim diye korktum bıraktım.
Canım her sıkıldığında ağzıma bir şeker atar gibi, bir bölüm okuyacağım.
Tom Hanks, herkes SEN!
Hayatı sorgulamanın derinliklerinde geçirdiğim bu haftayı en son gittiğim “Bulut Atlası” filmiyle noktaladım.
Filmin çok anlamlı bir konusu var:
Hayatlarımız sadece bize ait değil, hepimiz birbirimize bağlıyız.
Ama öte yandan biraz yorucu. Aynı anda onlarca film izlemiş gibi yoruluyorsunuz.
Sürekli anlamaya çalışıyorsunuz.
Bir süre sonra da salondan şu dialoglar yükseliyor;
- “Bu yaşlı adam kim?”
- “Tom Hanks. ”
- “Merhametli, şu iyi kalpli olan köylü?”
- “O da.”
- “Bu psikopat yazar kim? Adamı balkondan fırlattı !! ”
- “Yok artık, gözlerine baksana; bu da Tom Hanks! ”
Bir insan herkes mi olur?
Her rol bu kadar mı yerini bulur?
Sorgulayışlar, gelecekte Dünya nasıl olacak, ölünce ne olacağız soruları asla bitmez...
Bu filmden sonra kalan iki şey ise:
Kusursuz makyajlar ve Tom Hanks’in eşsiz oyunculuğu!
Gözümü ekrandan ayırmadan içimi çeke çeke ağladım.
Bütün dünyanın tartışmasız en büyük gücü Amerika’nın başkanlık seçiminin sonucunu izlerken büyük bir duygu patlaması yaşadım.
Niye ağladığımı da bilmiyorum.
Romney’in zafer konuşmasını çöpe atıp, gözleri dolu dolu Obama’yı tebrik etmesine, kendisine hep destek olacağına söz vermesine mi?
Yoksa Obama’nın sadece kendine oy verenlere değil, dil, din, ırk, renk gözetmeden tüm “Amerikan Ailesi”ne sevgi ve tevazu dolu bir üslupla seslenmesine mi?
Amerika’nın sorunlarını iki rakibin birlikte çözme yolundaki adımlarına mı?
Belki de Romney’in “ Hayatımın aşkı Ann... Mükemmel bir First Lady olurdu” derken, Obama’nın milyonların önünde eşinin gözünün içine bakarak:
“Michelle seni hiç bu kadar sevmemiştim. Sen olmasaydın burada olamazdım.” deyişine ya da, O günkü gazetenin ilk sayfasında göz ucuyla okuduğum bahtsız bedeviyle, kutup ayısının hikayesine de olabilir.
Bilmiyorum...
Herhalde medeniyet, hoşgörü, saygı kavramları karşımda bu kadar net ve yüceyken, bizde bu kadar unutulmuş ve itilmiş oluşuna ağladım...
Bu arada birazdan koşa koşa D&R a gidiyorum, Orhan Pamuk’un New York Times’a verdiği röportajda Erdoğan ve Obama’ya önerdiği kitapları almaya. Pamuk, Obama’ya “Zen ve Motosiklet bakım sanatı”, Erdoğan’a “Ben bir Kediyim” kitaplarını okumalarını tavsiye etmiş. Merak ettim, hemen alıp okuyacağım.
Monet’le gelen Sanat Aşkı
Ama öte yandan iyi şeyler de olmuyor değil.
Sakıp Sabancı Müzesinde gerçekleştirilen “Monet’in Bahçesi” sergisi bu aralar herkesin dilinde.
İstanbullular çoluğuyla çocuğuyla serginin kapısındaki kuyruğa dahil olurken, İstanbul dışında yaşayanlar sergiye gitmenin bir yolunu bulabilmek için can atıyor.
Osmaniye’deki Abdurrahman Keskiner Güzel Sanatlar Lisesi öğrencilerinin sergiye gitmek için gösterdikleri çabaya ise bayıldım: 17 yaşında sanat aşkıyla yanıp tutuşan bu hevesli gençler yol masrafını karşılayıp müzeyi gezebilmek için kendi resim sergilerini açmışlar!
Ama sadece 200 TL’lik satış yapmışlar, yaklaşık 20 katına ihtiyaçları varken.
Çabalarının sonucunu gün be gün medyadan takip ediyordum ki, beklenen hamle Sabancı Holding’ten geldi. Gençlerin yol masrafları karşılandı ve sergi boyunca onları bilgilendirecek bir de rehber organize edildi.
Cuma günü bu gençler sergiyi gezme fırsatını buldular. İnanın kendim gidip gezmiş kadar sevindim. Gençlere yol vermek, ışık tutmak ne kadar önemli.
Bu arada sergi 12 yaşından küçüklere ücretsiz, çarşamba günleri ise kimseden ücret alınmıyor.
Bütün bunların yanı sıra Monet’in aynı zamanda sanat eleştirmeni ve küratör olan küçük torunu Philippe Piguet’ de İstanbul’da gerçekleştirilecek bir konferansa konuşmacı olarak geliyor...
Bunları duyup okudukça içime bir sevinç, bir umut doluyor...
En kısa zamanda çocukları alıp ben de tutacağım bu serginin yolunu.
Biz de Çağdaş Sanatı Öğreniyoruz
Sadece İstanbul’da değil Ankara’mızda da sanatla ilgili çok güzel aktiviteler var.
Mayıs ayında yazmıştım Koleksiyon Mobilya Ümitköy Mağazasının Çağdaş Sanat’ın kriterleri ve koleksiyonerliği eğitimi konusundaki çalışmalarını.
Tansa Mermerci Ekşioğlu, Zeynep Öz ve Laura Carderara’nın kurduğu SPOT ile birlikte Koleksiyon Home’un Ankara temsilcisi Sinem Özgümüş ve markanın iletişim çalışmalarını başarıyla yürüten Özge Çavuşoğlu’nun düzenledikleri “Çağdaş Sanat Etkinlikleri” bu ay da iş başında.
Önümüzdeki perşembe günü gerçekleşecek “Güncel Sanata Giriş Semineri” ne ben şimdiden yerimi ayırttım bile!
Sonraki hafta da hep birlikte İstanbul’a giderek galerileri, atölyeleri gezip, öğrendiklerimizi pekiştireceğiz.
Bunca işin gücün arasında nasıl zaman bulunur demeyin, isteyince gayet de güzel oluyor.
Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi, bayramda Vietnam-Kamboçya’daydım.
Uçuşumuz Bangkok üzerinden 12 saate yakın sürdü. Böyle uzun uçuşlarda en büyük keyfim müzik dinleyerek sevdiğim bir kitabın sayfaları arasında kaybolup gitmek.
E tabii, telefon yok, arayan soran yok, saatlerce kendi kendimle kalabiliyorum.
Ama bu sefer yolculuğum bir başka keyifliydi.
Yola çıkmadan önce “Orhan Gencebay ile Bir Ömür” albümünü eklemiştim listeme. Orhan Baba’nın bugüne kadar efsane olmuş tüm şarkıları Emel Sayın’dan, Nilüfer’e, Mustafa Sandal’dan, Candan Erçetin’e, Sezen Aksu’ya kadar çok önemli sesler tarafından yorumlanmış.Tüm yol boyunca defalarca dinlediğim albümle tam bir zaman yolculuğuna çıktım...
Orhan Baba’ya yakışır, çok anlamlı ve keyifli bir albüm olmuş.
Özellikle Ajda Pekkan’ın “Severek Ayrılalım” ve Tarkan’ın “Hatasız Kul Olmaz” yorumlarına bayıldım.
Günaydın Vietnam !
Ülkeye adımımı attığım ilk anda aklıma Robin Williams’ın Vietnam savaşında bir radyocuyu canlandırdığı filmde Amerikan askerlerine her sabah yaptığı anons geldi:
“Goood Morning Vietnam”.
Ben o toprakları ilk bu filmle tanımıştım. Gidince gördüm ki büyük acılar, savaşlar, işgaller yasamış bu ülke hala çok mazlum, insanlar üzerinde o kanlı geçmişin etkilerini görmek hala mümkün.
Ama öte yandan iç dünyaları çok zengin. Eğitim, gördüğüm birçok ülkeden çok daha ön planda.1076 yılında kurulmuş Edebiyat üniversitesini gezerken Konfüçyus’un öğretilerinin izleri her taşa kazınmıştı.
Doğası ise tartışılmaz... Pirinç tarlaları, yağmur ormanları, rengarenk tropik meyveleri, orkideleri, mimozaları, lotus çiçekleriyle gerçekten çok güzel, çok farklı, görülmesi gerek... Mutfağının lezzetini ise söylememe gerek yok: Çin, Tayland ve Hint mutfaklarının çok güzel bir sentezi.
Kamboçya ise çelişkilerle dolu büyülü bir ülke...
Bir yandan sessizliğin hakim olduğu topraklarda yaşayan halkın huzurlu gülümsemesi, öte yandan vahşi bir katliama maruz kalmış aynı halkın taşıdığı fiziksel ve ruhsal vahşetin izleri...
Bir yandan dünyanın 8. Harikası Angkor Wat antik kentinin ihtişamı, öte yandan mayınlarla döşeli ölüm tarlaları...
Bir yandan kanlı ve acılı bir geçmiş, öte yandan turizmle zenginlesen parlak bir gelecek...
İşte Kamboçya böyle bir ülke... Ben çok etkilendim. 3 gün yetmedi...
Gribe karşı doğal formül...
Geri döndüğümde bir baktım ki Ankara’ya sonbahar iyiden iyiye gelmiş.
30 derece havalarda suların, ormanların içinde bedenim o kadar mutluydu ki, uçaktan iner inmez burnum akmaya başladı. İyice hastalanıp yatak döşek yatmamak için son yıllarda çok faydasını gördüğüm bir formülü uygulayıverdim:
Önceden buzluğa koyduğum limonu aldım, kabuğuyla olduğu gibi çorbanın içine rendeledim. Bu formül bana çok iyi geliyor. İsterseniz sıcak suyun içine de rendeleyebilirsiniz, aklınızda olsun.
Keşke...
Dönüşüm tam 29 Ekim’e denk geldi.
Uçaktan iner inmez memleketimin isyankar, huzursuz ve hoşgörüsüz havası bir anda kararttı ruhumu.
Bir bayrama, bir zafere denk geldiğim için içimin coşması, gururla dolması gerekirken coplu, barikatlı, biber gazlı bir Cumhuriyet Bayramı kutlamasına şahit olacağım hiç aklıma gelmezdi...
O manzaraları keşke hiç görmeseydim, o haberleri hiç okumasaydım, bu utanca beynim, halkım ve tarihimiz hiç tanıklık etmeseydi keşke…
O kadar güzeller ki! Benim kanepeye de ne güzel yakışır diye düşünürken bir anda hatırlayıverdim; o figürler herkesin Aşk-ı Memnu’ daki “Matmazel” rolüyle tanıdığı Zerrin Tekindor’un çizimlerinin ta kendisi! Resimle ilgilenenler çok iyi bilir; Zerrin Tekindor, oyunculuğunun yanı sıra aynı zamanda çok da iyi bir ressam. O kadar canlı, modern ve estetik figürler yaratmış ki...
Onun bu eserlerini ustalıkla yastıklara uygulayan isim ise Aysun Berkant.
Aysun’dan daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim. “Bobo Bourgeois” markasının kurucusu, bez torba akımının yaratıcısı. Hani naneyi, dereotunu, rokayı; kısacası yeşil salata malzemelerini bir hafta taze tutan “Ot Torbası” ndan da bahsetmiştim. İşte onun da yaratıcısı. Benim de uzun süredir çalışmalarını hayranlıkla takip ettiğim Aysun, şimdi ürün yelpazesini genişletmiş; doğal ve çevre dostu ürünleriyle Zerrin Tekindor’un muhteşem çizimlerini birleştirip çok güzel yastıklar yapmış. İnternete girip bütün ürünlerine baktım, hepsi birbirinden güzel! Sizin de mutlaka bir göz atmanızı tavsiye ederim.
Bu sefer çok uzaklarda geçireceğim bayramı
Zaman ne kadar da hızlı geçiyor! Yazarken daha net fark ediyorum. Bir bayram daha geldi hiç farkına varmadan… Önceki kurban bayramı yazımı daha dün yazmış gibiyim…
Ankara’da çok geleneksel bir bayram geçirmiştik. Alicim bütün giymediği kıyafetlerini paketleyip Van’daki arkadaşlarına yardım için göndermişti. Hep beraber bizim evde toplanıp bayramlaşmış, kavurmamızı yemiştik.
Bu sefer çok uzaklarda geçireceğim bayramı. Vietnam - Kamboçya’ya gidiyorum.
Anne orası nasıl bir yer
Valizi hazırlarken Ali yanıma geldi, “Anne, nerede orası, nasıl bir yer?” diye sormaya başladı. Sonra kapının önünde Oğul da belirince aldım ikisini karşıma, başladım anlatmaya;
“Vietnam belki de dünyada yaşanan acıların en büyüğünü görmüş, mücadelenin en zorunu vermiş yerlerinden biri. Tarih boyunca Fransız, Çin ve en önemlisi Amerika ile uzun bağımsızlık savaşları yapmış, halkının yaşadığı acılar tüm dünyanın aklına kazınmış... 60’lı yıllarda ABD ile yaptığı savaşta bildiğim kadarıyla 15 milyon ton bomba düşmüştü o topraklara. 3 milyon civarında insan hayatını kaybetti ve kullanılan kimyasal silahlar, bomba ve mayınlar sonucu sakat kalanların sayısı çok daha fazlaydı. Düşünün bu silahlardan ve bombalardan kaçan halk, yerin altına tam 250 kilometre uzunluğunda bir tünel kazmış. Hem de düz bir tünel değil, labirent gibi, o kadar ustaca bir yol açmışlar ki, hem hayatlarını kurtarmış hem de ulaşımlarını sağlamışlar bu tünellerle.
Bağımsızlık savaşçısı Ho amca
Ama size asıl anlatmam gereken kişi: Ho amca. Bağımsızlık savaşının başındaki isim, bir şehre ismini veren kahraman. Bu anlattığım savaşlar yetmişine ulaşmış Ho Chi Minh önderliğinde onca kayıp ve acıya rağmen kazanılmış… Halk onu o kadar çok severmiş ki, herkes ona Ho amca dermiş. Sizin anlayacağınız, bizim için Atatürk ne ise, onlar için de Ho amca oymuş. Kendisinin ömrü kazanılan bağımsızlığı görmeye yetmese de zaferden sonra Saigon şehrine onun adı verilmiş. O günden bu güne Vietnam’ın en kalabalık kentinde, yaklaşık 40 senedir Ho Chi Minh’in adı yaşatılıyor…”
Koskoca açılmış iki çift göz anlattıklarımı dikkatle dinlerken ben hala zamanın ne kadar çabuk geçtiğini düşünüyordum. Daha dün onlara yataklarında masallar anlatırken şimdi oturtup karşıma tarih anlatıyorum…
Hepinizin bayramını kutlarken, bu bayramın, ailelerimize, ülkemize huzur, mutluluk ve barış getirmesini yürekten diliyorum.
“Birleşmiş Milletler Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kadınların Güçlendirilmesi Birimi” bölge ofisi İstanbul’da kuruluyor. Birleşmiş Milletler bünyesinde çalışan ve kısaca “UN Women” olarak adlandırılan birim, toplumsal cinsiyet eşitliği, kadına bakış açısı ve kız çocuklarına yönelik ayrımcılığın önlenmesi gibi çalışmaları yürütecek. İstanbul da bu sayede Avrupa ve Orta Asya’da yaşayan tüm kadınların sorunları ile ilgili çalışmalara ve uluslararası konferanslara ev sahipliği yapacak.
Fakat ortada bir sorun var. Ofisin TRT İstanbul Radyosu binasında kurulması planlanıyor ve tarihi radyo evlerini vermek istemeyen TRT çalışanları haberi aldıklarından bu yana eylemler yapıyor, bu karara şiddetle karşı çıkıyor. Normal olarak da akıllara ilk şu soru geliyor;
“İstanbul’da bu ofisin kurulabileceği başka bina yok mu?”
Umarım bu yer kavgası bir an önce çözüme kavuşur ve İstanbul bir an önce kadınlarımız için çalışmaya başlar.
Türkiye’nin kadın politikasının oluşturulmasında çok etkin ve ülke açısından da çok prestijli olan bu girişimi gerçekleştirdiği için Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’na sonsuz teşekkürler...
Teşekkürler Ümit Boyner
TÜSİAD’da yeni başkan adayının Muharrem Yılmaz olduğunun açıklanmasıyla, Ümit Boyner’in üstlendiği kadın başkanlığı dönemi de sona ermiş oluyor. Bir kadın olarak bu görevi başarıyla tamamlamasının yanında, derneğin en zor zamanlarında kattığı üstün emek ve güçlü duruşu ile bütün kadınlara örnek oldu Ümit Hanım. Tebrikler!
Yarımdan Bir Olmaz
Kadın Girişimcilerin çalışmalarını özveriyle yürüten ANGİKAD ise yine arı gibi çalışıyor. Bu hafta Ankara’nın en önemli faaliyetlerinden biri olan “Yarımdan bir olmaz” Uluslararası Çalışma Toplantısı ANGİKAD ve UNDP işbirliği ile gerçekleşti. Çalışmanın bu seneki konusu özel sektör ve kamu işletmelerinin üst yönetiminde kadının temsiliydi. Aralarında TOKİ başkan yardımcısı Ayşe Balkan ve Turkcell genel müdür yardımcısı Selen Kocabaş’ın da olduğu, erkek egemen sektörde başarılarını kanıtlamış isimler ve yabancı konuşmacılar toplantıda deneyimlerini aktardı. Aile ve Sosyal Politikalar bakanımız sayın Fatma Şahin de toplantı sonunda genel değerlendirmelerini paylaştı.
Kadınların güç kazanma savaşında birbirlerini desteklemelerinin ve takdir etmelerinin önemi ise bütün konuşmacılar tarafından üzerine basarak vurgulandı.
Hayali bile güzel
Geçen hafta okuduğum bir haber, beni az da olsa ümitlendirdi... Brezilya’da yapılan yerel seçimlerin sonucunda tam 621(!) kadın, belediye başkanı seçilmiş. Bu nasıl bir başarı! Bravo!
Bizde de olur mu? Keşke! Hayali bile güzel...
Bu masal İtalya’da Toscana’nın kuzeyinde Piedmont bölgesinde, tepelerden aşağıya inen sıra sıra üzüm bağlarının nefes kesen pastoral manzaralarında yaşandı. İyi yemek peşinde tüm Türkiye’yi ve dünyayı gezen, damağına düşkün bir grup, bu sefer de bu bölgeye, beyaz trüf toplamaya gittik.
Farklı bir aroması ve inanılmaz etkileyici bir tadı olan trüf çok nadir bulunan ve değerli bir mantar türü. Beyaz trüfün dünyada en fazla yetiştiği yer de bu bölgede Alba şehrinin civarındaki köyler olunca, lezzet peşinde koşan insanlar ekim, kasım aylarında bu bölgeye akın ediyorlar.
ÇIKTIK BAHÇELERE BAĞLARA
Biz de aldık yanımıza eğitimli av köpeklerini çıktık bahçelere, bağlara... Köpeğimiz keskin koku alma duyusuyla bize mantarın bulunduğu yeri gösterince, biz de elimizde minik kazmalarla trüfü parçalamadan çıkarmak için toprağı özenle kazdık. Bu arada toprağın altındaki trüfü daha rahat bulabilmek için aromaların yoğun hissedileceği gece yarısından sonra, ya da sabah erken saatler tercih ediliyormuş.
DEĞERLİ LEZZETLER
Sonuçta hepimiz birer küçük parça mantar çıkartmayı başardık. Demeyin ki o kadar yolu bir parça beyaz trüf çıkartmak için mi gittiniz?! Ekşi maya, sarımsak ve rutubet karışımı bir tada sahip olan trüfün kilosu altınla eşdeğer. Makarnaların üstüne ancak 2-3 gr rendeleniyor!
Gastronomik açıdan değerli lezzetlerin yetiştiği bu bölgenin tüm dünya tarafından bu kadar ilgi görmesinde Slow Food hareketinin de büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Slow Food, 150’den fazla ülkede bulunan destekçisiyle hızlı yaşam ve Fast Food yeme alışkanlığının tekdüzeliğinin aksine, iyi, adil ve sağlıklı yemeğin zevkini toplumlara aşılamayı amaç edinen bir hareket. Yerel tatların ve geleneklerin farkındalığına varmak isteyen destekçileri de lezzet peşinde dünyanın dört bir yanını geziyorlar.
Bizde hiç yok mu böyle özel mantarlar ?
Olmaz olur mu! Sadece pazarlamayı, dünyaya tanıtmayı bilmiyoruz. Bizim de ilkbahar aylarında kıyı topraklarımızda yetişen Morel (kuzugöbeği) mantarımız gastronomi dünyası için çok değerli. Fransız mönülerinde sıkça adı geçiyor, fakat çoğumuz henüz ismini bile bilmiyoruz. Geçenlerde öğrendim ki Muğla’da bu mantarın tanıtılması için festivaller düzenleniyor,bilimsel tartışmalar ve tadımlar yapılıyormuş. Nisan’da 5.’si düzenlenmiş Yeşilüzümlü Kuzugöbeği Mantar Festivali’nin. Bravo! Bir sonraki festival için şimdiden yerimizi ayırttık bile!
Kadınlara futbolu sevdiren Alex!
Alex’in gitmesi beni çok sarstı. Sanki ailemden biri ayrıldı gitti gibi. Bırakın şiir gibi futbol oynamasını, karısına olan sevgisi, bağlılığı, insanlığı, centilmenliği, olgunluğuyla adam gibi adamdı. Bu özellikleriyle kadın erkek demeden kendini herkese o kadar sevdirmiş ki, takımdan ayrılması büyük protestolara sebep oldu. Bütün taraftarlar evinin önüne yığılıp saatlerce “gitme, başkan ol” diye futbolcuya yalvardı.
Bence Aykut da Aziz başkan da yanlış yaptılar. 2-3 hafta önce heykelini diktikleri adamı bugün ne oldu da 15 dakikada takımdan gönderdiler anlamak mümkün değil. Saygısızlık varsa gerekli uyarılar yapılsın ama böyle bir futbolcuyu takımdan çıkartmak için sadece telefonu ile meşgul olması ve bacak bacak üstüne atması yeterli mi? Yoksa derininde başka sebepler mi var anlayamadım…
İstanbul Moda Haftası Başlıyor !
Haftanın en çarpıcı aktivitesi hiç kuşkusuz İstanbul Fashion Week!
10-13 Ekim tarihlerinde İstanbul Modern’in yanındaki Antrepo 3’te aralarında Dilek Hanif, Deniz Kaprol, Atıl Kutoğlu,Zeynep Tosun, Gamze Saraçoğlu gibi iddialı isimlerin de defilelerinin gerçekleşeceği moda dolu günler başlıyor. Gündüz şovlar, defileler akşam davetler, partiler...
İstanbul’u hareketli günler bekliyor.
EYLÜL sonu itibariyle baktığımda “Muhteşem Yüzyıl” bu sezon da reyting tahtının en kuvvetli adayı. Saraydaki entrikaları keyifle izlerken o dönemin tarihine ışık tuttuğu için de önemsediğim diziyi aynı heyecanla izlemeye devam! Diğer favorilerime gelince:
1. Bu sezonun en iddialı dizisi bana göre “Veda”. Kadroda Mehmet Aslantuğ’u görünce zaten “tamam” dedim. Bir de hikaye Ayşe Kulin’in “Veda” isimli romanından uyarlanıp, üstüne dizinin müziklerini de Zülfü Livaneli yapınca herkesi ekran başına toplayacağı aşikar. Romanı okuduğum için hikayeyi çok iyi biliyorum ama “Aşk-ı Memnu” yu da bildiğimiz halde dizisini soluksuz seyretmedik mi?
Bu sefer hikaye Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde, işgal altındaki İstanbul’da bir konakta yaşananları anlatıyor.
2.Son iki yıldır çoğunlukla gözyaşları içinde izlediğim en favori dizim “Öyle Bir Geçer Zaman ki” bu sezon beni hayal kırıklığına uğrattı. Ali kaptansız, Aylin-Soner aşkı olmadan, hele ki küçük Osman’sız dizinin tadı kalmamış. Anladım ki bir dizinin ömrü iki yıl. İki yıldan sonra hikayede tekrarlar başlıyor, gereksiz uzatmalara gidiliyor. Oyuncular doğal olarak yeni projelerde, farklı rollerle kariyerlerine devam etmek istiyorlar. O zaman da dizi tüm cazibesini yitiriyor. Mesela Ali kaptan Erkan Petekkaya bu sezon “Dila Hanım” la çıktı karşımıza. 1977’de Dila Hanım’ı Türkan Şoray’ın, Karadağlı Rıza’yı Kadir İnanır’ın canlandırdığı film ortalığı kasıp kavurmuştu. Şimdi ise rolleri Erkan Petekkaya ve Hatice Şendil devralmış. Açıkçası daha önce bu kadar efsane ustaların hayat verdiği rolleri canlandırmak oyuncuların işlerini bayağı zorlaştıracak. İlk bölümden gördüğüm kadarıyla Erkan Petekkaya “Karadağlı Rıza” rolüne çok yakışmış ama Hatice Şendil’de Türkan Sultan’ı aradığımı söylemeden edemeyeceğim.
3.Bir diğer iddialı dizi de “Son Yaz Balkanlar 1912”. Senaryosu Kürşat Başar’a ait dizi Balkan Savaşı’nın arifesinden Çanakkale Savaşı’na kadar olan süreci konu alıyor. Bu tip diziler tarihimizi öğrenmemiz açısından da çok faydalı. Başrollerde Hazal Kaya, Seçkin Özdemir, Furkan Palalı ve Tuğçe Kazaz oynuyor. İddialı dizinin çekimleri Makedonya’da sürüyormuş. Kurulan setin içinde hükümet konağından, manava, kahvehaneye her türlü detay varmış. Özel kostümler, araçlar ve mobilyalar için hiçbir masraftan kaçılmamış. Belli ki yatırımı yüksek ve emeği bol bir proje olmuş. Balkan savaşının acılarını, aşklarını ve kahramanlıklarını izlerken yine gözyaşlarına boğulacağız gibi görünüyor.
4.Çetin Tekindor, Kenan İmirzalıoğlu ve Bergüzar Korel! Kadro müthiş! Hepsi “Karadayı” dizisinde bir araya geliyor. Bir kabadayı rolünü zaten Kenan İmirzalıoğlu’ndan daha iyi kimse yapamaz. Çetin Tekindor deseniz hiç konuşmayıp dursa yeter. Yönetmen “Ezel” dizisini akıllara kazıyan Uluç Bayraktar. Müzikler de Toygar Işıklı’dan. Bu ekipten de çok güzel bir iş çıkacağı kesin.
5.Yabancı diziler içinde ise benim favorim kuşkusuz “Desperate Housewives”. Ama bu keyifli dizinin de artık sonu geldi. Her ne kadar Türk versiyonu, “Umutsuz Ev Kadınları” olarak çıksa da bence orijinalinin yanına bile yaklaşamadı. Yazın New York’ta Obama’ların da ailece izledikleri “Modern Family” ve “Homeland” dizilerini seyrediyordum. Geçtiğimiz hafta “Modern Family” komedi dalında, “Homeland” ise drama dalında Emmy ödüllerini silip süpürdü. Yakında bizim kanallarda da başlar nasıl olsa, onlara devam ederim.
ÇİNEKOP YEMEYİN!
Sonbaharla birlikte pazar, manav tezgahları ne güzel oldu. İncirin, üzümün en lezzetlilerini tadıyoruz. Yazın özlediğimiz balığın da sezonu başladı. İri iri palamutların, sardalyanın en bol, en lezzetli günleri. Ama benim favorim tartışmasız lüfer. Lüferin de sezonu başladı. Izgara boğaz lüferinin tadına doyulmaz. Fakat AMAN diyeyim boy sınırı uyarılarını dikkate alalım. Soyu tükenme tehlikesinde olduğu için boyu 24 cm’den küçük olan lüferi avlamamak gerekiyor.
Geçen hafta gittiğim bir balıkçı “Abla çok taze çinekopum var, vereyim mi?” deyince kıyameti kopardım. Çinekopu avlamanın yasak olduğunu anlattım. Çünkü çinekop lüferin küçüğü, yani henüz yumurtasını bırakmamış hali. Onu avlamak balığın büyümesine, üremesine, soyunu devam ettirmesine engel olmak demek. Bilinçsiz balıkçı bunu avlarsa, biz de satın alırsak birkaç sene sonra Lüfer diye bir balık türü kalmayacak. Ben restoranlarımda ve evimde bu kurala uymaya çok dikkat ediyorum. Çinekop almıyorum, satmıyorum. Satanları da 174 Alo Gıda hattını arayarak Tarım ve Köyişleri Bakanlığına bildiriyorum.