(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Kurthan Fişek" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Kurthan Fişek" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Kurthan Fişek

Kurthan Fişek: Noolacak borsanın háli? Noolacak hükümetin háli?
24 Şubat 2001





Kurthan FİŞEK

ANLATILMASI çok sıkıntılı ve güç bir şekilde geçiriyorum hafta sonunu... Herkes bana soruyor: ‘‘Nedir durum vaziyetleri?’’

Üç kuruş birikmiş parası olan, dolar bazında kira ödeyen veya taksitli dolarla ev alan herkes panikte...

Bana soruyorlar.

‘‘Dolar-Mark-Euro ne durumda?’’

Bilmediğimi, iktisattan zırnık anlamadığımı, sadece siyaset ve yönetimden anladığımı, ekonomik durumları bir bilenine (veya bölenine) sormaları gerektiğini söylüyorum.

Sorunun cevabını bilsem, zaten kimseye söylemem, kendime saklarım...

Yaşım müsait, sağlığım müsait, kötü alışkanlıklarım yok...

Ya tarafsız cumhurbaşkanlığına, ya ekonomiden sorumlu dışarıdan tarafsız başbakan yardımcılığına soyunurum...

* * *

Yarın pazartesi...

Başbakan Makedonya'dan, cumhurbaşkanı Mısır'dan dönmüş olacak...

Dokuz buçukta, Çankaya Köşkü'nde MGK toplanacak... İki saat kadar sonra, borsa ve ekonominin genel gidişat rakamları belli olacak...

Yarın, öğleden sonra saatlerinde, lokantalar, meyhaneler dolacak, herkes ortak gündemi konuşacak, dertleşecek...

‘‘Noolacak bu memleketin háli?’’

* * *

Dün gece dost sofrasındaydık.

İçim karardı. Yaş kuşağımız gereği, hastalıklarımızdan, bel ağrılarımızdan, tek-tük sağlık problemlerimizden söz ettik. Hayatta bulunan aile büyüklerimiz için doktor-hastane soruşturması yaptık.

Dedim ya... İçim karardı. ‘‘Konuyu değiştirelim artık...’’ dedim.

Konu değişti, aynı yerin başka türlüsüne geldik.

‘‘Noolacak bu ekonominin háli?’’

Böyle konulardan hem anlamadığımı, hem sızlanıp söyleşmekten bıktığımı, hem güzel şeylerden söz etmek istediğimi söyledim.

Üstüme geldiler. ‘‘Tamam, Hasan Hüsamettin yerden göğe kadar haksız ve münasebetsiz... Ama, kim haklı? Son sıkıntılarımızdan kim sorumlu? Sezer mi, Ecevit mi? Yoksa IMF mi?’’

Artık dayanamayacağımı anladım, eski soyut yazılarımdan birinin fotokopilerini çıkartıp masaya koydum. Gelene, gidene dağıttım.

Cuma ve cumartesim böyle geçti. Pazartesiye tekrar bekleriz efendim...

* * *

Küçükleri eğlendirip oyaladıkları, görmek isteyen büyüklere de akıl yolunu gösterdikleri için çocuk masallarını öteden beri çok sevmişimdir.

En çok da ‘‘Büyücünün Çırağı’’ hikáyesini...

Devenin çığırtkanlık, pirenin berberlik yaptığı vakitlerde, ünü dünyaya yayılmış bir büyücü, onun de ele avuca zor gelir bir çırağı varmış... Haylaz çırak, kazan fokurdatıp büyü hazırlayan ustasını merakla, gıptayla seyreder, ‘‘Aahhhh! Aaahhh!’’ diye iç geçirip dururmuş, ‘‘Bir punduna getirip aynı büyüleri ben de yapsam keşke...’’

Günlerden bir gün, ustasının alışverişe gidip meydanı boş bırakmasından faydalanmış haylaz çırak... Ustasından ne görmüşse, kilerde her bulduğunu cadı kazanına doldurmuş... Ustasının gıdım gıdım koyduğunu yığmış da yığmış, aklında kalan büyülü sözleri yalan yanlış, yarım yamalak mırıldanmış...

Cehennem dünyasının bütün kötü kuvvetlerini böylece ayağa kaldırmış küçük çırak... Öylesine kaldırmış ki, dağlardan, tepelerden, bayırlardan seller kopup gelmiş... Hırsı hem aklından, hem kabiliyetinden büyük, Can Yücel'in sevimli tabiriyle ‘‘kıfayetsiz muhteris’’ büyücü çırağının önce harekete geçirdiği, sonra kontrolunu kaybettiği cehennem dünyasının o güçleri, boyundan büyük işlere kalkışanlara ibret dersi olarak, çırağı da, her şeyi de sürükleyip götürmüş...

* * *

Hikáye bu ya... Anlattım işte...

Yarın pazartesi... Kimse boyundan büyük işlere kalkışmaz inşaallah!

Yazının devamı...
Kurthan Fişek: Nerede kalmıştık?
21 Şubat 2001





Kurthan FİŞEK

Kediler nankör mü?

SAYIN başbakanımızın, tarafsız aracılar eliyle, sayın cumhurbaşkanımıza gönderdiği ‘‘Kaldığımız yerden devam edelim!’’ çağrısına, Çankaya'dan olumlu cevap gelince, devlet zirvesindeki gerginlik yumuşadı.

Gözler pazartesiye çevrildi.

Ama, akla takılan bazı sorular ve sorunlar var.

1 Sayın Sezer, MGK toplantısını açarken espri yapabilir, Levent Kırca'nın ‘‘Nerede kalmıştık?’’ klasiğini tekrarlayabilir. Hava asıl o zaman yumuşar. Bu anlamsız kavgada ‘‘barış gücü’’ rolüne sıvanan MGK'nın asker üyeleri bile rahatlar.

Peki, devam etmesine edelim de, nerede kalmıştık? Sezer, 1982 anayasası kitapçığını Ecevit'e atmış veya uzatmış (yoruma bağlı), devlet bakanı ve başbakan yardımcısı Özkan da ayniyle iade etmişti.

Orada kalıp oradan aynı şekil ve üslûpla devam edilecekse, kan çıkar.

O anayasayı, birbirlerine fırlatacaklarına, keşke, elbirliğiyle çöp sepetine atsalar, yenisini yapsalardı.

* * *

2Pazartesi günkü toplantıya kimler katılacak? Bildiğim kadarıyla, ışığı gören herkes katılamaz, davet gerekir. Davet sahibi, devletin, dolayısıyla MGK'nın da başı olan cumhurbaşkanıdır.

Kalınan yerden devam edilecekse, Hüsamettin Özkan çağrılır mı?

Çağrılmazsa ne olur, çağrılırsa ne olur? İlginç bir soru... Cevabını bilmiyorum, pazartesiyi bekliyorum...

3Sezer cumartesi günü Mısır'a gidiyor. D8 zirvesine katılmak için... Pazar akşamı, geceyarısına doğru dönmüş olacak... Ya uçak kalkmazsa? Ya hava muhalefeti yüzünden başka yere iner, toplantıya yetişemezse?

Noolacak şimdi? Toplantıya, ya TBMM Başkanı Ömer İzgi, o olmazsa Başbakan Bülent Ecevit başkanlık edecek elbette...

Peki, toplantı nerede yapılacak? Genelkurmay'da mı, Çankaya'da mı, yoksa Başbakanlık binasında mı?

Pazartesiyi bekleyedururken, asıl meseleye gelelim...

* * *

4Hüsamettin Özkan, sayın başbakanımız Köşk'ü terk ederken, sayın cumhurbaşkanımız için, ‘‘Nankör Kedi’’ demişmiş...

Konu ve gündem değişiverdi. Kedi nankör mü, değil mi?

İlk tepki İ.Ü. Veterinerlik Fakültesi öğretim üyesi Doç.Dr. Tamer Dodurka'dan geldi: ‘‘Kediler karakterlerinden taviz vermedikleri için nankörlükle suçlanıyor. Oysa insanlara kişilik dersi veriyorlar. Köpekler 14 bin yıl önce, kediler sadece 6 bin yıl önce evcilleştirildi. Kedi besleyenler, aynı zamanda, yabani hayvan beslemenin hazzını yaşarlar. Köpek gibi ufak bir hediyeye kanmaz kediler... Bu da gururundan kaynaklanıyor. Kişiliklerinden taviz vermez, karakter dersi verirler...’’

Sevgili Mümtaz Soysal hocam da, Hürriyet'te, bu görüşe tam destek verdi.

‘‘Bizim Mırnık için nankör demeye bin şahit ister. Tatilde bahçeye çıkabildiği zaman, sevdiklerinin evine başka kediler yaklaşmasın diye, on yedi yaşında olmasına rağmen, canını dişine ve pençesine takar, en çetin hırlaşmaları bile göze alır. Ona göre, evin savunulmasını ihmal, kendisine gösterilen sevgiye nankörlük etmektir. Yapmaz. Nankör olsaydı, ara sıra kendisine bir şeyler veren komşulara da yaltaklanır, bir-iki lokma karşılığı onların kedilerini bizim avluya sokardı. Köpekseverlerin köpek sevgilerini ‘sadakat' kavramına dayandırmaları gibi, kediseverler de nankörlük suçlamasını reddetmek, ‘karakter' kavramını savunmak zorundadır...’’

* * *

Senin gözünde olmayabilir, benim gözümde olmayabilir, ama, sayın başbakanımızın yakın çevresinin gözünde, kedi nankördür.

Altı yıl kadar önceydi.

Gözleri gibi baktıkları, elbebek-gülbebek büyüttükleri, elcağızlarıyla besledikleri sürü-sepet kedileri, Or-An sitesindeki evlerinden kayboldular.

Önce ‘‘suikast-itlaf-intikam’’ zannedildi.

Sonra gerçek anlaşıldı. Bütün o kedicikler, topluca, kapı komşusu Alpaslan Türkeş'in bahçesine sığınmışlar meğerse...

Yazının devamı...
Kurthan Fişek: Başımıza belá, bir tek Almanya eksikti
19 Şubat 2001





Kurthan FİŞEK

BAZI tipler vardır, ‘‘Yorgunuz, yorgunuz!’’ derler, yüzünüz yumuşayınca da peşpeşe üç sefer üstünüzden geçerler. Tıpkı Almanlar gibi...

Almanya ikircikli duygular içinde... Ekonomileri sıkıntıda...

‘‘Kalifiye teknik personel’’ ihtiyaçları var.

Kapılarını açacaklar, ama, bizler geliriz diye korkuyorlar.

Bizden niye korkuyorlar, bilmem...

Birinci Dünya Savaşı'nda 14 bin işçi göndermiştik oraya... Hepsi ‘‘asimile’’ oldular, evlendiler, ama, töremiz gereği, erkek çocuklarımızı sünnet ettirdik.

Aradan yirmi yıl geçti. Prusya askeri makinesinin tekrar çalışmaya başlamasıyla beraber, ırkçılık hortladı.

‘‘Yahudi tesbiti’’ yapmanın en kestirme yolu, don indirip çük ucuna bakmaktır. Müslümanla yahudinin bu ortak özelliğini Gestapo hanzoları, hansları ne bilsin?

Yirmi üç bin (rakamla, 23.000) Türk gaz odasına gitti.

* * *

Almanya'da ‘‘etnik kışkırtma’’ başladı.

Gerçi ‘‘hükümet politikası’’ değil, ama, böyle duygu ve söylemler, çarçabuk eyleme yansır...

Türk-Alman ilişkilerine birkaç soruyla bakalım isterseniz...

* * *

1 Kürt aşiretleriyle Ermeni komitacıların itiş-kakışından en çok Almanya yararlandı. ‘‘Düvel-i Muazzama’’ tabir edilen büyük devletlerden bir tek onlar bize arka çıkınca, avantaları ne oldu?

a. Yatırım piyasasında Deutsche Bank malı götürdü

b. Bağdat Demiryolu imtiyazı koparıldı

c. Birinci Savaş'ta doğu cephesi sağlama alındı

d. Hepsi

2Deli deliyi, imam ölüyü sever. En ‘‘Alamancı’’ üst yönetimimiz olan İttihat-Terakki üçlüsünün, Enver, Talat ve Cemal'in en kafa dengi kimdi?

a. Liman von Sanders

b. Goethe

c. Berlin Yaylı Çalgılar Üçlüsü

d. Schiller

3Şimdilerde ‘‘Turken Raus!’’ (sittirin gidin) diye bağırıyor Almanlar... Biz de kızıyoruz. Kızmayalım. Guinness Rekorlar Kitabı'nda Bismarck sonrası Almanya'nın elindeki dünya rekorları hangileri?

a. Mezar kazma rekoru

b. Toplu idam rekoru

c. En ağır tank, en iki top rekoru

d. Hepsi

4‘‘Bizim sattığımız silahları kekolara karşı kullanmayın!’’ diyor Almanlar... Aldırmayın, bunu hep yaparlar. Ajda Pekkan'ın ‘‘Amaaan petrol, canıımmm petrol!’’ şarkısının televizyon klibi yüzünden de, Almanya'dan ‘‘resmi protesto’’ yemiştik. Niye?

a. Filmde yolda kalıp eşşeğe çektirilen araba Mercedes olduğu için

b. Ajda'nın dahili çekimleri gaz odasında yapıldığı için

c. Figüranların tamamı Yahudi olduğu için

d. Fon duvarlarında Kürt kilimler olmadığı için

5Habire ‘‘Fremde Raus!’’ (Yabaniler Dışarı!) diye bağıran Almanlar'ın son zamanlardaki ‘‘Kürt sevdası’’ sizi yanıltmasın... Kürtler'i de sevmezler. Halepçe'de hardal gazıyla Kürtler'in soyunu kıran Saddam Hüseyin'e, o hardal gazının fabrikasını Almanlar kurmuştu. Hangi ad altında?

a. Çikolata fabrikası

b. Deodorant fabrikası

c. Zirai mücadele ilacı fabrikası

d. Fare zehiri

CEVAPLAR: 1) d, 2) a, 3) d, 4) a, 5) c.

Yazının devamı...
Kurthan Fişek: Bush buşluğunu bildi kış kışlığını bilmeli!
17 Şubat 2001





Kurthan FİŞEK

HERŞEYİMİZİ miladi takvime göre örgütlediğimiz için, çocukken öğrettilerdi, önce kış, hemen arkasından ilkbahar, sonra yaz, en sonunda da sonbahar gelirdi. Sırf Hazreti İsa kış ortasında doğduğu için...

Şimdilerde ıklimler değişiyor. Sorumlusu ‘‘ozon deliği’’ herhalde...

Birileri delip duruyor.

Barajlarımızda su seviyesi düştü, kuraklık kapıya dayandı, gündemin birinci ve ikinci eylem maddeleri tesbit edildi.

1 Enerji tasarrufu yapalım, yoksa susuzluktan gebeririz!

2Kar-yağmur duasına çıkalım, yoksa başımıza taş yağacak!

* * *

‘‘Mevsim ıklim ortalamaları’’ çok değişti.

Sizi bıktıracak sıklıkta tekrarlasam bile, yine tekrarlamakta ısrarlıyım... Gökten Müjde Ar yağsa, kafamıza Aydemir Akbaş düşecek...

Türkiye'nin ‘‘belirsizlikler cenneti’’ olduğunu, evrensel ıklim koşullarına endekslendiğini vurgulamak için bu girizgáhı yaptım.

Ölümsüz bir Anadolu özdeyişiyle, ‘‘Kış kışlığını bilmeli!’’, ama, bilmiyor, bir türlü öğrenemiyor işte...

* * *

Elbette ‘‘kış kışlığını bilmeli’’, ama, tekerlemenin devamıyla, ‘‘buş buşluğunu bilmeli’’...

Orijinal tekerlemeye göre, ‘‘buş’’ sözcüğünün sonuna gerçi bir ‘‘t’’ harfi takılması gerekirdi, ama, o kadar kusur kadı kızında da olur.

Amerikan veliahtı Bush, babasının mirasına sahip çıktı, İngiltere'nin Deniz Baykal'ı sayılan Tony Blair'in desteğiyle Irak'ı bombalamaya koyuldu, Türkiye'nin jeopolitiğini ulusal ve uluslararası gündemin birinci sırasına yerleştirdi.

Yani, Bush buşluğunu bildi.

Neyse ki, olayın dışındayız... Hiç değilse şimdilik...

* * *

Amerika'da ne zaman devlet başkanı değişse ‘‘ulusal ve uluslararası problem’’ çıkar.

Amerika'nın ilk devlet başkanı George Washington'du. Köle sahibiydi (420 tane), gezmekle bitmeyecek kadar tarım arazisi vardı. ‘‘Centilmen çiftçi’’ dedikleri topraksoylu sınıfındandı. Gözü doymadı, İngiliz imparatorluğunun tapulu topraklarına göz dikti, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nı başlatıp başarıyla bitirdi.

Hemen arkasından John Adams geldi. Biraz çift-çubuğu (120 bin dönüm), birkaç kölesi (68 tane) vardı, ama, dürüst insandı. Kimse kendisine saygıda kusur etmezdi. Avukattı. Boston Çay Partisi'nde (1770), Amerikalı vatanseverleri öldüren İngiliz denizcilerini savundu.

Olabilir. ‘‘Yalakalık’’ seçilmeye engel değildir.

Üçüncü başkan Thomas Jefferson'un babası inşaat mühendisiydi. Paranın para, mühendisliğin geçerakçe olduğu o günlerde 312 köle, 124 bin dönüm tarım arazisi kotardı. Hepsini 14 yaşındaki oğluna bıraktı. O da ‘‘demokrasinin ve özgürlüklerin babası’’ kesildi.

Amerika'nın ‘‘son demokrat’’ devlet başkanı Abraham Lincoln'du. Okula yürüyerek gider, sırtından düşüp kolunu kıracağı eşeği olmadığı için, mum ışığında kitap okurdu. Sıkıntılıydı, gençlik günlerini yoklukta geçirmişti. Zenci kölelere özgürlüklerini verebilmek için, Amerikan İç Savaşı'nı çıkarttı, tiyatro eseri izlerken öldürüldü.

John F. Kennedy ilginçti. Marilyn Monroe ilişkisini devam ettirirken, sarışın güzel kadınlardan bıktı, Küba'ya ‘‘Domuzlar Körfezi Çıkarması’’ yaptırdı. Beceremedi, yüzüne gözüne bulaştırdı, sonra da öldürdüler.

* * *

George Bush'un siyasal itibarı düşmeye başlamıştı. Irak operasyonunu başlattı.

Kaybetti. Yerine Bill Clinton geldi. O da, Beyaz Saray'ın Oral (pardon, Oval) Office'inde saksofon çaldı, çaldırttı. O da gitti.

Şimdi de, mahdum hazretleri Irak'ı bombalamaya başladı.

Amerika'da ne zaman başkan değişse, gündemi değiştirecek olaylar çıkar.

Tek ricam var.

Bizi bulaştırmayın... Bizim kışlar kışlığını bilmiyor, ama, onların buşları buştluklarını iyi biliyor.

Yazının devamı...
Kurthan Fişek: Sevgililer Günü: Geleceğe Aşk Mektupları
14 Şubat 2001





Kurthan FİŞEK

DOĞRUSUNU isterseniz, ‘‘Sevgililer Günü’’ arefesi benim için korkunç kötü geçti. Nezih ağabeyi toprağa verirken, kırk yılın basın emekçisi, çilekeşi Kemal Diyarbekir'i kaybettim. Hep birlikte kaybettik.

Osmanlı-Türkiye tarihinin en uğursuz ayıdır Şubat...

* * *

‘‘Sevgililer Günü’’...

Seveceğimiz, sevileceğimiz, sevineceğimiz bir gün...

Ne mümkün?

Derken, Hürriyet'in dünkü eki geldi elime...

‘‘Geleceğe Aşk Mektupları’’...

Güne güzel başlamak için tek çare, son sığınaktı.

Olağanüstüydü. Güzeldi, iyimserdi, sevgi doluydu.

Türkiye'nin önemli kalem ustaları, sevdiklerine ‘‘aşk dolu’’ mektuplar yazmıştı. İçim açıldı.

Ama, bence, bir tek mektup eksikti.

İsmet Paşa'nın biricik eşi Mevhibe'ye cepheden yazdığı mektup...

Yarınlarda kimin öleceği, kimin kalacağı bilinmeyen bir ortamda yazılmış, sevgi dolu, saygı dolu, ölümsüz bir mektup...

Sevgili kardeşim Gülsün Bilgehan'dan izin isteyemedim. Affına sığınıyor ve ‘‘Mevhibe’’ kitabından bir aşk mektubu aktarıyorum.

Dedesi (İsmet Paşa) ninesine (Mevhibe Hanım) yollamış...

* * *

Allahın bana ihsanı olan sevgili Mevhibem;

Neredesin? Bugün on beşinci gündür senden daha hiçbir haber alamadım. İnsaf et, şimdiye kadar postaya İsmet'in için bir kelime, bir teselli, bir selam bırakmadın mı? Ben muttasıl (aralıksız, sürekli) feryat ediyorum. Hep seni arıyor, hep sana söylüyorum. Sen ne vakit cevap vereceksin? Benim kıymetli, sevgili, bir tanecik Mevhibem. Bir tek kelimeni alsam, sıhhatteyim, rahattayım dediğini işitsem, okusam, en büyük saadetime nail olacağım. Sevgili Mevhibe gözlerinden, yanaklarından öperim, ruhum refikam.

Piyanoda terakki ettin (ilerledin) mi? Geçen on beş günü nasıl geçirdin? Cevapların mümkün olduğu kadar mufassal (ayrıntılı) olacak. Senin hissiyat ve iştiyakını (özlemini) yazılarında tamamen okuyacağım değil mi? Bak ben ne kadar sıkıntısız ve saçma sapan, gelişi güzel yazıyorum. Sen de öyle, nasıl düşünüyorsan, dilinin ucuna nasıl gelirse öyle söyle, öyle yaz. Senin bana her sözün kıymetli, her kelimen tatlıdır. Cenab-ı Hak sana afiyet versin. Seni bana bağışlasın.

Uzat Mevhibe'ciğim ruhum, Mevhibe'ciğim dudaklarını, yanaklarını uzat, benim nurum ve saadetim olan o ismet yuvalarından ruhumun bütün hasret iştiyakıyla (özlemiyle) öpeyim. Aklımda, hayalimde yalnız sen varsın Mevhibe. Benim bütün alemi mevcudiyetimi (varlığımı) sen dolduruyorsun, benim meleğim. Uçsana. Cenab-ı Hak, benim için seni yarattı ve daima başımın ucunda bulunasın diye yarattı.

Ne için uçup İsmet'in başı üstüne konmuyorsun?

İsmet

* * *

Cepheden yazılmış, Diyarbakır'dan yollanmış bir mektup...

Tarihine baktım, 9 Mayıs 1916...

Sevginin, saygının tek günle sınırlı olmadığını, bütün bir yıl devamlı olduğunu anlatan bir mektup...

* * *

Yazı yazmak değil, ağlamak geliyor içimden...

Erol, Vural, Yılmaz, İslam, Nezih, Kemal...

Onları nereye, hangi caminin avlusuna gömeceğimizi tartışmadık.

Kalbimize, gönlümüze, hafızalarımıza gömdük.

‘‘Sevgililer Günü’’ kutlu olsun!

Yılın 364 günü nefret edip tek bir gün sevmenin, hatırlamanın marifet olmadığını öğreniriz inşaallah!

Yazının devamı...
Kurthan Fişek: Bari her gün sevelim bir gün nefret edelim
12 Şubat 2001





Kurthan FİŞEK

YILIN 364 günü birbirimizden nefret eder, tek bir gün, 14 Şubat günü birbirimizi sever, hediyelere, sevgiye, ilgiye boğarız...

‘‘14 Şubat’’ niye ‘‘Sevgililer Günü’’?

Bu soruyu sorarım hep...

Bunca yaşımda öğrendim...

Amerika'da içki yasağı kalkmış, kaçak içki pazarlayan mafya birbirine düşmüştü.

Düşmüştü, çünkü, Amerika 1929 ekonomik bunalımına doğru gidiyordu. Dolu-dizgin... Pazar paylaşılamıyordu.

Amerika'nın Chicago kentinde ‘‘Garaj Katliamı’’ yaşandı. Rakip çetelerden daha silahlı olanı, zırhlı arabalarını yıkamaya çalışan rakiplerini bastı, 7 kişiyi taradı, katletti.

‘‘14 Şubat’’, paylaşım savaşçılarının ‘‘hesaplaşma’’ günüdür.

Sevgiyi paylaşamadıkları için, nefretlerini paylaşır ve kusarlar.

* * *

Yarın ‘‘Sevgililer Günü’’... Bir yıl boyu birbirinden nefret edenlerin seviştikleri, sayıştıkları gün...

Yarın 14 Şubat... ‘‘Sevgililer Günü’’...

Dünya tarihinin ilk feministi olan Eleanor Roosevelt'in bize armağanıdır. Yıllar sonra, insanların birbirlerini öldüreceklerine sevmelerini istediği bir yıldönümüdür.

Sembolik de olsa, en güzel hediyesidir.

‘‘Yıl boyunca fakirlikten, açlıktan kıvranan, birbirlerinden nefret eden insancıklarımız, hiç değilse, bir gün, 24 saat, birbirlerini sevsinler...’’

MAFYA'nın ölümüne hesaplaştığı bir gündür ‘‘Sevgililer Günü’’...

* * *

Böyle önemli ve anlamlı günlerde hep kendimle hesaplaşırım...

1 Bütün bir yıl kimi sevdim?

2 Bugün kimi sevmem gerek?

Hem sorması, hem cevaplaması zor ve sıkıntılı bir soru...

* * *

Nefret, kin, hüzün ve ölümün zirveye ulaştığı bir gündü 14 Şubat...

‘‘Sevgililer Günü’’ oldu.

Nefretlerimizi unutmamız, sevgilerimizi paylaşmamız istendi.

Başa gelen çekilir.

Cüce Şubat ayının tek tek her gününden nefret ettiğimi söylüyorum...

22 Şubat, 28 Şubat...

O ‘‘askeri’’ tarihlerle hiç ilgisi yok, ama, aynı ayda, Erol Yaşar, İslam Çupi, Vural Saygılı, Yılmaz Gümüşbaş ve Nezih Demirkent'i kaybettim.

Erol Yaşar bana çok kızardı. Ecevit hükümetinin spor örgütü kuruluyordu. Basketbol federasyonu başkanının Arman ağabey, atletizm federasyonu başkanının Turgut Çamer olacağını sabahın köründe kendisine söylemiş, ama, açıklamanın basın toplantısında yapılacağını, yazmamasını rica etmiştim.

Yazdı. Kazığı yedi.

Atletizmin başına ben, basketin başına Uğur Erel geçti.

Vural ve Yılmaz'la, Rüzgarlı Sokak'ta, yaklaşık tarihlerde başladık gazeteciliğe... 1960 yılı... İki uyduruk yazımızdan sonra, karşı meyhanede buluşur, İslam'ın türkçesine, üslûbuna gıpta eder, taklit etmeye çalışır, beceremezdik

Edebi yeteneklerimize saygı göstermedikleri için, gazete üst yönetimlerine küfrederdik...

* * *

Nezih ağabeyle en son Manisa Spor Akademisi'nde beraber olduk... Önemli bir sempozyum vardı. Spor konularını konuşuyor, tartışıyorduk.

Açık oturumu o yönetiyor, ikide bir saatine bakıyor, ‘‘Kısa kes!’’ diye hepimizi fırçalıyordu.

Manisa'dan İzmir'e gidip uçağa yetişmeye çalışıyormuş meğerse...

Benim çene düşüklüğüm yüzünden uçağı kaçırdıydı.

* * *

Güzel insanları uğurlamaya başladık...

Güzel insanları güzel ve gülerek anıyorum...

Arkalarından ağlamak bir halta yaramıyor.

Güzel insanları hayattayken sevelim...

Sonrası Allah kerim...

Yazının devamı...
Kurthan Fişek: Korkunun ecele faydası var mı?
10 Şubat 2001





Kurthan FİŞEK

İSTİSNASIZ herkesi korkular sardı bugünlerde... Üstelik, panik derecesinde... ‘‘Enflasyon düştü!’’ diye tam sevinirken, işçi-çiftçi-emekli yollara dökülüyor, yürüyor. Esnaf kepenk indiriyor.

Tam seviniyoruz, ‘‘Demokrasi geldi, yerleşti!’’ diye... Seçmen kitlemizin yüzde 15'i ‘‘kapatılma’’ korkusuna kapılıyor. Geriye kalan yüzde 85'lik kitle, kapatılmaz veya yenisi açılırsa ‘‘Eyvah, şeriat geliyor!’’ telaşına düşüyor.

Tabii, gündem de ha bire değişiyor.

Sevinçle korku arasında gidip geliyoruz, ama, ‘‘korku’’ ağır basıyor.

Arkadaşlar ‘‘korku’’ üzerine bir yazı yazmamı istediler benden...

* * *

Ölmekten korkmam... Korkunun ecele faydası yoktur.

Nereye gömüleceğimin siyasi polemiklere yol açmasından korkmam... Hepimizin sadık yári kara topraktır.

Peki nelerden korkarım?

İzninize sığınarak, pazar keyfinizi kaçırmak pahasına, izin verin, anlatayım...

* * *

Uçaktan korkarım.

Ne zaman binsem, uzay aracının havalanışı sırasında neler hissettiği sorulan astronot Neil Armstrong'un verdiği cevabı hatırlarım: ‘‘Korkuyorum. 18 bin hareketli aksamdan oluşan o aracın ya bakımını, ya vida sıkımını, akşamdan kalmış veya sabahın köründe karısıyla kavga etmiş adamlar yapıyor. Altımda dağılacak diye korkuyorum...’’

* * *

Helikopterden korkarım.

Cırcır böceğine benzeyen o cansızı, ilk defa, askerliğimi yaptığım sırada tanımış, felsefe yapmıştım: ‘‘Allah insanların uçmasını isteseydi, kanat takıp kafasının tepesine monte ederdi...’’

* * *

Yüksek gerilim hatlarından korkarım.

Kazara kopar da tepeme düşer diye... On binlerce volt yedikten sonra, küllerim etrafa saçılır.

* * *

Yürümeye üşenirim, ama arabadan, otobüsten korkarım.

Beş kilometre yol yapsak, bindiğim arabanın arka koltuğundan toparlayarak inerim... Her trafik canavarını, her kırmızı ışığı, her yayayı, her polisi gördüğümde, şoförün yerine, hayali frene ben bastığım için...

* * *

Peki, ‘‘Nelerden korkmuyorsun?’’ diye soranlara iki cevap vereyim...

Şeriattan korkmuyorum... Gelmeye kalkışacağı varsa, göreceği daha ne sivil-askeri numaralarımız var.

Darbeden korkmuyorum. İlkinde demokrasiyi, ikincisinde mapusluk ve elektrik işkencesini tanıdım, üçüncüsünde üniversiteden kovuldum.

Korkulacak ne kaldı?

* * *

Korkulacak çok şey kaldı.

Liderlerimizin sıhhat ve afiyetinden endişeliyim...

Allah hepsine uzun ömür versin, ammaaaaa...

Çok gezmeye başladılar.

Her gördüklerini öpmeye başladılar.

Uçaktan inmez oldular.

Yerli-yersiz çok konuşmaya başladılar.

* * *

Peki, en çok hangisinden korkuyorum?

THY'den evveli gün yine zam yiyen uçaktan korkuyorum...

Erdal İnönü ve kalabalık bir CHP grubu uçakta gidiyordu. Adana gezisi sırasında, İnönü'nün bindiği uçak, sol tekerleğinin üzerine inmişti. Uçaktaki solcuların hepsi, o panikle, sağa zıplamış, dengeyi sağlamışlardı.

Yine beş-altı yıl önceydi. Refah Partisi'ni Anayasa Mahkemesi'nin kapatma kararından belki de kurtarabilecek olan TBMM oylamasına yetişmek için, İstanbul-Ankara uçağına doluşmuştu RP milletvekilleri... ‘‘Bomba ihbarı’’ yapıldı, uçak çok geç kalktı, oylamaya yetişilemedi.

Uçağa binmekten niye korktuğumu anladınız mı şimdi?

Yazının devamı...
Kurthan Fişek: Çorbanın içine tükürmeyin, hepimiz oradan içiyoruz!
7 Şubat 2001





Kurthan FİŞEK

ÖNEMLİ, özlü, güzel ve yol gösterici sözler tekrarlandığında, kaynak göstermek esastır. Başlıkta gördüğünüz láf, ABD'nin eski devlet başkanlarından Lyndon Johnson'a aittir, 1965 yılında edilmiştir.

Sanki bugünkü Türkiye için söyledi.

* * *

Birbirini seven tek bir Allah'ın kulu yok mu?

Paylaşamadığımız nedir?

İki dünya savaşında yokluğu, yoksulluğu paylaştık.

Kore Savaşı'nın getirdiği ‘‘buğday ihracatı’’nın nemasını birlikte yedik, orada yitirdiğimiz insanlarımızın cenazelerini, gözyaşlarını paylaştık.

Başarılı ve başarısız askeri darbelerin anti-demokratik sıkıntılarını, işkencelerini birlikte çektik.

Aynı toprakları, aynı bayramları paylaşıyoruz...

Peki, paylaşamadığımız nedir?

İdeologya mı? Hayır!

Mevcut partilerimizden her biri, öbürünün aynısı...

Enflasyon mu? Hayır!

Bir kısım çevrelerce ‘‘düştüğü’’ iddia edilen enflasyon hızından, herkes, karınca-kararınca, yaklaşık oranlarda, nasibini alıyor.

* * *

Yüce meclisteki kırmızı koltukları paylaşamıyoruz galiba...

Ayrıca, koltukların, parkelerin ve duvarların renklerinin ‘‘uyumsuzluk’’ göstermesi konusunda da ayrılıklarımız var.

Bence, bu aykırılıkların, ayrılıkların tek çözüm yolu, TBMM'nin tepeden tırnağa, koltuğundan koltuk sahiplerine kadar yenilenmesidir.

Oluru var mı?

Haaaa! O apayrı mesele...

* * *

Türkiye'nin siyasi konjonktürü ‘‘erken seçim’’ gösteriyor.

Fazilet Partisi kapatılırsa, ‘‘ara seçim’’ de olabilir.

Ama, yine bence, iki ihtimal de uzak...

İki sebebi var bunun...

1 Seçimlerin yenilenmesi, öne alınması, TBMM kararına bağlıdır. Yenilenen seçimlerde, eski TBMM'nin yüzde 54'ü geri dönmüyor. Böyle bir karara çok az kişi onay verir.

2Fazilet Partisi kapatılır, milletvekilleri meclis dışında kalırsa, ara seçime gidilir. FP'nin milletvekili çıkardığı bölgelerde, HADEP vardı, CHP vardı. Ulusal barajı aşamadıkları için meclis dışı kaldılar. Ara seçimde meclise girerlerse, seyredin gümbürtüyü...

* * *

Sizlerle paylaşmak istediğim bazı sıkıntılarım var.

Ne zaman sıkıntıya düşsek, gözlerimiz dış dünyaya çevrilir.

IMF, Kıbrıs, İran, Suriye, Irak, AB, Somali, Ermeni soykırımı... Benim aklıma gelenler bunlar... Örnekleri siz arttırın...

Ekonomik ve politik sıkıntılar yoğunlaştıkça, ‘‘dış düşman’’ sayımız birdenbire çoğalır.

Maksat, gözler dışa çevrilsin... İçe bakılmasın, içimiz kararmasın...

* * *

Enflasyon düşüyor, ama, fiyatlar nedense artıyor.

Mevcut hükümet fevkalade uyum içinde çalışıyor, ama, hem dış düşmanlarımız artıyor, hem insanlarımız sokaklara dökülüyor.

Asayiş berkemál, ama, en sıkı korunması gereken bir emniyet müdürü öldürülüyor.

Herkes birbirinin boğazına sarılmış durumda... Herkes zıtlaşıyor, çözüm üretilmiyor

Çözüm ne?

Bana sorarsanız ‘‘erken seçim’’, ama, alınması çok zor bir karar...

Sandıklar, sokaklar çok dolacak...

İşin garibi, bütün kamuoyu araştırmaları aynı sonucu gösteriyor. Bütün partiler ulusal baraj sınırında... Kim gide, kim kala...

Yazının devamı...