(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Ceren Şehirlioğlu" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Ceren Şehirlioğlu" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Ceren Şehirlioğlu

Tecavüzcüler, katiller, dayakçılar ne izliyor?
25 Şubat 2015

Daha yılın ilk iki ayı bitmeden 40 kadın cinayeti işlendi. Erkekler geçen yıl 281 kadın öldürdü, 109’una (kimisi kız çocuğu) tecavüz etti. Bıçaklananlar, tekme tokat dövülenler, saçlarından tutulup sokakta sürüklenenler, yakılanlar, kolu, bacağı, burnu, çenesi, parmakları kırılanlar, bu sırada çocuğunu düşürenler, zaten tecavüz sonucu hamile kalıp doğuranlar, korkudan susanlar, kaçamayanlar binlerce.


Özgecan Aslan

Bu sırada RTÜK Başkanı Davut Dursun dizilerin cinsellik ve şiddet içerdiğini, bunun Türk aile yapısına, sosyal ahlâka aykırı olduğunu söylüyor. Bülent Arınç dizileri eleştirirken “uyarılma yaşı” gibi meseleleri dert ediyor; “(Bazı diziler) Türkiye’deki cinsel hayatı sınırsız ve sorumsuz hâle getiriyor. Yani uyarılma yaşı eskiden kızlarımızda 13-14, erkeklerde 15-16 iken şimdi 7-8’lere kadar gerilemiştir” diyor.


Paramparça

Bu devlet katında, muhafazakâr basında, “Kızlar 6 yaşında evlenebilir” diyen sapığın aklında, ‘bayan akedemisi’ platformunda ortak kanı. Suç Fatmagül’ün, İffet’in filan yani.

Oysa Cumhurbaşkanımızın “Allah’tan emanet” gördüğü kadın, televizyonda öyle bir esaret yaşıyor ki, kutsallıktan taş kesildi nihayet. Evinin kadını, ana, her türlü hayvanlığı hoş gören azize, aileyi bir arada tutmaktan başka bir fonksiyonu olmayan cansız varlık. Öyle anıtsal ki maşallah, kıpırdamadan duruyor koydukları yerde. Hiçbir şeye itirazı yok. Çocuk yetiştirmek için doğduğunu, yerinin evi olduğunu biliyor. ‘Kötü kadın’ olmamak, yoldan çıkmamak, namusuna leke sürdürtmemek için yaşıyor. Ya bakire, ya aseksüel ya da leyleklerin getirdiği çocuklarının anası. Cinselliği, bedeni erkeğe ait. Bu gayet çalınabilecek bir şey olduğu gibi, satılabilecek bir şey de. Babası kocasına satabilir, sevgilisi çalabilir, canı çeken hırpalayabilir.

TV’DE TECAVÜZE UĞRAYAN YÜZDE 49.3 SUSUYOR


Bedel

Geçtiğimiz yıllarda Selçuk Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre; Türk dizilerinde tecavüze uğrayan kadın karakterlerin yüzde 49.3’ü susuyor, şiddete maruz kalan kadınlara hikâye içinde susup kabullenmesi tavsiye ediliyor. Sadece fiziksel şiddet de değil. Evden çıkmasına izin vermemek, başkalarının önünde küçük düşürmek, kıskançlık bahanesiyle kısıtlamak dizilerdeki erkek davranışlarının yüzde 70’ini oluşturuyor. Esas tecavüz sahnesine gelene kadar, tecavüzcünün semirdiği membaya bakmak lazım.


Karadayı

Yalnızca şimdi yayında olan dizileri düşünün. ‘Kaderimin Yazıldığı Gün’, ‘Karagül’, ‘Paramparça’, ‘Kara Ekmek’, ‘Bedel’, ‘Güllerin Savaşı’, ‘Asla Vazgeçmem’, ‘Sevdam Alabora’…

İlla tecavüz sahnesi aramanıza gerek yok (ki çoğunda var). Her birinde heteroseksüel erkeklerin arzusuna yönelik ‘azize ya da fahişe’ koduna göre kadın figürleri bulacaksınız. Erkek ‘hafif kadınlara’ arzu duyarken, evde çocuklarıyla bekleyen anneyi göreceksiniz. Yalnız, bağımsız, modern kadınların bile hayatının ‘evine bağlılık’, ‘uysallık’, ‘şefkat’, ‘çaresizlik’ gibi öğelerle evcilleştirildiğini fark edeceksiniz. Güçlü, bekar, üst-orta sınıf kadını deseniz, Cumhuriyet’in ilk çalışan kadın imgesindeki gibi renksiz kıyafetleri, mutaassıp saçları, durgun yüzüyle (en iyi örnek her dizisinde Bergüzar Korel’dir) cinsellikten arındırıldığına şahit olacaksınız.


Kaderimin Yazıldığı Gün

Bu sırada kadını dört duvar arasına zincirleyen, sokağa, hayata karışmasına izin vermeyen tüm ahlâki mitler, erkek karakterlerin etrafında puf diye uçup yok olacak. Kendal Ağa’lar, Yiğit’ler, Vedat’lar, Kahraman’lar istedikleri gibi at koşturacak. Karısının çocuğu olmuyor diye başka bir kızcağızı döllemeye kalkacak, sevgilisini kumar masasında kaybedecek, tepesi atınca dövecek. Ve bunların hiiiiçbiri akşamın en tatlı saatini televizyon karşısına çivilenerek geçiren kadınların gücüne gitmeyecek. Çünkü artık dizi izleme eyleminin kendisi de hikâyesinden bağımsız bir esaret biçimi. Saçmasapan melodramlarla kadını eve bağlamanın en iyi yolu. İşte bu korkunç adamlar, dayakçılar, katiller, sapıklar iki tecavüz sahnesi gördükleri için değil, kadının üstünde her türlü hakları olduğuna inandırıldıkları için her yerdeler. O yüzden 3-5 yıl yatıp çıkıyorlar. O yüzden korkmuyorlar. Asıl sosyal ahlâka aykırı olan, “gençlerin cinsel gelişimini” etkileyen bu. Özgecan’a saldıran canavarı yaratan işte bu esir kadınlar dünyası.

Yazının devamı...
Televizyonun en tatlı çifti
13 Şubat 2015

‘Aşk Yeniden’ ilk bölümüyle AB’de birinci oldu. Bol bol hak ederek. Salı günü karşısında ilk bölümüyle ‘Sevdam Alabora’ da vardı. ATV nasıl ucuz dramdan kuruyorsa, Fox ekranı da bir bardak soğuk limonata gibi ferahlattı. Zeynep (Özpirinçci) ve Fatih’in (Gülsoy) tanışması her türlü Jennifer Aniston, Kate Hudson filminde karşınıza çıkabilecek sevimli tesadüflerden biri. Uçakta bebekli yalnız bir kadın, business class’ta viskisini yudumlayan hoş adam, türbülans ve çarpışma. 1. Kavga 2. Barışma 3. Anlaşma.

Televizyonda romantik komedi türüyle tanışıklığımız çok eski değil. Romantizm ile komediyi harmanlama fikrine uzun yıllar yaklaşamadık. Oysa ‘Mavi Boncuk’, ‘Neşeli Günler’, ‘Kara Gözlüm’, ‘Fosforlu Cevriye’ ve daha yüzlercesinden şakalı, komikli sempatik karakterleri drama bağlayan bir Yeşilçam geleneğinden geliyoruz. Fakat televizyonda bu iş uzun süre oturmadı. Ya melodramın dibine vurduk ya sitcom peşinde koştuk. Son yıllarda Batılı anlamda romantik komedi kalıplarını doldurmaya çalışan işler izliyoruz. ‘Kaçak Gelinler’, ‘Gönül İşleri’ gibi…

Fakat ‘Aşk Yeniden’ şimdilik bu işi en iyi becerenlerden olacak gibi görünüyor. Birincisi, mesela ‘Kaçak Gelinler’de çok kör göze parmak giden selfie gençliğini yakalama çabası yok. Bu da rahatlatıcı. İki cümlede bir ‘zamane gençlerini aşırı gözlemledik’ diye kafamıza kakılmıyor. Romantizm dinamiklerini de derin uçurumlarla verme çabasında değiller. Oğlan zengin, kız orta halli. İkisi de New York’ta yaşamış. Kız mesela ‘Paramparça’nın ergenleri gibi para, pul peşinde değil. Üstelik evlenmeden yalnız başına çocuğunu kucağına alıp maceraya atılmış cesur bir kız. İşadamı bilmemkimin karizmasına kör kütük âşık olacak bir mağdur kuzu hiç değil.

SANKİ JULIA ROBERTS

Buğra Gülsoy’un çok sahici biçimlendirdiği Fatih, ‘Acımasız, zengin, aşka inanmayan Zıttırıvırthanoğlu veliahtı’ değil. Acayip iyi niyetli, biraz şaşkın, tüm erkekler gibi azıcık hastalanınca ölüm döşeğinde gibi mızmızlanan tatlı bir tip. Özge Özpirinçci’nin Zeynep’i ise, bugüne kadar oynadığı karakterler arasında ona en yakışanı olabilir. Sanki ‘Kaçak Gelin’in (Runaway Bride), ‘En İyi Arkadaşım Evleniyor’un (My Best Friend’s Wedding) Julia Roberts’ı, ‘Acemi Prenses’in (Princess Diaries) Anne Hathaway’i. Zengin masasında çorbayı hüpletmeden yiyemeyen dağınık saçlı sempatik kız stereotipi Türkiye televizyonlarında kimseye böyle yakışmadı.

Bir de ortada dünyalar tatlısı 10 aylık bir bebek var. Bu yumuşak kalpli annelerin hepsini şıp diye ekrana bağlayacak müthiş cin bir fikir. ‘Küçük Ağa’nın, ‘Poyraz Karayel’in reyting başarısından biliyoruz ki, minnoş çocukların mutluluğunu görmek için 50 bölüm ekrana yapışıp kalabiliriz.

Üstelik Selim o kadar mıncıklamalık bir bebek, annesi öyle gerçek sınırlarında şaşkın/hevesli/hisli ki, izlemeye doyulmaz. Sırf uçakta emzirme sahnesi için ve nihayet ekranda bebekli bir kadına bez çantası vermeyi akıl ettikleri için senaristleri tebrik etmek lazım.

Zeynep ve Fatih’in etrafını çevreleyen aile fertleri zaman zaman karikatürleşse de ‘düştü bayıldı’, ‘pırt yaptı’ komedisinin kimseye zararı yok. Azıcık gülmeyecekseniz, salı günleri ‘Sevdam Alabora’yı izleyip hayatınızı sorgulayabilirsiniz. “Ben bunu hak etmek için ne yaptım” filan derken uyuyakalırsınız. Yine de kendinize bunu yapmamanızı, yerine ‘Aşk Yeniden’le tanışmanızı tavsiye ederim. Müzikleriyle, minik minik filizlenen aşk meşk işleriyle şeker gibi yaz günleri kadar neşeli.

Yazının devamı...
'Bu söz için biri intihar edebilir!'
5 Şubat 2015

Bu kez tarzına çok güvenen kızlar değil de, ‘tasarımlarıyla acayip iddialı’ stilistler yarışıyor. Bu Tarz Benim’den pek bir farkı yok. Yalnızca tasarımcılar feci tecrübesiz bebekler oldukları için daha korkunç kıyafetler (ya da bele bağlanan yırtık kumaşlar) izliyoruz. İlk bölümde stilistinin kırptığı şeyleri beğenmeyen 27 yaşındaki Deniz Demirci, ‘Kusurlarını örtmemiz lazım’ lafına çok alındı. Bir de üstüne Hakan Akkaya ‘Evet! Kusurlusun’! Basenlerin geniş! Bu bir kusur! Kalçanı saklaman lazım! Kabul et!’ diye coşunca kızcağızın tüm kompleksleri, kamera karşısında 10 kilo fazla görünmesinin biçimsiz stresi çığ gibi başına yıkıldı. Titreye titreye ‘Ama bana böyle diyemez. Kusurlu diyemez…’ diye sayıklarken kanı çekilmiş gibiydi. Bir anda ‘Ağzımızdan çıkan sözler yüzünden biri intihar edebilir’ diye patlayıverdi. Hakan Akkaya ‘Saçmalama artık daha neler aahahah’ dedi ama 90 dakika boyunca 21 yaşındaki bir kıza berbat/manasız/paçavra/korkunç/anneanne kafası/sen git bankacı ol/kendini ne sanıyorsun/küstah/zevksiz/sorunlu derseniz hayattan epey soğutabilirsiniz.

Kalçan geniş işte, geniş!

Ucundan ünlücük olma hevesiyle bu cadı kazanına kendini hevesle atan kızlar bile artık bu zorbalık oyunundan sıkılmış olmalı. BBG devrinden beri prodüksiyonun özenle planladığı kavgaları izliyoruz. Hala yapım şirketleri kızların yellozluğundan medet umuyor. Önce tüm yarışmacılara gıcık olup sonra jürinin tüm kibiriyle zavallıları bir güzel çitilemesinden ferahlamamız bekleniyor. Ve bu kötülüğümüzü besledikleri için ‘sosyal medyada çok konuşulan’ olmakla gurur duyuyorlar. Ayakta alkışlanacak bir durum gerçekten! ‘Senin tasarımlarını giyeceğime çöp poşeti giyerim!’ diyerek, siyah torbayla podyuma çıkan yarışmacı öyle dahice bir fikir ki, çirkeflik dozu fesat şovların şerbetlilerinin bile ağzını açık bıraktı. Bravo!

Ya da Hakan Akkaya’nın kızların basenleri, bacakları mevzusuna seri katil soğukluğunda girişebilmesi tam bir ‘iyi TV’ anı sayılıyor herhalde. ‘Sen kendini nasıl görüyorsun acaba? Kalçan vücuduna göre geniş işte! Geniş!’

27 yaşında bir kızın ulusal kanalda dünyanın bir çöp poşeti içinde sağlı sollu aşağılanması sonra da ‘Ağlayacak mısın? Yine mi ağlayacaksın? Hadi ağla o zaman’ diye darlanması artık kimseyi rahatsız etmiyor.

Dikiş dikmeyi bilmeyen kızın başına akbabalar gibi çöreklenip ‘Hadi dikiş makinesinin başına otur da görelim. Hadi! Hadi!’ diye dürtüklenmesine çok basitçe ‘akran zorbalığı’ (bullying) deniyor. Ama hepimiz korkunç derecede damarımızı çatlatmışız. Bizim ruhsuzluğumuzdan para yapmaya çalışan süper cin insanlar işte böyle programlarla musluk akarken küpleri doldurmaya bakıyor.

Bir yandan Project Runway olmaya çalışıp azıcık o yanına kafa patlatmış olsalar, bu çatışmaları tuz biber niyetine es geçebileceğiz belki. Ama format da, kurgu da, cast da, jüri de öyle dağınık ki, yarışmacıların kafes dövüşçüleri gibi kapışmasından başka bir şeyden medet ummak mümkün değil. Ama o macera treni de kaçtı artık.

Yazının devamı...
Salya sümük âdâbı
25 Ocak 2015

Bu tür yarışmalarda en kötüsü başkasının adına utanma hissi. Dişlerinizi sıkarak Nihat Doğan’ın cümleyi toparlayamayışını izlemek mesela. Behzat Uygur’un formatı anlamadığı için bize de anlatamayışına üzülmek. ‘Bu Tarz Benim’ kızlarının tuhaf bir şekilde kuliste reenkarne oluşunda anlam aramak. Özlem Özden’e doğuştan yetenekli olduğu yalanını zerk edenlere, ondaki bu özgüvenin sınırsızlığına şaşırmak. Çok kötü sesli insanların, çok uzun süre anneleriyle ilgili türkü söylemeleri bile bu listede sonlara düşüyor.
Epey karışık ama formatı şöyle özetleyeyim: 12 yarışmacı kura ile eşleşiyor. Altı çift şarkı kapışması izliyoruz. Ardından jüri üyeleri yarışmacıları ‘İner misin Çıkar mısın’ usulü platformlara yerleştirip gitsin/kalsın yapıyor. Ama asla sesine, müzik kabiliyetine göre değil. Hayat hikâyesine göre. Çünkü işin sonunda 50 bin lira var. Sorumuz da şu: “Bu 50 bin lirayı ne yapacaksın?”

Peki o zaman niye şarkı söylüyorlar da pandomim yapmıyorlar diye sormayın. Production House format konusunda Türkiye’nin en cin şirketi olduğuna göre kesin bir bildikleri olmalı (bkz: Bu Tarz Benim).
Neyse, böyle böyle 12 oluyor 6, 6 oluyor 3. Saat oluyor 00.30. Üç buçuk saat, birtakım genç insanlar hangi özellikleriyle orada bulunduğu anlaşılmayan jüriye 50 bin liraya ihtiyacı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Zaten insan şunu yazarken bile utanıyor. Bir nevi dilencilik çünkü. “Bu bir ses yarışması değildir” diye ortaya çıkan, yarışmacılarından hiçbir yetenek beklemeyen bir programın ‘ödüllendirme’ kıstası ne olabilir? Madem acıklı hikâyeye para verilecek, beceren becermeyen herkese şarkı söyletmek onları para uğruna şarlatanlık yapmaya zorlamak değil midir?

Ayrıca bir de üstüne babası hasta olan, çocuğunu göremeyen, okulunun parasını ödeyemeyen, evlenemeyen insanlar “inandırıcı gelmiyor”! “Ayy ne bileyim bana pek inandırıcı gelmedi anjiyo manjiyo” diyor Hande Ataizi, Umutcan’a. Umutcan ne yapmalıydı pek emin değilim. Babasını kaybeden Ata’nın ‘HERKESİ GÖZYAŞLARINA BOĞMASI’ daha etkileyiciydi herhalde.

TV’de izlediğimiz en tuhaf şey

Eğer ihtiyacı olanlara yardım edecek bir format oluşturulacaksa bunun da bir âdâbı var. Bir sürü kadın programı hatta Sinan Çetin bile yaptı zamanında. Konuklar (yarışmacılar değil) stüdyoya gelir, derdini anlatır, hayırsever izleyenler hastane masrafını karşılar, kanal kayıp çocuğunu bulmaya yardımcı olur vs... Bu insanlar para ya da yardım için yarışmaz. Eğer şöhret peşindekilere kapı açılacaksa bunun için de şöhret olmaya yetecek becerisini sergilemesi istenir. Karar veren de elbette bu işten anlayan biri olur. Mesela Hande Ataizi kimin hikâyesinin daha içli olduğuna karar verecek kişi değildir.
Sadece salya sümüğün reyting, başarı, para getirdiğine inananların ne acayip bir kafası var. Üstelik bu kadar televizyon işinde olup, böyle bir zırvalığa ‘tutar’ diyebilmek ne garip.
Bugün pazar. Program ilk gününde 23’üncü olunca ikinci haftasını görmeden format mezarlığına gömülmüş olabilir. Ölünün arkasından konuşmak gibi olmasın öyleyse de sanırım bu şimdiye kadar televizyonda izlediğimiz en tuhaf şey.

Yazının devamı...
Parasız zenginlerin zaferi
18 Ocak 2015



Rich Kids of Instagram (Instagram’ın Zengin Çocukları) fenomeninden sonra, bizimkilerin de Rich Kids of Turkey (RKOT) işine girdiğini duymuşsunuzdur. Fotoğraflar epey zevksiz haliyle. Çoğunlukla yata binerken “anlayamazsınız”lar, baba parasının aktığı Ferrari’ler, Vegas’ta popo ellemeler, Miami’de kumlara serilmelerden oluşuyor. Bazı gençlerin fotoğraflarla da belgelemeye ihtiyaç duyduğu gibi balya balya dolarları var ama asıl ilginç olan, nispeten ortalama harçlığıyla Dan Bilzerian’lığa soyunanlar. Olmuyor da değil. Olduruluyor bir şekilde. Puronun dandiği bulunuyor, elbet bir deniz manzarası uyduruluyor, elalemin lüks arabasına sinsi gibi yaklaşılıp selfie patlatılıyor, arkadaşı zengin olanın Lucca’daki masasına çöken pek sırıtmıyor. Yancılık geçer akçe RKOT ortamlarında. Üstelik başkasının rüzgarıyla yetinenlerin hayatı gerçek zenginlerden daha ilginç.

‘Bu Tarz Benim’ de parasız zenginlerin hayallerinin gerçek olduğu o büyülü diyar işte. Yarışmacı Özden’in Norah Jones konserine değil de ‘after party’sine gitmesi bu yüzden. Partilere gitmek yerine mütemadiyen ‘davet edilmeleri’ de ancak burada mümkün. Sanat galerisi, 1908 model otomobil olan müze, klasik müzik resitali, bale ve Kuruçeşme’de balıkla son bulan bir peri masalı. İçi şöhret ve yağmur gibi yağan paracıkların şehvetiyle yanan genç genç kadınlar.

Yancı milyonlar nihayet başrolde

Bana kalırsa caps’lene caps’lene suyu çıkan Nurella’nın da öyle fazla bir etkisi yok programın başarısında. Yüzyıllar boyu yancı olan milyonların sonunda başrole çıkmalarıyla ilgili ferahlama asıl ilgimizi çeken. O hayalgücüne şaşıp kaldığımız kızlar, stüdyoya gelmeden önce parasız zengini oynuyorlardı. Topuklu ayakkabının kırmızı tabanlısını alıp Louboutin’mış gibi yaparak, Ortaköy’deki gece kulüplerinde geceyi suyla geçiştirerek, çakma çanta konusunda uzmanlaşarak... Kötü burun estetikleriyle “bibibi” diye konuştuklarının farkına varmadan şöhret peşinde koştular. Paralı hırboları önemsemek zorunda kaldılar. Bir ünlüyü uzaktan tanıyor diye o çekilmez kızla ‘tatlişkoluk’ münasebetine girdiler.

Henüz Maçka’da yemek yemediler, Milano’ya alışverişe gitmediler, hiçbir film galasına davet edilmediler. Şarkıcı, sunucu, oyuncu, model de olmuş değiller. Ama tek, yegâne, biricik amaç buysa, o da olur.

Şimdi Yeni Türkiye’nin ışık hızıyla muhafazakârlaşmasından, kültürel alışkanlıkların ve yaşam tarzının değişmesinden bahsediyoruz ya… Bu kızların tarafından bakınca öyle görünüyor ki, hâlâ özenilen şey piyano-Fransızca-bale üçlüsü. Hâlâ pahalı yemekler, havalı içkiler, sanat ortamları, defileler, gece hayatı, Avrupa seyahatleri hayal ediliyor. Asistanlar, şoförler, terziler bu küçük külkedilerinin zihninde ziller çalıyor. Programın insan beynine etkisi lobotomiye (beyindeki ön loblara uygulanan bir cerrahi işlem) eşdeğer olsa da, ‘Bu Tarz Benim’ stüdyosu saçmasapan hayaller kurulabilen tek yer.

Tüm ucuzluğuna, hepimizi “moralmen” çökerten boşluğuna rağmen televizyonda artık hiç olmayan absürtlüklerin hayatta kaldığı son liman.

Arkada çalan bütün hip hop şarkılarında sözler şampanyaların koca popolardan aktığını söylerken bunlar göbek atsın. Bir yandan podyumda ajan olma hayaliyle yürüsün, diğer yandan Rahmi Koç Müzesi’nden, Nişantaşı galerilerine aksın. İçe kapanmanın tam tersi çocukça bir hevesle çiçek gibi dışarı açılma hali bu. Flamenko eteklerinin, Lady Gaga kostümlerinin, fetiş objelerin hayatta ciddiye alındığı tek mekân. “Aman ne boş işler”, “Üff çok salak” filan demeden iki kanalda birden bu deliliği bir süre daha izlemeye devam edin. -Mış gibi yapanların paha biçilmez zaferine şahit olun.

Yazının devamı...
Beyaz Türkler ne izlesin?
11 Ocak 2015



Yeni Türkiye dizileri eski Cihangirliler’in ocağına incir ağacı dikti. Bir kafe köşesine yanaşsanız, “Birkaç seneye kalmaz dükkanı kapatırız” muhabbetine denk gelirsiniz. Kanallar da, izleyici de, yapımcı da kabul etti. Bu reyting ölçüm sistemiyle, böyle acayip kriterlerle ‘eski AB’ avcunu yalar.

Bütün setler o ucu bucağı belirsiz ‘çoğunluğa’, ‘gerçek Türkiye’ye, ‘Anadolu insanı’na çalışıyor. Muhafazakâr dayağından pısmamış iki iş yapmaya çalışsanız, birinin kafası mutlaka uçuyor.
‘Poyraz Karayel’, abidik gubidik güldürülerin, hâlâ Özcan Deniz’in ve ağa köteğinin iş yaptığı ekrana düştü. İçinde hayat belirtisiyle, güzelce başladı hem de. Duvardaki #şiirsokakta yazısı, Oğuz Atay göndermeleri, tatlı tatlı ‘Ben Yalnızım’ ezgileri filan… Hatta bir değil iki kere rakı muhabbeti geçti, inanılır gibi değil! Artık “Seni bir rakı balığa götüreyim” lafının bir dizide geçmesi bile şaşkınlık sebebi biliyorsunuz. Antenler yanıyor çünkü, ALKOL KÖTÜLÜKLERİN ANASI olduğu için.



Mesela artık hiçbir Yeni Türkiye dizisinde meyhaneye gidilmez, kibar hanımefendiler beyaz şarap içmez. Kimse boşanmaz, kimse kitap okumaz, evlenmeden hamile kalınmaz, hamile kalınırsa aldırılmaz, zaten asla sevişilmez. Mizah anlayışı ‘şişko düştü’ esprisine kadar inmiştir. Bütün hikâye aptala anlatır gibi boncuk boncuk dökülür oyuncuların ağzından. Aman belki kaçırmışsınızdır diye tüm gelişmeler 22 tekrarla gözünüze sokulur. Çünkü artık tam bir salak olduğunuz ön koşulu sektörde meslek adabına dönüşmüştür ve tüm bu tuhaflıklar herkese gayet normal gelir.

BIKKINLIĞIMIZA ÇARE OLACAK

Şimdi, Nirvana şarkılarıyla gitar öğrenen İlker Kaleli, DOT insanı Murat Daltaban (in-yer-face akımı filan ne kadar uzaklarda şimdi), Hermann Hesse alıntıları yapan, Berkin Elvan’ı selamlayan güzeller güzeli Burçin Terzioğlu çarşamba günleri ‘Diriliş Ertuğrul’un karşısında ne yapsın?



Bana kalırsa, tam da bu yaptıklarını. Pespayeleşmeyerek, klişelere serilmeyerek, avamı yüceltmeyerek… Bu çarşamba tüm ‘Poyraz Karayel’ ekibi ne yaptıysa, evlerine ölçüm aleti koyulmaya artık gerek duyulmayan bir kitlenin bıkkınlığına çare olacak. Fikri merak edilmeyen, iyi okullara gittiği için pislik muamelesi gören, bilgisi, görgüsü, estetik anlayışı, vicdanı, zevkleri kabadayılığa kurban gidenler hâlâ televizyon izliyorlar. Onların da iki nitelikli diyalog duymaya ihtiyacı var. Sadece hidayete erenlerin değil, kendi hayatlarına benzerlerin öyküsünü dinlemek istiyorlar. Bunun zenginlikle, havuzlu villalarla, cemiyet davetleriyle ilgisi yok. Her koldan saldırılsa da silinmesi güç bir kafa yapısı, dünya görüşü, hayat tarzı, koskoca bir gelenek var ortada. Artık kimse Beyaz Türkler’in dilini konuşmuyor gibi görünse de onların bir yere gittikleri yok. Ve hâlâ reklam verenin kıymetlileri onlar.
‘Poyraz Karayel’ belki ‘Diriliş Ertuğrul’un hunharca gazlanmış yükselişinin gerisinde kalır ama buna başarısızlık demek büyük haksızlık olur. İlk bölüm iyi bir tempoyla meseleleri iyi bağlayarak başladı. Oyuncuların hepsi ayrı ayrı (özellikle Sinan rolündeki küçük Ataberk Mutlu) kulvarlarındakilere fark attı. Tek korkum ilerleyen bölümlerde “Aman TOTAL elden gitmesin” diye daha çok mevlit, daha çok somurtkan adam, daha çok aşk klişesine kasmaları.

Yoksa şu anda ‘Ulan İstanbul’ gibi birkaç komedi dizisini saymazsak alanında rakipsiz. Ömrü uzun olsun.

Yazının devamı...
Ezra bizi kandırıyor
28 Aralık 2014



Biz dolandırıcıları akıllı bulan bir milletiz. Hatta hayran oluyoruz nasıl kandırdıklarına. Gazeteler “Akıl almaz tezgah” filan diye başlık atıyor. Zavallı insanların parasını iğrenç birkaç dalavereyle hüpleten adamlar hep çok zeki. Dolandırılanlar hep saflıktan, durgun zekadan zokayı yutmuş. Küstahlık da IQ seviyesini yükseltiyor tabii. Mesela, “Dolandırdım ne var” diye efelenen pişkinler, pişman olanlardan daha makbul. Diyelim çakma çantayı, ayakkabıyı hevesli hanımefendilere kakalayarak zengin olan çetenin fikir babası, “Onların marka takıntısı sayesinde çakma değil, gerçek Ferrari’ye biniyorum ahahahah” dedi. Bu, inanılmaz kıvrak zekasının temsilidir çoğuna göre...



Televizyon da böyle işte. Onun bunun çakmasını, göz göre göre fikir hırsızlığını habire alkışladığımız bir ortam. Vaktimizi, paramızı alıp karşılığında çöpe kanaat etmeye ikna eden ‘çok zeki’ bir mekanizma.
Bu tıkır tıkır işleyen sistemin kaymağını yiyen birkaç cingöz karakter var. İnsana ne kadar aptal olduğunu hissettiren anların mimarları. O ilk dolandırıldığınızı idrak ettiğinizde yaşadığınız “Ne kadar gerizekalıyım” hissinin utanç, pişmanlık ve öfke yağmurunu tepenize boca ediyorlar.

Korkunç bir fiyasko

Kanal aylarca beklentilerinizi gıcıklayan, “yılın olayı” diziyi gazlıyor. Çok acayip bir şey izleyeceksiniz salı günü saat 20.00’de. İki ay epik tanıtımına maruz kaldığınız şey, hayatınızı değiştirecek. Ürün çok büyülü. İşte hiç çekinmeden yalan söylenen tezgahın birinci ayağı bu. Kanal ürünün çürük olduğunu bile bile, son kullanma tarihi çoktan dolmuş olsa da size yutturmaya uğraşıyor. Zaten baştan sadece ‘ticari’ kaygılarla üretilen dizinin de hiçbir tarafınızı tatmin etmeye niyeti yok. Denize salınan kancalı misina gibi. Orta yerinde aşk, ihanet, din, intikam, seksi kız, namus, silah, entrika gibi iğneler var. Birine takılıveren o saftirik balıksanız bu defolu ürünü reyting listesinde üste çekersiniz. Sonra yapımcısı, yönetmeni, kanal patronu yutturmanın keyfiyle keh keh konuşur. Aynı Ezra’nın yönetmeni Tayfun Güneyer’in dediği gibi: “Dizilerden kazandığım parayla aldığım spor arabaya binerken Ekşi Sözlük’tekilerin beni beğenip beğenmemesi umrumda olmuyor.” Sonuç budur işte. Biz dolandırıldık ve birileri spor arabaya binmekle övünüyor.



Bu hafta Show TV’de ekrana gelen Ezra’nın teorik yorumlamasıyla uğraşmaya bile gerek yok. Senarist ve yönetmen Tayfun Güneyer’in 1990’larda ömrünü doldurmuş tüm klişeleri yamalı yorgan gibi birbirine eklemeye çalıştığı korkunç bir fiyasko izledik. Türünün ne olduğunu bile anlamak mümkün olmadı. Zaman zaman ‘Çılgın Dershane’ mi, ‘Pis Yedili’ mi belirsiz, neşeli kankiler ortamında süründük. Bazen Max Payne’e bağlayan ‘Çahangir’ adlı çakma Kenan İmirzalıoğlu’nun yetmiş saat şarjör boşaltmasına daldık. Bazı anlar Yalın şarkısıyla trenler geçti, âşıklar ayrıldı. Bazen de Ceza eşliğinde getto silah çatışmalarında kaybolduk. Öte yandan Gazzeli çocuklar, Filistinli mülteciler, Libyalı direnişçiler gibi zamanın ruhunda sömürülecek ne varsa emdi bitirdi.

Tüm bunlar hayatımda gördüğüm en kopuk kurguyla, en zorlama oyunculuk denemeleriyle birbirinin kıyısına tutturulmuştu. Tek tabanca Mustafa başkomiserin yırtık çorabından fırlayan sol başparmağında komedi unsuru arayan bir dramı beğenmemiz beklendi bizden. Böyle de acıklı bir şekilde kandırıldık yani.

Güneyer, “Biz o dizileri para kazansın diye yapıyoruz. Sanatla ilgili bir kaygımız yok, ticari tüm olay” demiş. Birinin ona konserve fabrikasında çalışmadığını hatırlatması gerek.

Yazının devamı...
Korkusuz yapımcılara öneriler
22 Aralık 2014

Shameless yalnızca Amerikan uyarlamasıyla ABD’nin değil, orijinaliyle Büyük Britanya’nın da gördüğü en ‘utanmaz’ dizi. Sadece içki, uyuşturucu, seks değil; çarpık aile, tepetaklak ev, kaotik sosyal düzen ve çiğnenip suratınıza tükürülmüş bir sistem eleştirisi. Med Yapım Türkiye’de bunu tutturabileceğine inanıyorsa ayakta alkışlıyorum. Televizyon tarihimizde bir devrim, sansürün hükmüne karşı afili bir ayaklanma planlıyorlar herhalde. Öyleyse Med Yapım’ın açtığı bu fantastik kapıdan daha fazla manyaklık neden girmesin? Bence Shameless’ı uyarlayan, efeler gibi bunları da alır getirir, ulusal kanala, prime time’a koyar:


Shameless

Sons of Anarchy
Motosiklet çetesi hikâyesi hiç olmayacak bir şey değil. Sonuçta Emrah yaptı bunu zamanında. Elde zincirlerle sokak kavgası sahneleri televizyon sineması tarihimizin unutulmaz anlarındandır. Çetenin elebaşı Jax Teller rolüne de, en azından saç rengiyle cuk oturacak Kıvanç Tatlıtuğ’umuz var. Kadınlara eziyet olsun, hırtlık, itlik olsun, mafya, racon, kabadayılık olsun hepsi zaten çekmekte usta olduğumuz enstantaneler. Şiddetten de kaçmıyoruz asla. Bir tek seks meselesi sıkıntı olabilir ama Shameless’ın edepsizliğinden korkmayan motosiklet çetesinin aşırılıklarından hiç ürkmemeli. ‘Anarşinin Oğulları’ da vurucu bir isim olur üstelik. Arkaya çArşı duvar yazılarıyla İstanbul koy. Dramayı aç, sigarayı kıs. Gayet yerel, gayet nizami.

Supernatural
Çok üstünde durmamış olabilirsiniz ama uzun yıllardır bir doğaüstü olay izleme merakımız var. Samanyolu TV bu konuda bir efsane mesela. Sırlar Dünyası’nı hatırlıyor musunuz? İlkel bir ‘Supernatural’ olduğunu kabul etmek lazım. Sam ve Dean Winchester kardeşlerin şeytanlı, melekli, iblisli dünyasını bu tecrübeye dayanarak uyarlasalar hiç de sakil durmaz. Çünkü belli ki artık sansürden, RTÜK’ten korkusu olmayan provokatif konular peşindeyiz. Tanrıya bile horozlanan iki canavar avcısı kardeş biz çılgın Türkler’e iyi gelir. Üstelik ‘Kuzey Güney’ usulü erkek kardeş çekişmelerine de kaptırmışlığımız var. Med Yapım’ın bunun da üstesinden gelebileceğine inanıyorum.

Skins
Bu çok utanmaz İngiliz dizisini de Amerika’ya uyarladılar ama pek tutmadı. Bence bizde şansı daha yüksek. Gençlik dizisi dedin mi akan sular duruyor zaten. ‘Medcezir’, ‘Güneşi Beklerken’, ‘Kaçak Gelinler’ televizyonun en büyük hitleri oldu. Öyleyse neden ‘Skins’in kayıp kuşağı yeni yıldızlarımız olmasın? İçkiyle, uyuşturucuyla, şuursuz seksle, “Yuh daha neler”li tüm ergen hareketleriyle barışığız. Çünkü Haluk Bilginer’in ‘Shameless’ın Frank’ini oynayabildiği bir ülkede yaşıyoruz.

House of Cards
İşte bu biraz riskli. Ama ‘Reaksiyon’u yapan bunu da yapar. Ben Pana Film’den umutluyum. Neden Haluk Bilginer hem Frank Gallagher hem Frank Underwood olmasın? Ak Saray’da neler dönüyor, kim kimin kuyusunu kazıyor, komplo teorisi, entrika en sevdiğimiz şeyler. Biraz ipin ucu kaçarsa kanalın, yapım şirketinin, senaristlerin sonu acı olabilir ama önemli değil. Bu yola Shameless’ı Türk izleyicisine kazandırarak çıkıldı sonuçta. İki devlet entrikasından mı korkacaksınız?
Bu dizilerden herhangi birini uyarlamaya çalışacak ilk kahraman kimse sonsuz desteğim onunla.

Yazının devamı...