(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Musa Dede" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Musa Dede" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Musa Dede
743. Șeb-i Arus ve Konya ziyaretimizin satır araları
17 Aralık 2016

O sessizlikte akıl kalemi, ilim levhasına yazarken yalnız O’nun varolduğunu, başka da hiçbir şey yoktu, ki halen öyledir aslında amma… Hamd’olsun Allahu Teala’ya, Adem’de gizlediğini vücutta açığa çıkarmayı murad etti; Yokluk varlık buluyordu artık.. Ve ikiye ayrıldı alem; “Kün / Feyekün”. “Ol” dedi ve oldu; işte, ’emir alemi’ ile ‘oluş alemi’…

 

Bir toz bulutu peyda olmuştu “yaz” emrini alan kalemden, daha biz onun mürekkebi iken, “Nun”dan çıkarmıştı bizi Hakk.. Hakikat harf harf, satır satır yazılırken anda, satır arasına düşenlerdenim bendeniz, fakir…

 

Satır aralarını okumayı bilen nadir kimselerdendi “Hayali Dede”, orada beni farketti. Seyyahtı, alemleri gezerdi. Fakiri bir süreliğine yanına misafir aldı. Berzah… Yukarıdaki satır “Anadolu Moğol istilası”nı yazıyordu. İslam alemi, Moğol akıncıların zulümü altında inim inim inlemekteydi. Derken satır arasına “mim” düştü.. Açıldı gonca, içinden dualar tüttü. Sonrasında Aksak Timur’u Akşehir’de durduran neydi? Ordusu Hayrani Hazretleri’nin kabri önünde kalakalmıştı adeta. O sıra hayal meyal, Hoca Nasreddin ve dervişanı kıyamda gördük türbe içre, yüzler tanıdıktı..

 

13.yy’da, Moğol akınlarını karşılamakta olan Selçuklu şehri Konya ve civarında, Seyyid Mahmud-u Hayrani ve izdeşleri Nasreddin Hoca ile Sarı Saltuk’un yanısıra, İbn Arabi’nin manevi evladı Sadreddin Konevi, Mevlana Celaleddin Rumi ve mürşidi Șems-i Tebrizi gibi ‘Evliyaullah Hazeratı’nın ileri gelenlerinin ruhaniyetleri hüküm sürüyordu. Zor zamanlardı. Lakin derdin içinde derman da vardı. Hakikat güneşi yeniden parlayacaktı. Kısa zamanda Moğollar’ın dahi İslam’a geçişi hızlandı. Akşehir önündeki Timur’un kendisine “İslamın kılıcı” demekliğine kadar varmıştı hikaye. Osmanlı’nın doğuş ve yükselişi öncesi Anadolu’da yaşananlar bunlardı… Görünür ve görünmez…

 

Alt satıra düştüğümüzde Hayali Dede ile, Konya’da bir Șeb-i Arus haftası kutlanmaktaydı, 743 yıl sonraydı, vakti zamanın uluları unutulmamıştı henüz.. Hazreti Șems’i selamladık en önce sabah ile birlikte. Ve Hazreti Mevlana açtı kapalı kapıları nihayetinde. Ölümsüz aşkın zamansızlığını fısıldıyordu rüzgar, gönüllerin fethini müjdeliyordu kuşlar..

 

Meczup, ayakkabılarını çıkardı eşikte, öyle galoşlu ayakla girmek yakışmazdı huzura, galoşu kafasına taktı. “Ayaklarınız kem düşüncelerin uğrağı başınızdan daha mı kirli sanki” diye mırıldandı ve şu şiiri okudu sonra da: “Baş ayaktı, taç giydi / Gönül ortada kaldı / Tabanlar sinir oldu / Dünya alem ters döndü // Eski başlar kuş oldu / Sona kalan yerindi / Ortadaki kurtuldu / Olmayanlar şaşırdı // Karga tilkiyi buldu / Aslan fareyle oldu / Alemleri birleyen / Aşk ateşi yandırdı // Kaptıranlar tozuttu / Günlerimiz dürüldü / Mahlukatın her hali / Oluşa uyduruldu // Yaşam dediğin ne ki / Sevinci kısa sürdü / Hani demiştin 'beli' / Delili gayba düştü // Musa dönmüyor dilin / Anlatmaya düzenin / Bir bilseler nicenin / Yüreği sızlanırdı”. Gözyaşları muhabbetin sıcaklığındandı…

 

Okuduk, ki yine benzer zor zamanlardaymışız. “Dünya’nın merkezine bakalım öyleyse” dedi Hayali Dede, “orada olan, yayılır nasılsa aleme”. Uçtu can kuşumuz usulca menzile. İşte Dünya’nın merkezi; Nasreddin Hoca’nın “burasıdır, inanmayan ölçsün” dediği yerdeyiz. Az ötede dervişler, yine tanıdık yüzler, doldurmuşlar Hayrani türbesini bu sene de; yıllardır otururdular, hayret bugün niçin kıyama kalkmışlar? Anlıyorum ki uyanış yakın, az var! Aralarından bir dertli tavaf ederken oranın çilehanesini, sarhoş; okuyoruz beraber “umut” yazan duvar yazısının şehadetini, çiçekleniyoruz. Zikir ediyor dervişan o sıra aşkla içerde, yaşlı adam “Ya Vedud” derken biteviye, meczup sema ediyor, bir diğeri durayazmış, hayran, ve onunla durmuş zaten zaman..

 

Böyle seyrederken mevcudatı satır aralarından, anlamaya çabalıyorum ‘kitab-ı mübin’in hikmetlerini ki Hayali Dede nasihat ediyor; “İlim sahipleri akledenlerdir, uyan! Ve güzeli al, mahreme dokunmadan!” Alıyoruz payımızı, olduğu kadar.. Ud ağacı, gül, tefarik, misk, amber, lavanta, bergamut, çam… Ey Ruh, nur kokuyorsun şimdi! Ah, buram buram… Yayılacak; Ya Selam!

 

Lütfen dualarımızdan tüm sevdiklerimiz ve sevenlerimizle birlikte, bilhassa şehitlerimizi de hissebend eyle Ya Daim! Huu

 

Musa Dede / GÖLGENİN HAKİKATİ

Yazının devamı...
Sententiae II
10 Aralık 2016

Roma İmparatorluğu’ndan günümüze Latince’nin hükmü artık yalnızca Vatikan’da geçse de, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Rumence gibi dillerin atası olan bu dil(İngilizce’nin dahi büyük bir bölümünü teşkil ediyor), Batı kültürünü tanımak, söz konusu medeniyetin bazı temel eserleri anlamak açısından önem arzediyor. Çoğu, büyük düşünür, alim, devlet adamı, aydın ve hatiplerin dilinden/eserlerinden kayda geçirilmiş “Sententiae - güzel sözler/cümleler” geleneği, Batı ahlak/felsefe mirasının özünü bize sunuyor. İnsanlık koca bir aile, hikmetler ise müşterek.. Velhasıl ilim, Çin’de dahi olsa almak bize vasiyet edildiğinden, şimdi bakalım bu antik pazarda gönlümüze göre bir şeyler bulunabiliyor mu halen; 

 

* Her zaman elinde bir iş olsun ki, şeytan seni her an meşgul görsün / Facito aliquid operis, ut semper te diabolus inveniat occupatum (Hieronymus, Epistolae, 125)

 

* Yüksek mevkideki karar verdi mi, yanlış bile doğru olur / Falsum etiam est verum, quod constituit superior (Publius Syrus, F 228)

 

* Değiştiremeyeceğin şeye katlan, şikayet etme / Feras, non culpes, quod mutari non potest (Publius Syrus, F 206)

 

* İnanç adaletin temelidir / Fundamentum autem est justitiae fides (Cicero, De Officiis, 1.7.23)

 

* İşlediği suçtan utanç duymayan, günahını iki kat artırır / Geminat peccatum, quem delicti non pudet (Publius Syrus, G 238)

 

* Soylu ağacın aşısı çabuk meyve verir / Generosioris arboris statim planta cum fructu est (Erasmus, Adagia, 1.3.74)

 

* Hiçlikten hiçbir şey meydana gelmez ve hiçbir şey hiçliğe dönüşmez / Gigni de nihilo nihil, in nihilum nil posse reverti (Persius, Saturae, 3.83)

 

* Ah, şikayet bile edemeyeceğin birinden zarar görmek ne acı / Heu, quam miserum est ab eo laedi, de quo non possis queri (Publius Syrus, H 246)

 

* Burada hepimiz açgözlü bir yoksulluk içinde yaşıyoruz / Hic vivimus ambitiosa paupertate omnes (Juvenalis, Saturae, 3.182)

 

* Bugün bana, yarın sana / Hodie mihi, cras tibi (mezar taşlarına yazılır)

 

* Çalışkan adam, mutlaka yapacak bir iş bulur / Homini diligenti semper aliquid superest (Erasmus, Adagia, 4.4.48)

 

* İyiyi kötüyü bilmeyen insanın hayatı karmakarışık olur / Ignoratione rerum bonarum, et malarum, maxime hominum vita vexatur (Cicero, De Finibus, 1.13)

 

* Affetmek, affedileni mahcup kılmışsa insancadır / Ignoscere hominum est, ubi pudet, cui ignoscitur (Publius Syrus, I 297)

 

* İyiliğimi isteyen kişi, benim dostumdur / Ille mihi patruus, qui mihi bona cupit (Arthaber 1900:168)

 

* Ormana odun taşıyacak kadar delirme / In silvam non ligna feras insanius (Horatius, Sermones, 1.10.34)

 

* Tahkir, aşkı paramparça eder / Injuria solvit amorem (Erasmus, Adagia, 4.7.79)

 

* Suçlunun beraat ettiği yerde, hakim hüküm giyer / Iudex damnatur, ubi nocens absolvitur (Publius Syrus, I 296)

 

* Kötü karakterin öğretmene hiç ihtiyacı yoktur / Malae naturae numquam doctore indigent (Publius Syrus, M 369)

 

* Kötü kazanç, kötü harcanır / Male parta male dilabuntur (Cicero, Orationes Philippicae, 2.27)

 

* Hekimlik, ruhu teselli etmekten başka ne ki / Medicus nihil aliud est quam animi consolatio (Petronius, Satyricon, 42.5)

 

* Yalancıda hafıza şart / Mendacem memorem esse oportet (Quintilianus, Institutio Oratoria, 4.2.91)

 

* Ahlaksızları korku durdurur, merhamet değil / Metus improbos compescit, non clementia (Publius Syrus, M 398)

 

* Neyi bilmediğini bilirsen, daha az hata yaparsın / Minus saepepecces, si scias, quid nescias (Publius Syrus, M 416)

 

* İyi niyet, en büyük armağandır / Munerum animus optimus (Erasmus, Adagia, 2.4.5)

 

* Tanrı’nın ille de konuşması gerekmez; neyi ne kadar bilebileceklerini doğarken insanlara söylemiş bir kez / Nec vocibus Numen eget, dixitque semel nascentibus auctor, quidquid scire licet (Lucanus, Pharsalia, (9.574-575)

 

* Yaşarken hiç kimse şu sözü söylemesin: Ben buna katlanamam / Nemini dum vivit dicere licet, hoc non patiar (Arthaber 1900:16)

 

* Arı yoksa bal da yoktur / Neque mel neque apes (Erasmus, Adagia, 1.4.61)

 

* Kendine faydası olmayanın kimseye faydası olmaz (Erasmus, Adagia, 1.4.20)

 

* Olgunlaşmadan önce, herşey acıdır / Nil non acerbum, prius quam maturum fuit (Publius Syrus, N 441)

 

* İnan bana, “yaşayacağım” demek bilge adama yakışmaz. Yarınki yaşam çok geçtir: Bugün yaşa / Non est, crede mihi, sapientis dicere “vivam”. Sera nimis vita est crastina: vive hodie (Martialis, Epigrammata, 1.15.11)

 

* Kötülüklere hayıflanmak yerine, onları iyileştirmek gerekir / Non luctus, sed remedio opus in malis (Erasmus, Adagia, 3.9.41)

 

* Kendini bil / Nosce te ipsum (Seneca, Ad Marciam de Consolatione, 11.3)

 

* Herkes bilmek istiyor, ama kimse bunun için bir bedel ödemek istemiyor / Nosse velint omnes, mercedem solvere nemo (Juvenalis, Saturae, 7.157)

 

* Sağsalim gelirsen, asla ‘geç geldin’ demem / Nunquam sero te venisse putabo, si salvus veneris (Cicero, Epistulae ad Familiares, 16.12)

 

* Nefret, kökleşmiş bir öfkedir / Odium est ira inveterata (Cicero, Tusculanae Disputationes, 4.9)

 

* Aşk her şeyi yener / Omnia vincit amor (Vergilius, Eclogae, 10.69)

 

* Tanrı’nın ne bahşettiğini anlamak ancak birkaç kişiye nasip olur / Paucorum est intellegere, quid donet Deus (Publius Syrus, P 528)

 

* Önce zarar vermeyeceksin / Primum non nocere (Hippokrates, 1.10)

 

* Sağduyu, insanın ne isteyeceğini ve ne istemeyeceğini bilmesidir / Prudentia est rerum expetendarum fugiendarumque scientia (Cicero, De Officiis, 1.43)

 

* Kendisinden özür dileyemeyen kişi, ne zavallıdır / Quam miser est, culpam qui suam alterius facit (Publius Syrus, Q 614)

 

* Barış isteyen, savaşı göze alır / Qui desiderat pacem, praeparet bellum (Flavius Vegetius Renatus, Epitoma Rei Militaris, 3)

 

* Cevizin içini yemek isteyen adam, kabuğunu kırar / Qui e nuce nucleum esse vult, frangit nucem (Erasmus, Adagia, 2.9.35)

 

* Beni seven, köpeğimi de sevmeli / Qui me amat, amet et canem meum (S.Bernardus, In Festo Sancti Michealis, 3)

 

* İstediğini söyleyen adam, istemediğini duymayı göze alır / Qui quae vult dicit, quae non vult audiet (Erasmus, Adagia, 1.127)

 

* Gizli olan şey bilinmez, bilinmeyene de hiç arzu duyulmaz / Quod latet, ignotum est, ignoti nulla cupido (Ovidius, Ars Amatoria, 3.397)

 

* Kendimi olaylara kaptırmam, ancak ödünç veririm / Rebus me non trado, sed commodo (Seneca, Epistulae Morales, 62.1)

 

* İyi olmak başka, iyi görünmeyi istemek başka şeydir / Refert sis bonus, an velis videri (Martialis, Epigrammata, 8.38.7)

 

* Bilmeye cesaret et / Sapere aude (Horatius, Epistulae, 1.2.40)

 

* İnsanların davranışlarını alaya almamayı, üzüntüyle karşılamamayı, iğrenç bulmamayı, aksine onları sadece ve sadece anlamayı kendime ilke edindim / Sedulo curavi humanas actiones non ridere, non lugere, neque detestari, sed intelligere (Spinoza, Tractatus Politicus, 1.4)

 

* İnsanlar, iyilikleri kötülüklerden daha geç anlar / Segnius homines bona quam mala sentire (Livius, Historiae, 30.21)

 

* Huzurlu bir yaşama giden tek yol, erdemden geçer / Semita certe tranquillae per virtutem patet unica vitae (Juvenalis, Saturae, 10.363)

 

* İyi adam, hep acemi çaylaktır / Semper bonus homo tiro est (Martialis, Epigrammata, 12.51.2)

 

* Her daim mutlu olmak ve ‘gönül derdi nedir’ bilmeden yaşamak, doğanın bir yanını hiç bilmemektir / Semper vero esse felicem, et sine morsu animi transire vitam, ignorare est rerum naturae alteram partem (Seneca, De Providentia, 4.1)

 

* Eğer hayırlı bir iş yapacaksan, çabuk yap / Si bene quid facia, facia cito (Ausonius, Epigrammata, 83)

 

* Kör köre kılavuzluk ederse, ikisi de çukuru boylar / Si caecus caecum ducit, ambo in foveam cadunt (Arthaber, 1900:273)

 

* Sevilmek istiyorsan, sev / Si vis amari, ama (Seneca, Epistulae Morales, 9.4)

 

* Yargıç sanığı yargılarken, aynı zamanda kendini de yargılar / Tam de se iudex iudicat quam de reo (Publius Syrus, T 698)

 

* Bu dünyanın tüm uyumu, zıtlıkların ürünüdür / Tota haec mundi concordia ex discordibus constat (Seneca, Quaestiones Naturales, 27.4)

 

* Gölge geçer, ışık kalır / Transit umbra, lux permanet (Güneş saatlerinin üzerine yazılır)

 

* Bilgeysen, en iyi olanı istemek, en zor olanı düşünmek ve başına ne gelirse katlanmak zorundasın / Tu, pro tua sapientia, debebis optare optima, cogitare difficillima, ferre quaecunque erunt (Cicero, Epistulae ad Familiares, 9.17)

 

* Herkesin günah işlediği yerde, kimsenin şikayet etme hakkı olmaz / Ubi omnes peccant, spes querelae tollitur (Publius Syrus, U 726)

 

* Tecrübe benim babamdır, anamsa hafıza; Yunanlar bana hikmet der, sizse felsefe / Usus me genuit, mater peperit memoria; Sophiam vocant me graii, vos sapientiam (Aulus Gellius, Noctes Atticae, 13.8.2)

 

* Keşke yanlışları farkedebildiğim kadar doğruları da kolayca fark edebilsem / Utinam tam facile vera invenire possim quam falsa convicere (Cicero, De Natura Deorum, 1.32.91)

 

* Gerçek dostluklar sonsuza dek sürer / Verae amicitae sempiternae sunt (Cicero, De Amicitia, 9.32)

 

* Hakikatin dili sadedir / Veritatis simplex oratio est (Seneca, Epistulae Morales, 44.12)

 

* Gerçek bir dosta bakan, onda adeta kendisinin bir kopyasını görür / Verum enim amicum qui intuetur, tamquam exemplar aliquod intuetur sui (Cicero, De Amicitia, 7.23)

 

* Avam, dostluğa kendi çıkarları doğrultusunda değer verir / Vulgus amicitias utilitae probat (Ovidius, Epistulae ex Ponto, 2.8.8)

 

Hikmetli günler dileklerimle… Hu

 

Kaynak kitap; Prof.Dr.Çiğdem Dürüşken - “Latince Güzel Sözler Antolojisi”(Alfa kitap)

Yazının devamı...
Sententiae I
3 Aralık 2016


Hakikat bilgisi tüm toplumlara verilmiş ve o toplumların bilge/aydın kişileri tarafından dile getirilmiş, getirilmektedir. Kıymetbilir kimseler tarafından kayda geçirildiği, korunabildiği kadarıyla zamanımıza ulaşan kelam-ı kibarlar, darb-ı meseller, nükteler, hikmetli sözler zaman mekan tanımaksızın, ilahi bir pınarın zihin açan, gönle dokunan suyu misali, cana can katar, bize insan olmanın erdemliliğini hatırlatırlar..

 

Bugün sizlere klasik Yunan-Latin edebiyat ve hitabet kültüründen bir “güzel sözler”(sententiae) seçkisi sunmaya çalışacağım. Ahlak felsefesi ile yakından ilişkili, “sententiae” kısa ve özlü sözleri(cümleler), çoğu zaman dönem ustalarının eserlerinin/konuşmalarının en can alıcı yerinde, deyiş, atasözü veya mesel olarak, düz yazı ve nesir formlarında, ele alınan meselenin özü olarak karşımıza çıkıyor. Kimi “sententiae” içinde geçtiği eserden ve yazarından daha meşhur; çoğu, zaman içinde farklı dillerde karşılığını bulmakla, kaynağın birliğini tasdik etmekte…

 

Geçtiğimiz “Tüyap Kitap Fuarı”nda edindiğim, Prof.Dr.Çiğdem Dürüşken Hanım’ın “Latince Güzel Sözler Antolojisi”(Alfa kitap) adlı eserinden seçtiklerimi, Latince asılları ile birlikte vermeyi uygun görüyorum ki belki bir iki tanesini ezberleyip (fakir öyle yapacağım), olur ya, içine düşebileceğimiz yüksek oktanlı entellektüel ortamlarda arada bir tane patlatıp karizmayı parlatmak imkanı, sevgili okurlarımın da cebinde bulunsun. Buyursunlar: 

 

* Berber tıraşı, budalaları tıraş ede ede öğrenir / A barba stulti discit tonsor (Strauss 1994:10)

* Aşığın öfkesi iki damla gözyaşıyla diniverir / Ab amante lacrimis redimas iracundiam (Publius Syrus, A 19)

* Komşunun evi yanarsa seninkine de sıçrar / Accensa domo proximi, tuaquoque periclitatur (Schrevelius 1670:861)

* En makbul hediye, hediye edenin değerli kıldığıdır / Acceptisma semper munera sunt, auctor quae pretiosa facit (Ovidius, Heroides, 17.71)

* Bir yılda olmayan, bir anda olur / Accidit in puncto quod non contingit in anno (Strauss 1994: 1017)

* Haksızlığa uğramak, haksızlık yapmaktan evladır / Accipere quam facere iniuriam praestat iniuriam (Cicero, Tusculanae Disputationes, 5.19.56)

* Akıl yanlışlara kapıldı mı, doğruları görmez olur / Acclinis falsis animus meliora recusat (Horatius, Sermones, 2.2.6)

* Sana sorulmadan tavsiyede bulunma / Ad consilium ne accesseris, antequam voceris (Arthaber 1900:311)

* Kendisinden korkan, ömür boyu işkence çeker / Adsidua ei sunt tormenta qui se ipsum timet (Publius Syrus, A 49)

* Hasta, güzel konuşan bir hekime değil, şifa veren bir hekime gerek duyar / Aegrotus non quaerit medicum eloquentem, sed sanantem (Urbina 2005:18)

* Ne iş yapıyorsan iyi yap / Age, si quid agis (Plautus, Miles Gloriosus, 217; Epidicus, 196; Persa,659)

* Akıllı adam sever, diğerleri arzular / Amabit sapiens, cupient caeteri (Afranius, Apologia, 12)

* Aşık kuşkulandığı şeyi, uyanıkken rüyasında görür / Amans quod suspicatur, vigilans somniat (Publius Syrus, A 16)

* Dostluk ancak iyi insanlar arasında mümkündür / Amicitiam nisi inter bonos esse non posse (Cicero, De Amicitia, 65)

* Aşk en iyi öğretmendir / Amor magister est optimus (Plinius, Epistulae, 4.19.4)

* Neşeli bir ruh, bedenin acılarını dindirir / Animi laetitia interdum corporis dolores mitigat (Arthaber 1900:30)

* Suyu süngerden istiyorsun / Aquam e pumice postulas (Erasmus, Adagia, 1.4.74)

* Yıldızlar insanları yönetir ama yıldızları da Tanrı yönetir / Astra regunt homines, sed regit astra Deus (Andreas Cellarius, Harmonica Macrocosmica / Roberts 1922:93)

* Gönülden konuşan adamı dinle / Audi quae ex animo discuntur (Erasmus, Adagio, 1.10.46)

* Kayıplarına sadece hırslı adam üzülür, bilge değil / Avarus damno potius quam sapiens dolet (Publius Syrus, A 25)

* Ben burada yabancıyım çünkü kimsenin dilinden anlamıyorum / Barbarus hic ego sum, quia non intellegor ulli (Ovidius, Tristia, 5.10.37)

* İstikrar erdemlerin temelidir / Basis virtutum constantia (A New Dictionary of Quotations 1860:49)

* Basitlik, mutluluktur / Baeta simplicitas (Tomas a Kempis, De Imitatione Christi, 4.18.2)

* Mutluluk erdemin ödülü değil, erdemin ta kendisidir / Beatitudo non est viruis praemium, sed ipsa virtus (Spinoza, Ethica, 5.42)

* İnsanın kendi kusurlarını bilmesi ne nimet / Bellum est enim sua vitia nosse (Cicero, Epistulae ad Atticum, 2.17)

* İyi insana duyulan öfke çabuk geçer / Bonum ad virum cito moritur iracundia (Publius Syrus, B 87)

* İyi hakim suçluları cezalandırır, onlardan nefret etmez / Bonus judex damnat improbanda, non odit (Seneca, De Ira, 1.16.7)

* Talihsizlik, erdem için bir fırsattır / Calamitas virtutis occasio est (Seneca, De Providentia, 4.6)

* Gelecek kaygısı taşıyan zihin korkunç bir durumdadır / Calamitosus est animus futuri anxius (Seneca, Epistulae Morales, 98)

* Düşünüyorum, o halde varım / Cogito, ergo sum (Descartes, Dissertatio De Methodo, 4.30)

* Șartlar gerektirdiğinde sert olmayı da bil, esnek olmayı da / Constans et lenis, ut res expostulet, esto (Cato, Moore 1831:58)

* Devlet yozlaştıkça, kanunlar çoğalır / Corruptissima republica plurimae leges (Tacitus, Annales, 3.27)

* Hep yarın yaşayacağım diyorsun, Posthumus, hep yarın; peki söylesene bana, Posthumus, ne vakit gelecek şu yarın / Cras de victurum, cras dicis, Posthume, semper; dic mihi, cras istud, Posthume, quando venit? (Martialis, Epigrammata, 5.58.1)

* Aptalı sürekli affedersen ahlaksız yaparsın / Crebro ignoscendo facies de stulto improbum (Publius Syrus, C 144)

* Ölüme aşırı heves eden, yaşamı töhmet altında bırakır / Crimen relinquit vitae, qui mortem appetit (Publius Cyrus, C 120)

* Huysuz hasta hekimi zalim kılar / Crudelem medicum intemperans aeger facit (Publius Cyrus, C 104)

* Senin gözünde hiç kimse kötü değilse, peki iyi adam kim öyleyse / Cui malus est nemo, qui bonus esse potest (Martialis, Epigrammata, 12.80.2)

* Konuşmasını bilmeyenler, susmasını da bilmezler / Cum loqui nesciant, tacere non possunt (Hieronymus, Epistola, 97)

* Bazı yaralara dokunulmaması daha iyidir, çünkü bunlar tedavi edildikçe büyür / Currando fieri quaedam majora videmus vulnea, quae melius non tetigisse fuit (Ovidus, Epistulae ex Ponto, 3.7.25)

* Bir şeyi anlamadıklarında hemen suçluyorlar / Damnant quod non intelligunt (Cicero / Quintilanus, Institutio Oratoria, 10.1.26)

* Ağacı meyvesinden tanırım / De fructu arborem cognosco (Erasmus, Adagia, 1.9.39)

* Bilmediğin konularda sus; eminsen de temkinli konuş / De quibus ignoras, tace. de quibus autem certus es, loquere opportune (Sextus, Enchiridion, 162)

* Rüzgarlar seni yüzüstü bıraktı mı küreklere asıl / Destitutus ventis remos adhibe (Erasmus, Adagia, 4.5.79)

* Affetmesini bilen, Tanrı gibi davranmış olur / Deum imitatur qui ignoscit (Justinianus / Gothofredus 1672:163)

* Hiç kimse konuyu iyi anlamadıkça, iyi anlatamaz / Dicere bene nemo potest, nisi qui prudenter intelligit (Cicero, Brutus, 6.23)

* Ne kaybettiğini bilmiyorsan, hiçbir şey kaybetmemişsin demektir / Dimissum quod nescitur, non amittitur (Publius Syrus, D 161)

* Savaşa uzun süre hazırlanmalısın ki, kısa sürede kazanabilesin / Diu apparandum est bellum, ut vincas celerius (Publius Syrus, D 148)

* Öğrenen öğretsin / Doceat qui dicit (Erasmus, Adagia, 5.1.84)

* Yaşamın en güzel anı, ölüm için en uygun andır / Dum est vita grata, mortis condicio optima est (Publius Syrus, D 157)

* İki tavşanın peşinde koşan, ikisini de yakalayamaz / Duos insequens lepores, neutrum capit (Erasmus, Adagia, 3.3.36)

* Arzudan sakınmak bir krallığı fethetmekle eştir / Effugere cupiditatem regnum est vincere (Publius Syrus, E 181)

* Kötüden kaçtım, iyiyi buldum / Effugi malum, inveni bonum (Erasmus, Adagia, 3.1.2)

* Her şeyin bir ölçüsü var / Est modus in rebus (Horatius, Sermones, 1.1.106)

* Budalalığın asıl göstergesi, başkalarının kusurlarını görüp kendininkileri aklına bile getirmemektir / Est proprium stultitiae, aliorum vitia cernere, oblivisci suorum (Cicero, Tusculanae Disputationes, 3.30)

* Haksızlık yapan bile haksızlıktan nefret eder / Etiam qui faciunt, oderunt iniuriam (Publius Syrus, E 183)

* Büyük yangınlar küçücük bir kıvılcımdan çıkar / Ex minima magnus scintilla nascitur ignis (Alberanto da Brescia, Liber Consolationis, 32)

 

Bilmem ki işe yarar mı bunca söz, hayata geçiremedikten sonra, bizi bize anlatan hikmetler, tecrübe etmedikten sonra. Belli mi olur; bazen bir söz hayata yön verir, uyanış kapısı olur.. Haftaya da gerisini getirmek üzere, selametle kalın efendiler! Hu

 

Musa Dede / GÖLGENİN HAKİKATİ

 

 

Yazının devamı...
Anda yidüm üzümi…
19 Kasım 2016

Sevgili ustam “Derviş Baba” ile görüşüp doya doya vakit geçirmeyeli epey zaman olmuştu. Bir süredir bizi hasretlik bırakan uzun seyahatlerine ara vermiş, payitaht şehirlerimizden birinde uyandırmaya gayret ettiği “Tasavvuf Kültürünü Yaşatma Derneği” binasının inşaat işleriyle meşgul olmaktaydı. Dervişlerinden imkan bulanlar da becerilerince yanında amelelik etmedeler. Tüm işler, geleneğimizde alışılageldiği üzere dervişanın, muhibbanın el emeği göz nuruyla yapılacak.. Vazifelerimin yoğunluğu, sonunda imkan vermiş, gelen bayram tatili vesilesiyle yanına seyahat etme fırsatı elime geçmişti. Hem oradaki bir kahvehanemizde sohbet de vereceğim. Sevinçli ve heyecanlıydım, çok özlemişim!

 

Nefsime kalsa, oradaki bir akşamlık sohbet vazifemi bahane edip, hem ne kadardır hasretim de, geri kalan tüm zamanımı onunla geçirmek isterim. Sorayım anlatsın, söylesin dinleyeyim, başbaşa güzel güzel vakit geçirelim işte.. Gel gör ki tam yolculuğa hazırlanırken, bir kitabın sayfalarını karıştırırım ve o cümle derinden etkiler fakiri; “Derviş, kapıdan girdiğinde Șeyhinin onunla ilgilenmek zorunda kalmadığı kişidir!” Artık bu kelamı okuduktan sonra, bencilce ilgi beklemek sürekli, haram oldu bana. Hakkaten bizim işimiz hizmet değil miydi? Verebildiğince vermek, paylaşmak değil mi emaneti? Bu ilgi açlığı, daha sütten kesilmemiş ham evlatların işi! İnsan bırakmak istemiyor memeyi, kabul etmek zor büyümeyi.. Ama yavaş yavaş sevdiğine yük olmaktan geçmeye çalışmalı, bekleyenlerin de önünü açmalı, hizmete odaklanmalı yoldaki kişi. O zaman dervişlik başlaya, niyet buysa tabi… Hiçbir şey yapmaz da değiliz amma her dem çıtayı yükseltmeye gayret etmeli; vakit dar, hayat kısa! Bir kez daha tazeledim böylece niyetimi!

 

Görüştüğümüz an önce selam ve sıkı sıkı sarıldık muhabbetle. Bütün hücrelerim gülen yuvarlak sarı suratlı adam emojisine dönüştüler birden. İnşaat malzemelerinin arasında, bir ağaç gölgesi altındaki o beyaz plastik masa ve birkaç sandalye ne kadar lüks gelebilirmiş kişi sevdiğiyle olunca! Hal hatır sorma, birkaç latife, ikram edilen sıcak çay, dolu dolu sessizlik anları bazen ve tazelendim yeniden. Derken aklıma kendime vermiş olduğum söz geldi; “Efendim” dedim, “Fakire uygun bir iş varsa, fazla tembellik etmeden işe koyulmak isterim, çorbada benim de tuzum bulunsun!” Derviş Baba gülümsedi, bir an başını öne eğdi ve hemen ardından köşedeki ağacı işaret ederek; “Șu erikleri topla bakalım o zaman!” deyiverdi. Bu bir zamanlar pek iyi olduğum bir işti, çocukluğum aklıma geldi. Erikler artık sararmış, olgunluktan yere düşmeye başlamışlardı. Tepeleme doluydu ağaç. En üst dallara uzanmak adeta akrobatik beceri istiyordu. Sevinçle koyuldum işe, aklımda o meşhur dize uzun zamandan sonra yine; “Çıktım erik dalına…” Neredeyse bütün günümü aldı. Hava çok sıcaktı. Bir elimde kova, diğeriyle nazikçe, ziyan etmeden topluyordum erikleri bir tanesini bile ziyan etmemecesine. Kova kova taşıdım, ilk fırsatta onlardan hoşaf yapılacaktı..

 

Artık son kovayı taşıyacağım. Mutfağın kurulu olduğu yerin kapısından çıkıp bir adım daha atarsan, alt kat olacak geniş çukur alana düşersin. Aman dikkat! Yandan yandan dar bir geçiş bırakmış bizimkiler, oradan geçmek lazım. Geçeceğim elimde kovayla lakin, köşe bir dönüş yeri var ki, o koridora hafifçe atlamak lazım oradan. Aşağıda çalışanlardan biri küreğini bırakmış tam da, geçeceğim yere dayalı, sapı yolumun üzerinde kalıyor. Gördüm durumu, ona göre geçiş adımımı ayarladım. Ve o anda aşağıdaki genç bir kardeşim küreği kaldırmaya hamle eder gibi olunca, elimle müdahale etmemesi için işaret ettim hemen. Ama dinlemedi beni, yardım etmek niyetindeydi tabi. Onun küreği çektiği an fakir de adımımı atmış bulundum ve küreğin sapının tam ayağımın altına denk gelmesiyle dengemi kaybediverdim; “Güüm!” aşağı, omuzumun üstüne, kovaya beraber bütün erikler de üstüme. Fena incitmiştim omuzumu, sesi duyan koştu; “Nooldu?”, “İyiyim, iyiyim, düştüm geçerken, yok önemli birşey”.. Nasıl olmuştu? Musa Dede’nin tansiyonu düşmüş olabilirdi, malum hava da çok sıcaktı. Kürek meselesini kimseye çaktırmadım, genç arkadaşımın üzüntüsü zaten gözlerinden okunuyordu; evet sıcaktan olmalı, bir anlık dikkat kaybı, sendelemişim.. Buz getirdiler. Omuzumda buz, doğru Derviş Baba’nın masasına. Çok geçmeden fiziki bir çalışma yapacak durumumun kalmadığı anlaşıldı. Hay Allah! Halbuki daha orada geçireceğim bir hafta zaman vardı…

 

Derviş Baba o durumda beni çalıştırmadı tabi. Ya ne mi oldu? Bütün hafta yanında, sohbetinde, muhabbetle geçti neredeyse. Hakk sohbetiyle, dıştan görene son derece ayık, içten sırılsıklam sarhoş idim. Muhabbet şarabı, Hakk şarabı, kabım aldığınca aldım… İşte o zaman anladım! Erik dalına çıkmıştım, toplamıştım erikleri; erik de şeriat mertebesindeki nefs gibi, içindeki çekirdeğe dikkat edilerek yenmesi gerekirdi, biraz da acılığı olurdu. Nefsi, gayretle, hizmet aşkıyla terbiye ederseniz eğer ödülü vardı. Nasıl ki erikleri toplamış ve sonrasında Derviş Baba’nın sohbetinin tatlı sarhoşluğuyla mesut olmuştum. O da üzüm yemesi idi işte, ki şarap da üzümden yapılır.. Bu aynı zamanda bir sınavdır; biri size erik ağacını gösterip üzüm getirmenizi isterse oradan, zihnin dar kalıplarını aşamayan “bu iş olmaz” der, talep edeni de belki küçümser. Ama inancı, teslimiyeti tam olan aşkılar tereddüt göstermez, o ağaçtan ya getirir üzümü, ya da getiremezse eğer kendi beceriksizliğine üzülür. Üzüm burada tarikat mertebesindeki nefsi temsil ediyor, velakin içinde ufak çekirdekleri var daha…

 

Böyle “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü”, ama Derviş Baba acaba ben farketmeden az olsun şikayetçi miydi acep halimden? Çünkü şiir öyle devam ediyor; “Bostan(‘Öküz’ versiyonu da var ki daha çok seviyorum) ıssı(sahibi) kakıdı(şikayet etti), dir ne yirsün kozumı(cevizimi)”.. Öküzün sahibi (öküz ben oluyorum, Derviş Baba da öküzün emanet edildiği sahip konumunda) aslında ceviz ikram etmişti. Ceviz hakikati temsil ediyor, hindistan cevizi, içi, suyu, sütü, eti, komple nimet, hayat dolu lezzet. Eğer kabuğu delebilirsen tabi. Ama fakir, üzümün verdiği sarhoşluğu yeğlemiştim. Görünürde erikle işe başlamış, ceviz ikram edilmiş, üzüme fit olmuştum. E bulmuşken bedava hem de iyi kalite, şarabı bırakmak kolay mı? Kim bilir daha ne kadar cevizini ziyan edeceğim Erenlerin üzüm niyetine, öküzlük işte… O gece mutfak ekibi erik hoşafını ikram etti bize, ister inanın ister inanmayın üzüm hoşafı tadındaydı! Nefis… Öküz hoşaftan ne anlar mı dediniz? Eyvallah, anca bu kadar! Huu

 

Musa Dede / GÖLGENİN HAKİKATİ

 

Yazının devamı...
Çıktım erik dalına…
12 Kasım 2016

Hazretin mevzubahis şiirinin ilk beyiti de şöyledir: “Çıktım erik dalına, anda yidüm üzümi / Bostan ıssı kakıdı, dir ne yirsün kozumı”. Günümüz diline çevirirsek şöyle olacak: “Erik dalına çıktım, onda üzüm yedim. Bostan sahibi ‘ne yersin cevizimi’ diye azarladı”..

 

Bu meşhur “şathiye”nin devamı da en az bu kadar acayip. Gel gör ki edebiyatımızın bilinen ilk “şerh” örneği Yunus Emre Hazretleri’nin bu gazelinin şerhi olup(Șeyhzade şerhi) ve dahi en çok şerh edilen şiirlerimizdendir. Hz.Niyazi Mısri’den, Hz.İsmail Hakkı Bursevi’ye (ks) pek çok önemli zat tarafından şerh edilmiş hem de. “Meşhur” demem ondan. Eldeki versiyonlar 7 beyitten 14 beyite kadar çeşitlilik gösteriyor ve beyitlerde (bence hepsi de birbirinden hoş) farklılıklar göze çarpıyor. Ola ki Koca Yunus çok seyahat ettiğinden, seyahatlerinde şiirlerini yerine göre farklı şekillerde söylemiştir veya farklı şekilde not alınmış yahut aktarılmış da olabilir.

 

Yunus, bir zamanlar yaşamış bir büyük Sufi olmakla birlikte aynı zamanda bir makamın da adıdır tasavvufta. O makamdan söz söyleyen “Yunus” olmuş olur ve sözün altını ‘Yunus’ diye imzalasa, bizce yanlış sayılamaz. Keza “Yunusça”, Türk dilinin “Hakça” ifade bulmasıdır adeta…

 

Hz.Mevlana Hüdavendigar’ın(ks) “Hangi makama çıktıysam o Türkmen Kocası’nın ayak izlerini önümde gördüm” rivayeti meğer doğru kabul edilecek olursa, -tam manasıyla- Yunusça söz söylemenin her babayiğidin harcı olamayacağı kolayca anlaşılır. Buna karşın dilimizde ilahi aşkla manzume söylemiş, söyleyecek herkesin satırlarında Yunus’un izlerinin olması da kaçınılmazdır. Yunus hem tektir, hem her derviş gönüllü az çok Yunus… Dilde ondan alınan pay, söz söyleyenin mertebesincedir; ne kadar duru, o kadar Yunus’tur!

 

Aynı şekilde, şerhler de şerh edenin makamına, manevi mertebesine yahut o kişinin hitab ettiği topluluğa göre dereceli olabilmektedir. “Șerh”, açmak, açımlamak anlamındadır. Tasavvuf büyüklerinin eserlerinin şerh edilmesi, geleneğin irşad ve sohbet usülleri arasında önemli bir yere sahiptir. Bunun da icazetle yapılması efdaldir.

 

Günümüzde “Tasavvufi şerh” geleneğinin bazen namahrem ellerde gelişigüzel bir hal aldığını da görüyoruz. Ehil olmayan bazı heveskarların şerh sohbetleri, “cahil, cesur olur” sözünü hatırlatıyor bana. Halbuki fakir bu alanda söz söyleme, yazma durumlarında epey zorlanır, Hz.Pirim Rifai’nin(ks) evlatlarına “Yaşamadığınız şeyi (yaşamış gibi) anlatmayasınız” nasihatinin altında ezilir dururum korkuyla. “Kim bilir, üzüm misali ezile ezile sonunda belki üzüm suyu olur ve sabırla demlendikte nihayet aşk şarabı kesilirim” diye ümit etmekten de geri kalmam ama..

 

Doğrusu cahil cesareti bazen fakirin de işime yarar yolda, başkalarını eleştirmeye fazla yüzüm de yoktur bu yüzden aslında.. Șimdi bizimki meslek icrası, görev, mecburi bu şartlarda, bata çıka, affınıza sığınarak… Lakin samimiyet ve iyi niyet olmazsa olmazdır. Bir yandan da cahilliği gidermeye çalışmalıdır…

 

Bir gün, daha da cahilken fakir, Güney’de bir yerlerde tatil yapıyorduk bir arkadaşımla. İstanbul’a dönmeden önceki son gecemizde, mekanın uzak tuvaletini kullanacağım fakat, dolu. Sıramı beklerken, o bölümdeki oturma odasının kütüphanesi çekti dikkatimi. Ne güzel, eserler arasında Yunus Emre şiirleri.. Neyse, sıram geldi ve baktım tuvaletin içinde ufak bir sehpa ve “Star Wars”un bir baskısını koymuşlar üzerine. Fakir gayri ihtiyari dedim ki kendi kendime “burada ‘Star Wars’ okuyacağına kimse, ‘Yunus Emre’nin divanını koyayım ki yerine, belki dokuna bir gönüle”. Öyle de yaptım…

 

Ertesi gün yoldayız arabamızla ve nasıl oldu bilmiyorum, yolu şaşırdık.. Bir anda kendimizi “Yunus Emre ve Tapduk Emre Hazretleri”nin (ks) kabirlerinin olduğu bir beldenin girişinde bulmayalım mı! Sandıklı, Afyon yolunda… Harika karşılandık doğrusu; akşam ezanı eşliğinde nefis bir gün batımı ile. Ayağına getirtmişti resmen Hazret, yaşlı bir kadın eliyle bize ikramda dahi bulundu Erenler.

 

Tartışmalı olduğunu biliyorum fakat, benim için mezarı oradadır, öyle yaşattılar çünkü bana, belki de yalnızca makamdır! Makamsa makam, gönül esas mekan! (not:Büyük zatların bir mezarı olup, maneviyatının bulunduğu diğer yerlere “makam” deniyor)

Çok mutlu olmuştum, sanki böylece tanışmış olmuş idik Hazretle. Kuvvetle hissettim varlığını orada ve “dünkü ettiğim hoşuna gitmiş olmalı”ya yordum elbette..

 

“Aşıklarda edep aranmaz” kontenjanından yırtmıştım herhalde cahilliğimden.. Erenler ne kadar hoşgörülü, ne kadar da lütufkarlar! Bugün olsa haya ederim Hazret’in şiirlerini tuvalete koymaya, haşa. Bilmiyordum! “Kişi bildiğinden mesuldur ancak” deyu, samimiyetim ve niyetimin saflığı hoşlarına gitti herhalde ki mukabele ettiler zat-ı alileri. Ama artık biliyorum ve bile bile saygısızlık yapılamaz. Yapana da celal tokadının nasıl çakıldığına şahidim, aman!

 

Madem cahil cesareti ile böyle bir zuhurata vasıl olmuş idim, belki “Yunus Emre’nin o kadar şiiri arasından mutasavvıf şarihler(şerh edenler) bula bula niçin ’Çıktım erik dalına’ gazeline bunca rağbet etmişler ki?” sorusunun cevabını da alabilirdim.. Lakin o zamanlar elimin altında soruma cevap teşkil edebilecek kaynaklar yoktu. Ve konu yavaş yavaş unutuldu…

 

Demek vakit tamam oldu ki, yıllar sonra yanıt geldi, hem de nasıl; yaşattılar satır satır! Ancak şimdi de yerim bitti. Hazreti Yunus’un meşhur beyitini şerh edebilmekliğime vesile olan hikayeyi de haftaya anlatayım öyleyse, haddim olmayarak fakirane şerhimle birlikte nasipse.. O vakte kadar, hoşça kalın. Aşk olsun vesselam! 

Yazının devamı...
Son seyahat ve vize işlemleri…
5 Kasım 2016

Bekleme odasında sıramı bekliyorum, loş bir köşede, yalnızım. Birden nereye gideceğimi bilmediğimi farkettim. Dahası, kim olduğumla ilgili de karışık içim. Hatırlamaya çalışırken buraya nasıl geldiğimi, çağırdılar, sıram gelmişti…

 

Kontuara yaklaştım, görevli içimi ısıtan bir gülümsemeyle selamladı; “Hoşgeldiniz, işlemlerinizle ilgili size yardımcı olmaya çalışacağım. Elimdeki dilekçenize göre Cennet’e gitmek için başvurmuşsunuz! Șimdi beraberce evraklarınızı oluşturup, bir bakalım..” Bir şey diyemedim; görevlinin elinde dilekçe diye tuttuğu hologramdan “Cennet’te dostlarla ‘Cemal’i görmek” için dua etmiş olduğum anlaşılıyordu.

 

Görevli; “İşte vesikalık fotoğrafınız, yalnız biraz silik, bu sizsiniz değil mi?” diye sordu. Gösterilen fotoğraf daha ziyade bir siluet gibiydi, şaşırdım çünkü kah bir ayı kah bir insan görüyordum sanki dönüşmeye çalışan, hareketliydi resim. Ama ‘ben’ olduğumu bildim. Belli belirsiz mırıldandım; “Olabilir… Nereden baktığımıza bağlı sanırım”, “Peki” dedi görevli; “Halledilir!”.. “Yalnız hüviyetinizden yaşınızın tutmadığı anlaşılıyor, doğumunuz geç ve zahmetli olmuş anlaşılan ve çıkagelmişsiniz henüz reşit olamadan. Ama sorun değil çünkü ebeveyniniz cennet ehli, herhalde vekalet verirler başvurunuza, talebi gönderiyorum sistemden, cevap gelene kadar bu arada bakalım ikametiniz var mı?”

 

Terlediğimi hissediyordum, garip bir şekilde söylenenleri anlıyor ve tasdik ediyordum. Korktuğumu farkettim, daha kim bilir ne eksiklerim çıkacaktı. İkametgahım var mıydı sahi ve burada ne anlama geliyordu ki? Telaşla sordum; “İkametgah? Olması lazım…” Tereddütümü hoş karşılayan görevli belki de fakiri rahatlatmak için, bir yandan önündeki ekrana bakaraktan açıkladı; “Burada gönüllerdeki ikametgahınız geçerli, şimdi bakıyorum uyanık bir gönülde var mıymış yeriniz”… Neyse ki çok uzun sürmedi; “Evet, ikametgahınız meşru”. Tekrar gülümsedi “Güzel yerdeymiş!” Derin bir “oh” çektim içimden!

 

Görevli; “Banka hesap dökümünüzü inceliyorum… Hmm…”… Fakir anladım ki günah ve sevap bilançomdu incelenen, ekside olduğum kuvvetle muhtemeldi, panikledim birden; “Șeyy, baya bi borcum olmalı lakin sağlam kefilim vardı ve cebimde nakit tövbe mevcut epeyce, bir de kredi kartım var yüksek limitli”, “Alabilir miyim?” Kredi kartım diye bir kart uzattım, üzerinde şöyle yazıyordu; “Hasbunallahu ve nimel Vekil”(Allah bize yeter ve O ne güzel Vekil’dir). Görevli başıyla onay işareti yaptı..

 

Ve devam etti; “Yüksek öğreniminizi bitirmemişsiniz, tembel ve yaramaz bir öğrenci olduğunuz yazıyor notumda, neyse, okuma/yazma bilmenizi yeterli kabul edeceğim şimdilik ama ilk fırsatta gideceğiniz yerde tahsilinizi tamamlamanız yararınıza olacak”… “Elbette, tabi!” derken, “Keşke daha hazırlıklı gelseydim” diye geçiriyordum içimden. Kontuarın başında geçirdiğim süre bir ömür uzunluğunda gibi gelmişti fakire. Acziyetin ne olduğunu o an daha iyi anladım. Sanki bir anda on yaş daha yaşlanmıştım. Acep ne zaman bitecekti bu çile, ya sonrası daha çileli idiyse? Aman!

 

Uzunca bir sessizlik ve nihayet görevli o hiç sönmeyen gülümsemesiyle bir pasaport ve bir de bilet tutuşturdu elime; “Onaylandı, bu da seyahat sigortanız(üzerinde salavat-ı şerif yazılı bir kağıt idi!). Hayırlı yolculuklar efendim!”.. Oradan hızla -fakiri gideceğim yere götürecek- uçağa doğru ilerlerken bavulumda birkaç parça hatıra ile, açtım baktım pasaportun içine; Șükür Allahım’a, nur ala nur bir cennet vizesi parlıyordu son sahifesinde! Heyhat biletime bakınca ardından bir de ne göreyim, istikamet cennet lakin cehennem aktarmalı, belli ki bütçem yetmemiş direkt uçuşla gitmeye… Sevinmeli mi, üzülmeli mi şimdi vaziyete? Ah! Onca zamanı nasıl da çarçur etmişim tedbirsizce… Bakalım acep aktarma için bekleme süremiz ne ve daha halimiz nice? Sığındım Rabb’imin rahmetine…

 

Schengen ülkelerinden birine gitmek üzere, vize işlemlerini üstlenen o acentalardan birinde evraklarım incelenirken düşündüm bunları.. Sanki cennete adam alacak mübarekler.. Velhasıl işimiz düştü, inşallah hayırlı bir ziyaret için. Nasip olur da gidebilirsem paylaşırım sizlerle de. Allah Kerim! Selametle… Hu

Yazının devamı...
Beklenen film; “Hz.Muhammed, Allah’ın Elçisi”(sav)
29 Ekim 2016

Halbuki İran’da gösterime gireli 1,5 seneyi geçmişti. Film, Dünya sinemalarında çoktan gösterildi, festivallere katıldı, hatta İran’ın geçen “Oskar adayı” idi, ki son elemelere kadar dahi kalamadı.. Biz atlamışız nedense. İslam alemi sarsılmış meğerse; Mısır’daki meşhur “El-Ehzer Üniversitesi” dahil, başta da Suudi ulema, pekçok “Sünni” din kurumu ve sözü fetva kabul edilen kişisi filmin yasaklanması için kampanya yapmış, yapım kıyasıya eleştirilmiş. Eleştiri ekseni daha ziyade Sünni/Șii çekişmesi üzerinden yürümüş ve Hz.Peygamber’in(sav) -tam yüzü görünmese de- saçı, başı, eli gibi uzuvlarının gösterilmesi epey tepki toplamış bazı İslami kesimlerde.. Batılı eleştirmenlerin pek çoğu da filmi sanatsal gerekçelerle eleştirmişler, velhasıl epey beğeneni de var…

 

Büyük bir prodüksiyon olduğunu belirtelim. Dev bir set, muazzam bir oyuncu kadrosu, epik filmlerin zaten olmazsa olmazları… İran’ın şimdiye kadarki en yüksek bütçeli yapımı olduğu söyleniyor. Bütçesi, yatırımcı şirket tarafından 40 milyon usd olarak açıklanmış. Aynı kategorideki Son Holivud filmleri “Nuh”un 125 mil.usd., “Exodus” filminin ise 140 mil.usd. civarı bütçeleri olduğunu hatırlatalım. Filme İran devleti de kaynak sağlamış. Zira “İranı ve İranlıları onurlandıracak bir yapım” gerçekleştirmek üzere yola çıkmış Mecidi’nin yönetmenliğindeki ekip..

 

Ama yönetmene filmi yapma kararını aldıran esas gerekçe, Mecidi’nin ödüle layık görüldüğü Danimarka’daki “17.Nat Film Festivali”ne katılmama kararının altında yatarmış kendi söylemine göre. Mecidi, dinine, peygamberine anlayış ve hassasiyet göstermeyen bir kültürün, filmlerini ve sanatını da anlamayacağı gerekçesiyle(bkz.Danimarka karikatür krizi) festivalin davetini reddetmiş. Ardından da Batı’da yükselen “İslamofobi” akımına sanatıyla cevap vermek ve onlara “Barış Dini İslam”ı ve “Alemlere Rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamber”ini anlatma maksadıyla projesine start vermiş.

 

Bence bu çaba filmin ideolojik diline pek de olumlu yansımamış. Fakir, filmde Hz.Peygamber’imizin(sav) imgesel olarak daha ziyade Batı’nın işleyegeldiği Hz.İsa(as) figürü ile yarıştırıldığı gibi bir intiba edindim haşa. Film ışığıyla, mistik havasıyla, daha önce hiçbir yerde aktarıldığına şahit olmadığım çocuk Muhammed(sav) eliyle gerçekleşen bazı mucizeleri resmetmesiyle biraz bu intibayı vermiş olabilir bana. Yahut da Pers kültürünün biraz abartıyı, doğaüstücülüğü, majestik anlatımı seven geleneği mi acaba? Her halükarda film, Mustafa Akad’ın “Çağrı”sından ziyade, Ridley Scott’un -Hz.Musa’nın(as) başkahraman olduğu- “Exodus” filmine, ya da Aronofsky’nin “Nuh” filmine daha yakın duruyor. Doğrusu pek orijinal durmuyor, daha da açık söyleyeyim biraz özenti duruyor. Mevzubahis iki Holivud filminde saçımı başımı yolmuştum, en azından “Muhammed”(sav) filmi şükür ki bu boyutta bir tepki oluşturmadı bünyemde.

 

Film bugünkü İran politikalarıyla mı sanki örtüşüyor? Zaten vizyona girmeden önce Ayetullah Ali Hamaney izleyip onaylamış, Ali Al-Sistani falan da hep eşlik etmişler yapım sürecine.. Filmde Yahudiler daha ziyade eciş bücüş, fenalık peşinde, yoz tiplerken mesela Hristiyan papazlar ele alındığında sahne daha aydınlık, karakterler daha bir canayakın sanki. Ebu Leheb, Ebu Süfyan yani Emevi ailesi’ni dahi kışkırtıyorlar bu Yahudiler saman altından, neyse ki birkaç aklıbaşında Yahudi din alimi bu duruma karşı çıkıyor ve kirli emelleri olan soydaşlarını adeta afaroz etmeleriyle durum biraz kurtulur gibi oluyor. Yani ancak Hz.Peygamber’in(sav) 12 yaşına kadar olan çocukluk yıllarını ele alabilen 3 saatlik filmin daha o zamandan en anti kahramanları Yahudiler. Bu husustaki karikatürizasyon bana biraz sakil ve maksatlı geldi. Bi de “dinlerarası diyalog” göndermeleri sanki…

 

Film esasında peygamberlik ve vahiy sürecini ele almıyor. Dolayısıyla anılmalarından mutlu olacağımız pekçok (Ehli Beyt gibi) zatı da göremiyoruz. Bu bakımdan duyduğum hayalkırıklığı bunun bir üçleme seri olarak planlandığını okumamla az olsun hafifledi. Devamını merakla bekleyeceğim çünkü herşeye rağmen film birçok yerinde oluşturduğu duygusal atmosferle kalbime dokunmayı başarabildi, yer yer gözlerim de doldu doğrusu. Hoş bu hissi bazen Hz.Muhammed’in(sav) adı anıldığında dahi yaşıyor ya insan. Bu da yönetmenin lehine bir unsur tabi başarıyla kullanılan..

 

Filmin sinematografisi bence muazzam, görsellik muhteşem, İran film geleneğine yakışır bir şiirsellikte. Daha önce seve seve “Cennetin Çocukları” filmini izlediğim Mecidi’nin bu konuda zaten meraklılarını hayalkırıklığına uğratacağı düşünülmüyordu.. Adam uğraşmış, yapmış, beğenmeyen daha iyisini yapsın! Zaten filmin başında belirtiyor “tarihi gerçeklerle birlikte kendi izlenimleri” üzerine kurduğunu filmini. Șii ve Sünni kesimden de kalabalık bir danışman kadroyla çalışmış ki Türkiye’den “Hayrettin Kahraman” da varmış aralarında. E “Diyanet İşleri”miz de onaylamış filmin vizyona girmesini! Daha ne?

 

Dahası şu; Allah’ın(cc) “Habibim” dediği, Kuran’ın öve öve bitiremediği O Yüce Peygamber’i(sav) ola ki kimse layıkıyla anlatamaz. O halde hiç mi anlatmayacağız yani? Anıyoruz, anlatıyoruz dil döndüğünce. Sinema da bir dil işte.. Her Müslüman, yaşantısıyla Onu anlattığının farkındalığında ve hassasiyetinde olsa ya. Gönül kabımızın genişliğince anlıyor, anlatabiliyoruz anca! Cemalinin görünmesi meselesine gelince; O hepimizde, hepimizce; yüzünü resmetmememizin asıl sebebi bence kısıtlama getirme endişemizden, hakikaten, hangi birini resmedeceksin ki? O, tüm güzel yüzlerde, tüm güzel bakan gözlerde.. Onu en güzel anlatanlar, gönlü en zengin olanlar; aşk ehli. Onlardan dinlediyseniz Sevgili Peygamberi(sav), başkası yavan gelir tabi…

 

Mecid de kendi Muhammed’ini anlatmaya cesaret etmiş neticede, 7 sene uğraşmış, emek vermiş; umalım ki bu süreçte kendiyle yüzleşmiş, tekamül etmiş. Darısı bizlerin başına! Gidin görün derim fakir, günahıyla, sevabıyla bir film! Birsürü saçma sapan izlenceden şüphesiz daha faydalı olur; “Canan”ın yüzü suyu hürmetine umulur ki hayırlara vesile olur… İyi seyirler! Hu

Yazının devamı...
Kolektif bilince bir adım; “fena-fi’l-ihvan”…
22 Ekim 2016

 Bu haftaki yazımı yazmak için değişik bir fikrim var bu vesileyle; madem yol kardeşleri biraradayız, bakalım “fena-fi’l-ihvan”da mıyız? Yani nefislerimizi, kardeşler, birlikteliğimizde ne derece eritip, cem edebilmekteyiz, ne kadar bütünlüklü biraradalığımız? Yazımı oluşturmak maksadıyla fakir, herkesten gönüllerine göre (konu sınırlaması olmaksızın) birkaç satır yazmalarını istirham ettim, boş not kağıtları dağıttım. Menzile varmağa kalan 15 dk vaktimizde çalakalem yazılanların zevkime göre bir sıralamasıdır okuyacaklarınız. Birlikten kuvvet doğar, her paragrafı ayrı bir kardeşimden, Simurg’u ararken, zorlu yollarda pekişen birlikteliklerinin Simurg olduğunu farkeden kuşların manzumesi remizli, işte imece usulu bir yol yazısı:

 

Gül yüzlü cananım, senin ettiğinden, gizli gizli yaşım dökülmektedir, Ah çektikçe, belim bükülmektedir…

 

Muharrem ayının girişi ile, yeni yılımızı kutladığımız şu günlerde, mübarek Muharrem ayının sadece aşure ayı olmayıp Kerbela’da yaşanan katliamın yıldönümünü anma günlerinde olduğumuzu her geçen yıl büyük bir üzüntü ile tekrar hatırlıyoruz.

 

Daha önce hiç yaşamadığım bir hal bu. Otuz derece sıcakta dahi donduğum oluyor. Sanki bir adım atsam yanacağım, o bir adımı atacak mecalim de yok, cesaretim de. Günlerdir bir durma hali anlamlandıramadığım. Bu hali sindirmem gerekiyor deyip, Manisa yolunda neyi arıyorum?

 

İlk defa biryere gitmek; her zamanki merak ile birlikte tatlı bir heyecan… “Takdis”(Kuddusi) kelimesinin anlamını ararken; yolda giderken geldi “Temizlik, arınma.. Kutsama yolu..”; Efendimize bakarken, gönül gözü ile bakabilmek…

 

İlkönce çok sarsıcı bir enerjiyle birlikte çok büyük bir parlaklık gördüm, öyle ki uzun süre nefes alamadım ve kalbim heyecanla çarptı sürekli, davul gibi. Gözüm ve bünyem alışmaya başladıkça gördüm ki, karşımda çok parlak bir ayna var ve daha önce o parlaklıkta bir ayna göremediğim için gözümün uyum sağlamaya çalışmasıymış bu yaşadıklarım. Parlaklığa uyum sağladıkça aynada gördüklerim de nefsimin suretleriymiş, ah hiç olsaydım da o aynadaki parlaklığın içinde kaybolabilseydim…

 

Çıktım aşkın yoluna, arar oldum kendimi, aşk bulmak değil imiş, yakmak imiş kendini!

 

Hayatın çetrefilli yollarından geçerken karşılaştığımız nedir acaba? İnsan seyir halindeyken, çevresine gelip geçen yerler olarak bakar; yeşil tarlalar, terk edilmiş köyler, üstüste binaların dizildiği şehirler. Tek bitmeyen, ortası çizgili kara asfalt. Sanki “beni birleştir de bul aradığın cevabı” der gibi… Oturduğu vakit ise; an donar, çizgiler sürekliliğini kaybeder. O yüzdendir ki yolda olmak keyif verir bu alemdeki biz yolculara; çizgileri birleştiriyor olmanın hissiyle anlam kazanır bu beyhude hayat…

 

Seneler öncesinde bir seyahat, yol; yeni yolların kapısı oldu. Șimdi düşününce, hayat; herhangi bir yöne doğru bir hareket, bir aksiyon devam eden. Süreçte inişler, çıkışlar, belirgin başarı ve düşüşler varsa da, farketmeden ya da bilinçsizce bir hedefe götürüyor hayat. Zahiri boyutta tek yapabildiğimiz hareket etmek. Bilmeden, belki de güvensiz, acziyetle, teslimiyetle, sadece yürümek… “Varamayacak olan sadece hareket etmeyendir” diye bir sözü geldi bir yazarın aklıma; korkup da reddetmeye, geri çekilmeye iten nefsime ve kendime, bu günün dersi…

 

Gönül en güzel bahçe imiş! Ne ara yol böyle kayboldu? Bir ömür o bahçeye hasret ile doldu…

 

Kaldırım taşlarının arasından, kumların içinden çiçek yeşerten, can veren Rabbim! Seni seyrettim; Ne Yücesin! Dilersen taşa can verirsin, dilersen yarattığın bu candan kendini çeker, taş edersin. İman varsa, hayır da şer de senden. Bunu bilip şikayet edemem Seni Sana, ancak niyaz ederim Rabbim; bu canı taş etme, Cemalini esirgeme!

 

Gözler ruhun aynasıdır, gülerken gözlerinin içi gülmeli insanın, ağlarken gözlerinden ağladığı gibi. Aşk samimiyetle başlar, samimiyetle biter, vuslat olur. Deli olunmadan veli olunmaz..

 

Uzun süre bulunduğum her ortamdan sıkılarak, etrafımdaki sahtelikten ve kendi sahteliğimden kaçarak saklandım. Sonra dua ettim: Ya Rabb! Sen beni benim gibi delilerle karşılaştır. Șükür Rabbime, beni benim gibi delilerle biraraya getirip bir yola çıkardı.

 

“Yol mu beni götürüyor, yoksa araba mı?” diye düşünedururken okuduğum kitaptaki şu meselle cevabımı aldım: Galata Mevlevihanesi’nin son Șeyhi Ahmed Celaleddin Dede(1899-1946)… Kendisi, gençliğinde siyatikten muzdaripmiş. Aylardır yataktan kalkamıyormuş. Birgün Seyyid Abdülkadir Belhi Hazretleri ziyaretine gelmiş. Dede yataktan doğrulamamış ve bu hale üzülerek Hazrete halini arz etmiş, özürler dilemiş. Seyyid Hazretleri “Üzülmeyiniz, geçer!” demiş. Koyu bir Hak sohbetinden sonra misafiri destur istemiş. Ahmed Celaleddin Dede, Belhi Hazretlerini kapıya kadar geçirmiş! Aylardır yataktan çıkamamış olan Dede, Hazretin tasarruf kudretine şahit olmuş…

 

Mola zamanı uzayınca boğulur gibi hissettim, daraldım. Birden “Hadi bakalım, sabır testindesin” dediğimde, darlanmam hafifledi. Molada nefsimi pohpohlayınca, istediğini verince, bu kez de yol uzadı, kavuşma anı uzadı. Eyvallah.. Gönüller bir olsun, birlik olsun, beraber olsun!

 

“Kaderimde hep güzeli aradım. İçimdeki sazlar başka, söz başka.” İşte öyle bir ikilemde çıktım yola. İkiliği birleme adına. O tek güzele varma adına… İsmi “B” olan adına… Neden “A” değil de “B”, o da ayrı bir muamma. “B” adına Efendim Muhammed’e(sav) vuslatıma az kala… Amin!

 

Bilmeyi, bilgide ileri olmayı, aşina olmayı, vakıf olmayı, Hakkı Hakk ile bilmeyi, sabırlı ve mütehammil, hiçbir düşünceye gerek kalmaksızın gördüğünü anlayan ve bilen bir idrak sahibi olmayı, Ya Rabb bize nasip et!

 

Tüm katkıda bulunan kardeşlerime selamlarımla; bizden size size kucak dolusu sevgilerle, bir tas aşure… Huu

Yazının devamı...