(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"İlyas Özgüven" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "İlyas Özgüven" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

İlyas Özgüven

Turist beklerken
21 Şubat 2001





İlyas ÖZGÜVEN

EKONOMİDEKİ kara tablonun rengini biraz olsun açacak tek sektör, önümüzdeki aylar itibarıyla, turizm görünüyor. Çeşme'den, Marmaris'ten, Bodrum'dan iyi haberler geliyor. Ben farklı bir konuya dikkat çekmek istiyorum; balık çiftliklerine.

BAHARIN müjdecisi ilk cemre havaya düştü. Uşak, Denizli karlar altında, ama Ege'nin sıcacık güneşi önümüzdeki haftalarda içimizi ısıtmaya başlayacak. Kurban Bayramı'yla birlikte de turizm sezonu belki biraz daha erken açılacak. Piyasada yaprak kıpırdamıyor. Büyükler orta ölçeklilerin, onlar da küçüklerin parasını ödemiyor. Çek, senet davaları sayı olarak patlıyor. Böyle bir ortamda turizm sektörü cankurtaran görevini üstleniyor.

GEÇEN yıl turizmdeki pastadan Ege Bölgesi hakettiği payı alamadı. Ancak bu yıl için Çeşme'den, Marmaris'ten, Kuşadası'ndan, Bodrum'dan olumlu haberler geliyor. Turizme tedarikçi olarak destek veren birçok sektörün umudu yeni sezonda. Temenni ve beklentimiz de bu yılın hiç olmazsa geçen yıldan daha iyi geçmesi.

BU aşamada sezon hazırlıklarının da yavaş yavaş artık tamamlanması gerekiyor. Valiler, kaymakamlar, belediye başkanları, turizmciler son hazırlıkları gözden geçirip yarım kalan işleri kısa sürede bitirmeli.

BU TARTIŞMA BİTMELİ

DENİZ turizminin yoğun olduğu bölgelerde son yıllarda bitmeyen bir tartışma var; balık çiftlikleri. Doğrusunu söylemek gerekirse balık çiftlikleri olmasa bugün çoğumuzun levreğin, çipuranın adını bile unutmamız gerekecekti. Çiftliklerde üretilen balıkların ihracıyla elde edilen döviz kazancını da kabul etmek gerekiyor. Ancak bütün bunlar yapılan yanlışları da gözardı etmemize neden olmamalı.

BALIK çiftlikleri Bodrum'da yoğunlaştığından, kıyamet bu bölgede kopuyor. Ancak sorun tüm Ege kıyılarına yayılıyor. Foça'da, Mordoğan'da, Çeşme'de, Bodrum'da öyle koylarda balık çiftlikleri var ki, insan gözlerine inanamıyor.

SAKIN kimse ‘‘Balık çiftlikleri denizi kirletmiyor’’ edebiyatı yapmasın. Buna inanıp rahatsız olmayanlar balık çiftliklerinin çevresinden yazlık alıp, buralarda çadır kurup denize girsin. Çok açık bir gerçek var ki, bazı balık çiftliklerinin yer seçimi son derece yanlış. Onca bakanlığın, genel müdürlüğün, yerel kamu görevlilerin buralara balık çiftliği kurulmasına nasıl izin verdiğini anlamak gerçekten güç.

PIRIL pırıl, denizi ve kumsalı olan, doğa harikası koylara koruma adına ‘haklı olarak’ turizm amaçlı bile olsa çivi çaktırmayan devlet, böyle bir koyu bir balık çiftliğinin baştan başa kapatmasına, kıyıya da çirkin barakalar yapılmasına göz yumuyor.

DEVLETİN artık ‘‘Turizm mi-balık çiftliği mi?’’ sorusuna net yanıt verip seçimini yapması gerekiyor. Balık çiftlikleri turizm amaçlı kullanımı mümkün olmayan bölgelere kaydırılmalı. Geçenlerde Hürriyet Ege'de okudunuz, Denizli'de seralar bile bir bölgeye toplanıyor. Organize sera bölgesi oluşturuluyor. Bence kıyı illerinde organize balık çiftliği bölgeleri oluşturulup titiz bir denetim altında çalışmaları sağlanmalı. Yoksa, Tarım İl Müdürlükleri'nin düzenlediği, ‘‘Deniz kirliliğine rastlanmamıştır’’ raporlarının turizme bir faydası olmuyor.

Yazının devamı...
Bir şeyler yapmalıyız
14 Şubat 2001





İlyas ÖZGÜVEN

GEÇEN yıl Çanakkale'den gelen bir haber beni çok etkilemişti. Köylerden toplanan gençler Çanakkale Belediye Başkanı İsmail Özay'a çıkıp, ‘‘Artık hor görülmek istemiyoruz, biz de köyümüzde uygar hizmetlerden yararlanmak istiyoruz’’ demişti. ‘‘Hálá umut var’’ demek için güzel bir neden.

KÖYDEN kente plansız göçün getirdiği sorunları yazıp çiziyoruz. Göç, çarpık kentleşmeden tutun da sokak çocuklarına uzanan bir dizi teknik ve sosyal sonucu ortaya çıkarıyor. Ancak büyük şehirlerdeki yaşam zorluğu bu hızı biraz kesmişe benziyor. Köyde yaşayanlar da artık eskisi kadar bilinçsiz değil. Geçen yıl Çanakkale'den gelen bir haberde bu ışığı gördüm.

ÇANAKKALE'nin merkez köylerindeki gençlik temsilcileri Belediye Başkanı İsmail Özay'a çıkıp, dertlerini anlatmıştı. Aynı zamanda üniversite öğrencisi olan Gökhan Bayram'ın isyan dolu sözlerine bakın;

‘‘Köyler 1927 yılında çıkarılan kanunla yönetiliyor. Yaşam da hálá bu yılların izini yansıtıyor. Kahvehane dışında sosyal, kültürel ve spor alanı yok. Köyde yaşayan gençler, toplumda hor görülüyor. Değişim için örgütlenip sesimizi duyurmak istiyoruz. Bizlere yönelik yatırım istiyoruz.’’

DOĞRUSUNU söylemek gerekirse, bu görüşmelerin ardından hiç bir şeyin değişmediğini tahmin etmek zor değil. Ancak üniversiteli bir köy gencinin arkadaşlarının önüne düşüp önderlik etmesi bile bir değişimin işaretini vermiyor mu?

KÖYDE yetişip, bürokraside, iş dünyasında, siyasette kendilerine ön sıralarda yer bulanlar malesef bu üniversiteli arkadaşımız kadar bile geldikleri yer için çaba göstermİyor. Ankara'da, İstanbul'da oturan, tüm Adanolu'yu kabul etmek gerekirse, ‘‘Hor’’ görüyor.

ANCAK tablo olumsuz görünse de, umutsuz değil. Size Aydın'dan bir örnek vereceğim. Aydın veya ilçelerinde büyüyüp Türkiye'nin en iyi üniversitelerini bitirmiş, Ankara'da ekonomi bürokrasisinde gelecek vaadeden mevkilerde, yaşları 25-30 arasında değişen gençler, ‘‘Aydınlı Genç Bürokratlar Grubu’’ adıyla biraraya gelmiş.

KENDİLERİNİ; ‘‘Aydın’a ve Aydınlı’ya faydalı olabilecek her olgu ve olaya destek vermek, bu olaylara dikkat çekmek, insanımızı uyarmak, girişimlerde bulunmak, fikir ve çözüm üretmek, güzel Aydınımızın bize sunduklarını ödeyebilmek adına yola çıkmış, her biri konusunda yetkin, dilde değil, özde gönüllü arkadaşların oluşturduğu bir düşünce platformuyuz. Her türlü siyasi ve ekonomik çıkar ilişkisinden uzak, kimseden emir ve talimat almayan bağımsız bir platformdur’’ diye tanıtıyorlar.

BU grubun önündeki en önemli iki hedef ise İzmir Vadeli İşlemler Piyasası’nın kurulması, diğeri de Toprak Koruma Kanunu'nun çıkması.

KENDİLERİNE bir de www.aydinzeybegi.cjb.net adresiyle internet sitesi oluşturmuşlar. Sitenin editörlüğünü Rekabet Kurulu'nda çalışan Hilmi Bolatoğlu yapıyor. Sitede Aydın'la ilgili fotoğraflar, bilgiler yeralıyor. Memleket hasreti çeken ‘‘Efeler’’ için de iyi bir buluşma adresi.

BENİM çok önemli bulduğum bir de ‘‘Güncel’’ diye bir bölüm var ki burada tarım ürünleri piyasasıyla ilgili son bilgiler veriliyor. Dış Ticaret Uzmanı Mehmet Ekizoğlu'nun Ege'nin en önemli iki ürünü zeytinyağı ve pamuk piyasası konusunda verdiği bilgi ve ‘‘Tüyolar’’ çok önemli, başlı başına bir yazı konusu. ‘‘Köylülerde internet mi var’’ diye düşünmemek lazım. Bugün tek tük var, yarın daha çok olacak.

ASIL önemli olan insanların ‘‘Çıktığı’’ yeri unutmadan, karınca kararınca vefa borcunu ödemeye çalışması. Çünkü hepimiz, bizi var eden Ege'nin bereketli topraklarına çok şey borçluyuz.

Yazının devamı...
Tarımı kim konuşacak?
11 Şubat 2001





İlyas ÖZGÜVEN

BUGÜN Türkiye durma noktasına gelen ekonomiyi konuşuyor. Sanayicinin, borsacının, tüccarın, esnafın, sorunları konuşuluyor çiftçiden söz eden yok. Ekonomi denince siyasilerimiz çiftçiyi muhatap bile almıyor. Neden mi? Neden olacak çiftçinin sesi çıkmıyor da ondan.

DEVLET İstatistik Enstitüsü'nün tarım kesimi için hazırladığı 2000 yılı verilerinden söz edeceğim. Hükümetin uygulamaya koyduğu ekonomik istikrar programında ‘‘Enflasyona ezdirmeyeceğim’’ dediği tarım kesiminin nasıl fakirleştiğini rakamlarla görelim.

DİE verilerine göre 2000 yılında tarım ürünlerindeki ortalama fiyat artışı yüzde 42.6 olarak gerçekleşti. Aynı dönem için tüketici fiyat artışı ise yüzde 54.9’u buldu. Yani aradaki yüzde 7.9 fark çiftçinin zarar hanesine yazıldı. Bir önceki yıl yani 1999 yılı sonunda da çiftçinin yıllık kaybı 7.7 düzeyindeydi.

BU rakamlar tüm ürünlerin ortalaması. Ege çiftçisinin ana geçim kaynağı tarla ürünleri ve büyükbaş hayvan yetiştiriciliği ve süt hayvancılığında ise ortalama kayıp yüzde 10.8'lere bile ulaşıyor. İşin Türkçesi çiftçi fakirleşmeye devam ediyor.

ÇARESİZLİK içinde kıvranan Ege çiftçisi kendisine yeni kazanç kapısı arıyor. Gediz ve Menderes ovalarında bugüne kadar görmediğimiz yeni ürünler deneniyor. Aile ekonomisine katkı sağlamak için süt inekçiliği ve besicilik yapılmaya çalışılıyor.

ANCAK hayvancılık da duvara tosladı. 190 bin liradan satılan sütün fiyatı 165 bin liralara düşürüldü. SEK'in özelleşmesiyle hayvancılığın kurtulacağını düşünenler, köylüyü yarattıkları yeni tekellerin insafına terketti. Neredeyse bir litle süt ile bir litre menbaa suyu aynı fiyata satılacak. Böyle bir adaletsizlik olur mu?

ÇİFTÇİ Bağkur primlerini, kooperatif borçlarını ödeyemiyor. Gazetelerden okudunuz. Çanakkale'nin Ayvacık ilçesinde binlerce köylü, kooperatif borçlarını ödeyemedikleri için 10'ar günlük hapis cezalarını nöbetleşe yatıp çıkıyor.

EKONOMİK sıkıntıyı, Türkiye'nin kritik bir noktadan geçtiğini, dolayısıyla herkesin fedakarlıkta bulunmasını kabul ediyoruz. Ancak, ‘‘Nasıl olsa taşıyor’’ diye köylünün sırtına biraz daha yük vurmanın insaf ölçülerinin dışına çıktığını da belirtiyoruz.

ASLINDA bütün bunlar neden oluyor biliyor musunuz? Çiftçilerin örgütsüzlüğünden, sesini çıkarmamasından. Kahve sohbetlerindeki ‘‘Ah vah’’ yakınmalarını kimse duymuyor. Bu sesi duyuracak, köylüyü ayaklandıracak ziraat odaları hala DP-CHP devirlerini yaşıyor. Bir ikisi dışında gerçek çiftçinin nabzını tutan yok. Birçok ziraat odası yöneticinin çiftçilikle ilgisi bile kalmamış. Böyle olunca da Ankara sanayiciyi, tüccarı, borsacıyı, esnafı dinliyor da çiftçiye kulak bile asmıyor.

ÖNÜMÜZDEKİ sezon çiftçi açısından daha da zor geçeceğe benziyor. Çiftçiyi kurak bir yaz bekliyor. Barajlarda, göllerde yeterli su yok. Çok pahalı olan yeraltı suları ile idare edilmeye çalışılacak.

BÖLGE milletvekilleri tarımın sorunlarına o kadar uzakki. Herhalde folklorcu çocukların kısa pantolonuyla, deve güreşi bileti satışlarıyla uğraşmaktan yaşam mücadelesi veren köylülere sıra gelmiyor.

Yazının devamı...
Bu kafaları değiştirin
7 Şubat 2001





İlyas ÖZGÜVEN

HÜKÜMET aldığı, ancak uygulamadığı bir kararla yine kurallara uyan dürüst esnafı cezalandırmış oldu. Ekmekte ambalaj konusundan söz ediyorum. Devlete güvenip milyarlık ambalaj makinalarını alanlar mağdur oldu, almayanlar kárlı çıktı. Yeri gelmişken ambalaj maliyeti diye ekmek fiyatına eklenen fark kimin cebine girdi acaba?

İÇİŞLERİ Bakanlığı'nın valiliklere, Anayasa Mahkemesi'nin kararından tam 5 yıl sonra göndermeyi akıl ettiği, şirket statüsündeki fırınlarda fiyat ve narh yetkisinin belediyelerde olduğunu belirten genelgesi bir gerçeği de ortaya çıkardı. Birçok belediyenin genelgenin varlığından bile haberi yoktu. İsteyenlere genelgeyi faksladık, bizim de devletin işleyişinde küçük bir hizmetimiz oldu(!)

TABİİ bu genelgenin ortaya çıkması birçok kişiyi rahatsız etti. ‘‘Bu çağda hala tarife ve narh tartışması olur mu’’ diyenler oldu. Haklı da olabilirler... Ama ortada bir yasa varsa buna uymak herkesin görevi değil mi?

YERİ gelmişken hatırlamakta fayda var. Üç yıl önce büyük kıyametler kopmuş, ekmeğin poşette satılması zorunluluğu getirilmişti. Dönemin Tarım ve Köyişleri Bakanı Mustafa Taşar esmiş, gürlemişti. Bakanın ‘‘Kararlı’’ tavrından etkilenen veya kurallara uymayı tercih eden fırıncılar milyarlarca liralık yatırımlarla ambalaj makinaları aldı. Yurtdışından trilyonlarca liraya makinalar getirtildi. Birileri cebini doldurdu, zengin oldu.

FIRINCILAR ‘‘Maliyetimiz arttı’’ diye ağlaşıp ambalaj farkını da bizlere yükledi. Sonra ne oldu? ‘‘Şark zihniyeti’’ galip geldi. Yasanın, yönetmeliğin değiştiğini sanmayın. Kağıt üzerinde hálá ekmeğin ambalajlı satılması gerekiyor. Ancak artık bir tek bile ambalajlı ekmek kalmadı. Olan devletin itibarına oldu. ‘‘Yuh olsun’’ demek yeterli mi bilmiyorum.

BUGÜN bakkal veya marketlerin ekmek dolabını açtığınızda şaşırmamak mümkün değil. Siyah ekmek, beyaz ekmek, köy ekmeği, sütlü ekmek, susamlı ekmek, büyük ekmek, küçük ekmek. Çeşitlilik güzel ama bu işin bir de ekonomisi var. Her ekmeğe farklı fiyat uygulanıyor. Tüketici olarak ödediğiniz paranın karşılığını tam alıp alamadığınızdan asla emin olamıyorsunuz. ‘‘100 bin liranın, 150 bin liranın lafı mı olur?’’ demeyin. İzmir'de günde tam 3 milyon ekmeğin üretildiğini düşünürseniz küçük fiyat ve gramaj oyunlarının karşılığının hangi rakamlara ulaşabileceğini hesaplayabilirsiniz.

SONUÇ olarak, eğer bir yasa varsa buna herkesin uymasını tüketici ve vatandaş olarak istiyoruz. Fırıncılar kendilerine çeki düzen vermeli, ekmek tek tip ve ambalajlı olarak satılmalı, fırınlar çok sıkı denetlenmeli, ‘‘Fırıncılar Organize Sanayi Bölgesi’’ projesi hayata geçirilmeli, devletin yetkilileri esip gürleyip sonra da köşelerine çekilmemeli. Tüketiciler olduğu kadar, namuslu dürüst fırıncılar da mağdur edilmemeli.

SEVİNDİK

DOĞRUSUNU söylemek gerekirse 25 teknik meslek odasının İzmir'deki 9 metropol ilçe belediye başkanıyla biraraya gelip imar affına karşı olduklarını açıklaması göğsümüzü kabarttı. ‘‘İzmir farkını yine gösterdi’’ diye mutlu olduk. Çünkü böyle bir açıklama benim bildiğim kadarıyla Türkiye'de ilk kez yapıldı. Gözlerimiz Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina'yı aradı. Kendisi yurtdışı inceleme gezisindeydi. Eminim İzmir'de olsaydı O da katılırdı.

ÜZÜLDÜK

HUZUR kenti İzmir'in, ‘‘Emekli cenneti’’ Karşıyaka'sında emekli ögretmen Mebrure Türkekul'un evinde korkunç bir cinayete kurban gitmesi hepimizi tedirgin etti. Doğrusunu söylemek gerekirse Şartla Salıverme Yasası'ndan sonra bu tür olayların artması bekleniyordu. Bu olayı da hemen affa bağlamak belki doğru değil. Ancak yalnız yaşayan yüzbinlerce insan korku içinde. Emniyet Müdürü Hasan Yücesan, cinayetten kısa süre sonra olay yerindeydi. Yücesan kendi annesini de böyle bir olayda kaybetmiş, bu acıyı tatmış bir kişi. Suçluların adalet önüne çıkarılmasını İzmirliler olarak bekliyoruz. Ancak olay olduktan sonra suçlu yakalama çabası kadar, olayları önleyecek önlemlerin de alınması gerekiyor. ‘‘Caydırıcı’’ olması açısından polis ekiplerini sokak aralarında daha çok görmek istiyoruz.

Yazının devamı...
Kargaşaya ışık
4 Şubat 2001





İlyas ÖZGÜVEN

İZMİR'de ekmek fiyat ve gramajı konusunda bir kargaşa yaşanıyor. Fırıncılar, gözümüzün içine baka baka hepimizi ‘‘Enayi’’ yerine koyuyor. Elimde konuya yeni bir boyut getirecek belge var. İçişleri Bakanlığı şirket statüsündeki fırınların gramaj ve fiyat tarifesini belediyelerin belirleyeceğini söylüyor. Hem de resmi yazıyla. Ancak bu yazı hiçbir valilik ve belediyede yok. Çok ilginç(!)

HER şeyin yokluğuna katlanılıyor ama ekmeğin asla. Bu nedenle de ekmek Hürriyet Ege'nin hep manşetlerinde oldu. Geçmişte, binbir hileyle hazırlanan maliyet listesiyle ‘‘Öldük, bittik, mahvolduk’’ edebiyatı ile belediye kapılarında ‘‘zam’’ diye ağlayıp, son model Mercedes'lerden inmeyen fırıncılarla biz uğraştık. Ucuz ekmek ürettiği için meslektaşlarının linç etmeye kalkıştığı fırıncıları biz koruduk. Bölge şirketleriyle her fırına kota getiren, rekabeti böylece önleyip karşılığında belediyelere rüşvet gibi bağışlarda bulunan fırıncıların oyunlarını biz bozduk.

SONRA bir yasa çıktı, ’’Narh koyma ve tarife belirleme yetkisi odalara, denetim yetkisi de İl Sağlık Müdürlüğü'ne verildi’’ dendi. Her konuda ‘‘Yetki’’ kavgası yapan belediyeler bir sevindi ki, sormayın. Nasıl sevinmesinler? Çünkü hem iki ayda bir kapılarına dayanıp zam isteyen fırıncılardan kurtuldular, hem de tarifeyi onayladıklarında ‘‘Zamcı’’ suçlamasından. Ama çok yanlış yapıldı.

SON yaşanan olaylar da geçmişte yapılan yanlışı açıkça gözler önüne serdi. İstedikleri gibi ‘‘At oynatan’’ fırıncılar ekmeğin gramajını 200'e indirdi. Vali Alaaddin Yüksel biraz sert çıkınca da ‘‘Takiyye’’ gibi tarifeyle bizi ‘‘Enayi’’ yerine koymaya kalktılar. Neymiş efendim üç ayrı gramajda üç ayrı fiyatla ekmek üreteceklermiş. Hadi canım sizde. 200 gram ekmek üretip 100 bin liradan satıyorlar. Gerisi laf.

KUSURA bakmayın ama durum ‘‘Köpeksiz köy-değneksiz dilenci’’ benzetmesine tıpatıp uyuyor. Belediye başkanları deyim yerindeyse ‘‘Timsah gözyaşları’’ döküyor; ‘‘Ne yazık ki yetkimiz yok.’’ Elime geçen İçişleri Bakanlığı Genelgesi ise bu konudaki tartışmalara yeni bir boyut getiriyor.

Efendim; meğer ticaret odalarına kayıtlılar için tarife ve narh yetkisi 27.6.1995 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanan Kanun Hükmünde Kararname ile odalara bırakılmış. Ancak 29.9.1995 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanan Anayasa Mahkemesi'nin kararı ile bu KHK iptal edilmiş. Bunun ardından da hiçbir yasal düzenleme yapılmamış. Yani eskiye dönülmüş. 1995 yılının 9. ayından buyana belediyeler sanayi ve ticaret odalarına bağlı fırınlara fiyat ve narh vermesi gerekirken vermemişler.

İŞİN daha ilginç yanı da yetkililerin bu konuda ‘‘Üç maymunu’’ oynaması; ‘‘Görmedim, duymadım, bilmiyorum.’’ Neden derseniz; Anayasa Mahkemesi 1995 yılında KHK'yi iptal ettikten tam iki yıl sonra İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü, bakanlığın Hukuk Müşavirliği'nden görüş istemiş. Hukuk Müşavirliği, sanayi ve ticaret odalarına bağlı fırıncılara belediyelerin fiyat ve narh vermesi gerektiği yolunda görüş bildirmiş. Bildirmiş ama anlaşılan o ki, kimsenin haberi olmamış. Taa ki, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın İstanbul'da yaşanan bir anlaşmazlık yüzünden geçen Kasım ayında İçişleri Bakanlığı'na başvurmasına kadar. Bu başvuru üzerine İçişleri Bakanlığı 20 Kasım'da valiliklere bir genelge gönderip ‘‘Sanayi ve ticaret odalarına bağlı fırınlarda fiyat ve narh yetkisi belediyelerde’’ demiş. Hoş 2 aydan fazla süre geçti bu genelgeden hálá kimsenin haberi yok.

GELELİM ‘‘Şimdi ne olacak?’’ sorusuna. Sanayi ve ticaret odalarına kayıtlı fırınlar İzmir'de 3 milyon olan günlük üretimin yüzde 60-65'ini elinde tutuyor. Yani belediyelerin İzmir'de üretilen ekmeğin tamamına yakınına fiyat ve narh vermesi gerekiyor. Geçenlerde bazı belediye başkanları, ‘‘Böyle bir genelgeden haberim yok‘‘ diye AA'ya demeç verdi. Bulamayan varsa gazetede telefonum yazıyor. Hemen kendilerine genelgeyi fakslayayım. Yeter ki başkanlarda bu ‘‘Niyet’’ ve ‘‘Yürek’’ olsun.

Yazının devamı...
Ne dedin ne dedin?
28 Ocak 2001





İlyas ÖZGÜVEN

BERGAMA Belediye Başkanı Akif Ersezgin, ‘‘Mimar olarak yeni umutlar doğuracak affa karşıyım. Ancak imar sorununu başka türlü çözme şansımız yok. Kaçak yapılaşma sadece gecekondu olarak görülmemeli. Kentte çok sayıda kaçak yapı var. 9 kat bina yapılmış, 2.5 katı kaçak. Bunu yıkmamız mümkün değil. Son kez af istiyorum’’ buyurmuş. Buyurun buradan yakın.

YILLARCA, ‘‘Belediye başkanları, hatta meclis üyeleri teknik adamlardan seçilsin, şehirlerimiz adam olsun’’ diye bağırıp çağırdık, ‘‘İmar komisyonlarını bakkala, kasaba emanet ettiler’’ diye haberler yaptık. Şimdi de karşılaştığımız duruma bakın. Hem mimar, hem belediye başkanı olan Ersezgin'in sözlerini okuyunca doğrusunu söylemek gerekirse, imar komisyonlarında görev yapan tüm bakkal ve kasaplardan özür dilememiz gerekiyor. Demek bazı şeyler diplomayla da olmuyormuş.

ASLINDA Ersezgin'in ‘‘Cesaret ve cüretini alkışlamak’’ gerek. Çünkü imar affının ‘‘gizli şakşakçısı’’ çok fazla. Bakmayın zorda kalınca yarım ağızla ‘‘Af istemiyoruz’’ demelerine. Ağızlarının suyu akıyor.

ADLİ affın ‘‘meyvelerini’’ toplamaya başladık. Bakın gazetelerin üçüncü sayfalarına, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Yaşlı kadınlar kapı önlerinde öldüresiye dövülüp gaspediliyor, evler soyuluyor, otomobiller çalınıyor. Islah edilmeden sokağa konuveren, kaybedecek bir şeyi olmayan suç makinaları terör estiriyor.

ŞİMDİ imar affı ile başka bir kanunsuz grup ödüllendirilmek isteniyor. Sayın Ersezgin de, işte bunları savunuyor. Sözlerinde ‘‘çaresizlik’’ itirafı da var. Yani, ‘‘Olan olmuş, artık yapacak bir şey yok’’ demeye getiriyor. Hani o çok tartışılan ‘‘Ver kurtul’’ mantığı. Ersezgin, ‘‘Son defa’’ demeyi de ihmal etmiyor.

SAYIN Ersizgin, bu sonların ‘‘sonu’’ ne zaman gelecek? Bu sözleri söylerken, kaçak yapıların, sizin deyiminizle apartmanların yükselmesine göz yumanlara niye iki laf etmediniz? Asıl, ‘‘Kaçağa göz yuman yetkili de kaçak bina yapan kadar suçludur’’ demek gerekmiyor mu? Haa eğer, kaçağı önleme konusunda yasal eksikler, personel, araç gereç yokluğundan söz edecekseniz, o zaman da, ‘‘Bu görevlere niye talip oldunuz?’’ diye sormazlar mı? Aslında yazıdaki muhatabım Ersezgin değildi, ama sayın başkan af savunucularının düşüncelerini o kadar güzel ifade etmiş ki, zorunlu olarak böyle bir durum doğdu.

AFFIN konuşulması bile kaçağı inanılmaz derecede artırdı. Ekonomik durgunluğun aksine kaçak inşaat sektöründe ‘‘kıpır kıpır’’ hareket var.

BİR yüksek binaya çıkıp çevrenize bakın. Bornova'da, Yeşilyurt'ta, Buca'da, Karabağlar'da, Bayraklı'da, Çiğli'de binlerce çatısız bina göreceksiniz. Yağmuru çok, yaz güneşinin kavurduğu İzmir'de acaba niye çatı yapılmıyor? Niye olsun, işte bu günler için. Hepsinin tepesinde bir demir filizi. Kolonlar hazır, kaçak kat dört duvara bakar. Bir gecede çık, iki günde sıva kiraya ver. Ne arayan var, ne soran. Bu binaların ‘‘Yasal’’ bölümlerine ruhsat verenler tepedeki demir filizlerini görmüyor mu? ‘‘Yahu sizin hakkınız üç kat. Bu demir filizlerini bırakmanız yasal değil’’ demiyor mu?

KAÇAK yapı hareketliliğini Türkiye'nin en büyük ilçe belediyelerinden Konak'ın Belediye Başkanı Erdal İzgi de doğruluyor. Bu konuda özel ekipler oluşturup, mücadele etmeye çalışıyor, bir yandan da uyarıyor, ‘‘Çok can yakacağım. Fırsatçıların canı çok yanacak.’’

BU uyarı işe yarar mı bilmiyorum. Ancak son yaşadığımız deprem felaketlerinde olduğu gibi, ölümler karşısında bizlerin canı yanacağına kanunsuzun canının yanması, hem de ‘‘İyi’’ yanması gerekiyor.

Yazının devamı...
Gecmise aglamak
24 Ocak 2001





Ilyas OZGUVEN

ESKI evler, eski binalar. Gecmisin bize biraktigi ‘‘zaman kapsulleri.’’ Ancak son yillarda kent yoneticileri bu binalara ‘‘Bas belasi’’, sahipleri de talihsizlik gozuyle bakiyor. Herkes kendi acisindan hakli. Ancak kimse soruna nester atmiyor.

BEN Izmir'den soz edecegim, ama tarih boyunca, kavimlerin, devletlerin, imparatorluklarin goz diktigi Ege'nin her kosesi gecmisin izlerini tasiyor. Biz Izmir'in Kordonboyu, Karatas, Karsiyaka, Bayrakli, Buca, Bornova'nin siyah beyaz fotograflarina bakarak ic cekiyoruz. Her yil gecmise ait yeni fotograflar ortaya cikiyor. Bunlari gordukce ‘‘Ahh’’ diyoruz.

KORDONBOYU'nu, Karsiyaka Yali'yi, Karatas'i eski haliyle koruyabilseydik, acaba Izmir'in kaderi degisir miydi diye sormadan edemiyoruz. Bence degisirdi. Izmir guzel bir kent, ama bize guzel. Hangi Avrupali turist trafigi kesmekes, binalari igrenc, her tarafi gecekondularla cevrilmis, Akdeniz kenti ozelliginden kirintilar kalmis Izmir'de konaklamak ister? Zaten son yillarda da kalmiyor. Gelen Adnan Menderes Havaalani'nindan turistik sahil kentlerine transit geciyor.

IZMIR kadar hor kullanilmis, tarihi ozelligi olan bir Akdeniz kenti olacagini sanmiyorum. Akdeniz'i cevreleyen ulkelerin hicbirinde bu kadar kisa surede, bu kadar hoyratca bir kentin mahvedildigini tahmin etmiyorum.

BUNLAR isin ‘‘Ah-vah’’ kismi. Giden gitmis. Kalanlara bakmamiz gerekiyor. Herkesin o cok kizdigi SIT yasasi, miras kavgalari, vakif mulkleri yoluyla da olsa az sayida tarihi ev ve bina ayakta kalmayi basarmis. Ancak acimasiz rant dunyasinda bu binalara herkes bas belasi gozuyle bakiyor. Sahibi sahip cikmiyor, ‘‘Biran once yikilsa, ya da yakilsa da kurtulsam, yerine apartman diksem’’ diye bekliyor.

BELEDIYE baskanlari, yerel yoneticiler, ‘‘Buralari sarhos serseri yatagi, yol acacagim, acamiyorum’’ diye ofkeleniyor. Hepsi birer yasayan tarih olan binalar oylesine kaderine terkedilmis. Zaten her gun birisi yok oluyor.

TOPLUM olarak muthis bir ikiyuzlu tavir icindeyiz. Gidenler icin eski fotograflara bakip agliyoruz, yikanlara, yakanlara lanet ediyoruz, katliamdan kurtulabilenler icin ise kilimizi kipirdatmiyoruz. En sanslilarinin vakif binalari oldugunu dusunuyorum. Onlarin da restorasyonlari, onarimi 10 yillari buluyor.

YA guzelim Izmir evleri? Osmanli'nin kultur harmaninin urunu evler bugun ‘‘Ufursen yikilacak’’ durumda. Mahalleli (hakli olarak) imza topluyor, ‘‘Bu evleri yikin, cocuklarimiz altinda kalacak’’ diye isyan ediyor.

KULTUR ve Tabiat Varliklarini Koruma Kurulu, gorevi geregi bu binalarin tescilini yapmis. Ama tescille is bitiyor mu? Tescil, zamanin yok edici tahribatini durdurabiliyor mu? Demek ki, tescilden sonra yapilmasi gereken baska seyler var.

RESTORASYON, bakim, yenileme muthis paralar gerektiriyor. Bunlarin bina sahibi tarafindan karsilanmasi cogu zaman imkansiz hale geliyor. Devlet SIT kapsamindaki binalarin yenilenmesi projelerine kaynak destegi saglamali, dusuk faizle kredi vermeli, vergi muafiyetleri getirip destekleyici, ozendirici olmali.

‘‘GECMISI olmayanin gelecegi de olmaz’’ gercegini unutmadan hepimizin birseyler yapmasi gerekiyor.

Yazının devamı...
Geçmişe ağlamak
24 Ocak 2001





İlyas ÖZGÜVEN

ESKİ evler, eski binalar. Geçmişin bize bıraktığı ‘‘zaman kapsülleri.’’ Ancak son yıllarda kent yöneticileri bu binalara ‘‘Baş belası’’, sahipleri de talihsizlik gözüyle bakıyor. Herkes kendi açısından haklı. Ancak kimse soruna neşter atmıyor.

BEN İzmir'den söz edeceğim, ama tarih boyunca, kavimlerin, devletlerin, imparatorlukların göz diktiği Ege'nin her köşesi geçmişin izlerini taşıyor. Biz İzmir'in Kordonboyu, Karataş, Karşıyaka, Bayraklı, Buca, Bornova'nın siyah beyaz fotoğraflarına bakarak iç çekiyoruz. Her yıl geçmişe ait yeni fotoğraflar ortaya çıkıyor. Bunları gördükçe ‘‘Ahh’’ diyoruz.

KORDONBOYU'nu, Karşıyaka Yalı'yı, Karataş'ı eski haliyle koruyabilseydik, acaba İzmir'in kaderi değişir miydi diye sormadan edemiyoruz. Bence değişirdi. İzmir güzel bir kent, ama bize güzel. Hangi Avrupalı turist trafiği keşmekeş, binaları iğrenç, her tarafı gecekondularla çevrilmiş, Akdeniz kenti özelliğinden kırıntılar kalmış İzmir'de konaklamak ister? Zaten son yıllarda da kalmıyor. Gelen Adnan Menderes Havaalanı'nından turistik sahil kentlerine transit geçiyor.

İZMİR kadar hor kullanılmış, tarihi özelliği olan bir Akdeniz kenti olacağını sanmıyorum. Akdeniz'i çevreleyen ülkelerin hiçbirinde bu kadar kısa sürede, bu kadar hoyratça bir kentin mahvedildiğini tahmin etmiyorum.

BUNLAR işin ‘‘Ah-vah’’ kısmı. Giden gitmiş. Kalanlara bakmamız gerekiyor. Herkesin o çok kızdığı SİT yasası, miras kavgaları, vakıf mülkleri yoluyla da olsa az sayıda tarihi ev ve bina ayakta kalmayı başarmış. Ancak acımasız rant dünyasında bu binalara herkes baş belası gözüyle bakıyor. Sahibi sahip çıkmıyor, ‘‘Biran önce yıkılsa, ya da yakılsa da kurtulsam, yerine apartman diksem’’ diye bekliyor.

BELEDİYE başkanları, yerel yöneticiler, ‘‘Buraları sarhoş serseri yatağı, yol açacağım, açamıyorum’’ diye öfkeleniyor. Hepsi birer yaşayan tarih olan binalar öylesine kaderine terkedilmiş. Zaten her gün birisi yok oluyor.

TOPLUM olarak müthiş bir ikiyüzlü tavır içindeyiz. Gidenler için eski fotoğraflara bakıp ağlıyoruz, yıkanlara, yakanlara lanet ediyoruz, katliamdan kurtulabilenler için ise kılımızı kıpırdatmıyoruz. En şanslılarının vakıf binaları olduğunu düşünüyorum. Onların da restorasyonları, onarımı 10 yılları buluyor.

YA güzelim İzmir evleri? Osmanlı'nın kültür harmanının ürünü evler bugün ‘‘Üfürsen yıkılacak’’ durumda. Mahalleli (haklı olarak) imza topluyor, ‘‘Bu evleri yıkın, çocuklarımız altında kalacak’’ diye isyan ediyor.

KÜLTÜR ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, görevi gereği bu binaların tescilini yapmış. Ama tescille iş bitiyor mu? Tescil, zamanın yok edici tahribatını durdurabiliyor mu? Demek ki, tescilden sonra yapılması gereken başka şeyler var.

RESTORASYON, bakım, yenileme müthiş paralar gerektiriyor. Bunların bina sahibi tarafından karşılanması çoğu zaman imkansız hale geliyor. Devlet SİT kapsamındaki binaların yenilenmesi projelerine kaynak desteği sağlamalı, düşük faizle kredi vermeli, vergi muafiyetleri getirip destekleyici, özendirici olmalı.

‘‘GEÇMİŞİ olmayanın geleceği de olmaz’’ gerçeğini unutmadan hepimizin birşeyler yapması gerekiyor.

Yazının devamı...