(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Melike Karakartal" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Melike Karakartal" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Melike Karakartal

Melike Karakartal

Terör ve “İşini yapma” baskısı
19 Aralık 2016

İki cumartesi büyük iki acıyla sarsıldık, bir cumartesi İstanbul’da, geçen hafta ise Kayseri’de bir terör saldırısı gerçekleşti ve yine şiddetin ortasına, şehit haberlerinin acısına gömüldük.
Hayat duruyor ya öyle zamanlarda...
Bırak yazı yazacak, nefes alacak gücün kalmıyor. “Kollektif bunalım” haline geçiyoruz hep birlikte... Sektör ayrımı yapmaksızın hepimiz, hayatlarını idame ettirebilmek için zorla işlerini yapmaya çalışan milyonlara dönüşüyoruz.
Zor uyanıyoruz, sokağa çıktığımızda neyle karşılaşacağımızın belirsizliği yoruyor. Elimize telefon almaya korkuyoruz, oradan okuyacağımız kötü haberlerin endişesi bünyeyi henüz okumadan sarıyor.
İşte böyle zamanlarda, işi siyaset ve ülke gündemiyle doğrudan bağlantılı olmayan insanlar için “iş sürdürmek” hem mecburi hem de çok zor.
İki cumartesidir, haliyle “Ne yapsak?” diye düşündük.
Şehit haberleri gelirken magazin yorumlarıyla gündemi “işgal etmek” doğru mu? Memleket yanıyor, bizim “derdimiz” Google’da en çok yapılan arama “Slime” üzerine konuşmak mı olmalı mesela? Veya Burcu Esmersoy’un sevgilisiyle evlenmemesi üzerine ahkam mı kesmeliyiz memleket yanarken?
Siyaset ve gündem dışı konuşulacak tüm konular, yapılacak tüm işler “Sizin derdiniz ne” dedirtebilir.
Bir ölçüde doğrudur da bu eleştiri.
Mesleğimiz, “toplum önünde yapılan işler” kategorisinde olduğu için dengeyi korumak zor.
Magazin gazeteciliği, insanların ekmeklerini kazandığı bir meslek olan “gazetecilik” çatısının bir kolu. Bir otobüs şoförü nasıl sabah uyanıp direksiyonun başına geçiyorsa, bir fabrika, her ne koşulda olursa olsun üretimini sürdürüyorsa, bir market nasıl saat 9 dedin mi kapılarını açıyorsa, biz de kapılarımızı açmak zorundayız.
Çalışmak, kendi alanımızdaki işimizi sürdürmek, insanlara nefes alanı yaratmak, hayatın renginin sadece gri olmadığını anlatmak zorundayız.
Siyaset ve gündem dışı konularda kalem oynatanlar dışında, olağanüstü koşullar yaşanan, toplumsal olarak acı çekilen dönemlerde “İşini yapmayacaksın!” baskısıyla karşılaşan ikinci meslek grubu ise müzisyenler.

Eğlence durur. Ama müzik?

Acı olaylar söz konusu olduğunda eğlence durur. Durmalıdır. Bir şehrin ortasında bomba patlarken iki mahalle ötesinde eller havaya yapamazsınız.
Bakın “eğlence” durmalıdır diyorum. Müzik değil. Ama müzik de duruyor. Hayatın bir ifadesi olan “müzik”, suret değiştirmiş, sadece eğlenceyi hatırlatır durumda. Haliyle, “duruyor”.
Konserler, dinletiler iptal ediliyor.
Eğlence vaat eden etkinliklerin durması, bir saygı göstergesi ve isabetli bir yaklaşım.
Fakat bir klasik müzik dinletisi, tek maksadı dinleyenlerine müzik sunmak, ruhuna şifa vermek olan bir etkinlik neden iptal edilir?
İşte burada başka bir dinamik devreye giriyor, o da “linç korkusu”. Bir grup “Siz şehit haberleri varken burada içki içip eğlence mi düzenliyorsunuz?” diye saldırır mı endişesinden.
Konserin, dinletinin eğlence ile uzaktan yakından ilgisi olmamasına rağmen, böyle bir olay çıkmasından.
İşin özeti: Herkes böyle dönemlerde acı içinde, isteksizce, kendini zorla o depresif ruh halinden çıkararak işini yapmaya çalışıyor.
Bir müzisyenin, bir magazin gazetecisinin veya sanat icra ederek para kazanan herhangi birinden terör saldırısı olduğu zamanlarda “işini yapmamasını” isterken, bu istek sahiplerinin kendi hayatlarını düşünerek empati kurması gerekir.
Mesela bir terör eylemi olduğunda, mesela bir IT firmasında çalışan dostumuza, birileri “Memleket yanıyor, senin derdin bilgisayarlar” demiyorsa...
Bir boşanma avukatına, “Memleket yanıyor, senin derdin boşanma davaları” demiyorsa...
Her nasıl bir bankacıya “Memleket yanıyor, senin derdin para saymak” demiyorsa...
Toplum önünde yapılan işlere de benzer biçimde yaklaşmak gerekmez mi?
Böyle zamanlarda, bu mesleklere sahip insanların da ekmek yediğini, hayatlarını işlerini yaparak kazandığını hatırlamak gerekiyor galiba.
Neticede terör eylemi olunca kurumlar “Bu ay acımız büyük, fatura ödemeseniz de olur” demiyor. Hayat “fatura tahsil eden” tarafında her türlü devam ederken, faturayı ödeyecek olanın tarafında durması bekleniyor ve isteniyor. Mantıklı geliyor mu kulağa?
Büyük acıların yaşanmadığı, ölüm kelimesinin uzaklaştığı bir gelecek istiyoruz hepimiz.
Tam da bu yüzden işlerimize daha fazla sarılıyoruz. Siz de sarılın. İşlerinizi daha çok sevin, iştah ve sevgiyle yapın.
İnanın profil karartmaktan, kınama sözlerinden daha büyük bir cevap bu teröre. 

Yazının devamı...
Acı çekmek ve bazı işler
13 Aralık 2016

Birileri illa öldürüyor, birileri illa seyirci kalıyor, birileri de acı çekiyor ve üzülüyor...
Güzel bir hayat, iyi bir gelecek, insanca yaşam isteyenlerin payına üzülmek düştü.
Bu iklimde toplum olarak en çok neyi kaybettiğimize üzülüyorum biliyor musunuz?
İzan.
Üstelik izanlarını kaybedenler, izanlarını kaybettiklerinin farkında olmadıkları için söyledikleri sözlerde, yaptıklarında bir acayiplik göremiyor.
Çok basit nezaket kuralları da dahil bu konunun içine, birbirini tanımayanların sokakta kurduğu iletişim de, birbirini bilen insanların konuşma, anlaşma dili de...
Sosyal medya da dahil elbette.
Zaman tünellerimizde ölümden başka bir şey akmazken en yaralayıcı olanı “Senin acın/benim acım” diye ayıranları, kaybedilen canların arkasından edilen korkunç sözleri okumak olmuyor mu?
Öğrencilerinin eline idam ipi vererek fotoğraf çektiren bir öğretmenin izansızlığı kalp yaralamıyor mu?
Sanki biz çocukken daha az kötü insan vardı da şimdi ordular halinde sadece “normal hayat” isteyenlerin üzerine salınmış gibi...
Nezaket yoksunluğu, başkasının hakkına saygısızlık ise izansızlığın sokaktaki hali...
Nezaket ve saygı “enayilik” olarak algılanıyor.
“Enayi” olmamak için nezaketten vazgeçiyor kimileri...
Halbuki izansızlığa, kötülüğe, iş bilmezliğe, kabalığa karşı en büyük hareket hareket “doğru bildiğini korumak, değişmemek” değil mi?
Bu kötü değişime direnmek lazım işte.
Herkesin birbirine avazı çıktığı kadar bağırmasının makbul olduğu bir dönemde bile “izan” kelimesini, sosyal protokol ve davranış kurallarını birilerinin umursadığını bilmek iyi gelmiyor mu sokakta beklenmedik bir nezaketle karşılaştığınızda?
Belki sıradan bir günde bunları konuşmazdık ama insanın ruhu karardığında delirmemek için güzelliklere bakmak istiyor.
Güzellik göremediğinde de kendi içinde korumak istediği değerlere sarılmak istiyor.

İzansız bir durum

Bir oyuncak firması, “yılbaşında dışarı çıkarsanız, sizi iğfal ederler” temalı bir reklam filmi çekmiş.
Sosyal medyadaki tepkilerden sonra reklam filmini geri çekti ve özür dilediler.
Merak ettiğim şey şu, hazır “izan”dan bahsediyorken, küçük kızlara yönelik cinsel istismar, tecavüz ve taciz haberlerinin bir gün eksik olmadığı ve bu konuların toplumdaki en büyük hassasiyetlerden biri olduğu bir ülkede, hiç mi tahmin edemediler alacakları tepkiyi?
Şöyle bir durum var tabii, pazarlama dilinden konuşacak olursak, “Insight doğru”, yani, reklamcı olmayan bizlerin anlayacağı dilde “içgörü doğru” diyelim, tüketicinin ruh halini iyi anlamışlar.
Malum, yılbaşı gecesinde sokağa çıkarsanız, sizi soymaktan beter ederler.
Özel günlerin, özellikle yılbaşı gecesinin derdi, mümkün olduğu kadar berbat bir hizmet vererek bunu mümkün olabilecek en pahalı fiyata satmaktır, değil mi?
Yani yılbaşı gecesi çıkarsanız, muhtemelen çok para harcarsınız ve geceniz berbat geçer.
Bu oyuncak firması diyor ki, çıkmayın, iğfal edilirsiniz.
Onun yerine evde oyun oynayın.
Bu şahane iç görüyü ve “evde kalın” mesajını çok eğlenceli, komik biçimde anlatmak yerine herkese çirkin hisler yaşatan ve “Bu ne böyle??” dedirten bir reklam filmi çekip yayınladıkları için onları tebrik edelim.
Herhalde ders olmuştur.

Yazının devamı...
Niye? Niye?
12 Aralık 2016

Civarda oturan arkadaşlarımız...
Biz de ta karşı kıyıdaki tepeden, Acıbadem’deki bir balkondan, yanı başımızda patlamış gibi işittik o korkunç sesi.
Orada olmadığımız, tesadüfen o yoldan bir sarı dolmuşla geçmiyor olmadığımız için şanslı bulamadık kendimizi.
Niye şanslı bulalım ki? Giden bizim canımız.
Dostumuz, kardeşimiz, arkadaşımız...
Ne farkımız var orada görevi için bulunan pırıl pırıl genç polisimizden?
Ne farkımız var o sırada dolmuşla kırmızı ışıkta duran dolmuş şoföründen, içindeki yolcudan?
Ne farkımız var oradan tesadüfen geçmekte olan tıp öğrencisi kardeşimden?
Ne farkımız var ha? Ne farkımız var?
Sadece İstanbul değil, Türkiye’nin her ilinde canımızı alıyorlar. Bugün İstanbul. Dün Bursa’ydı. Ankara’ydı. Diyarbakır’dı. Gaziantep’ti. Listesini yap terörün vurduğu şehirleri, bitmez.
Yarın neresi?
Bilmiyoruz.
Yarın biz bir yerlerden geçerken yanımızda bir bomba patlamayacağını bilebiliyor muyuz? Bilemiyoruz.
Yarın bir yerlerde görevimizi yaparken birilerinin bizim canımıza kast etmeyeceğini biliyor muyuz?
Bilemiyoruz.
Söylenebilecek tüm sözler, üzüntü bildiren tüm cümleler, tüm isyan ifadeleri, her şey ama her şey tükendi artık.
Ben üzüntümü, kızgınlığımı, acımı, kırgınlığımı, hayal kırıklığımı ifade edebilecek söz bulamıyorum. “Sözün bittiği yer” gibi cümleler de kuramayacağım, bitti çünkü, söz de bitti, his de bitti, dayanma gücü de bitti, güzel bir gelecek ümidi de bitti, hepsi bitti. Bir tane var içimde kırıntı, o kırıntı artık mikroskobik boyutlara ulaştı, acı çekerken o umut kırıntısını arayıp bulmakta zorlanıyorum.
Ne hakla, kim, hangi geçerli sebeple bizim geleceğimizi çalabilir?
Ne için patlıyor bu bombalar?
Can kaybıyla hangi siyasi sorunu çözdüler bugüne kadar da şimdi çözecekler bu canavarlar, insanlık düşmanları, akılsız başlar?
35 yıldır hangi sorunlarına can almak deva oldu da can alıyorlar?
Ne hakla insan canı alıyorlar? Ne hakla, delireceğim, ne hakla?
Peki ya yöneticilerim...
Gözü dönmüş canavarlar şehrimin ortasında bir araba dolusu patlayıcıyla gezerken siz de bir şeyler yapmalısınız...
Önlem almalısınız...
Enformasyon çağında bu kadar mı zor bunun tespiti? Neden ölüyoruz biz?
Neden her sabah evimizden çıkarken can korkusu yaşıyoruz?
Neden artık küçük çocukların gözlerine ağlamaklı olmadan bakamıyoruz?
Terörizmin kaynağı olan canavarlar ve terörizme göz yumanlar...
Neden bize bunu yaşatıyorsunuz?
Neden davalarınız, siyasi dertleriniz, hırslarınız, güç oyunlarınız ülkede yaşayan 75 milyon insandan, insan canından, çocuklardan, ülkesi için canla başla çalışan insandan, aydınlık bir gelecekten, uzun vadeli barıştan daha kıymetli?
Niye ya?
Niye?
Niye?

Yazının devamı...
Artık böyle eğleniyoruz
9 Aralık 2016

Sadece istanbul’da değil, terör tehdidinin boyutları ve radikal grupların kendi gibi olmayanların yaşam tarzına müdahale etme riski, şehrin, şehirlerin eğlence anlayışını da değiştirdi.
“Dağınık” değil artık mekanlar, korunaklı alanlarda, bir kompleks içinde var olmayı tercih ediyorlar veya olan bir mekanı, müşterisine farklı tat, eğlence, müzik ve hatta sanatın diğer kollarına dair etkinlikler sunan çok seçenekli merkezlere dönüştürüyorlar.
Bu yapılar, bir bakıma tarihin farklı dönemlerinde kendini işgalcilerden korumak isteyen insanların inşa ettiği tarihi binalara, tapınaklara benziyor...
Korunaklı duvarları, iyi korunan bir kapısı, herkesin vakit geçirebileceği bir avlusu, farklı bölümleri ve “oda”ları bulunuyor bu eğlence/müzik/ gece hayatı alanlarının. Aslında dünyada uzun süredir var olan bir eğilimin bize değen ayağı sayılır bu, son 10 yılda eski veya terk edilmiş sanayi bölgelerinin, fabrikalarının teker teker yeni hip eğlence alanlarına dönüşmesi yeni haber değil.
Global terör ve özel hayata/ tercihlere müdahale bu gidişatı hızlandırdı sadece.
Kimlik değiştiren, daha doğrusu kimliksizleşen Beyoğlu’ndan Bomonti’ye transfer olan Babylon ve Bomontiada bu dönüşümün bizim sulardaki başlıca örneği.
Gece hayatına yönelik rüzgar, “kapalılık” kelimesi etrafında şekillenirken, müzik dünyasında da başka türlü bir “kapalılık” meselesi söz konusu.
Konserleri “bir sosyalleşme aracı” olarak değerlendirmek istemeyen, gerçek müzik deneyimi arayışındaki dinleyicinin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmiş, birkaç senedir süren nefis bir organizasyon var: Gerçek müzik deneyimi sunan Sofar Sounds...

18 Aralık’ı not edin

2010 yılında Londra’da başlayan ve bugün İstanbul dahil dünyanın 296 şehrinde gerçekleşen bir “konser dizisi” olarak özetleyeyim Sofar Sounds’u.
Henüz herkesin bilmediği fakat yakında çok konuşulacak yetenekli müzisyenleri, iyi bildiğiniz grupları, müziğin henüz kitlelerle buluşturmamış ancak çok özel işler yapan müzik insanlarını, 50-60 kişinin misafir edilebileceği bir evde dinleme imkanı buluyorsunuz...
Sistem şöyle, önce şehrinizde yakında bir Sofar İstanbul etkinliği olup olmadığına bakıyorsunuz. (sofarsounds.com/istanbul) varsa kayıt oluyorsunuz ve konser gününe kadar bekliyorsunuz...
Etkinlik, konser gününe kadar adresi söylenmeyen bir evde gerçekleşiyor (her konserde farklı bir mekan veya ev ama asla bir bar veya ortak bir mekan değil) ve mekan “birisinin evi” olduğu için etkinlikler ücretsiz ama katılımcı sayısı sınırlı.
Her etkinlikte 3 farklı kişi veya grubun performansını izliyorsunuz, dilerseniz kendi içeceğinizi getiriyorsunuz, evin içinde bir yer bulup oturuyorsunuz ve iki saat boyunca kimsenin ensenizde avaz avaz konuşmadığı, cep telefonuyla video kaydetmediği/fotoğraf çekmediği gerçek bir müzik deneyimi yaşıyorsunuz.
Burada bir tane amaç var, o da müzik dinlemek.

İyi hafta sonları

Ben Sofar İstanbul konserlerini bir kez deneyimleme şansı yakaladım.
Büyük bir mekanda, çoğu insanın müzik dinlemek için değil, sosyalleşmek için geldiği konserlerden farklı olarak, müziğe ve müzisyene odaklı bir gece geçirdim.
Sahne alacak olan müzisyenlerin, diğer konserlerde olduğu gibi bir “önem sırası” yok.
Sofar İstanbul, “Sanatçılar, iyi tanınsınlar ya da tanınmasınlar, eşit derecede saygı görmelidir” diyor.
Sofar İstanbul, 18 Aralık’ta, ‘OKEY ile istediğin gibi: Sofar Festival’ isimli bir festival düzenliyor.
Sistem yine aynı ama bu defa facebook.com/clubokey adresine kayıt olmanız gerekiyor.
Bu defa kontenjan, festival ev yerine daha büyük bir mekanda olacağı için daha fazla, yani şansınız daha yüksek. Bunun yanı sıra, bu festival yer alacak müzisyenler dahil her detayını sizin şekillendireceğiniz bir etkinlik olacak.
Tüm içeriği, alanda yer alacak etkinlikleri ve festivalde ne yiyeceğinizi dahi siz belirleyeceksiniz.
İyi hafta sonları!

Yazının devamı...
Westworld 1. sezonun ardından...
6 Aralık 2016

Geleceğin “tatil”i bir bakıma; misafirler kendi hayatlarını, yaşadıkları zamanı unutuyor ve farklı bir zamanda, başka bir karaktere bürünme imkanı buluyorlar.
Bu parkta yer alan robotları insanlardan ayırmak olanaksız. İnsanlar tarafından tasarlanmış, “beyin” yerine insanlardan gelişmiş bir yazılım taşıyan, aynı insan gibi “bilinç” oluşturan makineler onlar...
Bu makinelerin nüfusu oluşturduğu bir kovboy kasabasında, misafirler aynı 200 yıl öncesindeki hayatı yaşıyorlar. Bunun içine “kanlı kovboy hesaplaşmaları” sırasında insan görünümlü robotları öldürmek de dahil...
Robotlar insanları vurabiliyor, ancak öldüremiyorlar, gerçekten zarar veremiyorlar. “Ölemediğin” bir kovboy kasabasında etrafın tozunu attırmak, ilkel güdülerini kendi hayatını umursamadan ve acı bir bedel ödemeden tatmin etmek için gidiliyor bu “tatil”e...
Son dönemin en iyi dizilerinden, efsanevi aktörler Anthony Hopkins ve Ed Harris’in başrolleri oynadığı, Türkiye’de Dizimax Sci-fi kanalında yayınlanan ve bu hafta ilk sezonunu tamamlayan “Westworld”den bahsediyorum...
“Westworld”ü diziden çok önce film olarak televizyonda izledik; ‘70 sonu, ‘80 başı doğumluların hayatında başka yeri vardır... TRT yıllarından anımsadığımız, çocukluğumuzda izlediğimiz ve akıllarımıza kazınmış bir filmdi ilk “Westworld”... 1973 yılında, Michael Crichton’un aynı adlı romanından uyarlanmış ve 80’li yıllarda Türkiye izleyicisiyle buluşmuştu.
Benim de hayatımda ilk izlediğim filmlerdendir. Yul Brynner’ın başrolde olduğu “Westworld”ü 2000’lerde bir yerlerden bulup tekrar izlediğimde yine aklımı başımdan aldığını hatırlarım...
“Dizisi çekiliyor” haberi geldiğinde diziyle adı birlikte anılan Jonathan Nolan, J. J. Abrams ve Anthony Hopkins gibi isimlerin varlığında vasat bir iş olmayacağı kesindi ama çıtanın bu kadar yükseleceğini kimse tahmin etmedi...
İlk bölüm itibariyle konu, sanat yönetmenliği, müzik ve yaratım gücü açısından son dönemin en iyi dizisi çıktı karşımıza. (Müzikler “Game of Thrones”un da sountrack’inin yaratıcısı Ramin Djawadi’den.) İkinci sezonu merakla bekliyoruz.
Dizinin en çekici yönü, sadece bir bilimkurgu olması; bir distopya veya insanlığın geleceğine, neler yapabileceğine dair bir resim çiziyor olması değil. Çizdiği resim üzerinden bugüne, insana, insan ruhuna ve akıl-ruh ikilisinin nasıl çalışıyor olduğuna yönelik insanın tüylerini diken diken yapan saptamalarda bulunması...

Sen ne yapardın?

Yazıya başlarken dedim ya, “İlkel güdüleri tatmin etmek için gidilen bir tatil” diye... Bir bölümde, parkın misafirlerinden biri “Önce, bu parkın temel içgüdüleri teşvik ettiğini düşünürdüm, bir insanın olabileceği en düşük (acımasız, kötü, hırslı) benliğini, karakter özelliklerini ortaya çıkardığını yani... Hayır, burası insanın en derindeki benliğini ortaya çıkarıyor” diyor.
Dışarıdaki sahip olduğu hayatta değil, burada insan eliyle yaratılmış insansı robotların arasında, özgür hissettiği yerde “kendisi” olduğunu hissediyor yani...
Aslında karakterin söyledikleri, kendisiyle ilgili yaptığı bu tespit bizim için en büyük “kıssadan hisse”...
Neden dizilerde, filmlerde kayboluyoruz? Neden insanlar kendilerini kaybedecekleri deneyimlere ilgi duyuyor? Neden bilgisayar oyunları bu kadar popüler?
İnsanların, bulundukları hayatta yaratamadıkları “gerçek ben”i bir biçimde yaratma arzusu olduğu için...
İşte, gelecekte bir yerde, yaşadığı hayatta “kendim gibi değilim” diyenler için bir park yaratılıyor ve burada kendi öz benliklerini özgürce yaşayabilecekleri bir ortamda kendilerini keşfediyorlar.
İyilikten mi kötülükten mi... Yaşatmaktan mı öldürmekten mi... İçgüdüsel hayvani zevklerden mi yoksa temel güdülerle ruhun birleştiği noktadan mi haz alıyorlar?
Bir bağlayıcılık, bir sorumluluk yoksa, insan öldürdüklerinde bunun bedelini ödemeyeceklerse eğer, nasıl davranıyorlar?
Kısacası “gerçek hallerini” keşfediyorlar.
Herkesin hayatta edindiği farklı kimlikler var... “Gerçek ben”i yaşayanların çoğunluk olduğunu söyleyemeyiz değil mi? (Tam da buradan koca bir “kişisel gelişim” sektörü doğmadı mı muhterem Habitus okuru?)
İşte... “Westworld”ü de bu yüzden çok sevdik.
Kendi hayatında kendi gibi olmadığını hissedenlere, “Özgür bir yerde ‘gerçek ben’i yaşıyor olsam, ne yapar, nasıl davranırdım?” sorusunu sordurduğu için...

 

Yazının devamı...
Güzel Gaziantep
5 Aralık 2016

Gaziantep’i Türkiye şehirleri içinde özel yapan tek bir özelliğinin olmadığını, hem tarihi, hem gastronomi, hem de şehircilik özellikleri açısından hem bölgede, hem de Türkiye genelinde özel bir yeri olduğunu aktarmıştım.


Özellikle büyükşehirlerde, şehirleşmenin bizi en fazla üzen yönü, doğal olan dokuları koruyamamak. Bugün pek çok şehrin eski fotoğraflarına baktığımızda, doğal çizgisinin değiştiğini; el değmemiş, değmişse de betonlaşmamış, dokusu değişmemiş pek az alanın kaldığını üzülerek görüyoruz.


Kentsel dönüşümün yoğun olduğu yerlerde, bizi biz yapan şehir dokularının silinmesi, içinde büyüdüğümüz, bizi biz yapan şehir hafızasının yok olması en büyük şikayetimiz...


Gaziantep’te bu anlayışın tam aksi söz konusu. “Şehircilik” deyince işte bu yüzden Gaziantep belki de Türkiye’nin en bilinçli şehri.
Bu bilinç ise “şehir hafızası” denilen kavramın insanlık ve medeniyet için ne önemi olduğunu bilmekten geçiyor.


Gaziantep’te büyüyenlerin ortak hatıraları, evlerinde “hayat” denen avluda yaşanan sıcak, ortak bir hayatın çevresinde şekilleniyor.
İster konu lezzet olsun, ister mimari, ister şehircilik, ister belediyecilik...


Farklı alanlarda Gaziantep için iş yapan herkes, büyüdükleri şehrin onlarda bıraktığı izin peşinde gidiyorlar.


Şehrin çeşitli bölgelerini ve mekanlarını ortadan kaldırıp yeniden yapmak değil, değerleri ortaya çıkarıp orijinal dokusuna göre bugüne uyarlamak tüm mesele...


Gaziantep’te doğan ve büyüyen Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin, tarihi Bey Mahallesi ile ilgili olarak, “Bu tarihi evlerde ‘hayat’ denen bir avlu vardır. Bu evlerde, herkesin maaile bir arada yaşadığı, aynı zamanda bireysel alana da olanak tanıyan bir mimari altyapı, bir kültür bulunur” diyor. Sözleri doğrultusunda bugünün Gaziantep’ine baktığımızda, şehir hafızasına sadık kalınan, hatıraları yaşatan bir modern şehir görüyoruz.


İşte bana kalırsa Gaziantep’in en özel yanı bu.

 

Geçmişe sadık modern bir şehir

 

1700’lerden kalma Aziz Bedros Kilisesi, bugün Ömer Ersoy Kültür Merkezi olarak kullanılıyor.


2005’te belediyenin yol açma çalışmaları esnasında keşfedilmiş, son olarak iplik fabrikasının deposu olarak kullanıldıktan sonra tamamen üzeri kapatılmış ve yol çalışmaları sırasında tesadüf eseri bulunmuş.


Kilisenin rölöve, restitüsyon ve restorasyon çalışmaları, Bey Mahallesi’nin Sokak Sağlıklaştırma Projesi ve eski Adliye Binası’nın Gaziantep Kültür ve Sanat Merkezi’ne dönüştürülme çalışmaları Gaziantep’te doğup büyümüş mimar Erden Güven önderliğinde gerçekleştirilmiş.


Tüm işlerinde ortak bir duygu ön plana çıkıyor:


Bölgenin ve yapıların orijinal dokusuna sadık kalarak en güzel biçimde yenilenmesi ve şehir hafızasının ihya edilişi...
Kuruluşu 1964 yılına uzanan Orkide Pastanesi’nin sahiplerinden Murat Özgüler, babaannesinin evindeki tatları anlatıyor bir sabah kahvaltısında. Büyüdüğü yerde, ilk hatıralarını oluşturan Gaziantep lezzetlerinden çıktığını anlatıyor yola...
Ve Bakırcılar Çarşısı...


Çarşının içinde yürürken, bakır ustalarının çekiç sesleri arasında bir şehrin karakterini veren değerlerin yaşanan dönemden, zamandan bağımsız olması gerektiğini bir daha anlıyoruz...


Bakırcılar Çarşısı, tarihi bir değerin zaman erozyonuna uğramadan, doğal dokusunu değiştirmeden en iyi biçimde korunmuş örneklerinden biri...


Tüm bu mekanlardaki ve anlayıştaki ortak duygu tarihe, orijinalliğe, hatıralara sadakat...


İşte, tüm bunlar, binyıllar boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış tüm şehirlerde olmasını dilediğimiz yaklaşım...


TÜRSAB Genel Başkanı Başaran Ulusoy, “Yaşanmış, yaşanan, yaşanacak bir kent” diyor Gaziantep için.


Haklı. Satırlara, fotoğraf karelerine sığdıramadığım, tüm duyulara hitap eden ümit dolu, aydınlık bir hayat var Gaziantep’te ve hep olacak.


En kısa zamanda gitmeli, yeniden görmeli...

Yazının devamı...
Güzel Gaziantep!
1 Aralık 2016

Dünya üzerindeki şehirlerle ilgili öncelikli özellikleri sorduğunuzda, genellikle ya tarihi özelliklerinden, ya mutfağından ya da bugün dünya içinde sahip olduğu önemden bahsedilir, malum. “Nedir Gaziantep’i diğer şehirlerden ayıran özellik?” sorusunu Gaziantep için sorduğumda, rehberimiz hızlı bir cevap vermekten kaçınıyor...
Hani insan kendi yaşadığı şehrin iyi taraflarına odaklanarak sıradan özelliklerine yönelik körlük geliştirebilir ya...
Duraksamasının sebebinin önce bu olduğunu düşünüyorum, fakat Gaziantep’in medeniyetler tarihi, gastronomi kültürü ve şehircilik konusunda sahip olduğu yeri dinledikçe anlıyorum onu... Bu sorunun bir cevabı yok. İşte Gaziantep, bu yüzden özel bir şehir.
Bölgede, yanı başında bir insanlık dramı yaşanırken dahi ışıl ışıl parlayan, ileri görüşlü, şehrine âşık ve müthiş işler yapan insanlarla dolu, benzersiz bir yerde buldum kendimi.
Arkadaşlarıma “Gaziantep’e gidiyorum” dediğimde ilk aldığım tepki istisnasız “Güvenli mi orası?” idi. Şehri gezdikçe ve ruhunu anladıkça, bu güzel şehre yönelik haksız bir algı geliştirildiğini anlıyorum.
Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin, “Şehrimizi doğru anlatmakta zorlanıyoruz.
Şehrimizle ilgili savaşın etkilerinin doğrudan yaşandığı, mahallelerine girilmediği gibi gerçekten uzak bir algı yaratıldığını görüyoruz ve bunun doğru olmadığını, bu güzel şehirde nasıl bir hayat yaşandığını sizler aracılığıyla anlatmak istiyoruz” diyor.

Hedef 1 milyon turist

İlk bakışta nedir Gaziantep?
Medeniyetin ilk doğduğu yerden, Mezopotamya’dan, toplulukların batıya açılış noktası... Tam da bu yüzden, doğudan bakıldığında batılı, batıdan bakıldığında doğulu görünen, bu özelliği yüzyıllardır değişmeyen bir şehir.
Roma, Bizans, Emevi, Abbasiler, Selçuklular, Memluklar, Osmanlı Medeniyeti, Türkiye Cumhuriyeti; topraklarında katman katman farklı kültürlerin, insanların, olayların izini taşıyan, benzersiz bir şehir.
İçinde tam beş antik kent barındırıyor. Ayrıca gastronomi dalında UNESCO tarafından “Yaratıcı Şehirler Ağı”na dahil edilmiş ve kendine has mutfağı tescillenmiş bir lezzet merkezi...
Vizyoner bir kadın belediye başkanı; Fatma Şahin ile, binyıllar öncesinin estetiğini ihya eden şehir çalışmaları ile, şehircilik uygulamaları ile diğerlerine örnek...
Burada geçirdiğim üç günü unutmam zor. Bu zaman diliminde neredeyse bir haftaya sığacak kadar yer gördük.
Zeugma Antik Kenti ve Müzesi, Türkiye’nin tek yapı ölçeğinde en büyük restorasyonu olan Gaziantep Kültür Merkezi, tarihi Bey Mahallesi, “Ömer Ersoy Kültür Merkezi” olarak değerlendirilen St. Bedros Kilisesi, Gaziantep Mutfak Sanatları Merkezi... Şehrin günlük devinimine İstanbul’dan gelip dahil olurken başka bir şehirle karşılaşmayı beklediğimi itiraf etmeliyim... Bir hayali var Şahin’in. Bu güzel şehre 1 milyon turist çekmek. Bu aydınlık şehri keşfetmeyi, Zeugma gibi bir medeniyet mirasını dünya gözüyle görmeyi ertelemeyin...
İzlenimlerimin gerisi yarına. Çok kısa bir süre sonra çıkacak Gaziantep ekimizde ise tarihi Bey Mahallesi’ni beraber keşfedeceğiz...

Yazının devamı...
Kadınlar ne yapsın?
29 Kasım 2016

Taciz yoksa küçük kızlara yönelik istismardan, istismar konusunun rüzgarı dinince kadına şiddetten bahsettiğimiz bir üçgen içine hapsolduk.
“Toplu taşımada kadınlara şiddet” konusunda yeni haberler var...
Birkaç gün önce, bir kadın daha, bir toplu taşıma aracında “Bacak bacak üstüne attığı için” tekmelendi.
Birkaç ay önce otobüste yaşanan tekme olayındaki gibi, bu defa bir başka meczup, öncekinin benzeri bir söylemle “Ne oturuyorsun lan öyle?” diyerek “eylemini” gerçekleştirdi.
Genç kadın, daha sonra olanları tekrar aklından geçirdiğinde yaşadığı şok sebebiyle tepki bile veremediğini anlıyor ve kahroluyor.
“Tepki vermeye korkacak hale geldik” diyor.
Üzüntüsünü, tedirginliğini ve başına gelen korkunç olayı sosyal medyada yazınca başına geliyor dersiniz?
Bakın bu da sürpriz değil.
Herhalde okuduğunuz zaman şaşırmayacaksınız.
Taciz-şiddet-istismar üçgeninin vazgeçilmez halkası: Daha çok şiddet, daha çok tacizle karşılaşıyor.
Olana tepki gösterenlerin yanında, bunu hak etmiş olabileceğine dair bir yığın söz...
“Ayağını denk alacaksın”cılar...
Bir kadın, şiddeti, tacizi ve hak ihlalini yazdığında, sosyal medyada paylaştığında bir tane kaderi var: Tacizin üstüne taciz, şiddetin üstüne şiddet görmek...
Başına geldiği yetmiyor gibi, bir de sosyal ortamda tekmelenmek...

Kimse kimseyi dönüştüremez

Birbirinden farklı düşünce ve inançlara sahip bireylerin oluşturduğu toplumlarda, herkes kendi hayat görüşüne göre birbirini dönüştürmeye çalıştığında, nefret dili günlük hayata kadar iniyor.
“Benim istediğim gibi olacak, görünecek, buna mecbur kalacaksın”lar ortaya çıkıyor.
Bu hal sıradanlaşıyor, normalleşiyor, temel insan hakları ve bu hakları koruyabilme hali ortadan kalkıyor.
Tedirginlik, en baskın duygu haline geliyor.
Kadınlar, artık kendilerini koruyabilmekten aciz hale geliyor, getiriliyorlar. Tacize o anda tepki göstermekten bile farkında olmadan kaçınıyorlar.
Başına bir hal gelen ve bunu yazan, dile getiren kadınlar, istisnasız olarak “Hak etmişsindir”ciler tarafından taşlanıyor.
Toplu taşıma araçlarında yer alan ekranlarda kimi zaman haberler, günlük hayata dair bilgiler, reklamlar dönüyor ya...
Milyonlarca insanın seyahat ettiği ve baktığı bu alanları toplumun en büyük yarası haline gelen konularla ilgili kamu spotu ayarında uyarılarla doldurmanın vakti geldi galiba.
“Kimse, kimsenin dünya görüşüne veya inancına göre hayatını düzenleyemez” gibi mesela...
Önünü alamadığımız, kadınları çaresiz bırakan bu olayların sonu gelecek gibi değil.
Soru ve sorun gerçekten büyük.
Ne yapacağız? Kadınlar ne yapsın?

Yazının devamı...