(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Güven Özalp" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Güven Özalp" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Güven Özalp
AB'yle karar anına doğru
11 Kasım 2016

Geçen yıl tarih değiştirmekte herhangi bir sakınca görmeyerek birden fazla erteleme yapan Avrupa Birliği Komisyonu’nun, Amerikan seçimlerinin sonuçlarıyla aynı güne getirmeyi “başardığı” İlerleme Raporu ve verilen tepkiler tarafların ortak paydalarda buluşmasının ne kadar zorlaştığını bir kez daha gösterdi.

AB, dün Türkiye hakkındaki 19’uncu raporunu yayımladı. 19’uncu rapor açıklandı açıklanmasına ama çekilen fotoğrafa bakıldığında 11 yıldır üyelik müzakeresi yürüten bir ülkeden bahsedildiği sonucuna varmak oldukça zor.

Son derece eleştirel ve şu ana kadar yayımlanmış en sert rapor. Bu raporun sert olması zaten bekleniyordu. Son dönemde yaşanan gelişmeler raporun daha da sertleşmesi sonucunu doğurdu. Rapor, kötüden en kötüye evrildi.

Kötüden en kötüye savrulan sadece belge değil. Gerek Türkiye’nin gerekse AB’nin çıkışları ciddi bir krizin habercisi niteliğinde. Ankara’nın rest üstüne rest çekmesine genelde fazla tepki vermeyen AB, resti görmeye başladığının sinyallerini veriyor.

Bazı AB ülkeleri ve Avrupa Parlamentosu’ndaki çok sayıda parlamenter, Türkiye’yle müzakerelerin askıya alınmasından yana seslerini yükseltmeye başladı. İşin kötüsü artık Komisyon da Türkiye’nin arkasında durmakta zorlanıyor.

Önceki gün AB Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker, dün de AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Johannes Hahn, Türkiye’nin AB üyesi olmaya yönelik resmi arzusunu sorguya açar şekilde aynı mesajı tekrarladı: “Ankara’nın artık bize gerçekten ne istediğini söyleme zamanı geldi.”

Normalde retorik olarak değerlendirilebilecek bu mesajın dikkate alınmasını gerekli kılan boyut, Türkiye’nin müzakere sürecinin 2005’ten bu yana ilk kez kurumsal olarak tartışılmaya başlanması.

AB bu konudaki ilk değerlendirmesini pazartesi günü dışişleri bakanları düzeyinde yapacak. Aralıktaki dışişleri bakanları toplantısı ve AB Zirvesi ise belirleyici olacak.

Tarafların tansiyonu düşürmemesi ve sağırlar diyaloğundan vazgeçmemesi halinde iki taraf açısından da son derece olumsuz sonuçlar doğurması kaçınılmaz olan dönüşü olmayan bir yola girilme riski hiç olmadığı kadar yüksek.

Yazının devamı...
AB'nin tavrı
25 Temmuz 2016

AB’nin uzun zamandır Türkiye üzerindeki etkisini kaybettiği bir sır değil. Gelinen aşamada AB’nin verdiği tepkilere Türkiye’de kulak asanların son derece sınırlı olduğu da bir gerçek. Gerek Batı medyası gerekse bazı Avrupalı siyasetçiler son bir haftadır “üyelik müzakerelerinin derhal durdurulması gerektiği” tezini yoğun bir şekilde işliyor. Kimseyi memnun edemese de AB hassas bir ortamda denge arayışında.

Konuyu soru-cevap şeklinde açmakta fayda var:

-AB darbe girişimi konusunda net tavır takındı mı? Darbe girişimi, AB tarafından net ve güçlü şekilde kınandı. AB, başından itibaren demokratik yollardan seçilmiş hükümetin ve cumhurbaşkanının yanında olduğunu ifade etti. Bu yaklaşımda herhangi bir değişiklik yok.

-Darbe girişimi sonrasında açıklamaların tonu neden değişti? AB, darbe girişiminin engellenmesinin Türkiye’de çok sayıda insan hakları ihlali yaşanmasının da önüne geçilmesini sağladığı görüşünde. Girişim sonrası süreçte de insan hakları ve temel özgürlüklerin korunmasına önem verildiğinden açıklamaların tonu değişti. Gelinen aşamada hukukun üstünlüğünün korunması, alınan önlemlerin orantılılığı, anayasal düzenin tam işlemesi AB’nin öncelikle üzerinde durduğu konular.

-Brüksel gelişmeleri doğru okuyabiliyor mu? Brüksel, darbe girişiminin yarattığı ortamın karmaşıklığının ve olayın ciddiyetinin farkında. Kitlesel tutuklamalar, Olağanüstü Hal ilanı belli bir endişe yaratmakla birlikte AB, ‘olağanüstü dönemden geçildiğini’ göz ardı etmiyor. Çoğu zaman ‘ders verir’ gibi yapılan açıklamalar, AB’nin gözetmesi gereken ilke ve değerler ile üye ülkeler arası dengelerden kaynaklanıyor.

-AB’nin kırmızı çizgileri var mı? Şu aşamada AB’nin en önemli kırmızı çizgisi idam cezası. Bunun yanı sıra hukukun üstünlüğünün hakim kılınmaması ve ciddi, sürekli insan hakları ihlali de diğer kırmızı çizgiler.

-Kırmızı çizgiler aşılırsa ne olur? Müzakerelere başlamak için ön şartlardan olan idam cezası tekrar yürürlüğe sokulursa AB üyelik müzakereleri son bulur. Özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklerin ciddi ve sürekli şekilde ihlal edilmesi durumunda Müzakere Çerçeve Belgesi’nin 5’inci maddesi uyarınca AB Komisyonu kendi inisiyatifiyle ya da üye ülkelerin üçte birinin talebiyle müzakerelerin askıya alınmasını önerebilir. Askı olup olmayacağına AB Konseyi nitelikli çoğunlukla karar verir.

AB’nin işleyişi dikkate alındığında Brüksel’den gelen tepkiler kendi içinde tutarlı. Buna rağmen Türkiye’deki beklenti, en azından bir süre için, AB’nin biraz daha anlayışlı ve kucaklayıcı olması yönünde. Türkiye’nin bu beklentisinin karşılık bulduğunu söylemek ise zor.

Karşılıklı verilen sinyaller Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin hiç olmadığı kadar kritik bir noktada olduğuna işaret ediyor. Bu sinyallerin hayra alamet olmadığı da rahatlıkla söylenebilir. Tarafların soğukkanlı ve pragmatik yaklaşımlar sergilemeyi becerememesi durumunda ilişkilerin dönüşü olmayan bir yola girme riski çok yüksek

Yazının devamı...
Önlemler yöntemlere yetişemiyor
18 Temmuz 2016

Saldırı yönteminin Avrupa için yeni ve ‘yok artık’ dedirtecek kategoride olduğu bir gerçek. Bir başka gerçek ise alınan önlemlerin ‘klasik’ saldırı olasılığı üzerine kurulu olduğu.

Önlemlerin etki düzeyi çok sayıda soru sorulabilmesine olanak tanıyor…

Kamyon güvenlik bariyerini nasıl o kadar kolay aştı?

Müdahale eden polisler terörle mücadele konusunda yetkin miydi?

Üç polisin saldırganla çatışmaya girmesine ve mermi yağdırmasına rağmen kamyon ekstra 300 metre daha nasıl ilerleyebildi?

Yoğun terör tehdidi altında olan ve aylardır olağanüstü halle yönetilen bir ülkede, çok yoğun bir polis varlığına rağmen kamyon 1.7 kilometre boyunca neden herhangi bir etkin engellemeyle karşılaşmadı?

Bu soruları uzattıkça uzatmak mümkün.

Nice saldırısı, sürekli olarak saldırı tehdidinin gerçek ve ivedi olduğunu beyan eden bir ülkenin bu tür bir saldırıyı tahmin edemediğini ve kayıpları en az seviyede tutacak refleksi gösteremediğini ortaya koyuyor.

Nice saldırısı, artık her ülkenin kolaylıkla format değiştirebilen, az imkanla çok zarar verme yöntemini öne çıkaran, öngörülmesi zor olan yöntemleri devreye sokma kabiliyeti olan bir terör tehdidiyle karşı karşıya olduğunun açık beyanı niteliğinde. Terör konusunda artık yeni bir jenerasyonla karşı karşıya olunduğunun ve farklı bir boyuta geçildiğinin bilinciyle hareket edilmesi gerekiyor.

Bu tür bir yöntemin kullanılabileceğini tahmin etmek için medyum olmaya gerek yok. Zaten IŞİD, Avrupa’daki elemanlarından bu tür yöntemleri kullanmasını, hatta bu tür yöntemleri tercih etmesini yıllardır hazırladığı broşürler ya da yayınladığı video mesajlar aracılığıyla istiyor.

Bu tür bir saldırı olasılığının güçlü olmasına rağmen Fransa’nın bu ihtimali ön planda tutmadığı ortada. Bu durumu anlamak için İç Güvenlik Genel Direktörü (DGSI) Patrick Calvar’ın iki ay önce yaptığı açıklamaya bakmak yeterli. Calvar, Fransa Ulusal Meclisi’nin Ulusal Güvenlik ve Silahlı Kuvvetler Komisyonu’nda 10 Mayıs’ta yaptığı açıklamalarda Fransa’nın IŞİD tarafından en fazla tehdit edilen ülke olduğunu teyit etmekle ve yeni saldırı yöntemlerinin olasılık dahilinde olduğunu vurgulamakla birlikte bu olasılığı patlayıcı maddelerle sınırladı.

Terör konusunda uzman isimlerden Gilles Kepel’in saldırı sonrasında yaptığı değerlendirme son derece yerinde. Kepel, terörle mücadele konusundaki tartışmanın, karşı karşıya olunan tehlikenin seviyesine uygun olmadığı ve Fransız siyasi sınıfının olayın arkasından koştuğu izlenimini verdiği görüşünde.

Gerek 13 Kasım’daki Paris saldırıları ile 22 Mart’taki Brüksel saldırıları gerekse Atatürk Havalimanı saldırısı istihbarat açığının konu edilebileceği hatta edilmesi gereken saldırılardı. Nice saldırısında ise istihbarat birimlerinin yapabileceği fazla bir şey yoktu.

Kişisel sorunları bol, dinle bağlantısı yok denecek düzeyde ve depresif niteliği öne çıkan bir adi suçlu olan saldırgan hakkında terör ve radikalleşme konusunda herhangi bir iz bulunmaması, yöntemin yeni olması, yetkililerin “beklenmeyene hazırlıklı olma konusunda hazırlıksız olması” üzücü tablonun oluşmasına katkı yaptı.

Terörle mücadele konusunda terör örgütlerinin hızına ayak uydurmak için gerekli önlemleri almak, uygun imkan ve yetenekleri yaratmak, önlemleri yöntemleri öngörecek şekilde tasarlamak ve mücadeleyi imkansızın mümkün olduğunu akıldan çıkarmadan şekillendirmek şart. Bunlar yapılmadığı takdirde bugüne kadarkileri gölgede bırakan eylemlerle sık sık karşı karşıya kalınma riski çok yüksek.

Yazının devamı...
Bir dakika bile durmayalım (!)
28 Haziran 2016

İngiltere’de yapılan referandumla Türkiye’de gündeme getirilen referandum fikrini kıyaslama çabasına girenlerin ikisinin aynı şey olmadığını ve kıyaslama yapmayı olanaklı kılacak neredeyse tek bir parametre bile bulunmadığını görmediklerini düşünmek istemiyorum.

Farklı açıklamalarla muğlaklığı artırılan ve ‘aslında söylenen şu’ kıvamına getirilmeye çalışılan AB’yle üyelik müzakerelerini referanduma götürme fikriyle ilgili birkaç soru sorulmalı…

-AB üyeliği stratejik hedefimiz denildi duruldu. Artık stratejik hedefimiz değil mi?

-Referanduma gidip ‘müzakereleri durduralım mı’ diye sorulduğunda hükümet hangi kamp için kampanya yapacak? Durduralım kampını mı destekleyecek, devam edelim kampını mı?

-Durdurma kampını destekleyecekse referanduma ne gerek var? Müzakerelere başlanırken halka mı soruldu? Hükümet olarak durduruyoruz dersiniz ve durur.

-Devam edelim kampını destekleyecekse yine aynı soru o zaman referanduma ne gerek var? Üzerinize düşeni yaparak nihai hedefe ulaşmaya çalışırsınız. Referandumla zaman ve enerji kaybetmeye gerek yok…

-Diyelim ki AB, Türkiye düşmanı, İslamofobik, ırkçı, şahsiyetsiz, ikiyüzlü, güvenilmez, vizyon yoksunu ve hatta bütün kötülüklerin anası konumunda. Bunu yeni mi fark ettik? 11 yıldır niye müzakerelerde tırmalayıp duruyoruz?

-Ve gerçekten AB’ye bu gözle bakıyor ve böyle hissediyorsak referanduma ne gerek var? Süreçte bir dakika bile durmayalım…

ANKARA KRİTERLERİYLE OLMUYOR

Bir dönemin meşhur sloganı “Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri olarak değiştirir yolumuza devam ederiz” yine gündemde. Türk siyasi kadrosunun önemli bir bölümünün AB üyeliğine olan inancı gibi bu söz de kağıt üstünde anlam ifade etmenin ötesinde bir içeriğe sahip değil. Zaten yaşadığımız olumsuzlukların çoğu Ankara kriterlerini bir türlü Kopenhag kriterleri seviyesine yükseltemememizden kaynaklanıyor.

Ankara kriterlerinin Kopenhag kriterleriyle uyuşmadığı net şekilde ortada. Dikkat edilirse bu söylem 5-10 yıl önce dile getirildiğinde fazla yadırganmıyordu çünkü bir ivme vardı, “istek” vardı, reform vardı, ülkenin dış imajı fena değildi. Gelinen aşamadaki tablo ise şu: AB’nin bizi eleştirmesine neden olacak her şeyi altın tepside sunuyoruz ardından eleştirdikleri için bizi eleştirenleri eleştiriyoruz.

Fazla dillendirilmeyen bir konuya da değinmekte fayda var. Mevcut iktidar partisinin altında imzası olan ve AB ile müzakerelerin yapısını belirleyen 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nin 5. maddesine bir bakın derim. AB kurumlarını bir kenara bırakın Türkiye’nin üye olduğu kurumlardan gelen insan hakları ve demokrasideki gelişmelere ilişkin eleştiriler müzakereleri askıya almayla ilgili bu maddeye doğru ilerleme riskiyle karşı karşıya olduğumuzun işareti. Özellikle göç krizinin etkisiyle oluşan mevcut konjonktürün frenlemesi olmasa çoktan o noktada olduğumuzu düşünenlerin sayısı da azımsanmayacak düzeyde.

GİRMEYE ÇALIŞAN BİZİZ

AB ile ilişkilerin geldiği aşamanın tek suçlusu elbette ki Türkiye değil. AB süreci yapıcı ve olumlu bir rayda tutmayı başaramadı. Zaman zaman resmen saçmaladı. Mevcut yapısı da Türkiye açısından olumlu bir hava oluşabilmesi için pek elverişli değil. Ancak unutulmaması gereken nokta şu… Adamlar bize “Lütfen gelin bize üye olun” demiyor. Biz girmeyi “istiyoruz”. İyisiyle kötüsüyle AB’nin yapısı, işleyişi, üyelerinin tavrı bu. Türkiye bu yola karşılaşacağı sorunları bilerek çıktı. Türkiye istedi diye AB’nin değişmesi de söz konusu değil.

AB’nin kritik dönemeçte olduğu bir gerçek. Türkiye de aynı dönemeçte. Ankara’nın AB’yle ilişkiler bağlamında artık ne istediğini, hedefinin tam olarak ne olduğunu, ülkeyi önümüzdeki on yılda ve sonrasında nerede görmek istediğini net şekilde, lafı çevirmeden, kelime oyunları yapmadan ortaya koyması gerekiyor. AB üyeliği isteniyorsa söz dalaşını bırakıp yapılması gerekenleri yapalım. Farklı bir ilişki beklentimiz varsa karşı tarafla ortak zemin bulmaya çalışalım. AB üyeliğini istemiyorsak da vazgeçelim. Becerebiliyorsak bir dakika bile durmayalım!

Yazının devamı...
AB kritik dönemeçte
26 Haziran 2016

Bir ilk olma özelliğiyle Birlik açısından tarihi bir kırılma olan ayrılma kararı, yeni bir başlangıç olma potansiyeli taşımasının yanı sıra AB’yi yaşam savaşı verir noktaya itme riski de taşıyor. Brexit’in şu andan itibaren yaratmasının garanti olduğu tek şey ise değişim. Bu değişimin kapsamı, derinliği ve yönü AB’nin geleceğini şekillendirecek. Bu yeni şekillenme Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor.

Daha önceki uygulamaların da net şekilde ortaya koyduğu gibi referandumlar AB’ye ve düzenleyenlere yaramıyor. İngiltere’de de bu kural değişmedi. Özellikle İngiltere gibi bir ayağı AB içinde diğeri dışında olan, diğer üyelere oranla daha fazla imtiyaz elde etmesine karşın AB’yle uyuşmazlık düzeyi daimi olan ve son dönemde ulusal egemenlik söylemlerinin tavan yaptığı bir ülke için referandum başından bu yana siyasi bir kumardı. İngiltere Başbakanı David Cameron oynadı ve kaybetti.

Brexit, Türkiye’nin olası üyeliğinin, nüfusunun İngiltere’ye akın edeceği gibi tahminler üzerinden propaganda malzemesi yapıldığı, göç sorununun bilinçsizce konu edildiği, İngiltere’nin AB’den elde ettiklerinin dikkate alınmadığı ya da çarpıtıldığı propagandanın ürünü. Brüksel’in öncelikle ders çıkarması gereken unsuru ise yaşlı neslin Brexit, gençlerin ezici şekilde AB’de kalma yönünde oy kullanması oluşturuyor.

Ayrılık sürecinde izlenecek detaylar teknik anlamda net şekilde belirlenmiş olsa da bunun uygulamaya yansıtılması iki taraf için de zorlu ve sancılı bir süreci kaçınılmaz kılacak. Ayrılık takvimin işlemeye başlaması için İngiltere’nin resmi bildirimde bulunması gerekiyor. Bu bildirim sonrasında tarafların en geç iki yıl içinde ayrılığı sonuçlandırma yükümlülüğü var. Ayrılık anlaşması taraflarca imzalanıncaya kadar İngiltere, AB üyesi olmayı sürdürecek. Bu süre içinde AB’ye yönelik yükümlülükleri ve üyelikten kaynaklanan hakları geçerli olacak.

Brexit sonrası AB’nin önceliği, Fransa başta olmak üzere çok sayıda ülkeyi etkileyebilecek bir domino etkisi oluşmasını engellemek. İngiltere ile ilişkilerin ise ekonomi ağırlıklı olarak ortak çıkarlar temelinde yapılanması öngörülüyor. İngiltere’nin ayrılıkla birlikte AB için ‘üçüncü ülke’ konumuna düşeceğinin de altının çizilmesi gerekiyor. AB’nin yeni bir model oluşturması ve daha esnek bir yapıya bürünmesi de artık kaçınılmaz. Çok çemberli, dış çemberden merkeze gittikçe entegrasyon düzeyinin arttığı bir yapılanma üzerinde en çok durulan teori konumunda.

İngiltere, kampanya dönemini bir kenara bırakırsak, Türkiye’nin en önemli destekçileri arasındaydı. Önemli bir desteğin kaybedilmesi ve yeni şekillenmenin bilinmezliği mevcut yapı içinde Türkiye açısından risk oluşturuyor. Bununla birlikte entegrasyon yapısının farklı şekilde oluşması, çok vitesli yapının yerleşmesi, esnekliğin artması Türkiye’nin sürecini olumlu yönde etkileyebilir. AB’nin değişimi Türkiye açısından büyük önem taşımakla birlikte her şeyden önce Ankara’nın stratejik hedefine gerçekten bağlı olup olmadığına karar vermesi ve ona göre hareket etmesi gerekiyor. Mevcut iç trendler Türkiye’nin içinin doldurulmasına katkıda bulunacağı farklı bir ilişkinin de değerlendirilmeye alınmaya başladığına işaret ediyor.



Yazının devamı...
AB mecburen değişecek
24 Haziran 2016

23 Haziran tarihi İngiltere açısından olduğu kadar AB açısından da son derece önemli dönüm noktalarından biri niteliğinde. Sonuç ne olursa olsun işlerin olduğu gibi yürütülme ihtimali ve imkânı ‘sıfır’.

İngiltere’deki referandum AB açısından tam bir kumar. AB’nin masadan mutlak kazanan olarak kalkma ihtimali ise yok. ‘Evet’, AB açısından ‘kötünün iyisi’ niteliğinde. ‘Hayır’ ise AB’nin başına çok daha ciddi dert açma riski içeriyor. Her iki durumda da AB’nin dağılma aşamasına gelmemek için zamanlı, gerekli ve kararlı adımlar atması gerekecek.

AB’nin sağ kanattan olduğu kadar sol kanattan karşı karşıya kaldığı ve her geçen gün biraz daha derinden hissettiği darbeler merkez siyasi akımların mevcut durum ve işleyişe göz yummasını imkansız hale getirdi. İngiltere referandumu sonrası eylemsizlik hali gelişmelerden ders alınmadığı anlamına gelecektir ki bunun sonuçları ağır olur.

Hem ‘evet’ hem de ‘hayır’ AB üzerindeki baskıyı artıracak. Siyaseten intihar etmek isteniyorsa tercih edilebilecek en iyi yöntem adım atmayarak statükoyu korumaya çalışmak olacaktır.

Avrupa uzun süredir iyi durumda değil. Siyasi konularda ne yaptığını bilmeyen bir görüntü veriyor. Ekonomi alanında da işlerin iyi idare edildiğini söylemek oldukça zor. Çoğu ülke açısından AB’nin çekiciliği eskiye oranla çok düşük. AB rol model olma konumunu da tamamen kaybetme aşamasında.

AB’yi terk etmek isteyenlerin bu taleplerinde AB’nin eski AB olmamasının etkisi çok yüksek. Siyasi konulardaki görüş ayrılıkları, ulusal egemenlik ve milli çıkarların ortak çıkarların önüne geçmesi, ekonomik krizler ve son olarak AB tarihinde örneğine rastlanmayan boyuttaki mülteci krizi AB’ye bakışı dışarıda olduğu kadar içeride de radikal biçimde değiştirdi.

Giderek sıkça başvurulan bir yöntem olmakla birlikte referandumlar AB’ye pek yaramıyor. AB’de kalma yönünde sonuç çıkması halinde bu AB’nin kazandığı ender referandumlardan biri olacak. İngiltere, üyeliğe devam kararı alsa bile AB mevcut haliyle devam edemez. Devam etmesi hem siyasi açıdan riskli hem de sokakla AB arasındaki uçurumu daha da derinleştirme potansiyeli taşıyor.

Olası bir ‘AB’de kalma’ kararı doğal olarak Brexit’in yaratacağı etkiye oranla çok daha yavaş ve yatay şekilde gelişecek bir değişimin kapılarını aralayacak hatta AB’yi bu değişime zorlayacaktır. Brexit ise çok daha hızlı ve radikal değişiklikleri beraberinde getirir. AB’de tüm kartların yeniden dağıtılacağı bir durum oluşur ve yatay değişikliklerden çok dikey değişikliklerle karşı karşıya kalınır. Brexit’in AB’nin kimyasını tamamen değiştireceğine kesin gözüyle bakılabilir.

İngiltere’den AB’ye ‘evet’ çıkması Brüksel açısından ‘bilinenlerin’ daha fazla olduğu, daha güvenli bir opsiyon. Brexit ise AB’deki taşları radikal şekilde yerinden oynatma potansiyeli taşıdığından ve taşların nasıl oynayacağını şimdiden net olarak görmek mümkün olmadığından ‘bilinmeyenleri fazla, riski daha yüksek’ bir opsiyon.

Her iki sonucun Türkiye’nin AB süreci üzerinde de er ya da geç belirleyici rol oynaması da kaçınılmaz.

Yazının devamı...
Hansjörg Haber Vakası
21 Haziran 2016

Türkiye’ye atanması da oldukça sıkıntılı olan Haber’in istifası aslında sürpriz değildi. Göstere göstere geldi. Belli süredir yaşanan sıkıntılara, Haber’in geçen ay bir grup gazeteciye verdiği brifingde vize muafiyetiyle ilgili süreçte Türkiye’nin tavrını, özellikle de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarını eleştirerek, “Bir atasözümüz var, ‘Türk gibi başlayıp Alman gibi bitirmek’ diye, burada tersi oldu” ifadelerini kullanması eklendi. Bu açıklamalar sonrası yaşananları ise kontrolden çıkan bir iletişim kazası olarak nitelemek mümkün.

Gerçi bu kaza olmasaydı da Haber’in ipi Brüksel tarafından çekilmişti. Dönemin AB Bakanı Volkan Bozkır’ın sert tepkisi, Haber’in Dışişleri Bakanlığı’na çağrılması ve sonrasında yaşananlar bu istifayı hızlandırdı. İstifa gelmeseydi Brüksel, Haber’i görevden alacaktı.

Brüksel’in kurcalanmasından fazla hoşlanmadığı bu istifanın arka planını anlamak için kulislerden sızan bilgilere göz atmakta fayda var. Haber’in açıklamalarından ve çalışma tarzından duyulan rahatsızlık çeşitli kanallarla Brüksel’e iletilmiş, Bozkır ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun AB yetkilileriyle yaptığı temaslarda Haber’in tavrı şikayet edilmiş olsa da Türkiye’nin “Çekin bu adamı” mesajını doğrudan vermesi ya da istenmeyen kişi ilan etme yaklaşımı olmadı. Zaten bunlara gerek de kalmadı.

Brüksel’deki ana sıkıntı Haber’in çalışma sistemi ve performansıyla ilgili gözüküyor. Haber’in Türk makamlarla gerekli bağı kuramadığı ve ilişki düzeyinin tatmin edici seviyede olmadığı, sınırlı kaldığı görüşü hakim. AB Türkiye Delegasyonu’nun Haber’i yeterince iyi yönlendirememesi, kendisinin de gerektiği ölçüde proaktif olamaması da süreci hızlandıran unsurlar arasında sayılıyor. Açıklamaları öncesinde görevden alma yönünde bir niyet zemin kazanmıştı. Biriken bazı unsurlara yaptığı açıklamanın etkileri eklenince bardak taştı. AB Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, Haber’den görevi ivedilikle bırakmasını talep etti. Gelen bilgilere göre Haber de istifasından doğrudan Mogherini’yi sorumlu tutuyor.

Haber’e ilişkin sıkıntı sadece Mogherini ile sınırlı değil. AB Komisyonu Birinci Başkan Yardımcısı Frans Timmermans’ın da durumdan rahatsız olduğu yönünde duyumlar var. Hatta Antalya’da 27 Mayıs’ta Timmermans, Çavuşoğlu ve AB Bakanı Ömer Çelik’in yaptığı üçlü toplantı marjında Timmermans’ın Haber için Türk yetkililere, “gayri profesyonel” ifadesini kullandığı söyleniyor.

Aslında Haber daha önce de Türkiye’de Alman diplomat olarak görev yaptı. Dolayısıyla Türkiye’yi tanıyan bir isim. Özellikle Almanlar tarafından “zor görevlerin adamı” olarak tanımlanan bir profili olan Haber, Türkiye’de görevlendirilmekten de mutluydu.

Yaşanan gelişmelerin ardından, özellikle de Mogherini’nin doğrudan hedefi olduktan sonra Haber’in Brüksel’de ve Avrupa Dış Eylem Servisi (EEAS) bünyesinde görev yapması pek ihtimal dahilinde görülmüyor. Dolayısıyla Brüksel’den ziyade Berlin’in uygun bulacağı, Alman Dışişleri Bakanlığı bünyesinde bir görev üstlenmesi bekleniyor.

Şu aşamada 1 Ağustos’ta Türkiye’den ayrılacak Haber’in yerine kimin gönderileceği konusunda tam bir netleşme yok. Yakın geçmişte Ankara’da Alman, Fransız ve İtalyan temsilcileri deneyen Brüksel’in bu kez nasıl bir profil tercih edeceğini önümüzdeki günlerdeki teatiler belirleyecek.

Yazının devamı...
GKA Olmazsa Olmaz
9 Haziran 2016

GKA’nın odakta olduğu sürece ilişkin muğlak ve zaman zaman teknik gerçeklerden uzak siyasi açıklamalara bir de medyada yer alan “askı, dondurma, rest” haberleri eklenince karmaşanın boyutu daha da artıyor.

Oysa teknik açıdan konu herhangi bir karmaşıklıktan son derece uzak ve bir o kadar da net. Vize muafiyeti isteniyorsa izlenecek yol en ince detayına kadar belli: GKA uygulanmadan Avrupa Birliği’nin vize muafiyetine yeşil ışık yakma ihtimali sıfır.

UYGULAMA ŞART

Süreci basitçe anlatmakta fayda var. GKA, Türkiye üzerinden yasa dışı yollarla AB’ye geçmiş üçüncü ülke vatandaşlarının iadesini öngören bir belge. Bu belge vize muafiyeti süreciyle birebir bağlantılı ve 72 kriterden oluşan yol haritasının ana unsurlarından biri. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başbakan olduğu dönemde onay verdiği ve “Türkiye’nin hassasiyetlerini de dikkate alan bir yol haritası” olarak nitelediği paketin kriterleri de, şartları da bir sır değil. 2013 sonunda iki tarafın attığı imzalardan bu yana bu kriter ve şartlarda herhangi bir değişikliğe gidilmedi.

Yol haritasında yer alan 72 kriter içinden 68’inciye bakıldığında şu ifadelerle karşılaşılıyor: “AB-Türkiye Geri Kabul Anlaşması’nın tüm maddeleriyle uygulanması.”

AB Komisyonu, Türk vatandaşlarına vize muafiyeti sağlanması yönündeki önerisini 4 Mayıs’ta açıkladığında 68 numaralı kriteri karşılanmamış kriterler arasında saymadı. Bunun nedeni ise GKA’nın 1 Haziran’da devreye girecek olması ve bu tarihten önce karşılanmasının fiilen mümkün olmamasıydı.

ZAMAN KAYBI

Bugün 8 Haziran ve GKA konusunda Türkiye tarafından atılması gereken adım henüz atılmadı. Bu kriterin karşılanması ancak GKA’nın uygulanmasıyla mümkün. GKA’nın uygulanabilmesi için ise Bakanlar Kurulu’nun kararı ve bu kararın Resmi Gazete’de yayımlanması gerekiyor. Bu kararı alma konusundaki her gecikme Türkiye’nin aleyhine bir durum yaratıyor.

Bunun nedeni ise AB’nin kriterin tam olarak yerine getirilip getirilmediğine ancak bir aylık sıkı bir izlemeden sonra karar verecek olması. Bu izleme süreci daha önce üç ay olarak belirlenmişti. Sonrasında yürütülen pazarlıklarla bir aya çekildi. Özet olarak Türkiye, GKA’yı uygulamaya başlamayı ne kadar geciktirirse AB’nin kriterin karşılanıp karşılanmadığına ilişkin kararı da o kadar gecikecek.

ASKI HAKKI VAR AMA…

Gelelim askıya alma konusuna… Türkiye’nin GKA’yı askıya alma hakkı var ama bu aşamada değil. Üst düzey siyasi açıklamalara bakarsak şu aşamada bu yönde bir istek olmadığı da görülüyor. Diyelim ki GKA sürecin tamamlanmasını beklemeden askıya alındı. Bunun sonucu ne olur? Vize muafiyeti toptan yatar. Hatta 18 Mart mutabakatı da çöker.

Türkiye, üzerine düşenleri yapmasına, 72 kriterin tamamını yerine getirmesine rağmen herhangi bir nedenle vize muafiyeti hayata geçirilmezse Ankara’nın GKA’yı askıya alma ve uygulamama hakkı var.

BEŞKEN ALTI OLMASIN

Türkiye’nin karşılamadığı beş kriter konusunda son günlerde yoğun temas söz konusu. Toplantılardan gelen sinyaller çok da olumsuz değil. Bir şekilde orta yol bulunmaya çalışılıyor. Zaten iki tarafın çıkarı da bunu gerektiriyor. Beş kriter konusunda, yaşanan tıkanıklığı aşma konusunda momentum oluşmuşken bunu boşa çıkarmanın anlamı da yok. Türkiye, GKA’yı uygulamaya başlamama konusundaki ısrarını sürdürürse yakında karşılanmayan kriter sayısının azalmak yerine artma ve beşten altıya çıkma riski var.

Yazının devamı...