(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Selçuk Şirin" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Selçuk Şirin" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Selçuk Şirin
Kusura bakmayın eğitim yazdım!
18 Aralık 2016


Patlamalar, kazalar ve insana eğitimi dert ettiğini bile utandıran haberler arasında çocukların geleceğini dert etmeye çalışıyoruz. Çünkü yaşadığımız bütün bu sorunlardan kurtulmak için biz olmasak da bizim çocuklarımıza umut bağlamaktan başka çaremiz yok. O halde kusuruma bakmaz iseniz eğer ben yine çocukların geleceğine dair bir yazı yazacağım.

 

PISA 2015 AÇIKLANDI!



Merakla beklediğim 2015 PISA sonuçları nihayet açıklandı. Malum üç yılda bir 15 yaşındaki gençlerin becerilerini ölçen bir sistem bu. Dünya ekonomisinin nerdeyse yüzde 90’ını temsil eden bu çalışmada amaç bu ekonomide rekabet için gerekli becerilerin her ülkede ne kadar başarıyla kazandırıldığını ölçmek. Biz 2003’ten beri sürekli katılıyoruz. PISA 2015 elimizdeki 5. karne. Bizim de ülke olarak kurucusu olduğumuz Dünya Ekonomik Kalkınma Örgütü OECD himayesinde Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yürütülen bu ölçme değerlendirme sistemiyle hem geçmişe yönelik kendi içimizde nereden nereye geldiğimizin bir fotoğrafını çıkartmak mümkün hem de dünyada rekabet ettiğimiz ülkeler arasındaki konumumuzu görmek mümkün. Peki sonuçlar ne diyor?


TÜRKİYE GENÇLERİNE TEMEL BECERİLERİ KAZANDIRAMIYOR!


PISA’ya katıldığımız yıllar içinde aldığımız en berbat sonuçlar bu sene geldi. 2003’ten itibaren katıldığımız tüm senelerde PISA’daki puanımızı az da olsa arttırmıştık. Bu artışlar eskiden sıralamamızı değiştirmiyor ama dünya sıralamasındaki yerimizi korumaya yetiyordu. Ancak 2015 sonuçlarında bambaşka bir tablo var. 2003 yılında 434 olan Fen puanı 425'e, 423 olan matematik puanı 420'ye, 441 olan okuma puanı ise 428'e düşmüş durumda. Bu düşüşler istatistiki olarak anlamlı. Yani tesadüflerle değil bir müdahale ile açıklanabilir bir perfomans kaybı var yıllar içinde. OECD içerisinde sürekli bizim altımızda yer alan Şili bile gelip geçti bu sene bizi. G20 üyesi olmaktan büyük bir gurur duyan, genç nüfusuyla övünen Türkiye’nin çocukları maalesef ilk 50 ülke arasında yok. 

 

 

BÜTÇE ARTIŞINA RAĞMEN PERFORMANS DÜŞÜYOR!



PISA sonuçlarına bakınca ilk akla gelen açıklama bizim kaynak yoksulu bir ülke olmamız olabilir. Zira eğitim masraflı bir uğraş ve biliyoruz ki eğitime yatırım arttıkça başarı da artıyor. Ama bu temel doğru en azından kendi içimizde yıllar itibariyle baktığımızda doğru çıkmıyor. Çünkü Başbakanlık verilerine göre PISA’ya katıldığımız yıllarda eğitime ayırdığımız kaynak çok ciddi olarak artmış. 2002’de 10 milyar TL olan eğitim bütçesi son PISA’nın yapıldığı yıl olan 2015’te 8 kat artarak 80 Milyar TL’ye ulaşmış. Aynı şekilde eğitimin gayri safi yurtiçi hasıla içindeki payı da 2002’de %2.84 iken 2015’te %4.13’e çıkmış. Bu kaynak artışıyla birlikte hem okul binalarında ciddi iyileştirmeler olmuş hem de sınıf mevcudu ortalamasında düşüşler kaydedilmiş. Yanlış anlaşılmasın. Türkiye bu kaynak artışına rağmen OECD içerisinde eğitime hâlâ en az para ayıran ülkelerden biri. Zira OECD eğitm bütçe ortalaması %6. Ama yine de kaynak artışına kendi içimizde baktığımızda insan doğal olarak eğitim kalitesinde az da olsa bir iyileşme bekliyor. Oysa eldeki veriler tam tersini gösteriyor. Kaynak artışına rağmen başarı düşüyor! O halde sorun tek başına kaynak sorunu değil! 

 

 

TEK TESELLİM DERT EDENLERİN ÇOĞALMASI!

PISA sonuçlarına bakıp ülkenin geleceğine, çocuklarımızın yarınına dair kaygılanmamak mümkün değil. Ama bir nokta var ki bana çok umut veriyor. O da şu. PISA eskiden yayınlandığında bırakın tartışmayı, bizde haber bile olmazdı. Çok değil 3 yıl evvelki PISA yayınlandığında dünyadaki tartışmaların aksine bizde sonuçların kamuoyunda ilgi görmemesine isyanımı bir yazıya dökmüştüm.  Bu sefer görüyorum ki ülkede veriye dayalı eğitimi dert edenlerin sayısı hem medyada hem karar vericilerde epey artmış durumda. PISA sonuçları günlerce gazetelerde tartışıldı, 3 yıl evvel meseleye birkaç dakika yer verenler, şimdi sonuçlara günlerce yer veriyorlar.

 

TEŞHİSİ İNKAR EDEREK HEBA EDİLEN 3 YIL!



Siyaset dünyasından da ilk defa sesler yükselmeye başladı PISA sonuçlarına dair. Hem muhalefet hem iktidar cenahı konuyu en azından gündemlerine almış durumdalar. Bütün bu gelişmeler bana umut veriyor çünkü her hangi bir sorunu çözmenin ilk koşulu, o sorunun varlığını inkardan vazgeçmektir. 3 yıl evvel PISA’da sıralama yerinde sayarken puan artışı var diye bayram edilmeseydi, şimdi açıklanan sonuçlar bu kadar berbat olmaz, aradaki 3 yıl da heba edilmezdi. Geç de olsa artık nihayet derdi hakikat olan herkes aynı noktada buluşmuş durumda. Eğitim kalitemiz dünyada bizi abad edecek bir seviyeden çok uzak. Bir şey yapmalı.

 

İLK SOMUT ADIM!

 

Önümüzdeki dönemde gençlerimize dünya ile rekabet edebilecek donanımları kazandırmak için eğitim sistemimizde hangi reformları niçin ve nasıl yapmalıyız? Bu soruya olabildiğince somut yanıtlarımı hem bu köşede hem de ayrıntılı raporlarda uzun uzun anlattım. Burada o adımları tekrar etmek yerine bir reform aracı önermek istiyorum. Balık yerine olta misali...Eğer sorunlarımızı çözecek bir yol haritasında uzlaşırsak, farklı araçlarla aynı yere varırız.

 

EĞİTİM ŞURASI, HEMEN ŞİMDİ!

 

Eğitim sistemimizin en temel ihtiyacı, reform yapma yöntemini gözden geçirmektir.

Her ülke değişen ekonomik koşullara göre daha iyi rekabet edecek yeni nesiller yetiştirmek için eğitim sistemini sürekli olarak gözden geçirmekte. Eğitimde reform o nedenle her ülkenin gündeminde. Dünyada çocuıklarını en iyi yetiştiren ülkeler, aynı zamanda en çok reform yapan ülkeler. Hayatın bu kadar hızla değiştiği ortamda elbette o hayata katılacak genç nesilleri nasıl yetiştirdiğinizi sürekli elden geçirmeniz gerek. Önemli olan, laf olsun beri gelsin diye eğitim sistemiyle oynamak değil, reformları en geniş katılımla gerçekleştirmek ve ortaya çıkan reform önerilerini verilerle test etmektir.

 

TÜRKİYE İSTERSE 10 YILDA OECD ORTALAMASINI YAKALAR

 

Bu çağda başarılı olan eğitim sistemlerine bakarsanız şu basit formülü görüyorsunuz: Çocuklarını iyi yetiştiren ülkelerde eğitim politikları en geniş kesimlerin katılımıyla, partiler üstü milli bir mesele olarak ele alınır. Eğitim gibi uzun solukta sonuç alınan bir alanda her hangi bir değişikliği keyfe keder yapmak bir ülkeye yapacağınız en büyük zarar. O nedenle reformun ilk adımı geniş bir tartışma zemininde tüm sistemi masaya yatırmaktır. Bu modern sorun çözme mekanızmasının aslında bizim geleneğimizde olan bir yöntem. Evet, Cumhuriyet’le yaşıt Şura geleneğinden söz ediyorum. Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı koşullarında bile toplamayı başardığı geniş tartışma ortamı, çözüm arayışı platformundan söz ediyorum. Toplanacak yeni eğitim şurası tüm kesimlere açık olmalı ve tek bir soruya yanıt bulmalı: Gençlerimizi 10 yılda OECD ortalamasına taşımak için kısa, orta ve uzun vadeli adımlar nelerdir?

 

DERT BİZİM, ÇARE BİZİZ!


Türkiye’nin eğitim alanında yaşadığı çözümlerin hepsi yine Türkiye’de var. Türkiye’de eğitimi dünya standardında yapan çok iyi okullar, dünyaya yön verecek kapasiteye sahip vizyoner eğitimciler var. Sorun ne iktisadi sermaye sorunu ne de beşeri sermaye sorunu. Bizim eğitimdeki en büyük sorunumuz varolan bu kaynakları çözüm odaklı bir platformda toplayamıyor oluşumuzda. Şura işte bu boşluğu doldurmak için atılacak ilk adımdır. Şimdi bu adımı atmanın tam zamanıdır. O sebeple, bana “Ne yapmalı?” diye soranlara uzun uzun çözüm önerisi sunmak yerine çözüm aracı sunuyorum: Eğitim şurası, hemen şimdi! Çünkü dert bizimse, çare bizdedir.

Yazının devamı...
Sayı değil insan!
11 Aralık 2016

Fotoğraflara bakıyorum.

 

En zor göreve, yurttaşların güvenliğini temin etmeye adanmış gencecik polislerin hayat hikayelerini okuyorum. Hiçbir şeyden haberi olmadan Beşiktaş stadının yanından geçen masum insanların hayat hikayelerini okumaya çalışıyorum. Şimdi hiçbiri hayatta olmayan onlarca insan... Acımasız terörün son kurbanları.

 

Çarşı’nın Vefa abisi Vefa Karakurdu iki çocuklu bir baba. Elinde telsiziyle gülüyor.

 

Üçü de 21 yaşında, hayatlarının baharındaydılar: Mehmet Zengin... Oğuzhan Duyar... Mehmet Devrilmez...

 

Adanalı Mehmet Atıcı 22 yaşında genç bir polis...

 

Urfalı Süleyman Sorkut daha 23 yaşında...

 

Bayburtlu Hamit Şahin de 23 yaşında…

 

Niğdeli Bora Çelik, 24 yaşında…

 

Yozgatlı Ahmet Alan da 24 yaşında…

 

Soner İdil ve Uğur Ürker daha 3 ay evvel başlamışlardı göreve...

 

Malatyalı Şerefettin Öcal ve hemşehrisi Hamdi Dikmen de birkaç ay evvel İstanbul’da göreve başlamışlardı...

 

Urfalı Mehmet Taş 6 aylık polisti…

 

Konyalı Metin Düzgün ve Zonguldaklı Hasan Bilgin de 1,5 yıllık polis memuru…

 

Malatyalı Okan Doğan da Muşlu Murat Yılmaz da 2 yıllık polis…

 

Samsunlu polis memuru Mustafa Öztürk 2,5 yıl önce göreve başlamış.

 

Ali Aksoy ve Hakan Tanrıkulu da 3 yıl evvel polis olmaya karar vermişler.

 

Gaziantepli Adem Serin 4 yıllık polis.

 

24 yaşındaki Nazif Emre Horoz’un 6 aylık ikizleri yetim kaldı.

 

İzmirli Hüseyin Dalkılıç'ın 1,5 aylık kızı yetim kaldı.

 

Hataylı İlker Ulaş ve Adanalı Ali Oğuz 7 yıl önce göreve başlamışlar.

 

Kadir Yıldız... Çetin Sarıkaya…Hayatlarını yurttaşların güvenliğine adamış memurlar. Katledildiler…

 

Ve siviller...

 

Beşiktaş Kartal Yuvası çalışanı Tunç Uncu…

 

Sinoplu genç doktor adayı Berkay Akbaş...

 

Amerikan futboluna merak salan Görkem Yazıcı…

 

Taksim - Bostancı dolmuş şoförü Velat Demiroğlu, daha 24 yaşındaydı.

 

İETT şoförü Ahmet Dokuyucu’nun 4 çocuğu yetim kaldı bu katliamda.

 

Bugün gençlerin eğitimini yazacaktım. Kahretsin!

Yazının devamı...
Krizden çıkmanın 3 koşulu: Adalet-Özgürlük-Eğitim
4 Aralık 2016

NEDEN YAPISAL REFORM?

 

Türkiye eski usul tarımla, ucuz turizmle ya da inşaatla geleceği 10 bin dolarlık milli gelir sınırına geldi. 8 yıldır o sınırda patinaj yapıyoruz. Aslında şu son dolar kriziyle milli geliri hesaplamaya kalksanız bırakın patinajı resmen geri viteste gaza basmış durumdayız. Milli servetin eridiği şu süreçte bir yere çarpmadan, bir an önce, partilerin üzerinde hem fikir olduğu yapısal reformları hayata geçirmemiz gerekiyor. Peki nedir bu reformlar?

 

 

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ, TEMEL ÖZGÜRLÜKLER, ÇAĞDAŞ EĞİTİM!

 

Yapısal reform artık sakız olmuş bir kavram. Adını anıp içini dolduramadığımız bir kavram. O nedenle formülü açayım. İlk olarak bu krizden çıkmak için hukukun üstünlüğünü ihdas etmemiz gerekiyor çünkü adil rekabet olmadan üretim artmıyor. İkinci olarak eski usul ekonomiden katma değeri yüksek ekonomiye geçmemiz için bilgiye ulaşmanın önündeki ekonomik ve politik engelleri kaldırmamız gerekiyor. Üçüncü olarak nüfusunun yarısı genç bir ülke olarak çocuklarımıza dünya ile rekabet edebilecek beceriler kazandırmamız gerekiyor. Yani, adalet, temel özgürlükler ve eğitim alanında yapısal reformları hayata geçirmemiz gerekiyor. 

 

KALKINMANIN TEMELİ OLARAK ADİL REKABET!

 

Rekabet ancak adil ve yasalarla garanti alına alındığı ortamda yeşeriyor. Yasal güvence altına alınmış adil yarışma koşulları olduğu zaman insanlar ekonomik hayata daha yüksek oranda katılıyor ve daha fazla verim alıyor. Aynı şekilde yabancı sermaye hukukun işlemediği ülkelere ya hiç gitmiyor ya da her an çıkmak için gidiyor. Türkiye 2016 Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde maalesef 113 ülke arasında 99. sıraya düştü. Oysa çok değil birkaç yıl evvel 50’li sıralardaydık. Bu alanda karnemizi düzeltmeden refah seviyesini kalıcı bir şekilde artırmak mümkün değil.

 

TEMEL ÖZGÜRLÜK ARTIK EKONOMİK BİR KAVRAM!

 

Katma değeri yüksek ekonomi aynı zamanda bilgi ekonomisidir. Bireyler sınırsız hayal kurabildiğinde, kurdukları hayalleri özgürce geliştirdiklerinde ve ortaya çıkarttıkları fikirleri serbestçe paylaştıklarında katma değer ortaya çıkıyor. Detaylarını önceki yazımda sunduğum gibi bir ülkedeki bilgiye ulaşma özgürlüğü, o ülkedeki inovasyon seviyesinin neredeyse yarısını açıklıyor ve inovasyon seviyesi de doğrudan milli geliri belirliyor. Özetle ne kadar özgürlük, o kadar refah! Türkiye içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkmak için temel özgürlüklerin önünü açan adımlar atmak zorunda.

 

ÇOCUKLARIMIZ DÜNYA İLE REKABET EDEBİLECEK BECERİLERE SAHİP DEĞİL!

 

Yeni ekonominin itici gücü, becerikli birey. Eskiden doğal kaynaklar, jeopolitik konum ne ise şimdi de becerikli insan potansiyeli aynı. O nedenle Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar eğitimi ölçme değerlendirme işine girmiş durumda. OECD yıllardır PISA testi ile 15 yaş gençlerde beceriyi ölçüyor. Dünya Bankası da TIMSS ile matematik ve fen alanlarında başarıyı ölçüyor. Her iki değerlendirmede de bir G20 ülkesi olan Türkiye’nin çocukları ilk 20 ülke arasında yok!

 

OKUL ÖNCESİ EĞİTİMDEN ARAŞTIRMA ODAKLI ÜNİVERSİTEYE ACİL REFORM!

 

Nüfusunun yarısı eğitim çağında olan bir ülke, bu büyük potansiyeli bir an önce beceri ile donatmalı. Bunun için de eğitimde yapısal reform yapmalı. Kaliteli okul öncesi eğitimden, yaygın fen liselerine, araştırma odaklı üniversiteden, elit AR-GE merkezlerine kadar toplu bir yeniden yapılanma şart. Yoksa elimizdeki genç kuşağı bir kere daha heba etme riski var.

 

TERCİH ZAMANI!

 

Özetle, Türkiye eski usul tarımla, ucuz turizmle ya da inşaatla geleceği yere geldi. Yaşadığımız kriz bize yıllardır ertelediğimiz ve üzerinde uzlaştığımız reformları hayata geçirmek için yeni bir fırsat veriyor. Tercih bizim her zaman.

 

https://twitter.com/SelcukRsirin

Yazının devamı...
Dâhi olmanın formülünü açıklıyorum!
27 Kasım 2016


Önce şu soruyu sorayım: Üstün yetenek sizce doğuştan mı geliyor yoksa sonradan mı elde ediliyor? Bu basit soruya vereceğiniz yanıt öğrenmeye yaklaşımınızı belirlediği için çok kritik. Nobel ödüllerinden satranç şampiyonlarına, matematikten yüzmeye pek çok alanda yapılan çalışmalar zekanın tek başına başarıyı belirleyen bir faktör olmadığını gösteriyor. Pratiğin, öğrenmenin temel değişken olduğu giderek daha net bir şekilde açığa çıkıyor. Zaten “Üstün yetenek doğuştandır!” inancına sahipseniz eğitimden uzak durun, derim. Zira performansın doğuştan belirlendiğine inanan birinin hem kendinden hem başkalarından beklentisi sınırlıdır. Bu konuya daha evvel Bill Gates üzerinden değinmiştim.

 

Performansı zirveye taşımanın 4 koşulu!
Daha fazla uzatmadan yazının başlığındaki soruya döneyim. K Anders Ericsson bu soruya hayatını adamış bir psikolog. Yaptığı onlarca araştırma ile “zirve performans” konusunda uzman biri. Malcolm Gladwell’in Outliers (Çizginin Dışındakiler) kitabını okuyanlar onu “10 bin saat kuralı” ile hatırlayacaklardır. Ericsson ve arkadaşlarının pek çok kültürde ve farklı sahada zirve performansı yapanlar üzerinde yaptıkları çalışmaların sonucunda vardıkları bir formül var. Herhangi bir sahada zirveye çıkmak için şu 4 koşulu yerine getirmek gerek: Tahayyül, durum tespiti, sürekli geri besleme (geri dönüt) ve pratik!

Önce tahayyül!
Herhangi bir alanda zirveye çıkmak için önce başarı motivasyonunuzun olması şart! Hayali olmayan kişinin başarması mümkün değil. Ancak büyük hayalleri olanlar, bu hayallere sıkı sıkıya bağlı olanlar zirveye çıkabiliyor. Zirveye çıkmadan zirveyi hayal edenler...


Realist durum tespiti şart!
Bir alanda zirveye çıkmanın ikinci koşulu gerçekçi bir durum tespiti yapmak. Yani uzmanlaşmak istediğiniz sahadaki becerilerinizin bir bilançosunu çıkartmak. Zayıf noktalarım nelerdir? Nerelerde daha çok çalışmam gerek? Bu sorulara gerçekçi bir yanıt vermeden yola çıkılmaz. Çıkılsa hedefe yaklaşılmaz.


Sürekli geri besleme (geri dönüt)

Zirveye giden yolda atılan her adımın sizi zirveye ne kadar yaklaştırdığını bilmeniz gerekiyor. Öğrenmenin en temel kurallarından biri bu. Ne kadar başarıyorum? Bu attığım adım doğru bir adım mı? Bu soruları sürekli sormak ve sürekli yanıtlamak yani geri dönüt almak gerekiyor. Öğretmen, mentor bunun için var. Sayaç da… Bu geri dönüşlerle sürekli güncellenen bir pratik ancak uzun vadede gerçek sizi zirveye yaklaştırıyor.

 

İnekleyerek zirveye çıkmak mümkün değil!
Zirveye ulaşmanın son koşulu “kasıtlı pratik”. Çalışmak, pratik yapmak, sürekli pratik yapmaktan söz ediyoruz. Ama Ericcson öyle ezbere 10 bin saat pratik yapmaktan söz etmiyor. Performansı zirveye taşımak için sözü edilen “pratik” özel bir çalışma. Kasıtlı, tasarlanmış, kişiye özel öğrenme pratiği. Yani inekleyerek herhangi bir alanda zirveye ulaşmak mümkün değil.


Her şey büyuük bir hayalle başlıyor ama çalışmadan kimse zirveye çıamıyor!
Özetle, zirveye çıkmak için büyük bir hayalin peşinde koşmak, yola çıkarken durumunuzu gerçekçi bir şekilde tespit ederek attığınız her adımın sonuçlarını sürekli olarak ölçmek ve hiç durmadan adım atmanız gerekiyor. Bu dört koşulu yerine getirmeden performansınızı arttırmak mümkün değil! Şimdi sizden bu tezi test etmenizi istiyorum. Yaptığınız iş her ne ise sizin alanınızdaki “dâhilerin” zirveye nasıl çıktıklarına biraz daha dikkatlice bakın. Her birinin o zirveye düşleriyle, tırnaklarıyla çalışarak geldiklerini göreceksiniz. Cem Yılmaz haklı: “Başarılı insanların ortak özelliği it gibi çalışmalarıdır, başka bir şey ne gördüm ne duydum… Gerisi traştır, süstür, dedikodudur.”


Son olarak. Bu yazıda “dâhi” sözcüğünü bir sıfat olarak değil, bir fiil olarak tarif ediyorum. Bunu kasıtlı olarak yapıyorum çünkü amacım zirveye giden yolun herkese açık olduğunu vurgulamak. 

 

Yazının devamı...
Hakikat-sonrası toplumda haberler ve seçimler
20 Kasım 2016

2016 yılının yeni kelimesi geçen hafta açıklandı: Post-truth ya da “Hakikat-sonrası.” Bu kelime de nereden çıktı diyorsanız, anlatayım.

 

GERÇEĞİN KULLANMA ÖMRÜ BİTTİ Mİ?

 

Bu kelimenin niçin seçildiğini ise özellikle Brexit ve Trump seçimlerinde hakikatin uğradığı değer kaybı açıklıyor. Çünkü Oxford sözlüğü Post-truth kavramını şöyle tarif etmiş: Toplumsal kanaatlerin objektif gerçekler yerine şahsi duygu ve inançlar tarafından belirlendiği ortam. Dikkat edin, hakikat-sonrası tabiri bir ortama ya da zemine işaret ediyor, kişiye değil. Yine dikkat ederseniz buradaki “sonrası” yani “post” kavramı sanki ötesi anlamında kullanılıyor. Gerçeğin hükmünün bittiğine işaret ediyor.

 

HAKİKAT SEKSİ DEĞİL!

 

Hakikat-sonrası topluma geçmiş olduğumuzu anlamak için sosyal medyaya bakmak yeterli. Özellikle Facebook üzerinden paylaşılan haberlere baktığınız zaman gerçek haberlerle yalan haberlerin dolaşım hızı arasında uçurum var. Buzzfeed 2016 ABD seçimleri sırasında bir hafta boyunca haber yayınlayan 9 Facebook sayfasını inceleyen detaylı bir analiz yapmış.  Sağ görüşe ait 3, ana akımdan 3 ve sol görüşe ait 3 sayfanın ne kadar yalan haber yaydığına bakınca ortaya çok ilginç sonuçlar çıkıyor. İncelenen 3 ana akım medya (CNN, ABC ve Politico) neredeyse hiç açıktan yalan haber paylaşmamış. Solcu 3 sayfada yayınlanan haberlerin % 4.7’si açıktan yalan haber. Sağcı 3 sayfadaki yalan haber oranı ise bunun neredeyse 3 katı: %12.3.

 

GERÇEĞİN ALICISI YOK!

 

BuzzFeed’in analizinde beni asıl rahatsız eden veri şu: Gerçek haberler Facebook kullanıcılarının dikkati çekmiyor. Bunu iki veriden yola çıkarak anlatayım. Neredeyse her haberi gerçek olan ana-akım sayfaların paylaşım oranı partizan sayfaların yanında devede kulak bile değil. Ama partizan sayfalarda bile gerçek haberler, yalan haberlerin onda biri kadar ancak ilgi görüyor.

 

NE KADAR YALAN O KADAR RAĞBET!

 

Yani aşırı partizan, ayrımcı, yalan haberler en fazla ilgi görüp paylaşılan haberler. Gerçeğin alıcısı yok. Mark Twain ne kadar da haklıymış: Gerçek ayakkabılarını giymeden, yalan dünyayı üç kere dolaşır!

 

FACEBOOK TARAFSIZ DEĞİL!

 

Yalanın gerçekten daha hızlı dolaşmasının temel nedenlerinden biri Facebook gibi sosyal medya platformlarının tarafsız bir aracı olmaktan çıkıp sonuçları belirleyen önemli bir oyuncu olmaya başlaması. Malum, ABD’de seçmenlerin neredeyse yarısı artık haberleri Facebook’tan alıyor. Peki Facebook haberleri kullanıcılarının önüne nasıl sunuyor? Sevgili Zeynep Tüfekçi’nin New York Times’taki köşesinde ortaya koyduğu gibi Facebook yalan haberle doğru haber arasında bir ayrım yapmadığı gibi yalan haberin dolaşımını hızlandıran bir algoritmayı tercih etmiş durumda. Partizan, ayrımcı, yalan haberleri daha sık bir şekilde o haberleri paylaşma olasılığı daha yüksek olacak kullanıcıların önüne sürünce “Neden yalan haber daha fazla yayılıyor?” diye merak etmemek gerekiyor. 

 

YALAN HABER FABRİKALARI!

 

Yalanların gerçekten daha etkili olduğu “hakikat-sonrası” toplumlarda politika yapma biçimi de hızla değişiyor. BuzzFeed’in ortaya çıkarttığı bir gerçek insanın gelecekteki seçimlere olan itimadını sarsacak cinsten. Makedonya’nın Veles kasabası 40 bin kişilik sessiz bir yer. Ama son ABD seçimlerinde bu kasabada yaşayan gençlerin kurduğu sahte politik haber yayma siteleri ciddi bir rol oynamış. Yüzlerce politik site kuran bu gençlerin derdi Trump ya da Clinton değil, sitelerine trafiği arttırıp Google’dan reklam geliri almak. Bu sitelerden birini kuran bir Makedon genç durumu gayet net özetlemiş: Evet haber kötü, yanlış ve aldatıcı ama eğer kullanıcıdan tık alıp, onların ilgisini çekiyorsa sorun yok.  

 

GERÇEKLERİN BİR GÜN ORTAYA ÇIKMAK GİBİ KÖTÜ BİR HUYU VAR!

 

Hakikat-sonrası toplum ürkütücü evet. Her yeni devirde olduğu gibi bu devirde de ilk başta biraz sendeleyeceğiz. Ama gerçeklerin de bir gün ortaya çıkma gibi kötü bir huyu var. Nitekim daha şimdiden Facebook algoritmasını gözden geçirme kararı aldı. Twitter pek çok ırkçı sayfayı kapattı. İnsan olduğu sürece insanın muhakeme yeteneğinden umut kesilmez! 

Yazının devamı...
Doğru ya da haklı olmak yetmiyor!
13 Kasım 2016

İster siyasette ister pazarlamada isterse sınıfta bazı fikirler hemen kabul görürken bazıları kolayca reddediliyor. Trump’ın geniş kesimleri ikna ederek “Başkan” seçildiği gerçeğinden hareketle gelin bazı fikirlerin nasıl kolayca kabul edildiğini anlamaya çalışalım. 

 

BAZI FİKİRLER YAPIŞIP KALIYOR!

 

Ben ilk kez Malcolm Gladwell’de okumuştum yapışkanlık (Stickiness) kavramını. Bazı fikirler son derece yapışkan. Onları bir defa duymamız yetiyor. Bir kere satın aldık mı bırakmadığımız fikirler bunlar. Peki neden bazı fikirler aklımıza yapışıp kalırken bazıları kaybolup gidiyor? Bu soruya yanıtı Dan ve Chip Heath kardeşler “Made to Stick: Why Some Ideas Survive and Others Die” adlı kitapta uzun uzun anlatıyor. Türkçeye “İşte Bu Fikir Tutar!” adıyla çevrilen bu kitap bazı fikirlerin neden tuttuğunu 6 maddede özetliyor.

 

BASİT OLACAK!

 

İlk olarak bir fikrin kolayca akılda kalması için basit olması gerekiyor. Trump kampanyasında göçmen meselesine çözüm olarak “Meksika sınırına duvar öreceğim ve faturayı Meksika’ya göndereceğim!” demesi buna bir örnek. Yalınlık anahtar kelime.

 

ŞAŞIRTACAK!

 

Modern hayatta gün boyu pek çok fikirle karşılaşıyoruz. Bu fikirlerin önemli bir kısmı alışageldiğimiz fikirler. O yüzden beynimiz daha ziyade alışagelmediğimiz fikirlere daha açık. Bir fikrin tutması için sıradışı olması işte bu nedenle bir zorunluluk. Beynimiz ancak sıradışı fikirlere dikkat kesiliyor, alışageldiğimiz fikirleri es geçiyor. Trump’ın “Faturayı Meksika’ya yollayacağım.” demesi belki de bu yüzden seçmeni şaşırtıp onlarda kalıcı bir iz bıraktı.

 

SOMUT OLACAK!

 

Fikirler soyut oldukça bıraktığı iz zayıflıyor. Ancak somut fikirler aklımıza takılıp kalıyor. Bu anlamda yine yukarıdaki örneğe dönersek Trump’ın her konuşmasında “Meksika sınırına yüksek, güzel ve geçilmez bir duvar öreceğim. Gerçek somut bir duvar.” diye ortaya attığı fikri somutlaştırması boşuna değil. Seçmen ancak fikirler onlar için somutlaştığında o fikri satın alıyor. Clinton’ın bu söylem karşısında demokrasi, insan hakları vb. gibi soyut fikirlerle çıkması belki o nedenle kalıcı bir etki yapmadı.

 

İNANDIRICI OLACAK!

 

Bir fikrin akılda yer tutması için gerekli 4. koşul inandırıcı olması. Eğer bir fikir inandırıcı değilse o fikrin basit, sıradışı ya da somut olması akılda kalması için yeter şart değil. Bu noktada emlak kralı Trump’ın “Sınıra duvar dikeceğim.” demesi oldukça inandırıcı geldi seçmenlere. Sonuçta inşaatçı bir aday, “Daha çok inşaat yapacağım.” dedi.

 

DAMARDAN OLACAK!

 

Fikirlerin tutması için onların akılcı, mantıklı ya da doğru olması yetmiyor. Bir fikrin yayılması aynı zamanda o fikrin duygusal ya da bizim tabirle “damardan” sunulmasına bağlı. Bu bağlamda Trump’ın duvar vaadini sürekli olarak göç yüzünden işini kaybedenlerin çektiği sıkıntılar üzerine kurması boşuna değil. Yoksul Amerikalıların Trump’ın bu vaadine sıkı sıkıya bağlanması da boşuna değil. Arada duygusal bir bağ var!

 

HİKÂYESİZ OLMAZ!

 

Bir fikrin tutması için en son şart o fikrin bir hikâye çerçevesinde anlatılması. Belli bir akış içinde sunulan ete kemiğe bürünmüş fikirler daha çok akılda kalıyor. Verileri toplumun önüne olduğu gibi  bocalamak yetmiyor. Bir fikrin akılda kalması için bir hikâye çerçevesinde anlatılması gerekiyor. Bu bağlamda son kez Trump’ın duvar fikrine dönersek… neyse anladınız.

 

DOĞRU YA DA HAKLI OLMAK YETMİYOR!

 

Bir fikrin kamuoyunda kabul görmesi için o fikrin “doğru” ya da “haklı” olması yetmiyor. Bir fikrin kamuoyunda kabul görmesi için o fikrin topluma “nasıl” sunulduğu da önemli. Sonuçta yıl Meksika’dan ABD’ye giriş yapan göçmen sayısı rekor seviyede düşmüş durumda. Son 10 yılda azalma %90 seviyesinde! 

Yazının devamı...
Trump neden yükseldi, neden düştü?
6 Kasım 2016

 

Peki Trump buraya nasıl geldi ve bu bizi niçin ilgilendirmeli?


İÇERİDE YETKİSİZ AMA...


Önce “Neden ABD seçimlerini önemsemeliyiz?” sorusuna bir yanıt vereyim. Amerikan yönetim sistemi güçler arası denge ve denetim üzerine kurulu. Başkanın yetkisini ciddi oranda meclis ve yargı sınırlıyor. Bu anayasal çerçeveye federal yapının verdiği gücün yerelde toplanması gerçeği de eklenince karşınıza bizim alıştığımız standartlara göre muhtar yetkisinde bir başkan çıkıyor. Öyle ya eğitim, iç güvenlik, temel vergiler gibi gündelik hayatın temelini oluşturan tüm hususları yerel yönetimler belirliyor. ABD Başkanı’nın bu alanlarda hiçbir yetkisi yok. “Peki nerede yetkisi var?” derseniz, yanıtı net: Savunma ve dış politika! O nedenle ABD Başkanı, New Yorklulardan çok Bağdatlıların hayatına müdahale edebiliyor. Yine o nedenle Trump’ın iç politikaya dair söylediklerinden çok dış politikaya dair söylediklerine kulak vermek gerekiyor. Ortadoğu politikasını “Bombalayacağım, boru hatlarını, rafinerileri, hepsini bombalayacağım!” diye özetleyen bir başkan adayı var.


TRUMP’IN YÜKSELİŞİ NASIL OLDU?

Trump’ın başkan adaylığına giden süreçte nasıl bu noktaya geldiği herkesin anlamaya çalıştığı bir soru. Daha evvel yazdığım gibi Trump’ın sırrı terör ve ekonomik belirsizlik ortamında huzur arayan seçmene kendisini bir kurtarıcı olarak sunmasında saklı.  Trump kuralcı bir otoriter baba figürü olarak her derde basit bir çözüm öneriyor. IŞİD terörü ve Ortadoğu’dan gelen bombalamalardan ürken seçmene “Başkan olursam Müslümanlar tam ve kesin bir yasak koyacağım” diyor. İslamofobinin had safhaya ulaştığı aşırı sağ kesimde bu vaad büyük destek görüyor. Yine aynı şekilde çoğunluğu yitirmekten korkan beyaz seçmene “Sınıra duvar öreceğim.” diyor. Yabancı düşmanlığının had safhada olduğu ırkçı kesimlerde bu söylem büyük bir yankı buluyor.


TRUMP’I DÜŞÜREN MEKANİZMA: KAPIŞMA!


Trump bütün çabasına rağmen seçim dönemi boyunca pek çok defosu olan ve seçmenler tarafından başından beri pek sevilmeyen Clinton gibi bir adayı bile henüz yakalayabilmiş değil. Aşağıdaki grafikte her iki adayın başkan seçilme olasılığı var. 100 üzerinden olasılık hesabı bu, oy oranı değil. Nate Silver’in yaptığı anketlere dayalı bu grafiğe dikkatlice bakarsanız Trump’ın yalnızca kendi tabanına konuştuğu dönemlerde yükseldiğini ama canlı yayında Clinton ile yan yana durduğu dönemlerde düştüğünü göreceksiniz.

 


TARTIŞMALAR OLMASA TRUMP AÇIK ARA BAŞKANDI!


Malum ABD başkanları her seçim öncesi bir bağımsız komisyon tarafından tüm televizyonlarda yayınlanan üç ayrı tartışmaya katılıyor. Her biri ayrı bir formatta 90 dakikalık bu kapışmayı tüm kanallar canlı olarak yayınlıyor. Trump-Clinton’ın katıldığı ilk kapışmayı bu sene rekor sayıda seçmen, tam 81 milyon kişi TV’den canlı olarak izledi. Pek çok seçmenin de internet ve başka kanallardan sonradan izlediğini varsayarsak 125 milyon olan sandığa giden seçmenlerin neredeyse tamamı izlemiş diyebiliriz bu tartışmayı. Yukarıdaki grafikte Ekim (October) başından itibaren Trump’ın hızla düşüp, Clinton’ın yükselmesinin tek nedeni işte bu tartışmalar. Tartışmalar bittiğinde Trump’ın seçilme olasılığı neredeyse yüzde 10 seviyesine düşmüştü.


PEKİ TRUMP NEDEN HÂLÂ BU KADAR OY ALIYOR?


Yukarıdaki grafikte son haftalarda Trump’ın kazanma şansının yüzde 10’lardan tekrar yüzde 35’e çıktığını görebiliyoruz. Bunun nedeni Trump’ın son haftalarda tekrar sağ tabana geri dönmesi. ABD seçimlerinin temel matematiksel kuralı iki parti oylarının neredeyse eşit dağılımı. Tabana oynayan kazanıyor ve seçim sonucunu ortada duran ve gidişata göre oy veren birkaç puan belirliyor. Özellikle sağ seçmen burnunu tutarak da olsa partisinin gösterdiği adayın kim olduğuna bakmadan oy verebiliyor. Trump’ın bunca skandala rağmen başkan adaylığına bu kadar yakın olmasının nedeni işte bu sorup sorgulamadan partizanca oy veren kesimi çok iyi harekete geçiriyor olması.


KARMAŞIK MODERN HAYAT OTORİTER LİDER ARAYIŞINI TETİKLİYOR!


Amerikan seçimleri bir kere daha gösterdi ki korkutulan seçmen otoriter lidere sığınıyor. Toplumda var olan İslamofobi ve azınlık düşmanlığı kurtarıcı görülen Trump’ın tüm defolarını örtmeye yetiyor. 

Yazının devamı...
Bu fotoğrafa iyi bakın!
30 Ekim 2016


Geçen gün Twitter’de gördüm bu uyarıyı. Koşan kadın Ali İsmail Korkmaz’ın annesi Emel Hanım. Hayalleri için koşuyor. Oğlunun hayalleri için...  

KARALAR BAĞLAYIP YAS TUTMUYOR!


Dünyada olup bitenlere, ülkenin gündemine bakınca bu umut kıran zamanda herkesin bu koşan kadından öğreneceği bir ders var. Genç evladı feci bir cinayete kurban giden ve bunu videoda izleyen bir anneden söz ediyoruz. Ama o anne kendi deyimiyle “Karalar bağlayıp yas tutmuyor, oğlunun hayallerinin peşinde koşuyor!” Öğretmen olup gençler yetiştiremeyen oğlunun hayallerini Ali İsmail Korkmaz Vakfı ile yaşatıyor. Vakıf bu sene 52 öğrenciye dört yıllık yüksek öğrenim bursu veriyor. Hayalleri daha yüksek şimdi, bu sayıyı 1000’e çıkartmak ve daha çok öğrenciye derman olabilmek


“VAKFIN ÇIKIŞ NOKTASI ALİ İSMAİL’İN ÖLÜM ŞEKLİ DEĞİL, ONUN YAŞAM ŞEKLİ!”


Ali İsmail’in abisi Gürkan böyle anlatıyor vakfın amacını. Vakıf aslında Ali İsmail’in lisede başlattığı işleri devam ettiriyor. Meğer Ali İsmail daha lisedeyken arkadaşlarını toplayıp bir yardım grubu kurmuş. Bu grubu niçin kurduğunu ve yaptıklarını vakfın sitesinde yer alan Ali İsmail’in güncesinden okuyalım:  

 

“Sosyalleşmek amacıyla fikrimi arkadaşlarıma bildirdim. Sandığımdan daha çok ilgi duyunca, o günden beri düşünmekteyim. Bu ekibe çok güveniyorum ve onların başında ben olduğum için de geleceğe yönelik çalışmaya başladım.

İlk gün; Perşembe

İlk dersimizden sonrası boştu. Ekibi kendi kafamda şekillendiriyor ve sınıfa fikrimi açmayı planlıyordum.

Sonunda sınıfı toparlayıp konuşmamı yaptım. Birkaç arkadaş dışında herkes katıldı, fikirlerini söyledi ve benim kadar azimli çalışmaya istekli göründüler. En son ortaya atılan fikirle kantinde koli almaya indik ve grubun aktifliği sayesinde ilk uygulamamız okul bahçesini temizlemek oldu.”

 

HUZUREVİNE GİTMEK İÇİN SERVİS PARASI ÇOK GELİYOR!

 

Ali İsmail’in günlüğünden bir başka ayrıntı dikkatimi çekiyor. Liseli bir çocuk, arkadaşlarını ikna etmiş toplanıp huzurevi ziyaretine gidecekler. Fakat küçük bir sorunları var. Servis ücreti çok pahalı! Yol uzak, para yok. Ama bir kere kafalarına koymuşlar. Vakıf sitesinde yer alan aşağıdaki fotoğraf o ziyaretten. 

 

 

ADIM ADIM İYİLİK PEŞİNDE KOŞ!


“Emel Hanım niçin koşuyor?” diye merak edince keşfettim Adım Adım-İyilik Peşinde Koş Platformu’nu. Dünyada sadece yardımseverlik koşusu için yapılmış ilk dijital kaynak yaratma girişimi. Kampanya çerçevesinde koşucular yardım etmek istedikleri sivil toplum kuruluşlarını seçip o kuruluş adına internetten bağış topluyor. Bu çerçevede 8 yıl boyunca 7,000 koşucu ve 66,000 bağışçı yardım faaliyetinde aktif olarak yer almış.

 

 

HEDEF 400 BİN TL

 

12 Kasım’da yapılacak İstanbul Maratonu için Ali İsmail Korkmaz Vakfı’nın hedefi 400 Bin Tl toplamak. Bu miktar ihtiyaç sahibi 160 öğrenciye bir yıllık burs demek!  Bu hedefe ulaşmak için Emel Hanım ile birlikte vakıf adına koşan 180 koşucu var.Kampanya çerçevesinde daha ilk hafta 122 bin TL bağış toplanmış vakıf adına. Eğer siz de iyilik peşinde koşmak isterseniz link şurada: https://ipk.adimadim.org/kampanya/CC9584

 

Sizi bilmem ama ben umutsuzluğa kapıldığım zaman Emel Hanım’ın fotoğrafına bakacağım.

 

 

 

           

 

Yazının devamı...