(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"İrem Köker" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "İrem Köker" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

İrem Köker

'Madem cenneti garantilediler, neden hala savaşıyorlar'
11 Ocak 2015

Bu sözler kime ait diye sorsam, herhâlde büyük çoğunluk Batılı birkaç liderin adını sıralar. Oysa bu cümleler, dünyanın gelmiş geçmiş en tehlikeli teröristi kabul edilen, el Kaide’nin eski lideri Usame bin Ladin’e ait.

Konuşmanın tarihi Kasım 2004. Başlığı da ‘Amerikan halkına mesajım’. Bu sözlerin geçtiği konuşma da ‘Madem ABD’nin dediği gibi özgürlük karşıtıyız, o zaman size neden İsveç’e değil de ABD’ye saldırdığımızı anlatayım’ sözleriyle başlıyor.

Bu konuşmadan bu yana 10 yılı aşkın bir süre geçti. Dünyada çok şey değişti. ABD’de artık Demokrat bir başkan var, Suriye’de de iç savaş. Ukrayna karışık, Mübarek ve Kaddafi artık koltuklarında değil. En önemlisi de bin Ladin artık yaşamıyor.

Ancak temsil ettikleri bugün hala hayatta. El Kaide belki eski popülerliğini yitirdi ama artık IŞİD var. Afrika’dan içinde Boko Haram, El Şebab geçmeyen haber gelmez oldu. Yemen’de iç savaş yaşanıyor. Taliban, Afganistan’ın sınırlarını aştı, Pakistan’da katliamlara girişiyor.

Özetle, bin Ladin öldü, ama savundukları hala canlı. Üstelik bu savaş, eskiden kendisini güvende ve tüm bunlardan uzakta hisseden yerlere de sıçrıyor. Fransa’da yaşanan Charlie Hebdo infazları bunun en yakın örneği.

Oysa çok değil birkaç yıl önce, Bin Ladin öldürüldüğünde Batı ‘terörle savaşının’ zaferle sonuçlandığını müjdeliyordu. Şimdi ise IŞİD saldıracak korkusuyla New York metrosunda güvenlik önlemleri artırılıyor, Fransa’da siyasi hiciv dergisi basılıp 12 kişi öldürülüyor, ülke kabus dolu üç gün yaşıyor.

Ve ne yazık ki, tüm bu yaşananlara rağmen tartışmalar hala ‘Ortadoğu’da kafa kesen kötü adamlar var’ gibi cahilce bir eksende yapılıyor. Hatta kendisini en ala uzman zannedenler bile ‘Madem şehit olacaklar, neden rehin alıyorlar, neden hala çatışıyorlar’ gibi cahilce soruların çıkmazında kayboluyor. Bu nedenle de esas soruna yıllardır çözüm bulunamıyor.

Tüm tartışmalar işin ahlaki boyutunda tıkanıp kaldığı için arkasındaki stratejik nedenler ve aslında bu adamların ne yapmak istediği görülmüyor ve haliyle de bombalama, tutuklama gibi hep geçici çözümlerle halledilmeye çalışılıyor.

Aslında kabul edilmesi gereken bugün dünyada, Müslümanların ezildiğini düşünen, Müslümanları ezenleri cezalandırmak isteyen ve kendi inançlarına göre bir sistem kurmak isteyenlerin varlığıdır.

Tartışmayı ahlaki boyutlara taşımak ise çıkmaz sokaktır. ‘Madem şehit olacaklar, neden savaşıyorlar’ demek çözümden uzaklaşmak, sorunu kangren hale getirmektir.

Bu adamlar, Fransa’dan kaçabilecekken hala ülkede kalıp, başka insanları rehin alıyor ve mücadele etmeye devam ediyorlar. Aslında yaptıkları Fransa’yı, Filistin’e, Lübnan’a, Suriye’ye dönüştürmek. Bir anlamda, “Sizler evlerinizin, oturma odalarınızın sıcak konforunda televizyonlarınızdan bu başka coğrafyalarda, başka ailelerin ocağına düşen ateşleri izleyip kritiğini yapabiliyor olabilirsiniz ama bu cinnetin dışında kalamayacaksınız, çünkü sizin devletleriniz bu cinnetin doğrudan ya da dolaylı tarafı” demek…

Yani Avrupa’nın göbeğini, dünyanın en güvenli yerlerinden birini, bir korku filmi setine çeviriyorlar. Mensubu oldukları grubun çektiği acıları, bu acıların müsebbibi olduğunu düşündüklerine yaşatıyorlar. Bu nedenle de eş zamanlı, böylesine vahşi eylemlere imza atıyor, kanlarının son damlasına kadar mücadele ediyorlar.

Bugün, dünyanın bu adamların akıl hastası olmadığı ya da kulaktan dolma, işin aslından kopuk, cahil gözlüklerle yaptığı yorumlardan çok daha büyük bir derinliğe sahip olduğu gerçeğiyle yüzleşmesi gerekiyor.

Belki de hepsinden önemlisi artık tüm bu vahşeti gerçekleştirenlerin neden böyle davrandıklarını anlamaya çalışması ve işi ‘kötü adamlara karşı iyi adamlar’ sığlığından ve cehaletinden çıkarıp daha farklı bir şekilde yaklaşması gerekiyor.

Aksi halde, tahayyülü bile sinir bozucu ve ürkütücü olsa da Fransa’da bir hiciv dergisinde çalışan 12 kişinin infazıyla başlayan 2015 yılının Batı ülkelerinde birbirinden korkunç saldırılarla anıldığı bir yıl olması işten bile değil.

Yazının devamı...
Zaman da, seçenek de az
30 Eylül 2014

Son olarak, güneydeki Odesa da iyiden iyiye karıştı. Cuma günü çıkan olaylarda 40'tan fazla kişi hayatını kaybetti. Türk basınının önemli bir bölümü pek doğru yakalayamadı olanı, ancak ölenlerin çok büyük bir kısmı kundaklanan sendika binasına sığınan Rusya yanlılarıydı.

Olayların fitilini, Şubat'tan bu yana futbol takımı taraftarlarının hemen her şehirde maç öncesi düzenledikleri "birlik" yürüyüşünde grubun Rusya yanlılarıyla karşı karşıya gelmesi ateşledi.

Ukrayna ve Batı yanlısı Kyiv Post'a göre, Rusya yanlıları sayıca az olmalarına karşın birlik yürüyüşüne katılanlara saldırmak istedi. İki taraf arasında çatışma çıktı. Polis araya girip tansiyonu kısa süre düşürmeyi başarsa da, çatışmalar, bu kez daha da şiddetli bir şekilde tekrar başladı. Rusya yanlıları, sendika binasına sığındı ve burası Ukrayna yanlıları tarafından ateşe verildi.

Ortaya da bu korkunç tablo çıktı...

ŞİMDİ GÖZLER CUMA GÜNÜNDE
Ne yazık ki, bu olayların önümüzdeki günlerde tekrarlanması çok muhtemel. Şimdi ilk kritik tarih 9 Mayıs, yani Cuma günü... Sovyet Rusyası'nın Nazi Almanyası'nı mağlup etmesinin kutlandığı Zafer Bayramı.

Ukrayna hükümeti, Rusya yanlılarının bu bayramı bahane ederek, gösteri düzenlemesinden ve olay çıkmasından korkuyor.

Hal böyleyken, hem durum dış etkilere açık bir hale geliyor hem de herkes bundan sonra ne olacağını soruyor. En korkulan senaryo da önce bir iç savaş çıkması, sonra da bunun bölgesel bir savaşa dönüşmesi...

Başta Rusya ve ABD olmak üzere, başka ülkelerin Ukrayna krizindeki rolleri giderek görünür bir hale gelmeye başladı. Bild'in haftasonu yayınladığı bir habere göre, CIA ve FBI ajanları, ülkenin doğu ve güneyinde başlayan Rusya yanlısı ayaklanmayı bastırmak için Ukrayna hükümetine "danışmanlık" yapmaya başladı.

RUSYA ŞİMDİLİK “UZAKTAN KUMANDA”
Rusya da Ukrayna'nın doğusuna asker yığınağı yaparak ciddi bir gözdağı vermeyi sürdürüyor. Ancak, Ukrayna'dan gelen haberler, içeride henüz bilfiil harekete çok da geçmediğini gösteriyor.

Slavyansk'taki Rusya yanlısı milislerle bir süre birlikte vakit geçiren New York Times ekibi, ilgili haberlerinde ellerindeki silahların Ukrayna ordusuna ait olduğunun altını çizdi. Yani, Rusya şimdilik "uzaktan kumanda" konumunda kalmayı tercih ediyor.

Tüm bunlar, bundan sonrasına ilişkin görünümün daha da bulanıklaşmasına neden oluyor. Ukrayna hükümetinin önünde tansiyonu düşürmek ve iç savaşı engellemek için ne çok zaman var ne de çok seçenek...

KİMİNE FAŞİST, KİMİNE DEVRİMCİ
Hep söylendiği gibi, Ukrayna tam ortadan ikiye bölünmüş bir ülke. Batısı, Sovyet döneminin kötü anılarının da etkisiyle Rusya'dan uzaklaşıp Avrupa Birliği ile birlikte hareket edilmesini gerektiğini düşünüyor. Doğu ve güneyde ise Ukrayna'nın toplam nüfusunun yüzde 20'sini oluşturan Ruslar ve Ukraynalı olsa bile "kurtuluşu" Rusya'da görenler yaşıyor.

İşte çatışmalar da bu iki kamp arasında yaşanıyor. Gerçi kimine göre, Ukrayna ve Batı yanlıları, ırkçı ve faşistlerden oluşuyor. Bir başka grup da Rusya yanlılarını, Putin'in emperyalist emellerinin piyonları olarak görüyor. Aslında bu genel ve taraflı tanımlamalar gerçeği ifade etmeye çok uzak...

Hem coğrafi hem ideolojik hem de sosyal bölünme kendisini en çok siyasette hissettiriyor. Devrik devlet başkanı Yanukoviç zamanında nasıl doğu ve güney illerden gelenler hükümet kademelerinde ağırlığını koyduysa, şimdi de yeni yönetimde Batılıların ağırlığı var.

DEVRİM Mİ DARBE Mİ?
Yanukoviç döneminde Batı yanlılarının hissettiği "otoriterleşme" duygusu şimdi Doğu'da dışlanma duygusuyla yer değiştirmiş durumda. Yaşanan yönetim değişikliği Batı'dakiler için bir "devrim". Oysa Doğulular, yaşanan yönetim değişikliğini "aşırı sağcılar tarafından yapılan bir darbe" olarak nitelendiriyor.

Bu yıl yapılacak olan erken seçimler de bu tabloda pek çare olabilecek gibi durmuyor. Bir yanda ciddi güvenlik kaygıları var, diğer yanda da sandıktan istikrardan çok istikrarsızlık çıkma olasılığı.

Ancak yine de, halkın büyük çoğunluğu Ukrayna'nın parçalanmasına sıcak bakmıyor. Hükümetin bu konjonktürü kullanarak, olası bir iç savaşı ve işgali önlemek için atabileceği adımlar var.

HÜKÜMETİN ÖNÜNDEKİ SEÇENEKLER
İşe, yönetim değişikliğinin ardından Rusça'nın kullanımına getirdiği kısıtlamaları kaldırmakla başlayabilir. Ayrıca, merkezi yönetimi zayıflatan, bölge bazlı federasyona ilişkin düzenlemeler yapmak da bir diğer çözüm önerisi olarak ön plana çıkıyor.

Merkezi yönetimin, eğitim, dil, yasal düzenlemeler ve vergi alanlarındaki yetkisini bölgesel yönetimlere devretmesi de "kontrollü federasyon" seçeneğiyle istikrarın sağlanmasına yardımcı olabilir.

Ukrayna'da durum, şu haliyle içinden çıkılması zor bir çıkmaza giriyor. Ukrayna, yeni dünya düzeninde Rusya ile ABD ve Batı arasındaki bir vekalet savaşının ortasına düşmek üzere. İşgal, parçalanma, iç savaş da diğer riskler...

En ürkücü olan da Ukrayna'da patlayacak bir savaşın, Soğuk Savaş mirası tüm diğer fay hatlarını da kıracak, bölgesel bir savaşın fitilini tutuşturma olasılığı.

Yazının devamı...
Bayram sabahı Gazze'den gelen telefonla uyanmak...
30 Temmuz 2014

Ağlayarak bunları söylüyordu, Bayramın ilk sabahının erken saatlerinde çalan telefonun diğer ucundaki ses.

Arayan 2012 yılında bir önceki İsrail operasyonunu takip etmek için gittiğim Gazze'de bize 10 gün boyunca eşlik eden tercümanımdı.

Adını vermiyorum, güvenlik nedeniyle. Gazze’de yaşıyor, milyonlarca Filistinli gibi mülteci bir ailenin çocuğu... Evli ve üç çocuğu var. Geçimini, yabancılara mihmandarlık yaparak, arada da BM için proje bazlı çalışarak sağlıyor.

İsrail'in Gazze işgalini, 2007'de Hamas-El Fetih savaşını, Dökme Kurşun Operasyonu'nu, Savunma Sütunu Operasyonu'nu da yaşamış. Şimdi bir kez daha yine bombaların altında hem ekmek parası hem de ailesinin ve kendinin canını kurtarma derdinde...

Son operasyon başladığında birbirimize e-posta atmıştık. Son yazışmada, yapabileceğim bir şey olursa beni ara demiştim.

O da yapacak bir şey kalmayınca, bu acımasız savaşın sonu ufukta görünmeyince, etraflarındaki çember gittikçe daralınca bir umut beni aramaya karar vermiş.

Hem ağlıyor, hem isyan ediyordu, telefonda... Gazze'deki herkesi öldürene kadar durmayacaklarına inandığını söylüyordu.

“AİLEMİ ÇIKARMAM LAZIM”

"Ailemi buradan çıkarmam lazım. Sınırlar kapalı. Yalnızca yabancıların çıkışına izin veriyorlar. Bir planım yok, çaresizim. Senin aklına bir şey geliyor mu?"

Aslında ikimiz de farkındaydık, yapabileceğim çok da bir şey olmadığının. Telefonda karşılıklı söyleyecek bir şey bulamadığımız o uzun sessizlikler de bunu anlatıyordu, zaten.

Uzun bir sessizliğin ardından tekrar başladı, konuşmaya. Gazze'deki herkesin Türkiye'nin Filistinlileri kurtarmak için gemi göndereceğini konuştuğunu söyledi.

Biraz mahcup, biraz çekingen bir sesle devam etti:

“EN AZINDAN KARIM VE ÇOCUKLARIM İÇİN...”

"Şimdi herkes bunu bekliyor. Türkiye gemi gönderecek, bizi kurtaracak. Bu doğru mu? Gemiye nasıl binebiliriz? Belki o konuda yardımcı olabilirsin bana. En azından karım ve çocuklarım için..."

Doğru bile olsa bunun zor olduğunu anlatamadım ona. Gemi yola çıksa bile İsrail'in Gazze limanına yanaşmasına izin vermesinin düşük bir ihtimal olduğunu da...

İzin verilse bile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını ve bazı yabancı devlet vatandaşlarını alabileceğinden de bahsedemedim.

Filistinliler için böyle bir kurtarma operasyonunun düzenlenmesinin karmaşık bir uluslararası hukuk süreci gerektirdiğine ise hiç giremedim.

Bu gerçeklerden söz edemedim...

Belki umut tacirliği yaptım, bilmiyorum, ama konuyu takip edeceğimi söyleyebildim ancak.

İSYAN HAKLI, GÖZYAŞLARI GERÇEK

Bir bayram sabahı ailesinin hayatını kurtarmak amacıyla umutsuzca ağlayarak sağa sola koşturan bir adamın belki de elinde kalan son umudu da yok etmek istemedim.

Bu genç adamın, arada kesilen telefon hattından kilometrelerce uzaktaki bana ulaşan isyanı haklı, gözyaşları gerçek...

Hem Hamas'ı hem de İsrail'i suçluyor. Siyasetçilerin kendi çıkarları için sürekli yalan söylediklerini, kimsenin ateşkesi umursamadığını söylüyor.

Bugün bayram... Ve bu bayram, dünyanın bir yerinde böyle yaşanıyor.

Böyle bir bayram sabahına uyanınca da insanın içinden İyi Bayramlar dilemek hiç gelmiyor...

Yazının devamı...
Türkiye değişmedikçe Ortadoğu’da atı alan Üsküdar’ı geçiyor
25 Temmuz 2014

Erdoğan'a göre, bir zamanlar kendisini dünya liderleri arasındaki en iyi arkadaşlarından birisi olarak tanımlayan ABD Başkanı Obama ile görüşmemesinin nedeni Suriye'de Türkiye'nin beklentilerinin karşılanmaması.

Bu, Türkiye tarafının duruşu. Ancak ABD'nin olaya biraz daha farklı baktığı da bir sır değil.

ABD tarafının rahatsızlığı iki liderin Şubat ayında yaptığı en son görüşmelerine dayanıyor. Erdoğan, görüşmeden birkaç hafta sonra Obama'ya Fethullah Gülen konusundaki rahatsızlıkları ilettiklerini ve ABD Başkanı'nın da "mesaj alınmıştır" dediğini açıklamıştı.

Bu sözler, Beyaz Saray tarafından yalanlandı. Ve o, o oldu. İki lider bir daha görüşmediler. Hatta Musul'daki konsolosluk baskınının ardından bile Obama, Erdoğan'ın telefonuna çıkmadı, yardımcısı Biden'a yönlendirdi.

TÜRKİYE İLE AYNI KAREYE GİRMİYORLAR

ABD'nin bir süredir, Türkiye ile aynı resme girmek istemediği çok açık. Resim derken, hem mecazi hem de kelime anlamıyla söylüyorum.

Aylardır, ABD'li bir yetkili ile Türkiye'den üst düzey bir isim aynı fotoğraf karesinde görülmedi.

ABD Dışişleri Bakanı Kerry, son aylarda neredeyse ikinci evi haline gelen Ortadoğu'ya yaptığı ziyaretlerde Türkiye'yi pas geçti. Oysa hemen her turunda Mısır'da eski darbeci, yeni Devlet Başkanı Sisi ile bile diz dize fotoğraf çektirdi.

Türkiye ile yapılan temaslar ise “telefon görüşmesi” düzeyinde kaldı, kalıyor.

Elbette, Türk dışişleri de bu durumun farkında. El altından "aslında biz Ortadoğu'daki meselelerin çözümü için perde arkasında aktif olarak devredeyiz" mesajı veriyor, her fırsatta. Hatta Dışişleri Müsteşarı Sinirlioğlu'nun kısa bir süre önce ABD'ye yaptığı ziyaret de bu kapsamda değerlendirilebilir.

Perde arkası süreçleri tam olarak bilmem mümkün değil. Kuşkusuz Türkiye bölgesinde yaşananlara kayıtsız kalamaz, bölgedeki aktörler de Türkiye'ye.

ORTADOĞU’DA SON DURUM

Ancak şu da bir gerçek ki, perde önünde pek Türkiye'ye yer yokmuş gibi duruyor. Özellikle İsrail'in Gazze'ye yönelik yoğun ve acımasız saldırıları sırasında bunu çok net bir şekilde görmek mümkün.

Son saldırılar Gazze'yi, Ortadoğu'da bir süredir şekillenen ittifak ve yeni güç odaklarının da bir mücadele alanının resminin net bir şekilde çekildiği bir arena haline getirdi.

Bir yanda Türkiye ve Katar'ın başını çektiği İslamcı, İsrail karşıtı ve Batı'ya mesafeli "Müslüman Kardeşler" hareketi var. Gazze'yi kontrol altında tutan Hamas da bu hareketin Filistin kolu.

Bir de tabi, Hamas'ın geleneksel destekçisi İran da bu kampta. Ancak nükleer müzakerelere halel getirmek istememesinden olsa gerek, İran geçmişe kıyasla çok daha yumuşak ve alt perdeden tepki gösteriyor, İsrail'in operasyonuna.

Diğer yanda da muhafazakar ve Batı ile birlikte çalışmaya niyetli Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan... Bu ülkelerin bir diğer ortak özelliği de Müslüman Kardeşler ve uzantılı hareketleri kendi rejim varlıklarının en büyük tehdidi olarak görmeleri.

Zaten son dönemde Gazze odaklı görüşme trafiğine bakıldığında da hep bu ülkelerin isimlerine rastlanıyor.

Bu tabloda, Mısır yine geleneksel arabulucu rolünü üstlenmiş durumda. İsrail'i ateşkes anlaşmasına ikna etme görevi de ABD'ye düşmüş gibi.

HAMAS’I İKNA ETMEK TÜRKİYE VE KATAR’DA

Doğal olarak, çatışmanın diğer tarafı Hamas üzerinde ikna görevi Türkiye ve Katar'a kalıyor.

Zira, geçen hafta Mısır ateşkes planını masaya koyduğunda Katar'ın henüz bir yıllık Emiri Şeyh El Sani de Türkiye'ye gelip Erdoğan ile 2.5 saatlik bir görüşme yaptı.

Daha sonra söz konusu plan reddedildi. Hamas, kabul etmeme nedenini tutsakların serbest bırakılması ve ekonomik ablukanın hafifletilmesiyle ilgili şartlardan tatmin olmaması olarak açıkladı.

Ancak özellikle son dönemde İsrail'in saldırı dozajını artırmasıyla diplomatik cephede de ciddi bir hareketlilik var.

Ve ne yazık ki, Türkiye bu hareketlilikten payına düşeni alamıyor.

Bir önceki yazımda Mısır'ın Ortadoğu'da yıldızının yeniden parladığından bahsetmiştim.

KATAR ATAĞA KALKTI

Şimdi de Türkiye’nin Ortadoğu’da İsrail, Suriye ve Mısır ile diplomatik ilişkisinin kalmadığı, ABD ile dışişleri bakanları düzeyinde yalnızca telefonda görüştüğü bir dönemde, Katar'ın kopan ilişkilerini yeniden tahsis etme ve Müslüman Kardeşler'e verdiği yoğun destek nedeniyle kaybettiği etkinliğini yeniden kazanma çabaları göze çarpıyor.

Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimlerine odaklanmışken, son iki gün içinde Katar, çok sayıda görüşmeye ve ziyarete ev sahipliği yaptı.

BM Genel Sekreteri Ban, Gazze'de ateşkes çabalarına yardımcı olmak üzere geldiği Ortadoğu'da Katar'a da uğradı.

Zaten Hamas lideri Meşal bir süredir Katar'da ikamet ediyor. Filistin Devlet Başkanı Abbas, Türkiye'den sonra Katar'a da geçerek Meşal ile görüştü. Kerry'nin de Mısır'daki temaslarının ardından Katar'a geçmesi gündemde.

Tüm bu trafiğin arasında, Katar Emiri El Sani Müslüman Kardeşler'e verdiği destek nedeniyle arasının bozulduğu komşusu Suudi Arabistan'a sürpriz bir ziyaret gerçekleştirdi. El Sani, Suudi Kralı Abdullah ile bir araya geliyor.

HEDEF ŞEKER BAYRAMI

Görünen o ki, Arap Baharı sürecinde Müslüman Kardeşler hareketine destek veren ancak bu hareketin kaybetmesiyle birlikte etkinliğini de yitiren Katar, yeniden önemli bir aktör olarak sahneye çıkmak için kolları sıvadı.

ABD ve Ortadoğu basınının da çıkan haberlere göre, hem Batılı hem de Arap diplomatlar, Hamas'ın İsrail'e füze saldırılarını durdurmayı kabul etmemesinden dolayı Türkiye ve Katar'ı suçluyor. Hamas'ın bu iki ülkeden "emir ve maddi destek alarak" tavizsiz tutumunu sürdüğü görüşlerini dile getiriyorlar.

Gazze'de ölü sayısının 600'ü geçmesiyle birlikte ateşkes için de çabalar hızlandı. Şimdi Şeker Bayramı'nda en azından geçici de olsa bir ateşkes sağlanması için yoğun çalışmalar var.

Ve ne yazık ki, Türkiye, bir yanda cumhurbaşkanlığı seçimleri, diğer yanda da katı ve ideolojik dış politikası nedeniyle iktidarın en önem verdiği konuların başında gelen Gazze'de olası bir ateşkes sürecinde etkin bir aktör olmanın çok uzağında kalıyor.

Yazının devamı...
‘Türkiye’yi bir tek Hamas arıyor, o da çaldırıp kapatıyor’
12 Temmuz 2014

Bu, İsrail'in Gazze'deki işgali sonlandırıp yönetimi Filistinlilere bıraktığı 2005'den bu yana düzenlediği üçüncü geniş kapsamlı operasyon.

İlki 2008'deydi. Dökme Kurşun Operasyonu kapsamında sadece havadan değil, karadan da girmişti İsrail. İkincisi de 2012'de...

Savunma Sütunu Operasyonu bu kez 10 gün sürmüştü. Gazze'nin altyapısına ve yönetimi elinde tutan Hamas'ın başta arşivi olmak üzere önemli kaynaklarına hasar veren bu operasyon varılan ateşkesle, üstelik Gazzelilerin de lehine olan birçok maddeyi içeren bir anlaşmayla sona ermişti.

Ateşkesin mimarı Mısır’dı. O dönem Müslüman Kardeşler iktidardaydı ve ateşkes açıklamasını ABD Dışişleri Bakanı Clinton ile Mısır Dışişleri Bakanı Kamil Emir birlikte yapmışlardı.

Ancak Türkiye de masaydı. Daha sonra basına da çıktı. MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve dönemin Adalet ve Kalkınma Partisi Başkan Yardımcısı Ömer Dinçer Kahire'deydi, görüşmelere katılıyordu. Türkiye’nin İsrail ile arasının kötü, Mısır ile çok iyi olduğu bir dönem. Ancak, Türkiye’nin masada olmasının nedeni ise Hamas'ı ikna etmekti.

DIŞARIDA BAŞARILI, İÇERİDE SIKINTILI

Varılan ateşkes, henüz birkaç aydır iktidarda olan Müslüman Kardeşler hareketinin ilk ve sonradan anlaşılacağı üzere de son uluslararası başarısı olarak tarihe geçti.

Mısır, o dönem böylesine önemli bir anlaşmanın mimarı olmuştu olmasına ama kendi içinde bir türlü sular durulmuyordu. Dönemin Devlet Başkanı Muhammed Mursi, kendisine çok geniş yetkiler veren bir anayasa değişikliği hazırlamış ve referanduma gitmeye hazırlanıyordu.

Mısır sokakları karışıktı, muhalefet hemen her gün düzenli gösteriler düzenliyor, güvenlik güçleriyle eylemciler çatışıyordu.

Mısır'da çok ciddi bir rahatsızlık vardı. Muhalefet, Mursi'den şikayet ediyordu. Biz diktatörlük istemediğimiz için Hüsnü Mübarek'i devirdik, Mursi ondan beter olmaya çalışıyor, diyorlardı.

Müslüman Kardeşler ise yapılan düzenlemelerin ülkeye demokrasi ve huzur getireceğini savunuyordu. Anayasa referandumu yapıldı, Müslüman Kardeşler istediğini aldı. Ancak ortalık iyice karışınca altı ay sonra darbe oldu. Darbeyi yapan General Sisi, sonra üniformasını çıkardı, sandığa gitti ve seçildi.

TÜRKİYE HARİÇ, HERŞEY DEĞİŞTİ

Mısır'daki bu darbeye Ortadoğu liderliği için tarihsel rakibi Türkiye haricinde yüksek perdeden tepki gösteren olmadı. Türkiye ise aradan bir yıl geçmiş olmasına ve dünyanın Sisi'yi meşru bir lider olarak kabul etmiş olmasına rağmen tepkisini ve sert tutumunu sürdürüyor.

Bu tepki o boyutta ki, Cumhurbaşkanı Gül'ün Sisi'ye tebrik telefonu bile, Başbakan Erdoğan tarafından tepkiyle karşılandı.

Aynı şekilde İsrail'e karşı da... Obama'nın bizzat devreye girmesine ve İsrail'in de Türkiye'nin tazminat ve özür taleplerini kabul etmiş olmasına rağmen, içerideki sert söylemler nedeniyle bu normalleşme süreci bir kez daha askıya alındı.

Özetle İsrail'in son iki Gazze operasyonu arasında geçen iki yıla yakın sürede Türkiye'nin dış politikası hariç hemen her şey değişti, bölgede.

Bugün Suriye'de iç savaş devam ederken, cihatçı Irak-Şam İslam Devleti'nin yarattığı tehlike Irak'ı bölünme noktasına getirdi. Ürdün, Lübnan IŞİD tehdidi altında, Yemen’de hemen her gün çatışmalar var.

Yani, Ortadoğu'nun hemen her yeri ateş topuna dönmüş durumda...

SİSİ ARTIK MEŞRU LİDER

Hem Batılı devletler, hem uluslararası örgütler, hem de Ortadoğu'daki ülkeler tüm bu yaşananların ışığında yeni bir yol haritası belirlemeye çalışıyor.

Son olarak ABD Dışişleri Bakanı Kerry, uzun bir Ortadoğu turuna çıktı. Irak'ı Mısır'da Sisi ile görüştü. Uluslararası ajanslara Kerry ile Sisi'nin diz dize oturduğu fotoğraflar düştü.

Irak'ta hem Bağdat'a hem Erbil'e gitti. Ürdün'ü, Suudi Arabistan'ı ziyaret etti. Türkiye'ye ise uğramadı.

Her ne kadar dışişleri bakanlığı yetkilileri özellikle hükümete yakın gazetelere "biz perde arkasında birlikte çalışıyoruz" mesajını fısıldıyor olsa da, ABD'lilerin Türkiye ile aynı kareye pek girmek istemediği de açıkça görülüyor.

Musul'da Türk diplomatlar IŞİD tarafından kaçırıldığında, Obama'nın Erdoğan'ın telefonunu Yardımcısı Biden'a yönlendirmesi hala akıllarda.

Ortadoğu'da son durumla ilgili neredeyse hemen her gün telefonla ya da yüz yüze yapılan görüşme trafiği yoğun bir şekilde sürüyor.

SİSİ’Yİ ARAYAN ARAYANA

Türkiye, Irak'ın komşusu, bölgenin en önemli aktörlerinden biri olmasına rağmen, Mısır daha aktif bir oyuncu olarak ön plana çıkıyor.

Son olarak, Irak Başbakanı Maliki, ülkesindeki son durumu görüşmek üzere Sisi'yi aradı. Yapılan açıklamalara göre, iki lider, Irak'la ilgili ortak kaygılarını paylaştı.

Şimdi de Gazze'deki durumla ilgili devrede. Hem BM Genel Sekreteri Ban hem de Filistin Devlet Başkanı Abbas, Sisi ile son durumu görüştüklerini açıkladı. Her ikisi de birçok ülke lideriyle temas kurarken, Türkiye'nin ise adı geçmedi, açıklamalarda.

Oysa, Türkiye uzun yıllardır siyaseten iç istikrarına sahip olmasına karşın Mısır'ın son üç yılı çok karışık geçti. Eylemler, devrimler, darbeler birbirine girdi. Hala da sular durulmuş değil. Her şeye rağmen, dünya devletleri şu aşamada Sisi yönetimindeki Mısır'la birlikte çalışmaya daha niyetli görülüyor.

MISIR’DA DIŞ POLİTİKA GELENEĞİ

Zaten, uluslararası ilişkilerde reel politik denilen şey de tam olarak bu. Mısır'ın sahip olduğu devlet geleneğinin ve dünyada olanları kendi politikasına uygun yorumlamak yerine, kendi politikasını dünya gerçekliklerine uyumlu hale getirebilme yeteneğinin burada önemli rol oynadığı şüphe götürmez bir gerçek. İktidar çok farklı ideolojilere sahip isimler arasında gidip gelse de Mısır, bölge politikalarındaki istikrarı korumayı başardı.

Şimdi de İsrail ile Gazze arasında olası bir ateşkes görüşmelerinin de adresi Mısır olacak gibi duruyor.

Türkiye ise katı ve tavizsiz dış politikası nedeniyle izolasyona savrulmuş durumda. Elbette, Ortadoğu'da yaşanan süreçlerden tamamen dışlanması söz konusu olamaz. Fakat en iyi ihtimalle kendine bulabileceği yer masanın uçlarında olacak gibi.

Tüm bunların ışığında, sanırım, geçen gün Ortadoğu'yu iyi bilen bir meslektaşımın söylediği cümle, Mısır'ın küllerinden yeniden doğuşunu ve Türkiye'nin geldiği noktayı en iyi şekilde anlatıyor:

"Darbeci denilen Sisi'yi arayan arana. Türkiye'yi ise bir tek Hamas arıyordur. O da muhtemelen iki kere çaldırıp kapatıyordur."

Yazının devamı...
İstihbarat savaşları: Eski aktörler, yeni oyunlar
4 Temmuz 2014

Bahsettiğim Ortadoğu'nun en etkili üç ülkesi Türkiye, Suudi Arabistan ve İran'ın bölge politikalarını şekillendiren ve uygulayan isimler.

Türkiye'de MİT Müsteşarı Hakan Fidan, İran'da Devrim Muhafızları'nın en seçkin özel timi Kudüs Gücü'nün komutanı Kasım Süleymani ve Suudi Arabistan eski İstihbarat Şefi Prens Bandar bin Sultan.

Bu üç isim Wall Street Journal'da ekim ayında Fidan’la ilgili yayınlanan bir haberde ilk kez yan yana telaffuz edildi. Böylece, yalnızca bölgeyi yakından bilenlerin değil, daha geniş bir kitlenin de dikkatini çekti, bu üçlü.

O dönemden bu yana köprülerin altından çok sular aktı, elbette...

Ortadoğu'da hesaplar karıştı, planlar suya düştü, bazı ülkelerin eli güçlenirken bazı ülkelerin attığı adımlar ters tepti, beklenmedik çok şey oldu.

SÜLEYMANİ BİR ADIM ÖNE ÇIKTI

Önce Prens Bandar görevden alındı. Uzun bir süre sesi soluğu pek çıkmadı, kamuoyu önüne de çıkmadı. Son olarak, Lübnan basını Haziran ayında düzenlenen suikastta zehirlendiğini ve durumunun ağır olduğunu yazdı.

Fidan ise Suriye başta olmak üzere Ortadoğu'da cihatçı örgütlerin güç kazanmasından sorumlu tutuldu. YouTube'un kapatılmasına neden olan Suriye tapesiyle itibarı, etkinliği sarsıldı ancak Başbakan Erdoğan'ın sahip çıkmasıyla içeride yetkileri artırıldı.

Süleymani ise en azından şu gelinen noktada, istediklerini en çok hayata geçiren isim gibi görünüyor. Öncelikle, Suriye'ye verdiği destekle birkaç ay içinde gideceği tahmin edilen Esad'ın iktidarını korumasını sağladı. Irak'ta Şii Maliki'nin iktidarda kalmasına, Lübnan'da Hizbullah'ın bu karmaşada gücünü korumasına yardımcı oldu.

IŞİD İŞİN RENGİNİ DEĞİŞTİRDİ

Ortadoğu'da dengeler bu durumdayken oyunun kurallarını değiştiren bir gelişme oldu. O da Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) veya yeni adıyla İslam Devleti'nin Irak ve Suriye içinde hızla ilerlemesi, iki ülke arasındaki sınırı kaldırdığını ilan edip, halifelik kurması...

Bu kritik gelişme, Ortadoğu'daki bu üç aktörün de yeniden ancak farklı bir şekilde oyuna aktif bir şekilde dahil olmasına neden oldu.

IŞİD'in 100'e yakın Türkiye vatandaşını kaçırması ve Türkiye sınırına bayrak dikmesinin, Fidan yönetimindeki MİT'i devreye soktuğu biliniyor.

Yine IŞİD'in bu kez Bağdat'a ilerlemeye başlaması ve Şiilere yönelik ağır katliamlara imza atması da Tahran'ı alarma geçirdi. İddialara göre, Süleymani, Haziran ayı içinde bizzat Bağdat'a gelerek Şii Irak hükümetine IŞİD'le mücadele konusunda bizzat yardım ettiği söyleniyor.

SÜLEYMANİ ABD-İRAN İLİŞKİLERİNDE KİLİT

Bir diğer önemli iddia da IŞİD tehdidine karşı gündeme gelen ABD ile İran'ın olası ittifakına ilişkin görüşmeleri de yine şahsen Süleymani'nin yürüttüğü yönünde.

Çok da akıl dışı bir iddia değil, aslında. Geçen yılın sonlarına doğru New Yorker'da yayınlanan ve bugüne kadar Süleymani hakkında Batı basınında çıkan en ayrıntılı haber olan makalede de Süleymani'nin geçmişte İran ile ABD arasında farklı vesilelerle yapılan işbirliği çalışmalarının kilit ismi olduğuna dikkat çekiliyordu.

Önce Afganistan'da Taliban ve El Kaide tehdidine karşı, Süleymani, ABD ile İran'ın ortak mücadelesinin organizasyonunda önemli rol oynadı. Sonra yine Irak'ta 2006 yılından sonra El Kaide önderliğinde başlayan ve giderek şiddetlenen Sünni ayaklanmasına karşı iki ülke Süleymani koordinasyonunda birlikte çalıştı.

SUUDİLERİN OYUN PLANI

İşte tüm bunlar yaşanırken, Ortadoğu'nun en önemli aktörlerinden Suudi Arabistan da kendi hamlesini yaptı. 1 Temmuz itibarıyla hem istihbarat örgütünün başındaki ismi değiştirdi, hem de Prens Bandar'ı yeniden resmin içine soktu.

Prens Halid bin Bandar bin Abdülaziz, Suudi Arabistan'ın CIA'i olan Suudi Genel İstihbaratı'nın başına atandı. 63 yaşındaki Halid, ulusal güvenlik ve dış ilişkiler alanında uzman.

1991 yılında Irak işgali sırasında Kuveyt'te aktif olarak görev aldı. Suudi-Pakistan ilişkilerinin gelişiminde ve Pakistan ordusunun güçlendirilmesinde önemli işler yaptı. Son olarak da Yemen'de Şii Husilerle mücadele eden Suudi güvenlik güçlerinin komutanıydı. Halid'in adını önümüzdeki dönemde daha çok duyacağız gibi duruyor.

PRENS BANDAR YENİDEN SAHNEDE

Suudi Arabistan'da Halid'le birlikte Prens Bandar da kralın kıdemli danışmanı ve özel temsilcisi olarak atandı. Prens Bandar, geçen hafta Suudi Kralı Abdullah'ın Mısır'a Sisi'nin yemin törenine katılmak üzere yaptığı ziyarette de yanında yer aldı. Bandar'ın Mısır'da Türkiye'nin büyük destek verdiği Müslüman Kardeşler'e karşı yapılan darbenin perde arkasındaki önemli isimlerinden biri olduğu söyleniyor.

22 yıl boyunca Suudi Arabistan'ın Washington büyükelçiliği görevinde bulunan ve Suudi-ABD ilişkilerinin kara kutusu olarak gösterilen Prens Bandar'ın yeniden resme girmesinin değişen tehdit algısıyla ilgili olduğu yorumları yapılıyor.

Bunu biraz açmak gerek: Suudi Arabistan, hem rejimin varlığına hem de Ortadoğu'daki etkinliğine en büyük tehdidi Müslüman Kardeşler hareketi olarak görüyordu. Komşusu Katar ve zaman zaman Türkiye ile ilgili yaşadığı sorunların temelinde de bu yatıyor.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER TAMAM, SIRA IŞİD’DE

Arap Baharı'nın etkisiyle Ortadoğu'da güçlenmeye başlayan Müslüman Kardeşler hareketi, Mısır'da yapılan askeri müdahaleyle ağır darbe aldı. Suudi Arabistan, Katar'ı da köşeye sıkıştırarak Müslüman Kardeşler'e yapılan yardımların da kolunu kanadını kırdı.

Suudiler istediklerini ilk aşamada almış gibi görünse de IŞİD'in ortaya çıkışı planları değiştirdi. IŞİD'in lideri Ebu Bekir el Bagdadi'nin halifeliğini ilan etmesi, Suudi Arabistan için de savaş ilanından farklı değil.

Zira, Mekke ve Medine gibi, Kabe gibi Müslüman dünyasının en kutsal yerleri Suudi Arabistan'ın sınırları içinde, kontrolü altında. IŞİD ve Bagdadi'nin halifelik ilanıyla birlikte bir aşamada bu bölgeleri de hedef alacağını düşünmek mümkün.

IŞİD’E KARŞI SUUDİ DESTEKLİ EL NUSRA

Son dönemde başta Ürdün ve Katar olmak üzere Arap basınında çıkan haberler de Prens Bandar'ın dönüşünün Suudilerin bu değişen tehdit algısından kaynaklandığına işaret ediyor.

Yine buralarda yapılan yorumlarda, Prens Bandar'ın Ürdün'deki mevcut üsleri kullanarak, El Nusra ile IŞİD'in çatışmasını sağlamaya çalışacağı söyleniyor. El Nusra'nın Ürdün üzerindeki desteklenerek, IŞİD'e karşı daha etkili bir mücadele yürütecek hale getirilmesi şimdilik Suudilerin öncelikli oyun planı gibi duruyor.

Ortadoğu'da biraz da amiyane bir tabirle "kimin elinin kimin cebinde belli olmadığı" bir dönemden geçiyoruz. İrili ufaklı birçok silahlı grup, büyük aktörlerin vekili olarak Ortadoğu'nun yeniden şekillendirilmesinin ön cephesinde yer alıyor.

Bu iş nereye kadar gider, ne kadar sürer kestirmek güç. Ancak kesin olarak bir şey var ki, Kürtlerden IŞİD'e kadar Ortadoğu'nun tüm aktörleri, şu aralar 100'üncü yıldönümü olan Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan düzenin değişeceği görüşünde...

Yazının devamı...
Korkulan o 'büyük savaş' başladı mı?
20 Haziran 2014

IŞİD'in Musul'u almakla kalmaması, bir de üstüne Musul'daki Türkiye konsolosluğunda görevli diplomatlar ve TIR şoförleri 80 Türk vatandaşını rehin alması da tüm bunların üzerine tuz biber ekti.

İç gündemin yoğunluğu dışarıya kaydı. Türkiye halkının gündemine IŞİD, Musul, Irak ve Suriye girdi.

IŞİD, şimdi Bağdat'a doğru ilerliyor. Türkmenlerin yoğun yaşadığı Telafer'de çatışmalar sürüyor. Ankara'nın TIR'larla yardım gönderdiğini söylediği Türkmenler, şimdi de Türkiye'ye "asker gönder" çağrısı yapıyor.

Türkiye, adım adım bir dehşet sarmalının içine çekiliyor.

Şimdi, tüm bu kaos ve yoğun gündem içerisinde herkes aynı soruyu soruyor: Büyük Ortadoğu savaşı çıkar mı? Tüm bu yaşananlar korkulan o büyük savaşın ayak sesleri mi?

Sonda söyleyeceğimi başta söylemekte fayda var: O korkulan savaş çoktan çıktı bile... Aslında parça parça sosyal medyaya ya da ajanslara düşen haberlere bakınca düşük yoğunluklu bir savaşın içinde olduğumuz çok açık.

SİYAH BAYRAK İKİ YILDIR BİRÇOK YERDE

İleride tarihçiler bu süreci yazarken başlangıcı nereden alır kestirmek güç ancak macun tüpten çoktan çıktı.

Ve bundan sonrasında da işlerin daha iyiye gideceğini düşünmemizi sağlayacak neredeyse hiçbir emare yok.

Dikkatimiz Irak'ta ancak bir adım geri gidip genel resme bakıldığında bu durum çok daha net görülüyor.

Bugün yalnızca Irak'ta değil, İstanbul'un bazı semtlerine kadar yayılan, jenerik adıyla El Kaide, doğru adıyla cihatçıların, yani dünyaya Sünni inanç temelinde İslam’ın yayılmasını ve şeriat düzeninin kurulmasını isteyenlerin o siyah bayrağı, zaten yaklaşık iki yıldır dünyanın farklı noktalarında dalgalanıyor.

Şimdi az biraz zamanda geriye ve uzaklara gidelim.

KUZEY AFRİKA'DAN ORTADOĞU'YA

Adını belki de birçok kişinin ilk kez geçen yıl yaşanan çatışmalar nedeniyle duyduğu Mali'de aşırı İslamcıların saldırıları ve Fransa'nın müdahalesine rağmen bugün ülkenin bir bölümünü elinde tutması bugün Ortadoğu'da yaşananlardan bağımsız değil.

Aynı şekilde Boko Haram da... Nijerya'da 10 yılı aşkın bir süredir faal olmasına karşın dünyanın dikkatini 200'den fazla kız öğrenciyi kaçırınca çekti. Oysa söylemleri ne El Kaide'den ne de IŞİD'den farklı... (Bu arada bir dönem kampanyalarla dünyanın yıkıldığı bu kızlar bugün hızlı gündemde unutulsa da hala Boko Haram'ın elinde, hatırlatalım)

Yine aynı bölgedeki Libya'dan hemen her gün bir çatışma yaşanıyor. Orada da cihatçı örgütlerin eylemleri o kadar rutine bindi ki, uluslararası ajanslara bile haber olmuyor neredeyse.

Sudan'ın durumu malum, Somali'de de "canı sıkıldıkça" Türkiye'ye ve Türklere saldıran El Şebbab da uzun bir süredir siyah bayrağı dalgalandıranlar arasında...

Afrika'dan Ortadoğu'ya doğru ilerleyince de durum pek farklı değil. ABD'nin efsanevi Dışişleri Bakanı Henry Kissenger'ın Araplar onsuz savaş yapamaz dediği Mısır, neredeyse kendi iç savaşına düşecek.

Mübarek gitti, Müslüman Kardeşler geldi, darbe oldu, seçim yapıldı... Ama sular hala dinmiş değil. En ufacık bir kıvılcım yangına dönüşüyor.

FİLİSTİN-İSRAİL PATLADI PATLAYACAK

Filistin'de birlik hükümeti kuruldu ama Ortadoğu'ya huzur gelmedi. Neredeyse günlük olarak İsrail ile Hamas kontrolünde Gazze arasında füze atışı yapılıyor.

Şimdi de Hamas'ın üç İsrailli öğrenciyi kaçırdığı söyleniyor. Yine farkında değiliz ama İsrail'de ortalık yıkılıyor. Daha geçen gün binlerce kişi öğrenciler için dua etmeye Ağlama Duvarı’na akın etti. İsrail güvenlik güçleri, kapı kapı dolaşıp Filistinli topluyor.

İsrail'in kendi vatandaşlarının kaçırılmasına yönelik hassasiyeti göz önüne alındığında İsrail-Filistin sorunu da patladı patlayacak, özetle.

Yemen'de neredeyse her gün onlarca insan ölüyor. Devlet başkanının değişmesinden bu yana aşiretler, cihatçı örgütler ve devlet güçleri birbiriyle çatışıyor.

"SURİYE'SİZ BARIŞ OLMUYOR"

Suriye'de yaşananlar malum. Yine Kissinger'ın ünlü cümlesinin ikinci yarısında olduğu gibi "Suriye'siz barış olmaz", gördük. Suriye'de tetiklenen iç savaş, bölgeyi içine alan bir yangına dönüştü.

Irak bölünmenin eşiğinde... ABD işgalinin alevlendirdiği Şii-Sünni gerilimi, şimdi IŞİD'le birlikte veya IŞİD'e karşı mücadele olarak sıcak çatışmalara dönüştü. Şimdi ülkenin bölünmesi hiç olmadığı kadar yakın bir ihtimal.

Tüm bu coğrafya içinde yine "en normal" ülke gibi duran Türkiye'de de her şey "sütliman" demek mümkün değil. Gezi Parkı eylemleriyle patlayan iç rahatsızlıklar daha çözümlenmeden, bir yanda Kürtlerin, diğer yanda da Alevilerin rahatsızlıkları artık evlerden sokaklara taşmış durumda.

Öte yandan yukarıda dediğim düşük yoğunluklu savaş içinde olduğumuzun tek kanıtı elbette bu kanlı çatışmalar değil.

TUHAF İTTİFAKLAR, YENİ MÜTTEFİKLER

Her savaşta olduğu gibi tuhaf ve beklenmedik ittifaklar şekilleniyor, müttefikler değişiyor.

ABD ile İran, yeniden IŞİD tehdidine karşı işbirliği yapmaktan bahsediyor. Daha önce kapalı kapılar ardında Afganistan'da ve El Kaide terörünün arttığı bir dönemde yine Irak'ta yapılan bir işbirliğinin benzerini bugün de görmek çok olası.

Bu kez farklı olan ise birbirinin en büyük düşmanı olan iki tarafın birden bu işbirliğini ilan ediyor, kamuoyu önünde açıklıyor olması.

Kürtler İranlıların kapısını çalıyor, Türkiye Almanya'dan Musul için destek istiyor.

Irak'ta hem yönetim hem de petrol geliri nedeniyle neredeyse kanlı bıçaklı olan kuzeydeki Kürtler ile Şiilerin elindeki merkezi yönetim IŞİD'e karşı ittifak kuruyor.

BU SAVAŞ ÇOK FARKLI

Tüm bu tablo, aslında artık adını bile hatırlamadığımız Arap Baharı süreciyle başlayan ve Ortadoğu'da 100 yıldır var olan görece statükonun sonunun geldiğini gösteriyor.

Birinci Dünya Savaşı sonrası ünlü Sykes-Picot antlaşmasıyla Ortadoğu'da kurulan düzen zaten Soğuk Savaş'ın bitimiyle miadını da doldurmuştu.

Şimdi sınırların yeniden çizildiği, miadını dolduran bu düzenin yıkılıp yenisinin kurulduğu sürecin başladığını görüyoruz.

Bu süreç ve bu savaş çok yeni. Her ne kadar din eksenli görünse de içinde etnik nedenlerden başta enerji olmak üzere zenginliğin paylaşımına kadar çok sayıda unsuru içinde barındırıyor.

Daha önemlisi, tarih kitaplarından okumaya alışık olduğumuz büyük savaşlardan da daha şimdiden önemli farkları var.

Devletlerin değil, devlet dışı aktörlerin önemli rol oynadığı bir süreç bu. Cephelerin de artık ülke sınırlarından ülke içlerine geldiği ama birçok ülkeyi içine alan yaygın bir coğrafyada oluştuğu bir savaş.

Ve ne yazık ki, yeni aktörlerin ortaya çıktığı, bu düzenin yıkıldığı yer Ortadoğu gibi bir coğrafya olunca, ileriye dönük yapılabilecek tek gerçekçi tahmin de çok daha kanlı ve sancılı günlerin bizi beklediği...

Yazının devamı...
Türkiye'ye yeni komşu: Dünyanın ilk cihatçı devleti
12 Haziran 2014

İlki, Suriye ile Irak'ta faaliyet gösteren cihatçı Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün 28 Türk TIR şoförünü kaçırdığı iddiaları. İkincisi de IŞİD'in Musul'da tüm devlet daireleriyle birlikte kentin kontrolünü ele geçirmesi...

Esasen perşembenin gelişini çarşambadan belli olduğu bir durum bu. Zira son dönemde Suriye'nin batısında ve kuzeyinde Özgür Suriye Ordusu ve bir diğer İslamcı örgüt El Nusra ile girdiği mücadelelerin ardından doğuda mevzilenen IŞİD, özellikle Irak'ta önemli kazanımlar elde ediyordu.

IŞİD ÜST ÜSTE MEVZİ KAZANDI

IŞİD, son günlerde Musul dışındaki mahalleleri ele geçirdi. Irak'ın en önemli kentlerinden Samarra'ya operasyon düzenledi. Ramadi'de bulunan Irak'ın en büyük üniversitesini ele geçirdi. Bağdat'ta da Şii mahallesinde düzenlediği intihar saldırıyla 52 kişiyi öldürdü.

IŞİD'in kökleri, 2004 yılına kadar gidiyor. ABD'nin Irak işgaline karşı mücadele eden El Kaide'nin bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Bugünkü adını alması ve etkinliğine kavuşması ise Nisan 2013'te gerçekleşti.

IŞİD, Suriye'de ve Irak'ta acımasızlığıyla biliniyor. Kürt, Şii ve Hıristiyanlar gibi “kendinden olmayanlara” yaşam hakkı tanımıyor. Hatta, Sünni olup yeterince İslami bulmadıklarına da. O kadar acımasız savaşıyor ki, El Kaide bile Şubat ayında IŞİD'le tüm bağlarını kestiğini açıkladı.

Kuruluşundan bu yana yalnızca bir yılı biraz aşkın bir zaman geçmiş olmasına karşın bugün Suriye'deki en etkili muhalif grup olarak gösteriliyor.

ASKERİ AÇIDAN EN GÜÇLÜ CİHATÇI ÖRGÜT

Ayrıca birçok kişiye göre, askeri açıdan da dünyanın en güçlü cihatçı örgütü. En büyük gücünü uyguladığı taktiklerden alıyor. Almak istediği yerlere aniden saldırıyor, karşı tarafı beklenmedik bir anda yakalıyor ve bölgeyi almadan da geri çekilmiyor.

Zaman zaman da dikkatleri başka yere çekmek için farklı noktalarda ağır kayıplar verdirten intihar saldırıları düzenliyor.

Savaşçılarının büyük bir çoğunluğu yabancı. Libya, Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerden "cihat" yapmaya geliyorlar. Ağırlıklı olarak da Türkiye üzerinden Suriye'ye geçiş yapıyorlar. Tek bir milliyetleri yok ancak cihat ülküsü etrafında birleşmiş durumdalar.

Yani, hem bilindik bir terör örgütü mantığıyla bombalı saldırılar düzenliyor, hem de -daha önemlisi- gerilla gibi sıcak çatışmalarda da başarı kazanıyor.

Bu açıdan başta el Kaide olmak üzere diğer cihatçı örgütlerden ayrılıyor. Haliyle de daha tehlikeli bir örgüt haline geliyor.

HEDEF DÜNYANIN İLK CİHATÇI DEVLETİNİ KURMAK

Zaten özellikle Ocak ayından bu yana bu kadar hızlı ilerlemesi ve üst üste mevziler kazanmasının temelinde de bu yatıyor. Özellikle Irak'ta, orduyu bile çaresiz bırakıyor.

IŞİD'in temel amacı, adından da anlaşılabileceği gibi, Suriye'nin doğusu ile Irak'ın batısında dünyanın ilk cihatçı devletini kurmak.

Suriye'de işler o kadar karışmış durumda ki, ne diğer muhalif silahlı gruplar ne de rejim IŞİD'i durdurabiliyor. Irak'ta da hükümet ve ordu, batıdaki aşiretlerin desteğini almış olmasına karşın IŞİD'le mücadele etmekte yetersiz kalıyor.

IŞİD, Ortadoğu denklemindeki tüm bu kargaşa içerisinde nihai hedefine doğru sağlam adımlarla ilerliyor. Ve bu hedef, sadece Irak, Suriye, Ortadoğu ve Batı için değil, en temelde Türkiye için büyük bir tehlike oluşturuyor.

Yazının devamı...