(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Sıtkı Şükürer" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Sıtkı Şükürer" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Sıtkı Şükürer

Sıtkı Şükürer

Muamma
18 Aralık 2016

Bizim gibi “laik” kültür içinde yetişmiş insanlar için en büyük muamma budur.

Cumhuriyet ideolojisinin yetiştirdiği nesillerdik biz.
Tamam, askeri vesayet azalınca bu ülkenin farklı dünya görüşlerine sahip insanlarının da masaya oturacaklarının farkındaydık.
Şüphesiz “öteki”leri kabullenmek zaman alacaktı.
Ama bir yerlerde bir biçimde kesişir ve yeni bir denge oluşur diye düşünüyorduk.
Razıydık yeni Türkiye’ye.
Hatta ülkemizin demokrasi haritasının bu şekilde şekillenmesini, bir nevi “muasır medeniyete” ulaşma olarak algılıyorduk.
Demokrasi muhafazakarlar eliyle inşa edilecekti.
Zira, hafif burulsak da halk onları işaret ediyordu.
Haklarını teslim etmek lazım, başlangıçta çok dikkatliydiler.
Hatta; Aleviler, Kürtler, Çingeneler... Bu denli kapsamlı “demokrasi taarruzu” bize bile fazla geliyordu.
Mesafeli hallerimizle aşırı ulusalcı huysuzlukları kendimize hak görüyorduk.
Hatırlayın, mesela Prof. Özbudun’a mükemmel bir evrensel Anayasa taslağı hazırlatıyorlar, abuk sabuk karşı çıkıyorduk.
Sonra...
Sonra ne oldu, tam bilmiyoruz.
Muhafazakarların lideri Tayyip Erdoğan, bırakın ülkeyi, bölge ve dünyanın yükselen yıldızı konumundayken direksiyonu kırmaya başladı.
Komşularla ilişkilerde “sıfır sorun” politikaları terk edilmeye, Ortadoğu’da mezhepçi tutumlar alınmaya, AB ile ilişkilerde tahrik edici tepkiler verilmeye, İsrail, Rusya, ABD... Hemen her ülke ile inişli çıkışlı, ama lafın, sözün hiç esirgenmediği, tehditin havalarda uçuştuğu... Hülasa her türden tırmandırıcı enstrümanların kullanıldığı bir yönetim anlayışına geçtik.
İçeride Kürtlere yönelik “Barış süreci” yaklaşımları tamamen terk edilirken, FETÖ olayının yarattığı travma ile hukuk pek önemsenmemeye, Başkanlık modelleri arayışı ile otoriterliğe yelkenler açılmaya başlandı.
Şimdi, açık söylemek gerekirse, başta laik kesimler olmak üzere on milyonlar bu durumdan tedirgindir ve kendilerini güvenli hissetmiyorlar.
Neden bu noktaya gelindi, hiç kimse, hatta dış dünya bile tam anlayamıyor, anlam veremiyor.
Oysa, iktidarın ilk yıllarında izlenen politikalara devam edilseydi, bugün Tayyip Erdoğan ülkenin tamamına yakınının desteği ile çok daha farklı bir konumda olabilirdi.
Muhtemelen Nobel Barış Ödüllü bir devlet adamı kimliği ile tüm İslam coğrafyasının makûs talihini değiştirebilecek bir rol modeldi.
Bu potansiyel açık olarak vardı.
Tekrar ilk soruya dönüyoruz.
Tarihi misyonun ve kendi değerlerinin farkına mı varılmadı?
Nedir bu vazgeçişin sebebi?

-----

Şeyh Bedrettin

DÜNYA yeniden ulusların içlerine kapanmaya başladığı bir sürece girdi.
Bu çok “tatsız” bir gelişme.
Böylesi anlarda, materyal hırsların törpülendiği, paylaşımın ön plana çıktığı, asgari müştereklerin çoğaltılmaya çalışıldığı çabalar çok daha önemli hale gelir.
Kendi tarihimizden çekip çıkartacağımız ve tüm insanlığa, onun savunduğu değerler üzerinden mesaj verebileceğimiz bir değerimiz böylesi bir anlayışın sembolü olabilir.
Şeyh Bedrettin.
O Bedrettin ki, “yar yanağından gayrı” her şeyin paylaşıma konu edileceğinden söz etmiş, Yahudi’si, Rum’u, Alevi’si, Sünni’si, Hristiyan’ı ile etrafına topladığı insanları, haksızlığa, zorbalığa karşı hümanist bir ülkü paydasında birleştirebilmiş birisidir.
Börklüceli’den Torlak Kemal’e, onun yaktığı meşale, buralarda, Karaburun’da, Aydın Ortaklar’da yanmaya devam etmiştir.
Bu anlamıyla Bedrettin, Ege’dir, İzmir’dir.
Onu sahiplenerek, Serez’den İstanbul’a nakledilmiş kemiklerini buralara getirtip bir Anıt Mezar inşa etmek inanılmaz bir çekim alanı oluşturabilir.
Kültür Bakanlığı, STK’lar, Belediye...
Lütfen bu “insan” odaklı projeyi bir düşünün.

-----

Buluşalım Kordon’da

TÜM Türkiye İzmir’in Kordon’unu bilir.
Gelip gördüğünden midir?
Hayır.
O yeri ülkenin tamamının bilgisine, hafızasına dahil eden en önemli faktör bir şarkıdır.
“Bir münasip zamanda,
Mesela saat 10’da,
Buluşalım Kordon’da,
Der gibi geldin bana.”
Ünlü bestekar Necip Mirkelamoğlu’ndan söz ediyoruz.
2010 yılında kaybettiğimiz Mirkelamoğlu’na İzmirliler’in bir vefa borcu olduğu aşikardır.
Eski bir parlamenter olan ve mezarı kentimizde bulunan bu “Cumhuriyet Beyfendisinin” bir “büstü” Kordon’a çok yakışmaz mı?
İlgililerin takdirine sunarız.

-----

Çakırcalı Mehmet Efe

“İzmir’in kavakları,
Dökülür yaprakları,
Bize de derler Çakıcı,
Yar fidan boylum,
Yakarız konakları.”
Ege efelik kültürünün en önemli isimlerinden biri de Çakırcalı Mehmet Efe’dir.
Ödemiş İlçesine bağlı Kayaköy’de efeye ait konak, müze ziyaretçilerini beklemektedir.
1872-1911 yılları arasında yaşayan Çakırcalı Efe bu toprakların Robin Hood’udur.
Yaşar Kemal’in ölümsüzleştirdiği Mehmet Efe gibiler ihtiyacı her daim hissedilen bir “gizli vicdandır.”
Haksızlığa başkaldıran, zalimden aldığını yoksula paylaştırılan bu “epik efsane” unutulmayı hak etmiyor ve Kayaköy’deki mezarından muhtemelen sitemli bir hüzünle hemşehrilerini izliyor.

Yazının devamı...
Küçük dokunuşlar
11 Aralık 2016

Hatta, biz “Akdeniz’in incisi” diyoruz, ama dünya ölçeğinde “en yaşanılası kentler” sıralamasında esamemiz bile okunmuyor.

Böylesi bir klasmana terfi edebilmek pek çok faktöre bağlı.
Havası, suyu, körfezi, tarihi dokusu... Bu konularda yaptığımız yanlışlar ortada.
Artık hepimiz daha dikkatli olmaya çalışıyoruz.
Bu kentin tarihi binlerce yıl öteye gitmesine rağmen günümüze yansıyan geleneklerimiz yok gibi...
Maalesef, bilinen sebeplerle Cumhuriyet öncesi geçmişimizi pek sahiplenmemişiz.
Oysa; Hristiyan, Yahudi, Antik Yunan, Çaka Bey, Şeyh Bedrettin, Osmanlı... Muazzam bir mirasın üzerinde oturuluyor.
İzmir’i anlatan pek çok Hristiyan gezginin kitapları, henüz dilimize çevrilmedi.
Buralarda, “rivayet” ağırlığında bile olsa, enteresan kent efsanelerini gün ışığına çıkartıp, pazarlamak mümkündür.
İzmir’in bu neviden tekniklerle “renklendirilmeye” ihtiyacı var.
“Hıdırellez” Çingene kimliğimizle bizim olan müthiş bir potansiyel.
500 yıllık boyoz ya da Kemeraltı’ndaki 9 sinagog üzerinden Yahudi boyutumuz neden yeterince parlatılmaz?
Metropolit atama töreninde Sayın Patrik’in o içimize işleyen konuşması üzerinden niçin Rum geçmişimizle kaygısız, kompleksiz, iç içe geçerek Ortadoks turizmi yaratmayız?
Bu memlekete düşen ve yaşam sevincimizi tetikleyen üç “cemre”, neden ait olduğu günlerin bir karnavala dönüştürülmesine sebep olmaz?
Mesela, Özgörkey Ailesi’nin de desteği ile “eski otomobiller resmi geçidi” neden uluslararası boyuta taşınamaz?
Kabotaj Bayramı, üzerinde dev caz-band’ların kurulduğu “mavnalarla” turistleri kendinden geçiren bir etkinliğe dönüştürülmez?
Dünyaya meydan okuyan “Türk Dizilerinin” Altın Portakalı, hatta Oscar’ı niçin İzmir’de festivale dönüştürülmez...
Diyeceğimiz, “büyük değişim, küçük dokunuşların toplamıdır.”

-----

Senyörle takışmak olmaz

EKONOMİDE “altın kural” diye ifade edilen bir ilke vardır.
“Altını olan kuralı koyar.”
Bugünün dünyasında “kural koyucu” ABD’dir.
Üstelik, karşılığında altın falan koymadan, matbaada bastığı dolarlara takdir ettiği değeri kimseye sormak ihtiyacı içinde değildir.
Buna, “Senyoraj” hakkı deniyor.
Bizim gibilere ise acıdır, haddini bilmek kalıyor.
Haa, orta gelir tuzağına kapaklanmasaydık, yapısal reformları ısrarla ertelemeseydik, demokrasi standartlarımızı yerle bir etmeseydik, ekonomi ile ilgili konularda, bir parça lafımız dinlenir olabilirdi.
Açık söylemek gerekirse, global düzene ilişkin yeni yaklaşımlar getirmeye çalışmamızın hiç bir karşılığı yok. Diğer deyişle “boş konuşuyoruz”, bağlı olarak, ciddiye alınmadığımız gibi, ödeyeceğimiz bedeli de arttırıyoruz.
Hayat keşke Cumhurbaşkanının söylediği gibi olsa.
Bu söylemler belki iç siyasette işe yarar, onun sınırı da sıradan insanların olumsuz etkilemeye başladığı noktaya kadardır.

-----

100-150 yıllık bulut

TÜRKİYE’de, öyle konjoktürel addedilecek, kısa vadeli bir “değişim” yaşanmıyor.
Yani “Laikler”, diyelim bir sabah kötü bir kabustan uyanacaklar ve ülkenin başına yine, mesela İsmail Cem tarzı birileri gelecek. Böyle bir dünya yok.
Farkında olsak da olmasak da bu coğrafyalarda, 1839’lar da başlamış “batılılaşma treni”nin lokomotifi sökülmeye başlandı.
Hal böyle olunca, Avrupa Birliği değerleri ile mesafemiz açılıyor.
Bu “ayrı düşmüşlük” durumu, teokratik bir modele dönüşür mü?
Bu yaklaşıma banko “hayır” diyebiliriz.
Hani iktidarın, TV’lerde vahabi yorumlar yapan marjinallere ses çıkartmamasını abartmayın.
Laiklerin telaşla kaynamasından “Hınzır bir keyif” alıyorlar.
Yoksa, hiçbir iktidar; mezhep, tarikat hiyerarşisine dahil olup, gücünü paylaşacak kadar cömert değildir.
Konumuza dönersek, vazgeçilen “batılılaşma”dan murat nedir?
Bakınız, batı medeniyeti, istikametinizi oraya çevirdiğinizde, odağına “insanın” oturtulduğu bir evrensel demokrasi tercihidir.
Türkiye’yi hali hazırda yönetenler “dini ve milli kimliği”, “insan kimliğinin” önünde tutarak farklı bir anlayışa yöneldiler.
Kuvvetler ayrılığı, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi kavramlar, yerlerini, dağınıklık ve zaman kaybına geçit vermeyen bir güçlendirilmiş “otorite”, vatan hainlerinin yok edilmesi, devletin bekasının her şeyin üstünde olması gibi “demokrasi dışı” değerlerin geçerli olduğu modellere terk etmeye başladı.
Tabii ki, geniş halk kitlelerinin desteğini sağlamak için İslami ve Milliyetçi sos, ağır bir kıvamla otoriterliğin üstüne sıvanacaktır.
Bu ülke yönünü “uzun” vadede tekrar “muasır medeniyete” çevirir. Zira “huzur” oradadır. Ancak, “orta” vadede “evrensel değerlerden uzaklaşmış”, “kısa” vadede “çalkantılı” bir Türkiye fotoğrafı, an itibariyle gerçekçi duruyor.
Kısa vadeden kastımız, önümüzdeki 10-15 yıldır.
Orta vade, bu süre geçtikten sonra takip eden 100-150 yıldır.
Sonrası ise “uzun” vadedir.
Nasıl derler, torunlarımızın torunları itibariyle “enseyi karartmak” gerekmiyor.

Yazının devamı...
Ödemiş’in Töngül Pidesi
4 Aralık 2016

 


Ödemiş mutlu insanlar diyarıdır.
Yaşadığı yerlerin bereketli güzelliğinin farkında, Allah’ın şanslı kullarından olduklarının idrakinde, kendine yeten, huzur, dinginlik ve sevecenliğin her hallerine sindiği insanlar yaşar bu uzak İzmir beldesinde.
Özellikle cumartesi dememizin sebebi, muazzam büyük bir pazarın bu günde kuruluyor olmasıdır.
Hem cıvıl cıvıl hem de telaşsız Ödemişlilerin arasına karışarak, sadece yiyecek değil, elişi ürünlerin de satıldığı ortamda alışveriş müthiş bir hafifleme sağlıyor.
Ancak büyük ödül bize göre 124 yıllık tarihi fırınında Töngül pidesi yemek.
Dededen toruna süregelen bu mekanda İsmail ve Sadettin Töngül; maydanoz, süt, şeker, kavrulmuş kıyma, yaş maya, tulum peynir gibi malzemelerle “akıllara seza” bir lezzet üretiyorlar.
Hani, Töngül pide sonrası pazarı dolaştınız, geniş çay bahçelerinde oturdunuz, hatta bir efor gösterip 7 kilometre uzaktaki Birgi’yi ziyaret ettiniz ve mideniz tekrar sinyal vermeye başladı ise bu defa Ödemiş’in meşhur köfteleri dönüş yolu ikramiyesi olarak sizi bekliyor demektir.
Bu aşamada da tavsiyemiz Köfteci Hurşit’tir.
(Töngül Pide - 0536 312 33 90) - (Köfteci Hurşit - 0232 545 40 98)

-----

Kumandan Castro kıymetlimizdir

CASTRO’yu ve onun Küba’sını değerlendirirken hangi gözlüğü taktığınız çok önemlidir.
Hani, “refah”la “mutluluk” kavramlarını karıştıranlardansanız, vay Castro’nun haline.
Castro bir devrimciydi.
Arkadaşları ile birlikte Küba’da Sosyalist bir düzen kurdu.
Üstelik bu işi dünya kapitalizm merkezi olan bir ülkenin hemen yanı başında becerdi ve sürdürdü.
Biliyoruz, Komünizm bugün “yenilmiş bir ideolojidir”.
Ancak bu durum, onun heyecanlandırıcı bir ütopya olduğu gerçeğini değiştirmez.
Komünizmin önceliğinde daima “insan” vardır.
Sömürünün olmadığı, yabancılaşmanın tasfiye edildiği, Devletin gerekmediği, insanın zaten iyi olan özünün ortaya çıkarıldığı, barışın, sanatın, özgürlüğün ebedi kılındığı bir düzenin hayalini kurmuşlardır komünistler.
Ama hayat teoriye uygun tecelli etmemiştir.
Castro ve arkadaşları böylesi bir ideali gerçekleştirmek için yola çıktılar.
Neticede, öngördükleri düzene geçişi sağlamak için oluşturulan “Sosyalist Devlet Diktatörlüğü” demokrasiyi rafa kaldırdı, teknolojiyi, moderniteyi unutturdu, girişimciliğin getireceği dinamizm, yerini bir boş vermişlik ve tembellik eğilimine terk etti.
Ancak, eğitim ve sağlık politikaları ile de yüksek standartlar yakalandı.
Yanı sıra, tüm dünyada “iyi kalpli insanların fethedilemeyen bir kalesi” olarak, gözlerinden sakındıkları bir hayal ülke konumunu korudu.
Şüphesiz o insanlar da biliyorlardı bazı şeylerin ters yürüdüğünü. Ama bu denli “kirlenen” bir dünyada, bu hali ile bile “Küba” tartışarak yıpratmaya çalışacağımız son yer olmalı.
Seni unutmayacağız Kumandan.

-----

Tek kollu aydınlar

CUMHURİYET çok ciddi birikimlere sahip aydın insanlar yetiştirdi.
Bu insanların bazıları umman kültürleri ile dünyayı kavramımıza neden oldu, adeta pek çoğumuzun zihin haritasını inşa etti.
Geldiğimiz noktada; Küba devriminden, Operaya, Rönesans’tan New York’lu bireyin içsel sanrılarına kadar hemen her konuda bizleri besleyen mebzul yazar çizerlerimiz var.
Beri yandan, hemen yanı başımızda, aynı ülkede, belki kentimizin varoşlarında ya da nispeten daha az gittiğimiz şehirlerde, kasabalarda, apayrı bir kültür içten içe yaşıyordu.
Bilinçli şekilde kendi ateşini parlatmadan ama asla küllendirmeyerek vaktinin gelmesini sabırla bekliyor ve değerlerini geçirdiği insanların sayısını çoğaltıyordu.
Derken, bu insanlar iktidar oldu.
Dünya görüşlerini kendi referanslarına yaslayan ve hiçbir tereddüt duymadan savunan bir kitle ile karşı karşıya kalmıştık.
İşte o aşamada, bizim tarafın en münevverinin bile onların zihinlerini besleyen külliyat konusunda müthiş yetersiz olduğu fark edildi.
Anlı, şanlı düşünürlerimiz, kanaat önderlerimiz, İslami mevzularda cehalet mertebesinde bilgisizdi.
Sosyolojik boyutuyla genel yaklaşımlar getirmeye çalışmak çok yüzeysel kalıyordu.
Bu denli bir “aynı dili” konuşamama, hatta “bihaber” olma bir acizlik haliydi.
Sebeplerinin Cumhuriyetin eğitim politikaları ile ilgili olduğunu biliyoruz.
Ama bu işler, hani gönlünü ve fikrini bu kanada çevirmiş ve fakat o çevrelerde yetişmiş birkaç ilahiyatçıya (Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk gibi) yaslanarak sürdürülemiyor.
O insanların “iç sesi” kıvamına gelmeden, etkili eleştiri getirebilmek, kaale alınmak mümkün gözükmüyor.
Bu anlamıyla, laikler ve muhafazakarlar arasında, dehşet verici bir kopukluk yaşanıyor ve bu durum tarafları giderek birbirinden uzaklaştırıyor.

-----

Yine, yeniden Marx

SOSYALİZM, hadi diyelim, doğrudur “yenildi”.
Peki kapitalizm çok mu başarılı?
Kitlelerini tüketim makinası olarak gören, imitasyon hedeflerle kırbaçlayarak, “özelini”, “özgünlüğünü” ve giderek “anlamını” yitirten, bir huzursuz modelden söz ediyoruz.
Üstelik böylesi bir yaşam tarzını kendinden menkul bir ahlak anlayışı ile müthiş bir kandırmacaya dönüştürerek, kazananların hep belli olduğu bir kutsanmış değerler mertebesine yükseltmişken.
Ancak, son birkaç yıldır farklı şeyler olmaya başladı. İnsanlar artık ulaşamadıkları “havuç”lara inanmıyorlar ve müesses nizamın karar vericilerini oy gücüyle yerle bir ediyorlar.
Son ABD seçimlerinde Trump olgusu bunun örneğidir.
Çöken Burjuva ahlakı, an itibariyle daha erdemli bir modele yöneldiği izlenimi vermese de yeni bir arayışın olduğu gün gibi ortadadır.
Yeryüzündeki gelir dağılımı bozukluğu, insanlığın bir kısmının yaşamak zorunda kaldığı ürpertici seviyeler... Hangi cepheden bakarsanız bakın, Stalinist yanlışlarından arındırılmış ve hümanisttik yönü ön plana çıkartılan güler yüzlü sosyalist düzenlere yeniden ihtiyacı gündeme getiriyor.
Bu anlamıyla Küba deneyimi artı ve eksileriyle pek çok konuda dünyaya rehber olacaktır.

Yazının devamı...
Eksiklenmeden özeleştiri
27 Kasım 2016

Yani, ülke birikiminin artık böylesi bir kaliteye geçiş için yeterince olgunlaştığını düşünüyorduk.

Oysa, şimdi halimize bakın.
İyi kötü işleyen parlamenter sistemimiz elimizin altından kayıyor, açıkça otokratik bir yönetime koşar adım gidiyoruz.
Esasında muhafazakarlar iktidara geldiğinde en iyimser olanlarımız bile, onların yeni bir vesayete heveslenme ihtimalini gözden uzak tutmuyordu.
Bu yüzden de tüm demokratik kesimler eski düzenin diğer bir mağduru olan Kürtlerin demokratik haklarının “acilen” verilmesini savunuyorlardı.
Diğer deyişle “barış süreci” diye tutturmalarının sebebi, sadece “Kürtseverlik” değildi.
Muhafazakar iktidar açısından evrensel demokratik ilkelerin 80 milyonun tamamına yaygınlaşabilmesi için bu neviden bir sahiplenme, bir “samimiyet” testi ve gerçek demokrasinin “geri dönüşsüz” yürüyüşünün tescillenmesiydi.
Sonrasında Aleviler, Çingeneler, eşcinseller... Peşi sıra gelecekti.
Ama, olmadı, herkes, hepimiz yanıldık.
AK Parti, başka tür bir yönetim modelinin bu ülke insanları için daha iyi olacağını hayal ediyor.
Muhtemelen kendi açılarından doğru yaptıklarını düşünüyorlar.
Bu düşüncelerinin, “bizler adına, bizi de kapsayacak” şekilde yaygınlaştırılmasında hiçbir sakınca görmüyorlar.
Ancak, evrensel demokrasi gözlüğünden bakanlar onları anlayamıyor.
Makarayı geriye doğru 10-15 yıl sarınca, daha iyi bir Türkiye düşleyen ve iktidarı destekleyen Liberal, Sosyal ve Muhafazakar Demokratların suçlanmaları bize adil gelmiyor.
Zira, demokrasinin ılık ve huzurlu ortamına katkı koymaya çalışmak varken, bugünün kutuplaştırıcı politikalarına itibar edilmeyeceğini var sayıyorlardı.
İşin bir acı yönü de aşırı kötümserlerin kehanetlerinin çoğunun doğru çıkması. Keşke haksız çıksalardı. Daha doğrusu “haksız çıkmaları” gerekiyordu. Ama, heyhat!

-----

Pazar kahvaltıları

BAHAR ayları Ege’de öğlene doğru sarkan “Pazar kahvaltıları” zamanıdır.
Hemen herkes, imkanları ölçüsünde, hele bir de yumuşak hava yakalamışsa yakınları ile birlikte kırlık, bahçelik yerlere gitmekten büyük keyif alır.
Bütün bir hafta evle iş arasında dokunan mekiğin yarattığı monotonluk bu sayede hafifletilmeye çalışılır.
Bu anlamıyla İzmir çevresi tam bir kahvaltı mekanları cennetidir.
Özellikle de Çiçekli Köy, Foça yolu, Urla, Çeşme, İnciraltı... Hafta sonları elektriğin toprağa verildiği yerlerdir.
Kendi adımıza en sıklıkla gittiğimiz yerlerin başında, Çeşme otobanı Zeytinler sapağından çıkınca Uzunkuyu Köyü civarındaki mekanlar geliyor.
Hele bir de köyün fırınından nohutdan imal sıcacık ekşi maya ekmeği aldığınızda sanki dünya duruyor ve şu sıkıntılı günlere küçük de olsa bir mola vermenin ayrıcalığını yaşıyorsunuz.

-----

Bahçeli’ye şaşırmayın

BİRİ “ümmetçiliktir”, diğeri “kavmiyetçiliktir” gibi lafları boş verin.
“Türklük” kavramı, İslam’la birlikte ağırlık kazanıp anlam bulmuştur.
O yüzden AK Parti ile MHP seçmeni en fazla geçişkenliği olan kesimlerdir.
Barış süreci rafa kaldırıldıktan sonra, İzmir’de bile MHP’den AK Parti’ye bir kayış olduğunu araştırma şirketleri teyit ediyor.
Laik kesimler bir türlü Devlet Bahçeli’nin iktidara teveccühünü anlayamıyor.
Yani MHP zaten hep buydu.
CHP’li seçmen kendi zihninde bir MHP imajı yaratmış, hele “ulusalcı” olanlar zannediyorlar ki, madem bunlar Türkçü, o halde bize benzer, Arap sevmez, müslümanlığa mesafelidir...
Oysa öyle bir dünya yok ve hiç olmadı.
Bu sebepten lütfen hayret etmekten vazgeçin.

Yazının devamı...
Özlem Akdurak
20 Kasım 2016

Özlem Akdurak.

Esasında bu yola çıkılırken çok fazla bir şans tanınmıyordu.
Zira bu tip yerlerin eskileri, daima kendilerini sürekli kalacak düzenlemeleri önceden yapmakta pek mahirdir.
Ancak zor olan başarıldı.
Bu konuda Sayın Başbakanımızın desteği de önemli bir etken olmuş.
Adayın üstün kalitesi ve siyasetin gücü birleşince olumlu sonuç almanız mümkün olabiliyor.
Tebrikler Özlem Başkan.

-----

Fakir ama onurlu

CUMHURİYET yönetimi 1980’li yıllara kadar ülkeyi dış dünyaya kapalı tuttu.
Bunun neticesinde düşük tüketim kalıplarımızla mutlu, “fakir ama onurlu” insanlar olarak yaşadık.
Sonra, kendi nizamını yeterince oturttuğunu düşündüklerinden olacak, biraz da dış baskısıyla, Özal’la birlikte kilitler gevşetildi.
Akabinde 20 yıl geçti, geçmedi derken, muhafazakarlar iktidar oldu ve Kemalist rejimin tasfiye süreci vizyona girdi.
90 yıllık taşlar yerinden oynamaya, kağıtlar yeniden karılmaya başlanınca, bermutat yeni rejim “büzülme” ihtiyacı duymaya başladı.
Batı ile mesafelenme ve onun değerlerine karşı her alanda açık bir mücadeleye girişilme, ister istemez “fakir ama onurlu” dönemimizin tekrar gündemimize geleceğini gösteriyor.
Hani kişi başı milli gelir 5 bin doların altına düşer mi, bilemiyoruz ama dünyaya kapalı bir “yoğun buluta” hızla girmekte olduğumuz aşikar gözüküyor.

-----

Derin halk

DEMOKRASİ, insan hakları, ifade özgürlüğü... Bu neviden kavramlar acaba geniş halk kitlelerinin ne ölçüde umurunda?
Acaba bu meseleleri “bir avuç insan” olan bizler mi dertleniyor, kafaya takıyoruz?
Mesela, İstanbullu taksi şoförlerinin iktidara tepkisinin sadece cebini ilgilendiren konulardan olduğunu gözlüyorsunuz.
Bazı insanların zihinlerinde oluşturduğu “entelektüel tutarlılık”, “onların dünyasında” çok farklı değerlendiriliyor.
Sanki bir çoğunda haksız uygulamalara “itiraz”, kendilerinin bu halkaya bir türlü dahil olamaması ile ilgili.
Diyelim, taksimetre ücretine zam yapılsa ya da ÖTV’siz aracın süresi uzatılsa... Hemen “tavlanmaya” hazır, kurnaz bir sinyal veriyorlar.
İktidara, “Abi, fazla atarlanıyorlar, turist azalıyor, işler düşüyor” noktasından mesafeliyorlar.
Hani, içten içe bu ülkede bazı şeylerin “azalmaya” yüz tutmasının, genelden gelerek onların ekonomisini etkilemeye başladığının farkındalar, ama “iri laflar” etmekten hoşlanmıyorlar.
Esasında mevcut iktidardan da “sıkıldıklarını” hissediyorsunuz.
Ama hayallerindeki lider profilini muhalefetteki adaylar arasında göremiyorlar.
En karşı olanı bile Tayyip Erdoğan’ın “delikanlı” hallerine gizli bir hayranlık duyuyor, benzer bir arayışı açık açık seslendiriyorlar.
Onlar, sadece İstanbul’da değil.
İzmir’de, Kayseri’de, Ankara’da Edirne’de...
Neticede iktidarı belirliyorlar, bizler de kabulleniyoruz.

-----

Seküler cephe

AK Parti, muhafazakar bir yapıya sahip.
Sünni İslam’ın referanslarına giderek daha fazla itibar ediyor.
Aynı zamanda İslami tınısı güçlü bir Türk Milliyetçiliğini de parantezine dahil ediyor.
Bu anlamıyla İç ve Doğu Anadolu, MHP oylarına göz kırpıyorlar.
Sayın Bahçeli bu koalisyonun gönüllü destekçisi.
Beri yandan, “kıyı” MHP’lilerin bu ölçüde angaje olamayacağını söyleyenler var.
Şimdi, sıkı durun!
Bu kapsamda oluşturulan bir cepheyi bu ülkede dengeleyebilecek tek seçenek “seküler” koalisyonudur.
Bu koalisyonun elemanları da Laikler, Aleviler, Kıyı Milliyetçileri ve Kürtlerdir.
Yani, tarih tekerrür ediyor.
Bu denli ulusalcı bir nüve filizlenmeden önce CHP, Güneydoğu’da bayağı etkin bir partiydi.
Cumhuriyet değerlerini benimsemiş insanlarla Kürtlerin işbirliği hangi boyutlara evrilir, Aleviler ve Laik Milliyetçilerle “birliktelik” hangi seviyelere gelir, bu soruların cevabı, bundan sonrasına yönelik gelişmelerin bu insanlar nezdinde yaratacağı tehdit algısına bağlıdır.
Seküler cephe; bir mücadele ve karşı koyma kültürü olmayan naif laiklerin, bu sayede vaki kıyafetsizliklerine de “merhem” olacak bir oluşumdur.
Hani, böylesi bir gelişme olmazsa beklenen, Cumhuriyet değerleri ile yetişmiş kitlelerin birkaç nesile bile varmadan, hakim ideolojinin dümen suyuna girerek, en uyumlu “muhafazakar” insanlara dönüşmesidir.
Tıpkı birkaç yüzyıl öncesinde, ağırlıklı “Pontus” olan Karadeniz ahalisinin bu günlerin en “taze” ve en “imanlı” Müslümanları olması gibi...
Bakalım, bahse konu Cumhuriyetçi kesimlerin kaderi nasıl tecelli edecek?

Yazının devamı...
Başkan’ın Sığacık’ı
13 Kasım 2016

İnsanlar akın akın gelmişlerdi.

Türkiye’nin ilk ‘yavaş şehri’ bir başka güzeldi.
Alaçatı’dan farklı olarak, müthiş bir ‘yerellik’ dokusu benliğinizi ‘azalmaya’ davet ederek sarıveriyor.
İddia ediyorum, Türkiye’de bu denli keyifli, sıcak, yaşam sevinci içeren, özgüvenli ve tabii ki yerel gastronomik tatlar açısından ‘kendinizden geçirici’ bir belde yok.
Seferihisarın makus talihi, Belediye Başkanı Tunç Soyer’le değişmeye başladı.
Tamam keşfedilmeyi bekleyen bir cennetti.
Ama bu güzel yer, üstelik son derece dengeli ve dikkatli bir şekilde, ‘aslını koruyarak’ Sayın Soyer sayesinden ülke gündeminde giderek daha fazla yer bulmaya başladı.
Hani bazı insanlar vardır, kalitelerini keşfetmek için zaman harcamanıza gerek yoktur, Tunç Bey’i tanıyınca böylesi bir izlenimi hemen ediniyorsunuz.
Aziz Kocaoğlu gelecek dönemde Büyükşehir Belediye Başkanlığına aday olmaz ise CHP’nin İzmir adaylığı için fazla yorulmasına gerek yok, denebilir.
Tekrar başa dönerek, Sığacık endişe parametrelerimizin yükseldiği şu günlerde, ziyaretçilerini ‘hafifletecek’ ve ‘morallendirecek’ bir yer. Tavsiye olunur.


ALGIDA BULUŞMA
Geçen hafta, Yeni Fuar İzmir’de düzenlenen Engelsiz İzmir etkinliğini ziyaret ettik. Bizi gitmeye motive eden unsur, çok sözü edilen bir seramik sergisiydi. İdol Sanat Evi tarafından, görme engelliler için düzenlenen “Algıda Buluşma” sergisi, hakikaten olağanüstü etkileyiciydi. Seramik sanatçıları, ünlü ressamlara ait tabloları, görme engellilerin de hissedeceği şekilde, kabartmalı olarak seramikten tablolara dönüştürmüşler. Miro’dan Van Gogh’a, oradan Dali’ye, dokunarak görmek, zaten kentimizin en insani etkinliği olan ‘Engelsiz İzmir 2016’nın yüreklere dokunan bir çalışması olmuş.
Emeği geçenlere teşekkürler ediyoruz.

 

PIRASANIN HUZURU
Evrenin, bizim bilemeyeceğimiz, idrakımıza bile sığdıramadığımız bir düzeni var. Bizler, “dünya” denilen bir yerde yaşayan canlılarız. Başka yerlerde canlılar var mı, bilmiyoruz. Net ve somut tespit, “canlı” diye ifade ettiğimiz şeyler (biz dahil), “doğuyor, ürüyor ve ölüyor.” Bu kural kesin.
Öyle, “düşündüm, ettim” kabilinden, insanlar dışında, bir özelliği, ayrıcalığı olan yok. Yani, belki de evren dediğimiz yapının formatında bu neviden farklılık hiç yoktu ve bir karambol bozulma “insan” denen varlığı “düşünen hayvan” diye nitelenen bir “çukura” itti. İşte, işler de bu noktadan sonra karışmaya başlamış gözüküyor.
Din, ahlak, vatan, millet, bilim, felsefe... Akla gelen, gelmeyen bir yığın problemlerin imalatçısı olduk ve kul yapısı dertlerin esaretini yaşıyoruz. Oysa bizim gerçeğimiz “doğan, üreyen, ölen” bir “geçici eleman” olmak. Galiba masumiyetimizi tekrar kazanmanın tek yolu, bir sebeple sahip olduğumuz “aklı” kullanarak “düşünceyi” yok etmek.
Melih Cevdet Anday bu fikri pek bir savunurdu.
Bir “pırasanın” huzuru,
Ya da “ateş böceğinin” gamsızlığı, bağırsak parazitimizin tabiata uyumlu görev disiplini.
Bunlar bizim neyimize yetmedi.
Oysa şimdi şu halimize bakın.
Ölümlü olduğunu bildiği halde akıllı görünen aptal insanlarız.

ERTESİ GÜN
Devlet düzenin en önemli unsuru “Adalet”tir. Bu esasa göre işleyen yapılar huzurlu bir ortamı kalıcı olarak tesis eder. Adalet beraberinde hukuku yaratır, hukuk bürokrasisini ve bu silsile neticede “müesses nizam” dediğimiz devlet ve toplum hayatını oluşturur.
Ülkemiz son dönemlerde maalesef kutuplaşıyor. Devletin ülkedeki her kesime kucaklayıcı yaklaştığını düşünmeyenlerimiz çoğalıyor
Yasama, yürütme, yargı, sivil ve askeri bürokrasi, üniversiteler, STK’lar, siyasi partiler, seçim kurulları... Hemen hepsinin, olması gereken ölçüde bağımsız ve özerk olmadığı aşikar hale geldi.
Diyebilirsiniz ki “güçlü iktidar” nedeniyle bir zafiyet oluşmuyor, hatta zaman kayıpları önleniyor.
Şayet, bu “kabul”e aklı yatanlardansanız, her iktidarın geçici olduğunu ve “ertesi gün” de neler olabileceğini de düşünmeniz gerekir.
Müesses nizamı kendi doğrularıyla örtüştürerek götüren “kişiye özel” tercihler, “sonrasına” dair, kötü niyetli “iktidar iştahlılarına” her türlü kullanıma açık bir ortam bırakmış olurlar.
Kuralın, kısıtlayanın, karışanın bulunmadığı bir düzen, sonraki süreçlerinde genelde “gelen gideni aratır” şeklinde tecelli eder.
Demokrasi ve adalet kaygısı taşımayan ve bu değerlerin “iskelesinden” uzaklaşan iktidarlar kendi insanlarına mutluluk veren bir nizamın kurucusu olamazlar.
Hatırlayın, Nasır’la başlayan süreç Enver Sedat, Hüsnü Mübarek... derken Sisi’ye kadar geldi.
İktidara gönül verenlere sesleniyoruz, maalesef, toplum hayatı insan hayatından çok daha uzun.

Yazının devamı...
Minber
6 Kasım 2016

Akgerman Ailesi, Floransalı Medici Ailesi gibi, hayalini kurdukları İzmir Rönesansı’na katkı koyabilmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Bu defa da Atatürk’ümüzün 1918 yılında Fethi Okyar ile birlikte çıkardığı ve 51 sayısı yayınlanan Minber Gazetesini gündemimize getirdiler.

Giderek pusulasız kaldığımızı hissettiğimiz bu dönemde, belki de ülkemizin en karanlık yılları olan 1918’ler de bile daha güzel günlerin vazgeçilmezliğine dair bir kararlılık sembolü olan Minber Gazetesi, sizleri bilemiyorum ama bana çok iyi geldi.
Teşekkürler Akgerman’lar.

-----

Ata’nın resim sergisi

BENZER bir çaba da İzmir Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Hasan Küçükkurt’tan geldi.
Hanri Benazus’un koleksiyonundan Atatürk Resimleri Sergisi, 7 Kasım Pazartesi akşamı Işıkkent’te Bortar Event Hall’de sergilenmeye başlanacak. Size de Teşekkürler Hasan Bey.

-----

Moraller yerlerde sürünüyor

CUMHURİYET, demokrasi demek değildir.
Bu topraklarda ilk defa Tanzimatla birlikte demokratik bir toplumun tohumları ekilmeye başlamıştır.
Cumhuriyet bu renkliliğe temkinli yaklaşmıştır.
1950’de çok partili hayat başlamışsa da “Kurucu irade vesayeti” daha epey bir süre devam etmiştir.
Bu durum “demokrasi pratiği” konusunda toplumumuzu “acemi” kılmıştır.
Cumhuriyet’in yüzü batıya dönüktür.
Laik bir devlet organizasyonu yeterli addedilerek, demokrasinin kültürel altyapısının oluşturabileceği düşünülmüştür.
Bu anlayış, demokratik olgunluğu yaşayarak öğrenebilecek kesimleri merdiven altına itmiş, günü geldiğinde birikmiş husumetleri ile cumhuriyet ve demokrasi kültüründen büsbütün uzaklaşmışlardır.
Esasında yeryüzünde rejimler; Cumhuriyet, Padişahlık, Din Devleti diye sınıflanmaz.
Temel ayrım daha basittir.
Demokrasiler ve Totaliter rejimler.
Cumhuriyetimiz bu anlamıyla “demokrasi” değildi.
Kendini ayakta tutabilmek için “tektipleştirici” bir anlayışa yönelmesi gerekiyordu.
“Kabuk bir batıcı” görünüm altında, muasır medeniyeti “hedef” göstererek, çağın o esnada önerdiği en geçerli değeri (ulusalcılık ve Türklük) temel ideoloji haline getirip bir baskıcı düzeni hayata geçirdi.
Denilebilir ki “laiklik” kalitesi kazandırılmış kitleler demokrasiye daha kolay intibak sağlayabilir.
Şayet, muhafazakarlar ve Kürtler bu denli baskı altında tutulmasalardı, daha özgür yaşanacak bir 80 yıl, o kesimleri evrensel demokrasiye mesafe anlamında muhtemelen çok daha ileri bir noktaya getirebilirdi.
Şimdi, bu “dalgalı deniz” ne zaman makuliyete, huzura ve demokrasiye gelir ve mutabakat oluşur, bir zaman vermek zor.
Açık söylemek gerekirse, bu iş öyle üç-beş yıllık bir zaman diliminde çözümlenecek gibi gözükmüyor.

-----

Hakir görmeyin

MUHAFAZAKAR kanattan bir kanaat önderi halkın silahlanmasını önerdi.
Şüphesiz mevcut rejimi korumak için istiyordu.
İlginç olan, muhafazakar kitlelerin de bu potansiyeli görmesiydi.
Eline silah alıp değerleri için savaşacak kitleler, mevzu din ya da mezhep olunca bu topraklarda hep vardır.
Kürtleri zaten yaşıyoruz.
Peki, laiklerden böyle bir şey beklenebilir mi?
Bu sorunun yanıtı bellidir.
Tabii ki beklenemez, onu koruyan asker tarih olmuştur.
Bahse konu bu naif kitleler Cumhuriyeti coşkuyla kutladı.
Onuncu yıl marşları, bayraklar, fener alayları...
Ancak, hakim güçler tarafından, ne yazık ki, fazla kaale alınmadılar, tehdit algısı oluşturmadılar.
O sebepten, sanki ciddiye alınmıyorlar, kendi hallerine bırakılıyorlar, eğlenmelerine müsaade ediliyor, zararsız addediliyor, bıyık altından gülünüyorlar.
Sayıları on milyonlarla ifade edilen bir kesim için acı, çok acı bir tablo bu.

-----

Aklı-selimi bekliyoruz

MUHAFAZAKAR dünya görüşüne sahip olanlar, kendi modellerini oturtabilmek için demokrasiyi önemsemiyorlar.
Tarihi bir süreç yaşıyoruz.
Kesin olan bir şey var.
Artık hiçbir şey “eski Türkiye” gibi olmayacak.
Gelişmeler olağanüstü hızlandı.
Nefesimizi tuttuk, ne olacak diye bekliyoruz.
Tek bildiğimiz, tempo böyle gitmez, gitmemeli. Ötesini bilmiyoruz.

Yazının devamı...
Çağdaş Kültürpark
30 Ekim 2016

Buna mukabil, Kuş Cenneti, Kent Ormanı ya da Homeros Vadisi gibi yerler doğrudan “tabiat parklarıdır”.

Tıpkı Karadeniz yayları veya Amazon Ormanları gibi...
Bu sebepten Kültürpark’ı kendi haline bırakamazsınız.
Sürekli elinizin ve gözünüzün üstünde olması gerekir.
Doğal parklar bir nevi “Şahane Serseri”dir.
Dokunmadığınız ölçüde cazibesini arttırır.
Saçı, sakalı birbirine karışsa da bu bohemlik ona ilave bir “tanrısal izlenim” verir.
Ancak bir metropol göbeğinde insan eliyle oluşturduğunuz yere “Şahane Serseri” muamelesi yapamazsınız.
Hani, doğallık uğruna “kıllarına özgürlük” tanıyan, “dişlerini fırçalamayı” reddeden marjinallerin hallerine savrulmamanız gerekir.
Yıllar önce Ankara’nın Kuğulu Parkı’nda da benzer bir tartışma yaşanmıştı.
Dönemin Belediye Reisi Vedat Dalokay tüm itirazlara rağmen, o dağınık cangılı imrenilecek bir kent parkına dönüştürmüştü.
Diyebilirsiniz ki, “ben, pek kimse gitmese de Kültürpark’ın bu haliyle kalmasında ısrarlıyım.”
Bu amaçla “Dokundurtmam” diye kampanyalar düzenleyebilirsiniz.
Ya da “şahsi takıntımdır” deyip, mesnetsiz bir özgüven yaklaşımı sergileyebilirsiniz.
Bakınız, yaklaşımlar psikolojik izahlara muhtaç olmamalı.
İzmir’de son dönemlerde sıkıntılı bir kesim peydah oldu.
Bunlar daha ziyade Alsancak, Karşıyaka ve Güzelyalı sahilinde yaşayan ve kendilerini kentin gerçek sahibi zanneden insanlar.
Pek çoğu 1920’lerden gelen bir kuşak göçmenlerin ikinci ve üçüncü kuşakları.
Bu kişiler Kültürpark’a dair egoist bir ısrar sürdürüyor.
Beklenir ki, “çevreci” kalkanını kullanarak bu işlere kalkışıyorsunuz, hemen her konuda tutarlı, demokrat, hümanist, empatik olmanız icap eder.
Aynı Alsancaklılar, daha birkaç yıl önce çeşitli sebeplerden semtlerinde yaşamak durumunda kalan travestilere karşı, engizisyoncuları kıskandıran bir hoyrat yaklaşımla, bildiriler yayınladılar, yürüyüşler düzenlediler.
Mesela yine bu zevat, Kültürpark’ın duvarlarla çevrili olmasına hiç karşı çıkmazlar.
Zira o duvarlar, Park alanına Roman nüfusun Kahramanlar semti cephesinden daha fazla dahilini önler.
Neticede biraz eşeleyince “ipini koparanın gelmediği”(!) bir Fuar alanı özlediklerini görürsünüz.
Yani, kusura bakmasınlar, bu arkadaşlar bize yeterince tutarlı ve samimi gelmiyor.

-----

Bencil ajitasyon

NEDİM Atilla, Kültürpark’ın tarihini, ne olup olmadığını Ege’de SonSöz’de yazıyor.
Kültürpark, insanı, sanatı, kültürü, ekonomisi ile kent içi dinamik bir yeşil alan.
İnsanlar “çevreci” çağrılara düşünmeden, incelemeden destek verirler.
Birileri bu insani eğilimi kullanmaya tenezzül edip birkaç bin imza topladık diyebilir.
Nostaljik konforları bozulmasın diye, sürekli bir geliştirme çabası gerektiren bir Park alanının, halktan kopuk, unutulmuş (şimdiki gibi) bir hale terk edilmesini savunmamak gerekiyor.
Şehir hayatı denen gerçeklik; doğa-insan dengesini kollayarak ve yaşamayı kolaylaştırarak İzmir’e hep ilaveler yapmak zorunda.
Bu anlamıyla tüp geçit de bir ihtiyaç, otoyollar da tramvay projesi de...

-----

Sıra Alaçatı’da

İSTEMEZÜKÇÜ ekibin yeni takıntısı “Alaçatı”.
Efendim; kötü yapılaşma varmış, kalabalıkmış, pahalıymış... Ez cümle rezil bir yer olmuş.
Bu Alaçatı; 15-20 yıl önce, terk edilmiş, virane, çoğu hayvan damı, tuvalet kokusundan ara sokaklarına giremediğimiz bir yerdi.
Şimdi, eski Rum evlerinin restore edildiği, yenilerinin de bu karaktere uygun yapıldığı ve bu haliyle müthiş bir görsellik sunan, yeme, içme, eğlence kültürü ile sadece yerli değil, yabancıları da heyecanlandıran, butik otellerinin yanı sıra beş yıldızlı tesisleri, sörf parkurları, marinaları ile sadece Türkiye değil “Dünya Ligine” oynayan ve alacağı mesafenin daha henüz üçte birinde olduğu konusunda uzmanların hem fikir olduğu bir “mucize belde.”
Ve bu sayede onbinlerce insana iş, aş ve ticaret imkanı sağlayan bir yer.
Hani hayattan elini ayağını çekmiş insanlarsanız, tamam bu Alaçatı sizi memnun etmez. Ama hızlı gelişme nedeniyle yaşanan kısmi arızaları da abartıp, yerin dibine sokmaya, hatta “imha” etmeye hakkınız yok, artık “soluklanın” lütfen.

-----


Dönerci Vedat

İZMİR’in kalitelerini kanıtlamış dönercilerini hep biliyoruz.
İlk anda akla gelenler, Alsancak’ta Altınkapı, Kemeraltı’nda Can Döner ve Toros, Nergiz’de Ahmet Usta, Çeşme’de Tokmak Hasan, Gaziemir’de Şaban Usta...
Ancak bir başka yer var ki, insanın aklını başından alıyor.
Altındağ’da Dönerci Vedat’tan bahsediyoruz.
Hani, lezzet avcısı iseniz, ne yapın, edin lütfen deneyin. Fazla söze gerek yok, fotoğraftan izlenim alabilirsiniz.
(4035 Sokak No: 12 Altındağ, 0-232 458 41 84)

Yazının devamı...