(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Ayşegül Ekinci" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Ayşegül Ekinci" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Ayşegül Ekinci

75 yaşındaki doktorun kardeşini önce kaçırdılar, sonra yaktılar
19 Mart 2012

Gülsevin Yazıcı, dahiliye uzmanı. 50 yılı aşkın meslek yaşamında Türkiye’nin birçok bölgesinde görev yapmış. Binlerce hastaya bakmış. Tedavi etmiş. Başhekimlik yapmış.

Sadece kendisi değil, kocası ve oğlu da doktor. Kalbi sevgi dolu, hastalarından bahsederken gözleri ışıldayan biri o.

75 yaşındaki dahiliye uzmanı Gülsevin Yazıcı, 1 aydır Londra’da tüyler ürperten bir dramın içinde. Üzüntüden saçları dökülmüş. Yorgunluktan ve umutsuzluktan gücünün kesildiği, Londra’nın mezarlıklarında erkek kardeşi Akın Sezer’i aradığı günlerde, tam da artık bacaklarında yürüyecek derman kalmadığı soğuk bir günde tanıştık onunla.

İşte onun hikayesi, önce kaybolan sonra da yakıldığını tesadüfen öğrendiğim erkek kardeşinin hazin sonu.

Kardeşinin karısı ve dört çocuğu artık bakamayız deyince

Doktor Gülsevin Yazıcı’nın erkek kardeşi Akın Sezer, 35 yıl önce Londra’ya gidiyor. Bir restorantda çalışırken, orada garsonluk yapan İspanyol asıllı Gayna ile evleniyor. Daha sonra kendi kafe-restorantını açıyor. İspanyol eşinden Suna, Ceyda, Demir ve Sema isimli dört çocuğu olan Akın Sezer, hayatını eşine ve çocuklarına adıyor. Ancak bu hikaye, böyle mutlu bitmiyor. Akın Sezer, kanser hastası olduğunu öğrenince yavaş yavaş güçten düşüyor ve işini idare edemez duruma geliyor. Bir müddet sonra da işini kapatıyor. Bu noktada kanser hastası Türk eşine daha fazla bakamayacağını anlayan Gayna Sezer, abla Gülsevin Yazıcı’yı, acil Londra’ya çağırıyor. Apar topar Londra’ya gelen doktor abla, kardeşini hasta yatağında buluyor. Kardeşine yemek verilmediğini görünce şaşkınlığını gizleyemeyen Gülsevin Yazıcı’nın dramı böylece başlamış oluyor.

Gelin bu hazin hikayenin geri kalanını ondan dinleyelim; ‘ Kardeşime neden yemek verilmediğini sorunca, Gayna bana doktorlar yasakladı’ dedi. Oysa, bunca yıllık doktorum hasta isterse yemek verilir. Hasta böyle ölüme terkedilmez. Hemen kardeşime yemek yaptım, çok sevindi. Kardeşimle ilgilenmeye başladım, bunun üzerine kardeşimin karısı ve çocukları karşıma geçip, ‘ Buraya kadarmış. Biz babamıza bakamayacağız. O zaten ölecek, onu kolay ölebileceği Düşkünler Evi’ne yatıracağız’ dediler. O an dondum kaldım. Şaka ya da kötü bir rüya sandım. Ama gerçekti. Kardeşim başına gelecekleri anlayınca, ‘ Abla bırakma beni ‘ diye adeta yalvardı. En azından hastaneye yatırılsın diye uğraştım. Neyse, hastaneye haber verip kardeşimi St Mary’s Hastanesi’ne yatırdık. Burada kardeşimle her gece dua ediyorduk. O başına gelecekleri biliyordu. Eşinin kendisini, kolay ölmesi için Hospice adı verilen ve hastanın adeta ölümü beklediği merkezde kalmak istemiyordu. Bu nedenle başından ayrılmamı istemedi. Sürekli, ‘ Abla beni götür’ dedi. Ancak, kardeşimin eşi ve çocukları bu duruma itiraz ederek benim, kardeşimin yanına girmemi engellemeye çalıştılar. Yaşadıklarıma inanamıyordum. Kardeşime söz verdim, onun yanında olacaktım’..

Hastaneden kaçırılan kardeşin hazin sonu/images/100/0x0/55ea7eb4f018fbb8f883ae11

İşte o günlerden birinde doktor ablanın haberi olmadan erkek kardeş Akın Sezer Londra’nın göbeğindeki St Mary’s Hastanesi’nden kaçırılıyor. Daha doğrusu eşi ve çocukları, babalarıyla daha fazla ilgilenemeyecekleri için onu ölüme terk ediyorlar. Ve, abla kardeşine ne olduğunu bulmak için günlerce çalmadık kapı bırakmıyor. Yakınlarından yardım istiyor, hastaneleri, morgları ve mezarlıkları araştırıyor. Tabii, İspanyol eşi de arıyor ama telefonlar açılmıyor bile.

Gülsevin Yazıcı ile bu zor günlerinde tanıştık. Amacım, haberini yapıp ona kardeşini bulmasında yardımcı olmaktı. Çektiği acı öylesine büyüktü ki, ‘ Kardeşime ne olduğunu bulmadan Londra’dan gitmeyeceğim’ diyordu. Tam da yetkilileri devreye soktuğu, sesini duyurmaya çalıştığı son günlerde.. Ne mi oldu? Kaldığım yerden devam edeyim o zaman,

Türk doktorun kardeşi yakılmış

Dahiliye uzmanı doktora yardım etmem gerekti, onun acısını belki dindiremezdim ama hafifletebilirdim. O an aklıma gelen, bir yöntemle aileyle irtibata geçmekti. Nasıl olduğunu anlatmayacağım. Aileyi buldum ve tesadüfen, Akın Sezer’in Düşkünler Evi’nde öldüğünü öğrendim. Daha sonra da Müslüman olduğu halde cenazesinin yakıldığını. Hatta, bunu daha önce tahmin edip ablasına ‘ Beni bırakma’ dediği..

---

Akın Sezer, huzur içinde yatsın. Ablası, artık onun sonunu biliyor. Yetkililer bulamadı ama biz bulduk, ne olduğunu.

Doktor Gülsevin Yazıcı’ya gelince. Türkiye’ye döndü. Belki gözünün yaşı hiç dinmeyecek. Belki, kardeşinin kendine yakaran gözleri hep tutuklu kalacak zihninde. Yalvaran sesi de havada asılı. Öylece o birbirlerini gördükleri son hastane odasında!!

Doktor Gülsevin Yazıcı ve ailesi, kardeşinin yakılması ile ilgili hukuk mücadelesi vermeye hazırlanıyor. İngiltere’de. Kimbilir, belki de örnek olurlar, zor durumda olan başka kişilere...

www.facebook.com/AysegulEkinciOfficial
www.twitter.com/EkinciAysegul

Yazının devamı...
Yaşayan en komik adam ‘Ağlatmak’ istemiyor. Neden mi?
2 Şubat 2012

Dört çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya gelen Rowan Atkinson, çok iyi bir eğitimin ardından Newcastle Üniversitesi’ne girdi.  Oxford Üniversitesi’nde mühendislik yüksek lisansı yapan Atkinson, okul yıllarında Oxford Üniversitesi’nin Drama Derneği’nde çalışmalara katıldı. Mühendislik eğitimi alıp komedyen olarak kariyer yapan Rowan Atkinson bugün geriye dönüp baktığında, ‘Herhalde içimde varmış’ demekten çekinmiyor.

Dünyayı, Mr Bean karakteriyle 1988 yılında tanıştıran Rowan Atkinson, şimdilerde ti’ye aldığı James Bond filmlerinde oyunculuk kariyerinin ilk yıllarında oynadı. 1983 yılında James Bond filmi olan "Asla Asla Deme"de (Never Say Never) oynayan ünlü komedyen, Dört Nikah Bir Cenaze, Tabana Kuvvet, Scooby Doo, Aşk Her Yerde  filmleriyle kariyerini iyice pekiştirdi. Bu dönemlerde, Mr. Bean karakterini de beyazperdeye taşıdı. /images/100/0x0/55ea1ffdf018fbb8f86cc0e8

1997 yılında ilk Mr Bean filmini çeviren Rowan Atkinson, ikinci Mr Bean filmi olan Mr Bean Tatilde’den sonra bir daha Mr Bean filmi yapmayacağını açıkladı. Son olarak, James Bond parodisi olan sakar ajan Johnny English tiplemesiyle gönülleri fetheden komedyen, Mr Bean karakterinin tesadüfen doğduğunu  söyledi. Atkinson ‘ Gündelik yaşamımda  fark etmeden o kadar çok mimik yapıyorum ki, Mr Bean bu tiplemelerden doğdu’ diyor.

Çevresini gülmekten kırıp geçiren adamın karşısında ciddi röportaj yapmak mümkün mü? Aslında pek de değil. Ama, zorlayınca ciddi zaman zaman komik oldukça içten bir röportaj çıktı. Buyurun bakalım:

"Mr. Bean görsel bir karakter"

Siz, Mr Bean karakteriyle bir tip yarattınız. Bu sakar adama tüm dünya güldü. Mr Bean nasıl doğdu?

Mr Bean’i aslında ben yaratmadım. Ya da şöyle açıklayayım: Gündelik hayatımda yaptığım mimikleri fark eden yönetmen arkadaşlar benden Mr Bean’i yarattılar. Yani ben, bilinçli bir şekilde Mr Bean olmadım. Çok mu karışık oldu?

Yoo ben anladım. Peki insanları güldürmek kolay mı?

Hiç de kolay değil. Belden aşağı espri yapmadan insanları güldürebilmek aslında ciddi bir iştir. Bu, ciddi bir yetenek ve teknik ister. Ekol olan komedyenlere baktığınızda hepsinin birbirinden  farklı olduğunu ve uslüplarının da farklı olduğunu görürsünüz.

Sizin güldürme yeteneğiniz nereye dayanıyor? Sırrınız teknikte mi yoksa doğuştan mı?

Bunu ayırt etmek imkansız. Şöyle diyelim, yetenek olmasa tutunamazsınız, fark edilmezsiniz. Ama tekniğiniz iyiyse, kalıcı olursunuz. İzleyicide devamlılık hissi yaratırsınız ki bu çok önemlidir.

Evet, sizin güldürme kabiliyetiniz ne monologa ne de diyaloga dayanıyor.

Öyle. Ben fiziksel komedi ve kara mizahı karıştırıyorum. Vücut dilimi çok kullanırım. Ama bunu bilinçli yapmıyorum. Üniversite yıllarında keşfettik. Sonra da çok sevildi. Ama sanılmasın ki, gündelik yaşamımda böyle garip ifadelerle tek kaşı kalkık halde dolaşıyorum.

Ama öylesiniz!! Konuşurken belki fark etmiyorsunuz ama yüzünüz aynı Mr Bean gibi oynuyor. Ama itiraf edeyim çok ciddisiniz.

Aslında hayatı ciddiye alırım. Kamera karşısına geçince ise bambaşka biri olurum. Bana göre asıl o zaman Mr Bean oluyorum. Ama galiba ben de Mr Bean ile çok özdeşleştim. Mr  Bean görsel bir karakter, oysa Johnny English daha durumsal bir karakter.

"Şimdiye kadar hep güldürdüm. Ağlatmayı beceremem. Benden daha iyisi çıkar kesinlikle"

Siz hiç ağlatmayı denediniz mi? Hep güldüren adam olarak mı kalmak istiyorsunuz?

Bu benim şeçimim değil. Şimdiye kadar hep güldürdüm. Güldüren adam oldum. Zaten ağlatmayı beceremem. Düşünün, drama ağırlıklı bir karakter canlandırıyorum ve filmde başka oyuncular da drama oynuyor. Eminim benden daha iyi ağlatan bir aktör çıkar. Ağlatmayı beceremem. Ben iyisi mi, iyi olduğum sahada kalayım. Hem ağlatmak hem de güldürmek eğer kaliteli iş yapıyorsanız, kolay değildir.

Lakabınız lastik yüzlü adam..Eşiniz dostunuz size güler mi?

Gözümün içine bakarak gülmezler. Sanırım benim duruşumda bir komiklik var. Yoksa ciddiyimdir.

Gelelim Johnny English’e... James Bond mu yoksa Johnny English mi, desem?

Şimdi James Bond’a haksızlık etmeyelim. İkisi de kendi kulvarlarında önemli ajanlar. James Bond çok yakışıklı, hızlı ama Johnny English’te karizmatik ve komik. Bir de dürüst. Kararı siz verin.

Johnny English’in Dönüşü filmi , sakar ajanın geri döneceğini müjdeliyor. Sizin için bu filmin önemi nedir?

Johnny English’i yaptığımız zaman ortaya çok güzel bir komedi ajan filmi çıktı. Öyle sahneler oluyordu ki, gülmekten filmi çeviremiyorduk. Aslında 2’ci filmi yapmakta geç bile kaldık. Bir de izleyici sakar ajan Johnny English’i sevmişti. İkinci filmi yapmamız zaman aldı. Bundan sonra ne olur bekleyip, göreceğiz.

Johnny English karakterini biraz anlatsanıza, lütfen?

İyi kalpli, iyi niyetli bir adam. Onun dürüstlüğü ve düzlüğü karşısında, ajan olarak üstlendiği görevleri başarmasını istiyorsunuz. Otomatik olarak izleyici bu sakar ajanı seviyor. Ona kızamıyor. En kolay pozisyonlarda bile işi ıskalamak da ayrı bir hünerdir.

www.facebook.com/AysegulEkinciOfficial
www.twitter.com/EkinciAysegul

Yazının devamı...
Meryl Streep hayatının rolünü oynarsa ne olur?
19 Ocak 2012

İngiliz Muhafazakar Parti Lideri Margaret Thatcher Kensington Town Hall’da yaptığı bir konuşmada, Sovyetler Birliği’ni ağır eleştirince, Sovyet Savunma Bakanlığı gazetesi Krasnaya Zvezda ( Kızıl Yıldız),  lafını esirgemeyen kuaför eli değmiş kabarık saçlarıyla meydanlarda hararetli konuşmalar yapan kadın politikacıya ‘Demir Leydi'

lakabını takıyor. Sonraları sahibiyle çok özdeşleşecek bu lakap Moskova Radyosu’ndan tüm dünyaya duyuruluyor.

 

İşte, o günlerin ‘Demir Leydisi’ İngiliz politikacı Margaret Thatcher 11 yıllık iktidardan sonra politikadan çekilirken, tam 21 yıl sonra, yeniden farklı şekilde gündeme oturdu. 2008 yılında yönettiği Mama Mia filmiyle dünya çapında başarı yakalayan İngiliz kadın yönetmen Phyllida Lloyd, Margaret Thatcher’in hayatını konu alan ‘The Iron Lady-Demir Leydi’ filmiyle, başta İngiltere olmak üzere bir çok ülkede tartışma başlattı. Margaret Thatcher’i seven ve sevmeyenler ikiye ayrılırken, Thatcher’i Hollywood’un en aranılan kadın yüzlerinden ödüllü Meryl Streep’in oynaması, filme olan ilgiyi ve tartışmaları daha da artırdı.

 

Londra’da bir araya geldiğim ünlü oyuncu Meryl Streep, sakinliğini korurken, Margaret Thatcher’i oynamanın yarattığı heyecanı da itiraf etti. Margaret Thatcher’i oynamadan önce onu pek sevmediğini anlatan Meryl Streep, ‘ Margaret Thatcher çok sevilmeyen hatta nefret edilen bir politikacı. Onu hiçbir zaman duygularını gösterirken görmüyorsunuz. Hep kontrollü ve soğuk. Zor bir karakter. Tüm bu özellikler ve nefret edilmesi, beni Margaret Thatcher’i oynamaya itti’ derken, filmin sonunda ünlü politikacıyı sevdiğini de gülümseyerek anlattı.

 

Margaret Thatcher çok tartışma yaratan bir karakter. İngiltere’yi ikiye bölmüştür. Ya sevilir ya nefret edilir. Dünya politikasında da öyle. Böyle bir karakteri canlandırmadan önce kafanızda hiç soru işareti oldu mu?

 

Tabii çok hızlı geçen soru işaretleri olmadı değil. Ama bununla birlikte öyle şeyler vardı ki. Örneğin, Margaret Thatcher, çok sevilmeyen bir politikacı. Hatta çevresinde ciddi bir nefret var. Soğuk ve kontrollü bir kadın. Duygusuz bir politikacı. Onu, her an gerçek olmayan bir şekilde görüyorsunuz. Çizdiği imaj çok köşeli. Sırf bu yüzden, ilgimi çekti. Aslında film, Margaret Thatcher’in son döneminden yola çıkarak eski günlere yansımalar yapıyor. Margaret Thatcher kendi çizdiği imaj hapishanesinde mahkum gibi geldi bana. Bu nedenle bu karaktere ilgi duydum. Kafamdaki soru işaretlerinin gelmesi ile gitmesi bir oldu.

 

Margaret Thatcher’i öyle iyi yansıtıyorsunuz ki, şaşırmamak mümkün değil. Şimdi bir şey sormak istiyorum ama şaşırmayın, sanki çok ortak yönünüz var gibi?

 

Ortak yönlerimiz olabilir..( Nazikçe gülümsüyor ve düşünüyor) Ben de biraz kontrollüyümdür. Hatta çocuklarıma ve eşime sorarsanız, dominant huylarım var. Hayatımda yaptığım her şey beni yansıtır. İçimden geliyorsa, yapacağım iş ya da proje her ne ise, beni yansıtacaksa ve içime siniyorsa, yaparım. Bu bakımlardan evet benzediğimiz söylenebilir. Benim oyunculuğa başladığım dönemlerde ki, 40 yıl öncesine gitmek gerek, kadınlar ya öğretmen olurdu ya da hemşire. Ben, erkeklerin egemen olduğu ortamda farklı bir şey yapmak istedim. O zaman ailem şaşırmıştı. Ama, ne kadar kararlı ve cesaretli olduğumu bilirler.Engel olamadılar. İyi ki de olmamışlar.

 

Tavırlarım ve oynadığım karakterler nedeniyle feminist olarak algılanabilirim. Ama böyle bir kaygım yok. Tek kaygım ben olmak.

 

İnanılmaz bir performans görüyoruz. Eminim Margaret Thatcher’in yakınları da, sizi Margaret Thatcher olarak gördüklerinde çok şaşıracaklar..

 

Teşekkür ederim. Hayatımın rolünü oynadım. 40 yıllık kariyerimin en büyük rolü diyebilirim. Ve bununla da gurur duyuyorum. Düşünsene, koca bir yaşam. Ve bu yaşam hep güç ve iktidarla geçiyor. Yalnız bir kadın. Etrafında ciddi kıskançlık, çelme takma, erkeklerin seni istemediği kadınların ise sana fesatla baktığı bir yaşam. Ve doğru bildiğini yapıyorsun. Ömrünün son günlerinde ise, güçsüzleştiğin, geçmişle, hayatla yüzleştiğin o saatler. Hatıralar. Yaşanmışlıklar. Yaşlılık. Koskocaman bir yaşamı oynamak çok heyecan verici.

 

Meryl Streep : ‘ Sol eğilimli olduğum için Margaret Thatcher’e önyargılıydım’

 

Margaret Thatcher’i oynamadan önce ön yargınız var mıydı?

 

Eee, tabii.. Ben sol görüşlü olduğum için Muhafazakar bir politikacıyı oynamak ilk önce biraz garip geldi. Bir de Amerikalı bir oyuncu olarak İngiliz politik arenasına girip, orada karakter oynamak..Dışarıdan gelen biriydim yani. Ve, sette o kadar çok erkek var ki. Tek kadın neredeyse benim. Her şey bir yana, çekimlere başladığımızda Thatcher’e önyargılı baktığımı farkettim.

 

Peki mimikleriniz, Margaret Thatcher olmanız?

 

Bunun bir reçetesi yok. Tamamiyle benle ilgili. Oynamaya karar verdiğim andan itibaren o kişi oluyorum zaten. Şöyle çalıştım böyle şunu yaptım diyemem. Çekimlerin bitmesine yakın maviyi sever hale geldim. İnci kolyeyi de.

 

Meryl Streep: ‘ Kendimi seyretmeyi sevmem. Keşke google’dan saçma sapan şeyleri silebilsem’

 

Bize biraz Meryl Streep’ten bahseder misiniz? O çok hayranı olan, ünlü yıldız kendini nasıl bulur?

 

İlgi, sevilmek, hayranlık duyulmak çok güzel şeyler. Ancak, bunların sizin normal yaşantınızın önüne geçmemesi gerek. Denge çok önemli benim için. Genelde, kendimi seyretmeyi hiç sevmem. Film çekiyorsam bittikten sonra çok gerekmiyorsa seyretmem. Galalarda seyretmeyi tercih ederim. Filmin vizyona giren halini.

 

Bazen, evde ailemle televizyon seyrederken, kendi filmlerime denk geliyorum. Tabii ki kanalı değiştirmiyorum ancak tüm konsantrasyonum filmin konusu üzerine oluyor. Şurada yanlış bir şey olmuş, adam niye bu kadar kızdı gibi. Yoksa, şöyle oynamışım yüzüm gözüm böyle görünmüş gibi konulara takılmam hiç. Bir de, google’da benle ilgili asılsız o kadar çok haber çıkıyor ki. Keşke imkan olup, hepsini sildirebilsem. Ama, artık onları da okumuyorum.

 

Genelde heyecanlı biri misiniz? Siz, hangi oyuncuları beğenirsiniz?

 

Şimdilerde daha sakinim. Heyecan ve paniğin gereksiz olduğunu anlayıncaya kadar sürdü bu durum. 1970’li yıllarda, Al Pacino ile bir projede oynamamız gündeme geldi. Al Pacino o yıllarda öyle ünlü ve şöhretli ki. Godfather filmini çevirmiş, her yerde o var. Ve, evime yemeğe gelmesine karar verildi. Daha rahat konuşup, birbirimizi anlamamız için. Al Pacino’ya spagetti yapmam gerek diye düşündüm. Herhalde, Godfather filminden çağrışım yaptı. Al Pacino, kapıda belirip elimi sıkınca heyecandan kaskatı kesildim. Ne yapacağımı bilemedim. Elim havada öylece kaldı. Sonra düşündüğüm zaman, Al Pacino’ya neden spagetti pişirdiğimi bir türlü anlayamadım. Heyecanımı da. Gerçekten tutulup kalmıştım.

 

Şimdi de size oyuncular aynı heyecanı gösteriyor olsa gerek?

 

Sanırım öyle. Sete başladığımız ilk günlerde benden çekinir ve saygı duyarlar. Arada heyecan var. Hissediyorsunuz tabii. Zamanla bu ortadan kalkar. Bunlar doğal şeyler.

www.facebook.com/AysegulEkinciOfficial
www.twitter.com/EkinciAysegul

Yazının devamı...
Guy, Robert, Jude ve Sherlock Holmes’lu bitmemiş hikayeler
9 Ocak 2012

Yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle 71 yıllık yaşamında türlü eserler, onlarca kitap ve makale yazmıştır. Ama, günün birinde yarattığı ağzı pipolu gölge kahraman Sherlock Holmes’un ünü, yazarın diğer eserlerini gölgede bırakmıştır. Hal böyle gelişince, Sir Arthur Doyle, Sherlock Holmes’u bitirmeye tabiri caizse öldürmeye karar verdi. Hatta o günlerde bu fikrini şöyle dile getirdi : ‘ Holmes’u öldürmeyi düşünüyorum. Hikaye bitsin gitsin istiyorum. Aklımı daha iyi şeylerden çeliyor’. Ve, 1893 yılında İngiltere’nin nice yağmurlu günlerinden birinde Sherlock Holmes öldü. Sir Arthur, yarattığı ve artık tahammül edemediği kahramanı öldürmüştü.

- - -

Tabii ki, Sherlock Holmes gibi hayali ama gölgesi gerçeğinden daha güçlü bir kahraman ölemedi. Daha doğrusu, Sherlock Holmes hayranları, dedektifin öldüğüne bir türlü inanmadıkları için, ayaklandılar. Ve, ömrünün son yıllarında aşık olduğu eşinin ölümünün ardından depresyona girip  kendini ‘ Spiritüelizme’ veren Sir Arhur Conan Doyle , 8 yıl sonra Sherlock Holmes’u tekrar hayata döndürmeye karar verdi. Ve, 1901 yılında Sherlock Holmes yeniden doğdu..

- - -

Sherlock Holmes’un yeniden doğması sadece kağıt üzerinde kalmadı, ünlü dedektif yıllar sonra beyazperde de can buldu. Hayali dedektife bu sefer, ünlü İngiliz yönetmen Guy Ritchie’nin elleri değdi. Geçtiğimiz günlerde Londra’da bir araya geldiğim Guy Ritchie, sorularıma şu cevapları vererek merak giderdi:

Tarihin en ünlü dedektifine yine eliniz değdi. Aslında, ilk Sherlock Holmes’u seyrederken, diğerlerinin geleceğinin kokusunu almıştım. Neden Sherlock Holmes?

Doğru hissetmişsin. Benim çocukluğum, Sherlock Holmes kitaplarını okuyarak geçti. Holmes’un  neredeyse yüzlerce macerasını ezbere biliyordum. Holmes’un, Dr Watson ile ilişkisini, olaylar karşısında verdiği tepkileri, sevinçlerini, uçuk kaçık yanlarını, farklılığını..Sherlock Holmes’u o kadar çok seviyordum ki, günün birinde onunla bir platformda buluşmak istiyordum sanki. Ve o günün birinde, yönetmen koltuğuna oturunca, Sherlock Holmes’un maceralarını beyazperdede işlemek kaçınılmaz hale geldi.

İlk filmden sonra ikinci Sherlock Holmes’u çekmek stres yarattı mı sizde?

Açıkcası stresten çok, planlama ve ekip işine dönüştü.  İlk filme benzer bir film yapmak istemedim haliyle. Michele Mulroney ve Kieran Mulroney, senaryoyu yazdılar. Çok güzel bir ekip oluşturduk. Hikayeye farklı açıdan baktık. Noomi Rapace, Jared Haris ve Stephen Fry ekibe dahil oldu. Daha fiziksel, aksiyon sahneleri güçlü şaşırtan ve renkli bir film yapmak istedim.

Fiziksel ve aksiyon sahneleri güçlü bir film dediniz. Oyuncular bu sahnelere nasıl hazırlandılar?

Doğrusunu söylemek gerekirse, özellikle Robert ve Jude, film başlamadan aylar önce kendilerini kampa almışlardı. Benim onlara pek bir şey söylememe gerek yok zaten. Diğer oyuncular ki, Noomi Rapace’in sahneleri de fiziksel güç gerektiren sahnelerdi..Onlar da film çekimleri içinde büyük bir disipline girdiler. Özellikle, Çingene müziğinin çaldığı dans sahnesinde neredeyse 3 gün durmadan dans edildi, çekim yapıldı.

Sherlock Holmes ve Dr Watson’un ilişkisi gerçekten çok özel bir ilişki. Bu ilişkinin erotik mesajlar verdiği de çok konuşuldu. Siz, Robert Downey Jr ve Jude Law’ın beyazperdede yansıttığı enerjiyi nasıl buluyorsunuz?

İlk Sherlock Holmes filmi, Oscar adayıydı. Çok konuşuldu. Bu sefer söylediğim gibi opera müzikleri, çingene müzikleri, aksiyonu bol olan panoraması geniş bir film oldu. Filmin başarısında, seyirci tarafından doğru algılanmasında tabii ki Robert Downey Jr ve Jude Law’un büyük, çok büyük katkısı var. Bu filmden önce yakınlıkları yoktu. Onlarla konuştuğunda anlatırlar. Ama, birbirlerini öyle anlar ve tamamlar oldular ki, bu enerji beyazperdeye de müthiş yansıdı..Sherlock Holmes, Dr Watson ilişkisine gelince ki, burada çok güçlü bir ilişki var. Bu tür güçlü ilişkilere dair her şey söylenebilir. Ama, gay iması, benim çok da üzerinde durmadığım bir konu.

Ama filmde bazı sahnelerde açık seçik göndermeler ve mesajlar var. Öyle değil mi?

Sahneler, filmin bütünlüğünde garip kaçmadı. Benim de gözüme hoş geldi. Ekibin de, bu nedenle erotizm var mı yok mu, mesajlarından ziyade, konuya ve diğer unsurlara odaklandığını düşünüyorum. Ama seyirci böyle bir mesaj alırsa, bunu izleyicinin hayal dünyasına bırakmakta fayda var.

Türkiye’ye geldiniz mi? Sherlock Holmes’un Türk hayranlarına mesajınız var mı?

Türkiye’ye hiç gelmedim. Aslında, İstanbul’ u çok merak ediyorum. Gelmek de istiyorum. Şu kadarını söyleyeyim, çok güzel olduğunu duydum.

Bu arada, yaptığımız istatistiklere göre en çok Sherlock Holmes hayranı, Türkiye’de varmış..Bu bizi şaşırttı.

Gerçekten mi? Bunu bilmiyordum?

Yok şaka. Böyle olmasını isterdim ama. Türkiye’deki Sherlock Holmes hayranlarına selamlarımı söylemek isterim. Umarım filmi beğenirler. Biz de yenilerini yaparız.

www.facebook.com/AysegulEkinciOfficial
www.twitter.com/EkinciAysegul

Yazının devamı...
Türk mimarlardan Londra’da en güzel yeni yıl hediyesi
27 Aralık 2011

Londra, Noel ve 2012’ye merhaba demenin telaşı içinde. Sokaklar günler öncesinden ışıltılı, Harry Potter filmlerini aratmayan makyajlara büründü bile. Bir yandan alışveriş bir yandan senenin son günleri, şehri daha kaotik daha da büyülü bir hale sokuyor.

 

İşte bu günlerden birinde, geçtiğimiz hafta Londra’nın dünyaca ünlü Savoy Oteli’nde, ‘ Uluslararası Gayrimenkul Ödülleri’ yarışması yapıldı. Türk mimarisi bu yarışmada, 80 kişilik dev jüriden en yüksek skoru alarak ‘ Dünyanın En İyisi’ seçmelerinde birinci oldu.

 

Emlak ve gayrimenkul dalında dünyanın en prestijli yarışmalarından biri kabul edilen International Property Awards-Uluslararası Gayrimenkul Ödülleri 2011, Türk mimarların aldıkları ödüllerle, ilginç bir yüz aldı. Eylül ayında Google ve Bloomberg TV’nin işbirliğinde 17’ncisi düzenlenen Uluslararası Gayrimenkul Yarışması’nda, mimarlarımızın yaptığı eserler ‘Avrupa’nın En İyisi’ seçilmişti. Ve, bu 9 Türk projesi Avrupa, Asya Pasifik, Afrika, Amerika ve Arabistan’ın birinci projeleriyle dünya çapında yarışmak için hak kazanmıştı./images/100/0x0/55eb6b6af018fbb8f8bfe73f

 

Birbirinden değerli 9 proje, Savoy Otel’de yapılan törende ‘ Dünyanın En İyisi’olmak için mücadele verdi. Türk şirketler GAD( Gökhan Avcıoğlu) ve Dara Kırmızıtoprak, Suyabatmaz-Demirel Mimarlık, Çamoğlu Mimarlık, Torunlar GYO, AkyürekElmas, Ahmet Vefik Alp ve Oral Mimarlık, emlak ve gayrimenkul alanında dünyaca önemli projelerle kıyasıya yarıştı.

 

Nilüfer Projesi Dünyanın En İyisi

 

Başarılı Türk mimarlar Gökhan Avcıoğlu ve Dara Kırmızıtoprak imzalı Nilüfer Projesi, ‘ Dünyanın En İyi Yüksek Katlı Rezidans Mimarisi’ seçilirken, Türk mimarlar salonu dolduran katılımcılar tarafından coşkuyla alkışlandılar. Uluslararası Gayrimenkul Ödülleri Jüri Başkanı Helen Shield, yaptığı konuşmada, Türkiye’nin mimari alandaki başarısının tesadüf olmadığını açıkladı. Başkan Helen Shield:‘ Türkiye ve Türk mimarlar bugün geldikleri noktaya haklarıyla gelmiştir. Türk mimarlar ve proje geliştiriciler, profesyonelliklerini göstererek, en çok ödül alan ülke olarak ön plana çıktılar. Sektör temsilcileri, Türkiye’nin projeleriyle, mimari tasarımlarıyla, uluslararası arenada boy göstererek hem ülke tanıtımına yardımcı oldular hem de yabancı yatırımcılara umut verdiler’ dedi.

 

Ünlü mimar Gökhan Avcıoğlu ‘ Duvar Ustası Robot’ derse ne olur?

 /images/100/0x0/55eb6b6af018fbb8f8bfe741

Esma Sultan Yalısı, Changa Restaurant, Autopia, Beşiktaş Balık Pazarı ve Borusan Müzik Evi mimarı Gökhan Avcıoğlu, Dara Kırmızıtoprak ile birlikte gerçekleştirdikleri Nilüfer Projesi ile ‘ Dünyanın En İyisi’ seçilirken, heyecanları yüzlerinden okunuyordu. Dünya genelinde bir çok iyi projeyle kıyasıya mücadele etmenin kolay olmadığını hatırlatan başarılı mimarlar, ‘ Bu başarılar, emeklerimizin ve enerjimizin gerekli yerlere ulaştığını gösteriyor’ dediler. Bursa’nın en yüksek binası olacak Nilüfer Projesi, otel ve rezidans olarak kullanılacak. Projenin zemin ve alt katlarında mağazalar, 1’inci ve 2’nci katlarında ofisler,  3’üncü ve 11’inci katları arasında konut ve geri kalan katlarında otel bulunuyor.

 

Mesleğiyle ilgili yeni icatlara da ruh veren Gökhan Avcıoğlu, duvar ustası robotlardan bahsediyor. Nasıl yani? Demeye gerek kalmadan anlatıyor: ‘ Rönesans’a baktığımız zaman binalar koca koca taşlardan yapılmış. Nasıl çıktı oraya o taş diyorsunuz. Cevabı basit. Mimar oraya koyulacak çıkrığı da tasarlamış çünkü. Ben de şimdi Kale Grubu’yla robot konuşuyor, tasarlıyorum. Bunları inşaatlarda nasıl kullanabiliriz diye bakıyoruz’ diyor...

 

Kim bilir, yakında tıp alanında gördüğümüz robotlar mimariye de el atarsa şaşmayın!!!

 

www.twitter.com/EkinciAysegul
www.facebook.com/AysegulEkinciOfficial

Yazının devamı...
Arap gençler ‘Esad gitsin’ dedi
6 Aralık 2011

Geçtiğimiz günlerde, Ortadoğu’nun en ihtilaflı konularda nabzını tutan, yankıları tüm dünyaya çoktan yayılan Doha Debates’e katıldım.

BBC’nin davetlisi olarak.

Usta gazeteci Tim Sebastian, 90 dakikalık açık oturumda, "Beşar Esad Gitmeli mi?" diye sordu.

Hararetli tartışmalar ardından, sonuç ne mi oldu?

İzleyiciler, yüzde 91’lik bir çoğunlukla, Esad’ı istemediklerini haykırdı.

Hem de sansürsüz. Korkusuzca.

Türkiye'nin ültimatomu da konuşuldu

Başladığı 2003 yılından bu yana, tam 8 yıldır, Arap coğrafyasının en ihtilaflı konularını, sansürsüz ve korkusuzca masaya yatıran Doha Debates paneli, zaman zaman aldığı tehditlere rağmen, yayına devam etmekte.

Suriye ve Beşar Esad Hükümeti’nin, yarattığı ve merakla izlenen süreyi büyüteç altına alan bu seneki Doha Debates paneli, Doha’da Katar Vakfı’na ait merkez binada yüzlerce kişinin katılımıyla düzenlendi. BBC’nin ödüllü habercisi, Hard Talk programının eski yapımcı-sunucusu Tim Sebastian’ın hazırlayıp sunduğu panelde, Türkiye’nin Suriye’ye verdiği ültimatom da konuşuldu./images/100/0x0/55ea47f4f018fbb8f875c828

Arap gençliği Esad'a artık şans vermek istemiyor

Dünyanın dört bir yanından önemli isimlerin katıldığı panelde, Suriyeli politikacı Obeida Nahas, Emile Hokayem, Ammar Waqqaf ve Kamel Wazne konuşmacı olarak yer aldı. Esad Hükümeti’ni yüzlerce sivilin ölümünden sorumlu tutan Obeida Nahas, "Esad Hükümeti’nin istifa zamanı geldi. Esad’sız Suriye demokrasi yolunda daha emin adımlarla yürüyecektir" derken, ülkedeki sivil katlimanı da kınadı.

İzleyiciler sordu: Esad kendi insanını neden öldürtüyor?

2011 yılı içindeki yedinci programı yapılan Doha Debates’in, ‘Esad gitmeli mi? başlıklı panelinde, Esad Hükümeti’ne karşı tepkiler artarken, izleyiciler arasından sıyrılan bir kadın, "Esad kendi insanını neden öldürtüyor? Biz böyle bir hükümet istemiyoruz. Korkusuzca, huzur içinde yaşamak istiyoruz" diye bağırdı.

Katar'da "Esad gitsin" dendi

Beşar Esad’in 11 yıllık devlet başkanlığı döneminde değişim için hiçbir ümit görmediklerini belirten izleyiciler, yaklaşık 90 dakika süren panel sonucunda Esad'ın gitmesi yönünde karar verdiler. Doha Debates tarihinde en yüksek oyla panel konusu onaylanırken, izleyicilerin yüzde 91, Esad’ı istemediklerini oylarıyla da ifade etti.

Doha Debates nedir?

Katar Vakfı’nın finanse ettiği Doha Debates tartışma programı 2003 yılında, ünlü İngiliz gazeteci Tim Sebastian tarafından kuruldu. Kariyeri boyunca sayısız özel habere imza atıp, Ortadoğu’nun en sıcak bölgelerinden bildiren BBC’nin usta ismi, aynı zamanda tartışma panelinin moderatörlüğünü de yürütmekte.

Katar Vakfı tarafından finanse edilmesine rağmen, Arap dünyasıyla ilgili ihtilaflı başlıkları sansürsüz ve özgürce masaya yatıran Doha Debates panelleri, son yıllarda popülaritesini de yükseltti. Panel konusu olarak, konuşulması sakıncalı konuları seçen yönetim, panele katılan izleyicileri ve konuşmacıları da dikkatle seçiyor. Her yıl sekiz panel düzenleyen Doha Debates, BBC televizyonunun dünya servisinden yayınlanıyor.

www.twitter.com/EkinciAysegul
www.facebook.com/AysegulEkinciOfficial

 

 

 

 

 

 

 

Yazının devamı...
Amy alkolü bıraktığı için ölmüş
7 Eylül 2011

23 Temmuz’da Londra’daki evinde ölü bulunduğunda, dünyayı şaşırttı.
Hayranları şok oldu. Ex-sevgilileri sessiz kaldı.
Şaşırmayanlar da çoktu. Amy ’nin nasıl bir kadere koştuğunu görenler!
Onlar sus pus oldu. Kadere bakakaldı.

----

Londra’da sokaklar, mağazalar Amy’ i çalıyor. Amy’i uğurluyor.
Ya da uğurlayamıyor.
Ölümü,  nasıl öldüğü daha çok konuşulacak.
ITV televizyonu, cenaze töreninin akşamı Amy Winehouse ile üç yıl önce
yapılan özel bir röportaj ve hayat belgeselini tekrar yayınladı.

---

Amy’nin, Amy Winehouse olmak için nasıl bir mücadele verdiğini gördük bir
kez daha..Sesini duyurabilmek için daha 10 yaşındayken savaşın içine girdiğini!
Erkeklerle biten ilişkilerin ardından sessizliğe gömülüp, yeni bir aşkla dirildiğini.
Savaşı kazanıp, Amy Winehouse olduğunda ise gerçekten yorgun düştüğünü.
Ama en trajik olanı ise, Amy Winehouse’un ölümünün ardındaki gerçekler…

23 Temmuz’da Londra’nın Camden bölgesindeki evinde ölü bulunan Amy Winehouse’un,
sanılanın aksine Ecstasy ve alkol karışımından değil, alkolü bıraktığı için vücudunun girdiği ani şok nedeniyle öldüğü iddia edildi.

İngiliz Daily Star gazetesi, alkol ve uyuşturucu bağımlısı olan şarkıcının ölümünden önce, kendi iradesiyle bağımlılığıyla mücadele ettiğini ve üç hafta alkol kullanmadığını yazdı.

Amy Winehouse’un babası Mitch Winehouse’un da, kızının basına kapalı cenazesinde bu bilgileri doğruladığı iddia edildi.

Daily Star’ın haberine göre, baba Mitch yakınlarına, ‘Amy, uzun zamandır alkol ve uyuşturucu bağımlılığı ile mücadele ediyordu. Bırakmaya çalışıyordu. Ve üç haftadır tamamıyla temizdi. Yıllardan beri ilk defa böylesine mutluydu. Aramızdan mutlu ayrılması, acımızı biraz da olsa hafifletiyor’ dediği anlaşıldı.

Alkol bağımlılığı ile bilinen Amy Winehouse’un üç haftadır alkol almadığının ortaya çıkması üzerine konuşan doktorlar, aşırı derecede alkole alışan vücudun alkolün birden kesilmesi halinde, şoka girebileceğine dikkat çektiler. Doktor Julian Spinks konuyla ilgili şu yorumu yaptı: ‘ Yüksek miktarda alkole alışan vücuttan alıştığı alkolü birden keserseniz, organlar şoka girebilir. Nefesiniz durabilir, bu da ölüme sebep olur. Aşırı dozlarda alkol tüketen kişilerin, eğer bırakmak istiyorlarsa, tükettikleri alkol miktarını yavaş yavaş azaltmaları gerekir’.

Amy Winehouse’u çılgın günlerinde yalnız bırakmayan parti arkadaşı ve Big Brother’un tanınmış yüzü Aisleyne Horgan-Wallace’da, Amy’nin neredeyse 2 aydır alkol kullanmadığını doğruladı.

ITV kanalının sabah programına katılan Aisleyne Horgan-Wallace gözyaşları içinde , ‘Amy ile iki aydır dışarı çıkmıyorduk. Alkol kullanmadığı için dışarıda olmak, partilere katılmak istemiyordu’ dedi.

Lady Gaga: ‘Süperstarları öldürmeyin’

Amy Winehouse’un trajik ölümü sonrasında konuşan çılgın şarkıcı Lady Gaga da, ‘Amy’nin ölümü dünyaya bir mesaj olmalı. Süperstarları öldürmeyin. Onları koruyun’ dedi.

Çoğu kez, Amy Winehouse benzerliği nedeniyle sokakta durdurulduğunu ve hayranlarının, kendisini Amy Winehouse ile karıştırdığını itiraf eden Lady Gaga, ‘Amy sayesinde kendimi yalnız hissetmiyordum. Çünkü o da farklıydı. Böylece, bir tek ben varmışım hissine kapılmıyordum’ dedi.

Yazının devamı...
Başbakan Erdoğan Nato’yu uyardı: ‘Libya, Afganistan gibi olmasın’
5 Nisan 2011

 

Önce Kuzey Irak’a gitti. Bu ziyaret, pek çok açıdan bir ilkti. Ve hemen ardından, ayağının tozuyla Londra’ya geçti. Başbakan Erdoğan, İngiltere’nin başkentinde önemli görüşmeler yaparken, aynı saatlerde Türk-İngiliz İş Konseyi tarafından düzenlenen ‘Grow With Turkey-Türkiye İle Büyüme’ başlıklı panelde iki ülkenin önemli üst düzey yöneticileri ve politikacıları bir araya geldi.

 

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in açılışını yaptığı ‘Grow With Turkey’  Roadshow’unda gün boyu yapılan panellerde, finans ve bilişim sektörlerinde potansiyel işbirliği alanları ve fırsatlar ele alındı.    

 

Peki, Kuzey Irak ziyaretinden hemen sonra gerçekleşen ve stratejik açıdan oldukça anlamlı olan Londra ziyaretinde, Başbakan Erdoğan, ne mesajlar verdi? Gelin bu mesajlara yakından bakalım:

 

Kraliçe 2’ci Elizabeth ile sıcak temas

 

Başbakan Tayyip Erdoğan, Londra ziyaretinin belki de en anlamlı temasını Buckingham Sarayı’nda gerçekleştirdi. Geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ünlü İngiliz düşünce kuruluşu Chatham House tarafından, ‘Yılın En İyi Devlet Adamı’ seçilmişti.

 

Cumhurbaşkanı Gül, ödülünü Kraliçe 2’ci Elizabeth’in elinden almıştı.

 

Tam 4 ay sonra, Başbakan Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan, Kraliçe 2’ci Elizabeth ile el sıkışıyordu. Buckingham Sarayı’nda.

 

Saray’ın, ay sonu yapılacak düğün öncesi en telaşlı olduğu günlerde Kraliçe 2’ci Elizabeth, Başbakan Erdoğan ile yarım saat görüştü. Bu sıcak temas, iki ülkenin sıcak ilişkilerine olumlu yansıdı.

 

Kraliçe’ye iade-i ziyaret eden Başbakan Erdoğan’ın diğer önemli ziyareti ise, 10 Downing Sokağı’na oldu. İngiltere Başbakanı David Cameron ile ortak bir basın toplantısı düzenleyen Erdoğan, Nato’yu Libya konusunda uyardı.

 

Başbakan Erdoğan, Libya’ya yönelik uluslararası müdahalenin komutasını devralan Nato’ya, ‘Libya, Afganistan gibi olmasın’ çağrısında bulundu. Türkiye ve İngiltere’nin de burada geleceğe yönelik atacağı adımların büyük olduğunu söyleyen Başbakan Tayyip Erdoğan, ‘Elimizi çabuk tutup oradaki zulmü, ölümleri, akıtılan kanı durdurmalıyız’ dedi.

 

Erdoğan ve Cameron’un beraber verdiği basın toplantısının ardından, Türkiye İle Büyüme Konferansı’na katılan iki ülkeden hükümet ve özel sektör temsilcilerinin bulunduğu bir heyet, iki ülke başbakanlarıyla bir araya geldi.

 

Başbakan Tayyip Erdoğan Londra’daki konuşmasında, İngiltere’yi ‘dost ve müttefik’ ülke olarak nitelendirirken, Türkiye’nin de artık gündem belirleyen ülke olduğunu bir kez daha hatırlattı.

Yazının devamı...