(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Tekin Aral" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Tekin Aral" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Tekin Aral

Arkadaşım Öztürk
16 Ocak 1999
Tekin ARAL

Sevgili Öztürk'ü de yitirdik... En duygusal başlığı ‘‘Artık 'yeşşe'miyor...’’ diye bizim Hürriyet attı...

Öztürk çok eski arkadaşımdı... Birlikte keyifli, keyifsiz bir alay günümüz oldu...

O benim için, bu ömrü nasıl yaşayacağına daha doğarken karar vermiş biriydi... Siz söylediklerine, yakınmalarına bakmayın yaşamının koordinatlarını milimine kadar çizmişti...

Öztürk'le öyle gırgır anılarımız var ki... Var ya hani, ‘‘Nerden başlasam, nasıl anlatsam?..’’ Aynen öyle...

*

Öztürk'ün milletvekili Bahattin Şeker'inki kadar olmasa da biraz gecikmiş bir askerlik macerası vardır... Öztürk eğitim için İzmir Bornova'ya gidiyor... Öztürk bir süre tüydükten sonra kendini ordumuzun şefkatli kollarına teslim ediyor...

Ama uyanık ya, acemilik sonrası adam ayırırlarken, ‘‘Ben kaleciyim’’ diyor... Bakıyorlar boylu boslu aslanlar gibi adam... Bizimkini ayırıyorlar...

Ve ilk turnuva maçı.... Dakika beş, gol beş...

Ama Öztürk İzmir'de kalmayı kafaya koymuş, orda aşna fişna durumunda olduğu bir kız var...

Komutana gidiyor... ‘‘Efendim ben kaleci değil, aslında boksörümdür...’’ diyor... Komutan bakıyor çocukta endam Muhammet Ali gibi, hemen takıma alıyor Öztürk'ü... Saniye bir, yumruk bir, Öztürk nakavt...

Ve Öztürk kendini atlet olarak da komutana yutturamadıktan sonra, bakıyor ki iş sarpa sarıyor, İzmir'den gidecek...

Sonunda spor tutkunu komutana gidip, ‘‘Efendim, çok affedersiniz ama size birşey söylemek istiyorum... Ben aslında 'masörüm'...’’ diyor...

Öztürk gazino açtığı Libya'da kendisini Osmanlı propagandası yapıyor diye hapse atan Kaddafi'ye bile hapisten tüyüp Libya'sını ters giydiren adamdır...

*

Öztürk'le en gırgır hikayemiz araba olayıdır... O zaman pek kimselerin arabası olmadığı bir tarihte Öztürk'ün biraz eskice Simca marka bir arabası vardı...

Korkunç yağmurlu bir günde, zamanının priması Adnan'ın Fuaye'sinden Öztürk bir hanım arkadaş arakladı...

Tam benim Çukurcuma'daki eve giderken araba birden stop etti...

Ve anlaşıldıki bir kablonun diğer kabloya değmemesi olayı var... Öztürk birkaç kez denedi... Sonunda bana, ‘‘Arkadaş sen arabanın ön yanında oturup bu kabloları birleştireceksin, ben de arabayı kullanacağım...’’ dedi.

Bir süre gittik... Sonra ne olduğunu anlamadan kendimi o zamanki Taksim Büfe'nin içinde buldum...

Üstümü başımı silkeledikten sonra arabanın içine dönüp bir baktım... Öztürk direksiyonu bırakmış, o hanım arkadaşa konsantre olmuş...

Ama Öztürk'ün sizlere daha önce de anlattığım bir ‘‘Turizm Kredisi’’ olayı vardır ki, olacak şey değil...

Öztürk'ün ufak ufak sinemadan koptuğu devirler... Silivri taraflarında bir turistik tesis yapmayı hayal ediyor...

Zamanın Turizm Bakanı ise, şimdi adını vermeyeceğim ufak tefek, çıplak başlı, son derece kibar kendi halinde bir adamcağız... Ve Öztürk duyuyor ki Cenk Koray'ın Bakan'la yakınlığı varmış... Hemen koşturup Cenk'i buluyor, ağzından giriyor, burnundan çıkıyor, Bakan'la bir randevu ayarlatıyor...

Randevu günü Öztürk'le Cenk Koray Bakanlığa birlikte gidiyorlar... Öztürk keyiften uçuyor... Hele de o zamanlar tam uçuk zamanı; Bakanlık'taki kapıcılara, odacılara espriler yapıyor, arada bir de o herkesin dilinden düşmeyen ‘‘Yeşşeee!..’’sini çekiyor...

Bir süre Bakan'ın sekreterinin odasında oturuyorlar... Daha sonra sekreter bizimkileri Bakan'ın odasına götürüyor...

Cenk Öztürk'ü Bakan'a tanıştırıyor... Daha önce halim selim kendi halinde bir adam olduğunu söylediğim Bakan da gayet kibar, ‘‘Aman efendim Öztürk Bey'i tanımayan mı var... Hoşgeldiler, şeref verdiler...’’ diyor.

Bizimkileri karşılayan Bakan yerine oturuyor, Cenk'le Öztürk de Bakan'ın masasının önündeki iki koltuğa karşılıklı oturuyorlar...

Ve birden Öztürk bir ara iki bacağını kaldırıp önündeki sehpaya uzatacak gibi oluyor... Cenk, rahmetlinin ne çılgın ne patavatsız olduğunu bildiğinden zaten pürdikkat, hemen kaş göz işaretiyle o ara bir yandan da Bakan'ın masasından aldığı bir evrakla sinek avlamakta olan bizimkini uyarıyor...

Bu ara konuşmaya başlıyorlar... Bakan, turizme hizmet vereceklere her zaman destek olacaklarını ve de Öztürk Serengil gibi bir sanatçının turizm işine girmesinden duyduğu memnuniyeti anlatırken, o ara içeri sekreter hanım giriyor... Ne içeceklerini sorduktan sonra da tekrar kapıya yöneliyor...

Ve kız yürürken birden kelleyi çevirip yürümekte olan kızın arkasından bakan Öztürk'ten bir ses, ‘‘Pantolonu gösterep ütüdür... Hatunu gösteren dötüdür!.. Değil mi sayın Bakan'ım... Heeeh heehhehheeh!..’’

Bakan kıpkırmızı olmuş, faltaşı gibi gözlerle Öztürk'e bakıyor...

Cenk ile Öztürk'ün en çılgın zamanları olduğunu bilmesine karşın bu kadarını beklemediğinden başı ellerinin arasında sephanın altına girmeye çalışıyor... Bir yandan da bu felaket durumu nasıl toparlayacağını düşünüyor...

Ve bir süre ortalıkta müthiş bir sessizlik oluyor... Daha sonra Bakan görüşmeyi biraz da kısa kesmek ister gibi Öztürk'ten isteklerini soruyor... Ve Turizm Bakanı Genel Müdürü'nü bağlatıp Öztürk Bey'in isteklerinin olabildiğince yerine getirilmesini emrediyor...

Hava tekrar yumuşuyor... Sıra geliyor gitmeye... Bizimkiler kalkıyorlar, Bakan da onları geçirmek üzere kalkıyor... Geliyorlar kapıya...

Cenk tam içinden, ‘‘Şükür bitti, işi kazasız belasız atlattık’’ derken, asıl ne oluyorsa da o sırada oluyor zaten...

Öztürk, Bakan'la tokalaşıp teşekkür ederken birden adamın kafasını bir kapıyor... Sıkıştırıyor koltuğunun altına... Sonra da darbuka çalar gibi başlıyor adamın çıplak kafasına ‘‘şlap şlap’’ vurmaya...

‘‘Bakanım benim!..’’ (şlap şlap)... Bakanım...''

Adam zaten ufak tefek... Ayakları yerden kesilmiş debelenip duruyor... Debeleniyor ama kafayı da kurtaramıyor...

Öztürk ise hala Bakan'ın kafasına ‘‘şlap şlap’’ diye şaplakları indirip duruyor... Bir yandan da o kendine has konuşmasıyla adama, ‘‘Bakanım benim... Kelajım... Kelajım benim!..’’ deyip duruyor...

Neyse Cenk araya giriyor, sekreter koşuyor... Alı al moru mor Bakan'a alıyorlar Öztürk'ün elinden... Ve Cenk güçbela çıkarıyor bizimkini dışarı...

Sonra da hiç değilse bir özür dileyeyim diye tekrar Bakan'ın odasına dönüyor...

Bakan kanter içinde elinde telefon karşıdakine bir avaza bağırıyor...

‘‘Sana az önce Öztürk Serengil gelecek ne isterse ver demiştim ya... Sakın ha hiçbir şey verme ona...’’

*

İşte böyle adamdı bizim sevgili Öztürk... Nur içinde yatsın... Burada çok çekti hiç değilse orada çook çok ‘‘yeşşe’’sin...

Yazının devamı...
Savaşma Yarış
16 Ocak 1999
Tekin ARAL

Çarkıfelek'in canlı yayıma başlamasıyla, televizyonlarda Benim yarışmam senin yarışmanı döver!.. Yüzyıl Savaşları da başladı...

Zaman zaman yazar çizer takımının da müdahil avukat olarak karıştığı yarışmalararası bu tu kaka'lamacaya hiç gerek yok aslında...

Programını ekrana kim iyi koyuyor, hangi sunucu hangi yarışmayı daha iyi sunup izleyicinin ilgisini çekiyorsa, parsayı da o toplar... Bu işin kuralı bu...

Yoksa bu anlamsız rekabetler, kanallara hele de şu ortamda zarar verir...

Zaten, eskiden vapurlardaki satıcıların yaptığı gibi, ‘‘Bir kutu çengelli iğne, üstüne bir Avrupa seyahati ve bilmemkaç milyar, bir araba, onun da üstüne ayrıca bir de tarak...’’ muhabbeti başladı bile...

HÜZÜNLÜ GİDAJ

Türk Sineması'nın gelip geçmiş en önemli yıldızlarından Öztürk Serengil'i yitirdik...

TRT dışında televizyonların tamamı bu konuda gene adam gibi bir program yapmadılar, işi eldeki eski üç-beş hastane görüntüsü ve Öztürk'ün filmlerinden bazı makaslamalarla geçiştirdiler...

Oysa filmleri, yazdığı anıları, dostlarıyla söyleşiler vs. bir araya getirilir, Öztürk'le ilgili bir küçük belgesel bile yapılır aslında... Neyse bakarsın bir gün biri çıkar yapar...

Rahmetli Öztürk'ün ekrana çıktığı, herkesi gülmekten yerlere yatırdığı son program, iki yıl önce TRT'de yayımlanmış ‘‘Mizah Yolcuları’’ adlı programdır...

Öztürk'ün yaşamını anlattığı bu çok gırgır ve ilginç programı umarım TRT tekrar ekrana getirir...

SIRAYLA

Geçen akşam NTV'de dinledim...

Washington Post gazetesi, basketbolu bırakma kararı alan Michael Jordan'a neredeyse koca bir sayfayı ayırırken, Türkiye'de hükümeti kuran Ecevit'e aynı sayfada tek sütun yer vermiş...

Canım durun bakalım...

Ecevit de politikayı bıraksın, bakarsınız aynı gazete iki sayfa yer verir...

RAMAZAN ÖZEL

Atv'de her akşamüstü Erhan Yazıcıoğlu'nun yönetip sunduğu ‘‘Ramazan Özel’’ adlı bir program var...

Erhan çeşitli alanlarda ünlüleri konuk edip onlarla söyleşiyor... Ayrıca program içinde Erhan'ın ekrana getirdiği bir de ‘‘İçimizden Biri’’ bölümü var...

Erhan bu bölümde çok başarılı... Ama kim yazıyor bilmiyorum, bu bölümün esprileri pek başarılı değil onu da bu arada belirteyim...

Programın bir ilginç bölümü de, Erhan Yazıcıoğlu konuklarından izleyicilere ‘‘sahur menüleri’’ önermelerini istiyor...

Ve çoğu günlerini sakarin, grissini vs. diyet ıvır zıvırıyla geçiren özellikle biz kuşak arkadaşlar, oturup en ballı böreklisinden sekizer çeşit Osmanlı yemeği öneriyorlar ki, bu da çok gırgır oluyor...

Yazıcıoğlu'nun geçen günkü program konuklarından biri bizim sevgili katil Aykut Oray'dı...

Katil Aykut programın bir yerinde, Erhan'ın da ısrarıyla kalkıp rahmetli besteci ve tanburi Selahattin Pınar'ın ‘‘Bir Bahar Akşamı’’ şarkısını katletti, yani söyledi...

Ve o ara merhum Selahattin Pınar mezarından fırlayacak, bu kez de o Aykut'un katili olacak diye ödüm koptu...

Ama Allah'ı var; Aykut şarkının o ‘‘Daha önceleri neredeydiniz?..’’ bölümünü çok güzel okudu... Lan Aykut sende böyle ses vardı da ‘‘Daha önceleri neredeydin?..’’



Yazının devamı...
Savaşma Yarış
15 Ocak 1999
Çarkıfelek'in canlı yayıma başlamasıyla, televizyonlarda Benim yarışmam senin yarışmanı döver!.. Yüzyıl Savaşları da başladı...Zaman zaman yazar çizer takımının da müdahil avukat olarak karıştığı yarışmalararası bu tu kaka'lamacaya hiç gerek yok aslında...Programını ekrana kim iyi koyuyor, hangi sunucu hangi yarışmayı daha iyi sunup izleyicinin ilgisini çekiyorsa, parsayı da o toplar... Bu işin kuralı bu...Yoksa bu anlamsız rekabetler, kanallara hele de şu ortamda zarar verir...Zaten, eskiden vapurlardaki satıcıların yaptığı gibi, ‘‘Bir kutu çengelli iğne, üstüne bir Avrupa seyahati ve bilmemkaç milyar, bir araba, onun da üstüne ayrıca bir de tarak...’’ muhabbeti başladı bile...HÜZÜNLÜ GİDAJTürk Sineması'nın gelip geçmiş en önemli yıldızlarından Öztürk Serengil'i yitirdik...TRT dışında televizyonların tamamı bu konuda gene adam gibi bir program yapmadılar, işi eldeki eski üç-beş hastane görüntüsü ve Öztürk'ün filmlerinden bazı makaslamalarla geçiştirdiler...Oysa filmleri, yazdığı anıları, dostlarıyla söyleşiler vs. bir araya getirilir, Öztürk'le ilgili bir küçük belgesel bile yapılır aslında... Neyse bakarsın bir gün biri çıkar yapar...Rahmetli Öztürk'ün ekrana çıktığı, herkesi gülmekten yerlere yatırdığı son program, iki yıl önce TRT'de yayımlanmış ‘‘Mizah Yolcuları’’ adlı programdır...Öztürk'ün yaşamını anlattığı bu çok gırgır ve ilginç programı umarım TRT tekrar ekrana getirir...SIRAYLAGeçen akşam NTV'de dinledim...Washington Post gazetesi, basketbolu bırakma kararı alan Michael Jordan'a neredeyse koca bir sayfayı ayırırken, Türkiye'de hükümeti kuran Ecevit'e aynı sayfada tek sütun yer vermiş...Canım durun bakalım...Ecevit de politikayı bıraksın, bakarsınız aynı gazete iki sayfa yer verir...RAMAZAN ÖZELAtv'de her akşamüstü Erhan Yazıcıoğlu'nun yönetip sunduğu ‘‘Ramazan Özel’’ adlı bir program var...Erhan çeşitli alanlarda ünlüleri konuk edip onlarla söyleşiyor... Ayrıca program içinde Erhan'ın ekrana getirdiği bir de ‘‘İçimizden Biri’’ bölümü var...Erhan bu bölümde çok başarılı... Ama kim yazıyor bilmiyorum, bu bölümün esprileri pek başarılı değil onu da bu arada belirteyim...Programın bir ilginç bölümü de, Erhan Yazıcıoğlu konuklarından izleyicilere ‘‘sahur menüleri’’ önermelerini istiyor...Ve çoğu günlerini sakarin, grissini vs. diyet ıvır zıvırıyla geçiren özellikle biz kuşak arkadaşlar, oturup en ballı böreklisinden sekizer çeşit Osmanlı yemeği öneriyorlar ki, bu da çok gırgır oluyor...Yazıcıoğlu'nun geçen günkü program konuklarından biri bizim sevgili katil Aykut Oray'dı...Katil Aykut programın bir yerinde, Erhan'ın da ısrarıyla kalkıp rahmetli besteci ve tanburi Selahattin Pınar'ın ‘‘Bir Bahar Akşamı’’ şarkısını katletti, yani söyledi...Ve o ara merhum Selahattin Pınar mezarından fırlayacak, bu kez de o Aykut'un katili olacak diye ödüm koptu...Ama Allah'ı var; Aykut şarkının o ‘‘Daha önceleri neredeydiniz?..’’ bölümünü çok güzel okudu... Lan Aykut sende böyle ses vardı da ‘‘Daha önceleri neredeydin?..’’
Yazının devamı...
Savaşma Yarış
14 Ocak 1999
Çarkıfelek'in canlı yayıma başlamasıyla, televizyonlarda Benim yarışmam senin yarışmanı döver!.. Yüzyıl Savaşları da başladı...Zaman zaman yazar çizer takımının da müdahil avukat olarak karıştığı yarışmalararası bu tu kaka'lamacaya hiç gerek yok aslında...Programını ekrana kim iyi koyuyor, hangi sunucu hangi yarışmayı daha iyi sunup izleyicinin ilgisini çekiyorsa, parsayı da o toplar... Bu işin kuralı bu...Yoksa bu anlamsız rekabetler, kanallara hele de şu ortamda zarar verir...Zaten, eskiden vapurlardaki satıcıların yaptığı gibi, ‘‘Bir kutu çengelli iğne, üstüne bir Avrupa seyahati ve bilmemkaç milyar, bir araba, onun da üstüne ayrıca bir de tarak...’’ muhabbeti başladı bile...HÜZÜNLÜ GİDAJTürk Sineması'nın gelip geçmiş en önemli yıldızlarından Öztürk Serengil'i yitirdik...TRT dışında televizyonların tamamı bu konuda gene adam gibi bir program yapmadılar, işi eldeki eski üç-beş hastane görüntüsü ve Öztürk'ün filmlerinden bazı makaslamalarla geçiştirdiler...Oysa filmleri, yazdığı anıları, dostlarıyla söyleşiler vs. bir araya getirilir, Öztürk'le ilgili bir küçük belgesel bile yapılır aslında... Neyse bakarsın bir gün biri çıkar yapar...Rahmetli Öztürk'ün ekrana çıktığı, herkesi gülmekten yerlere yatırdığı son program, iki yıl önce TRT'de yayımlanmış ‘‘Mizah Yolcuları’’ adlı programdır...Öztürk'ün yaşamını anlattığı bu çok gırgır ve ilginç programı umarım TRT tekrar ekrana getirir...SIRAYLAGeçen akşam NTV'de dinledim...Washington Post gazetesi, basketbolu bırakma kararı alan Michael Jordan'a neredeyse koca bir sayfayı ayırırken, Türkiye'de hükümeti kuran Ecevit'e aynı sayfada tek sütun yer vermiş...Canım durun bakalım...Ecevit de politikayı bıraksın, bakarsınız aynı gazete iki sayfa yer verir...RAMAZAN ÖZELAtv'de her akşamüstü Erhan Yazıcıoğlu'nun yönetip sunduğu ‘‘Ramazan Özel’’ adlı bir program var...Erhan çeşitli alanlarda ünlüleri konuk edip onlarla söyleşiyor... Ayrıca program içinde Erhan'ın ekrana getirdiği bir de ‘‘İçimizden Biri’’ bölümü var...Erhan bu bölümde çok başarılı... Ama kim yazıyor bilmiyorum, bu bölümün esprileri pek başarılı değil onu da bu arada belirteyim...Programın bir ilginç bölümü de, Erhan Yazıcıoğlu konuklarından izleyicilere ‘‘sahur menüleri’’ önermelerini istiyor...Ve çoğu günlerini sakarin, grissini vs. diyet ıvır zıvırıyla geçiren özellikle biz kuşak arkadaşlar, oturup en ballı böreklisinden sekizer çeşit Osmanlı yemeği öneriyorlar ki, bu da çok gırgır oluyor...Yazıcıoğlu'nun geçen günkü program konuklarından biri bizim sevgili katil Aykut Oray'dı...Katil Aykut programın bir yerinde, Erhan'ın da ısrarıyla kalkıp rahmetli besteci ve tanburi Selahattin Pınar'ın ‘‘Bir Bahar Akşamı’’ şarkısını katletti, yani söyledi...Ve o ara merhum Selahattin Pınar mezarından fırlayacak, bu kez de o Aykut'un katili olacak diye ödüm koptu...Ama Allah'ı var; Aykut şarkının o ‘‘Daha önceleri neredeydiniz?..’’ bölümünü çok güzel okudu... Lan Aykut sende böyle ses vardı da ‘‘Daha önceleri neredeydin?..’’
Yazının devamı...
Hakan üstü az Cimbom
12 Ocak 1999
Tekin ARAL

Ben bu yazıyı yazdığımda Hakan'ın Juventus'la anlaşıp anlaşmadığı henüz belli değildi...

Bundan bir süre önce aile efradıyla birlikte Torino seferi yapan ve bu konuda tek kelam etmeyen Hakan günlerdir Medya'yı da zor durumda bıraktı...

Oysa milleti meraktan kurtarma adına, hiç değilse en azından ‘‘Talavole’’lerde günün mana ve ehemmiyetine uyan bazı açıklamalar yapabilirdi...

Bu konuda son derece politik davranan ve son olarak da Mesut Yılmaz'la görüşen Hakan'ın bir ara Juventus'a gitmekten vazgeçip Ecevit kabinesinde bakan olacağından bile söz edildi...

Pazar günü NTV'de Kenan Onuk ‘‘Futbol Aktüel’’ programında Fatih Terim'le uzun bir söyleşi yaptı...

Galatasaray spor konusunda Türkiye'nin çok büyük camialarından biridir...

Ama bizde spor kulüplerinin kıymeti harbiyesi çok doğal olarak futbolla eşdeğerlidir...

Ve de Kenan'ın Fatih'le yaptığı söyleşide şu da ortaya çıkmıştır ki, kendisi bunu birebir söylememesine karşın, Galatasaray futbol bölümünü, takımını, onca fiyakalı yönetim kuruluna karşın ayakta tutan Fatih Terim'dir...

Kenan Onuk daha sonra Galatasaray yöneticsi Atilla Donat ve kulübün profesyonel genel sekreteri Kalpakçıoğlu ile de söyleşti...

Bu iki yönetici öyle şeyler söylediler ki adamın aklı durur...

Galatasaray ‘‘dinamik’’ bir kulüpmüş(!).. Müşterisi çıktığı an, her dakika futbolcu satar ve de futbolcu alırmış...

Yahu arkadaşlar... Milyonların kulübü, sevgilisi Galatasaray geceyarısı dahil günün her saatinde alışveriş edilen ‘‘Drug store’’ mudur?..

Yani bir parasal öneri geldiğinde bu kulüp yöneticileri, ilkelerinden, hırslarından, amaçlarından vaz mı geçerler?..

Uzun sözün kısası, o Atilla Donat ve Kalpakçıoğlu arkadaşlar söylediklerine kimsenin inanmadığını bile bile, bir alay şey zırvaladılar, gerçeklerden söz edemediler...

O söyleşide, Galatasaray'ın simge ismi bizim Turgay kaptan da vardı...

Yazdıklarını keşke orada da dile getirseydi... Ama serde Galatasaraylılık var... Herhalde birebir konumda o arkadaşlara kıyamadı...

VUR GÖZÜNÜN ÜSTÜNE

Reyting tabi televizyon programlarında ilk amaç ama, tabi bu arada işin mo.... pardon suyunu da çıkarmamak gerek...

Bizim Savaş'ın ‘‘A Takımı’’ giderek meydan muharebesine dönmeye başladı...

Savaş sözümona programda sille tokat birbirine girenlere biraz da yarımağızla, ‘‘Etmeyin eylemeyin arkadaşlar...’’ falan diyor ama, çok açık görünüyor ki kıs kıs gülüp ‘‘Lan bir tane daha patlat...’’ dememek için de kendini zor tutuyor...

Cumartesi geceki programda zaten şamar oğlanı haline gelmiş reyting figüranı Levent Oran'ın karşısına Savaş bu defa da Balatlı Carmen Gamze'yi çıkardı... Levent'e bir sopa da Gamze atıp, Levent'in dişini döktü...

Yahu sevgili Savaş, böyle ‘‘Balatlı Carmen'e karşı, kadın düşmanı Levent’’ pankreas güreşi organizasyonu gibi program yapma n'olur...

Bu abukluklardan inan ki aklı başında izleyiciler mutlu değil... Ama program senindir, bu tip işleri imanına kadar yapar, reytingi de tavanlara vurdurursun... Tabi o da senin seçimin...

Seda Sayan'ın vs.'siyle de anlaşılan bir reyting atağında olan TGRT televizyonu, Levent'in dişini kıran Balatlı Carmen Gamze'yi bir de Anahaber bülteninde konuk etti... Sanki dünya şampiyonu Holyfield'le röportaj yapıyormuşçasına onunla sohbet edip, Gamze'nin meydan okumalarına da aracılık yaptı... Şu güzel televizyonculuğumuza Allah zeval vermesin, amin...

VAY NAMUSSUZ FUTBOL (!)

Pazar günü ‘‘STV’’de Ömer Faruk Şentürk adlı bir üstün zekalı arkadaşın ahkam kestiği ‘‘Beyaz Çizgi’’ adlı bir program var...

Programın bu haftaki konusu futbol ve futbolun toplumumuza yaptığı olumsuz etkilerdi... Kavgası, gürültüsü ile futbolun tü kakalandığı sözleri bir bölümüne hak vererek dinledim...

Ama adam tutup, ‘‘Zaten bu ülkeyi sonunda felakete götürecek olan futboldur... Futbol bölücülüktür...’’ deyince kanım tepeme çıktı...

Adamların dini alet edip yaptıkları iğrenç bölücülüğü sonunda futbolun sırtına yıkmaları hem komikti, hem de tam bir ‘‘çüşş’’lüktü...



Yazının devamı...
Antika
9 Ocak 1999
Tekin ARAL

Bir tarihte ‘‘Antika’’ işine kafayı fena takmıştım... Zaten bu Antikacılık bizim ulusça geleneğimizde vardır...

Öyle olmasa neredeyse yarım yüzyıl Demirel'ler, Ecevit'ler, Sezgin'ler vs.'ler hala tepemizde olmazlardı...

Benim bu takıntım, bir tarihte evdeki koltuk sehpa üçbeş parça eşyayı yenilememle başladı...

Yeni koltuk, sehpa, sandalye vs.'yi yerlerine yerleştirdik... Eskilerini de bir eskici çağırıp satmak üzere salonun bir yanına koyduk...

Eve gelen eskiciler, eşyalara o günün parasıyla yüzbin lira civarında bir para verince de sevinçten neredeyse havalara uçtuk...

Ama bu yüzbin kağıdı eski eşyalara değil de, güçbela denkleştirip birkaç milyona aldığımız yeni eşyalara verdiklerini öğrenince, fenalık geçirip, herifleri boğazlamaya kalktım...

Eşyaları satmak için birkaç eskiciyle daha cebelleştim... Ama herifler sonunda beni üste para verecek duruma getirdiklerinden alayını ittiredip eşyaları satmaktan vazgeçtim...

ANTİKACI OLUYORUM

Sonra bu işleri iyi bilen çocukluk arkadaşım Özcan'ın önerisiyle birgün eşyaları bir kamyonete yükledik, ünlü Üsküdar Bitpazarı'na götürdük...

Özcan kamyoneti bir dükkanın önünde durdurdu... Eşyaları aşağı indirtti...

Dükkan sahibi geldi göz ucuyla önce şöyle bir eşyalara baktı...

‘‘Eşyalar kimden kalma?..’’ diye sordu...

Ben de saf saf ‘‘Valla bizim çocuklardan kalma... Üstünde tepinip hepsini paraladılar, kala kala bunlar kaldı...’’ dedim...

Meğer herif ‘‘Kimden kalma?..’’ derken, yani ‘‘Hangi Paşa'dan’’ ya da ‘‘Saray Erkanı vs.'den kalma?..’’ demek istermiş...

Tepem attı... Özcan'a dönüp, ‘‘Bunların hepsi bu zepevenke benden kalma olsun...’’ dedim yürüdüm gittim...

Ama o gün Üsküdar Bitpazarı'nda dolanıp gördüğüm bir alay eski eşya ilgimi çekti... Merak da ufaktan böyle başladı...

Bizim Özcan zaten antika hastasıydı... Üstelik bu işlerden iyi de anlıyordu...

Bir süre o antikacı senin, bu bitpazarı benim bizim Özcan'ın ardında dolanıp durdum... Sonra da ufaktan kendim turalamaya başladım...

Kaçamaklar yapıp, çaktırmadan İstanbul'daki antikacıları, bitpazarlarını dolaşıyor kafama göre yükte hafif, parada ağır, daha doğrusu cepteki paraya göre ucundan kenarından ne bulursam topluyordum...

Birgün eve eski tahta bir kuş kafesi ve bilmemne köşkü yangınından kalan sekiz tane kocaman paslı temel çivisiyle dönünce karım İnci oturup için için ağlamaya başladı...

Bu işten vazgeçmeyi ilk o zaman düşündüm ama, bu işten sıyrılmama asıl başka bir olay neden oldu...

Bir pazar sabahın köründe Özcan geldi eve...

Cepte, evde ne var ne yok toparla resmen vurguna gidiyoruz...'' dedi...

MÜZAYEDE

Çamlıca'da eski bir konakta tarihi değeri yüksek eşya satışı varmış... Satışı yapacak eski ailenin bu işlere pek aklı ermediğinden, satıştan doğru dürüst de kimsenin haberi yokmuş...

Özcan'la Çamlıca'ya gittik... Sözü edilen yer gerçekten yıkık dökük küçük bir konaktı... İnsan burada birilerinin oturduğuna zor inanırdı...

İçerisi pek kalabalık değildi... Bizden başka sekiz on kişi daha vardı...

Eşyalar, harap evin duvarları delik deşik salonunda toplanmıştı... Zaten pek fazla da birşey yoktu ama, mevcut eşyaların gerçekten çok kıymetli parçalar olduğu belliydi...

İşin en ilginci salonun baş köşesinde oturan, çok yaşlı bir kadındı... Başörtülü, üzerinde işlemeli eski bir elbise bulunan kadının her halinden Osmanlılık akıyordu...

Derken satış başladı...

Mallar da kısa sürede kapış kapış gitti... Her bir parça satıldığında, yaşlı kadın hepimize düşman gibi bakıyor, eliyle bir takım işaretler yapıyordu...

Belli ki, o dede, baba yadigari eşyalarının satılmasını kabullenemiyordu...

O günkü müzayedede bizim Özcan'ın deyişiyle talih kuşu benim tepeme kondu... Cepte ne var ne yok imanına kadar verdim ama, saray eskisi iki kilimle bir ibrik kaldırdım...

Özcan ise tomarla para döktürüp, ihtiyar kadının paşadedesinin yaptığı iki adet kuş tablosuyla, üç tane halıyı kaptı...

Kısa günün karıyla o gün sevinçten ayaklarımız kıçımıza vura vura malları yüklenip evlere döndük...

Ben evin kapısından savaştan ganimetle dönen savaşçı gibi girdim...

Zamanında zorbela aldığımız bir iki parça halıyı kaldırıp yere tarihi kilimleri serdim... Eve gelip giden oldukça da kilimlere dikkatlerini çekip kasım kasım kasıldım...

Ama bizim işin ne kadar ‘‘antika’’ bir iş olduğu bir gün bizim Özcan'ın telefonuyla ortaya çıktı...

Gene bir pazar günü akşamı bizim Antika uzmanı Özcan aradı...

Biraz kemküm ettikten sonra ağlamaklı bir sesle, ‘‘Yahu bugün ne oldu biliyor musun?..’’ dedi. ‘‘Yeşilyurt'ta çok eski küçük bir konakta bir müzayede vardı... Koşturup gittim... Birbirinden değerli bir alay şey neredeyse yok pahasına satılıyordu... Satanlar da eski bir Osmanlı ailesiydi... Birden salonun baş köşesinde oturan başörtülü, o eski kaftanlı ihtiyar kadını görünce dünyam karardı, ne biçim bir ketenpereye geldiğimizi o zaman anladım... Kadın Çamlıca'da seninle gittiğim o müzayededeki kadındı...’’

Bizim antikacı Özcan güya üçkağıdı anlamış ama, o son tezgahta bile anlayana kadar bizimkine iki tombak, iki de sedef kakmalı sehpa kakmışlar...

Orda burda kiraladıkları eski evlerde müzayede yapan bu takım bizim antika üşütüklerini düdükleyen bir ‘‘Antik Çete’’ imiş meğer...

İşte bu antika delgasını ossaat bıraktım...

AMA NEYLERSİN Kİ KADER

Şimdi bu Antika işine epey bir süredir büyük kızım Ayşe kafayı sardırmış durumda...

Evine girdiğinde ev depremden çıkmış gibi bir alay çatlak, kırık çanak çömlekle dolu...

Nereden toparlayıp eve doldurduğuna hala akıl erdiremediğim bir alay ıvır zıvır arasında Ayşe'nin kendisi de bana bazen kazılardan çıkmış gibi geliyor...

Örneğin evindeki o eski koltuk vs. öyle eğreti duruyor ki, sanki otursan sırtüstü yere yapışacaksın...

Bazen bir bardak su istiyorum... Su öyle bir toprak kasede geliyor ki, adam kendini su içen Ramses gibi hissediyor...

Neyse bunca kişi ardına düştüğüne göre demek ki bu ‘‘Antikacılık’’ iyi bir iş...

Ama antikanın eşyasına ilgi duyacak, yazının başında söylediğim gibi ‘‘adam’’ kısmına yüz vermeyeceksin...

Bu son cümle belki biraz klasik oldu ama n'apim klasik çok zaman en doğrusudur...

Yazının devamı...
En büyük futbol
5 Ocak 1999
Tekin ARAL

Geçtiğimiz cumartesi gecesi Savaş Ay'ın yeni kanalı TGRT'de, konusunu ‘‘Spor Yazarlığı’’nın, konuklarını da spor yazarlarının oluşturduğu ilk ‘‘A Takımı’’ programı vardı... Gecenin geç saatlerinde aldığımız ‘‘A Takımı’’ gece vardiyasını sabahın ilk ışıklarında teslim ettik...

Programın sonunda Savaş her ne kadar, ‘‘Gerçekten çok centilmence bir tartışma oldu...’’ falan dediyse de, durumun vaziyeti pek öyle değildi... Herkes kurdunu döktü, koşullar elverdiğince birbirine giydirdiği kadar da giydirdi...

Programın oybirliğiyle saptanan ‘‘asılacak adam’’ı daha baştan belli oldu ki, Erman Toroğlu'dur...

Erman'a en büyük salvo ise programa, (herhalde son bant modasına uymak için olacak) dışardan bantla müdahil spor yazarı olarak katılan Hıncal Uluç'tan geldi...

Bu arada şunu da söyleyeyim; program duyurularında programa Hıncal'ın da katılacağını öğrendiğimde heyecan ve keyif duydum... Programa bantla katılacağı aklıma bile gelmedi...

Zira Hıncal'ın ‘‘Spor Bab-ı Ali'si’’ ile ilgili onca eleştiri yazısı, Erman'la bildiğiniz af buyursunlar didişmeleri hele de Mafya'nın Türk futbolunun içine girme konusunda savaşı vardı...

Sevgili Hıncal programa neden katılmadı anlamadım...

Gerekçesini tabi o bilir...

Neyse Hıncal'dan sonra stüdyoda bulunan spor, daha doğrusu futbol yazarı arkadaşlar da Erman'a karşı sağlı sollu ataklara başladılar...

Ve futbolculuğunda bir savunma oyuncusu olan Erman'da, bazen gerçekten iyi savunma yaparak, sıkıştığında topu taca atarak, ama önemlisi faul yapmayarak kendini elden geldiğince savundu... Valla onca eleştiri yanında, aldığı desteklerle bence tartışmadan hafif tertip zaferle bile çıktı...

Zaten onca saat sonunda şu da kesin anlaşılamadı ki:

Spor Basını, televizyonlarda hakemlerin eleştirilmesine mi karşıdır?..

Yoksa bu işi yapan Erman Toroğlu'na mı karşıdır?..

Neyse bu neye karşı olunduğu durumu umarım tez zamanda açıklığa kavuşur...

O geceki tartışmanın bir önemli konusu da, eski futbolcuların spor yazarlığı yapmaları daha onların yazılarını başkalarının yazmaları konusuydu...

Bu konuda söyleyeceğim, bana bizim Spor Müdürü Nezih Alkış'ın aktardığı, sevgili dostum Namık Sevik'in ona söylediği bir sözdür...

Nezih, Milliyet yıllarında birgün Namık abiye gidip futboldan gelme yazarlar için ‘‘Abi bu arkadaşlar yazı yazamıyorlar...’’ demiş...

Namık abi de ona, ‘‘Yahu yazamazlarsa yazamazlar... Pastayı biz yapacağız... Onlar pastanın kremaları’’ demiş...

O gece bu ‘‘eski futbolcu yazarlar’’ konusunda en doğru sözü, artık eski bir futbolcu değil, yazarlık konusunda eski olmaya başlayan Turgay Şeren söyledi.

Turgay, futbolu bırakan ünlü futbolcuların durduk oturduk yerde bu işte talip olmadıklarını, gazetelerin reyting adına bu kişilere talip olduklarından sözetti...

Bu konuda aslında büyük görev benimde otuz yıldır üyesi olduğum Türkiye Spor Yazarları Derneği'ne düşer... Tek tabanca odur...

Ama ben de bu arada şunu söyleyeyim... Bu eski futbolcu arkadaşların yazılarının çoğunu spor yazarları arkadaşlarımız yazıyormuş, tamam da...

Be kardeşim öyle spor yazarları (!), okunduğunda yazısından bir halt anlaşılmayan öyle üstad spor kalemleri var ki, onların yazılarını da eski futbolcular yazsa keşke...

İnanın bir bakıma durum da bu...

Kabus

Televizyonlarımızın, bilumum medyamızın iteklemesiyle şu son hafta, vatandaşın kafayı yeme konusu:

Hakan Juventus'a gidecek o trilyonları alacak mı?

Sayısal Loto'dan o para yoksa bana mı çıkacak?..

Hükümet kurulacak mı?.. Kumlacaksa ne zaman kurulacak?.. Bizim de haberimiz olacak mı vs. konusuydu...

Bu konular son günlerde artık vatandaşın rüyasına girmeye başladı...

Yahu Allahaşkına n'olacaksa olsun da bu millet artık geceyarısı kabuslarından kurtulsun...

(Loto'da durum belli oldu şükür...)

Yahu şu milleti, bir yolunu bulup artık rahat uyutun be!..

Bölücübaşı (!)

Televizyonlarda katil Apo için sürekli Bölücübaşı diye abuk bir tanımlama kullanılıyor...

Bu deyişi üstünzekalı biri bulmuş, göründüğü kadarıyla diğer bir alay üstünzekalı da mal bulmuş mağribi gibi bu lafa atlamış, televizyonda bu sözü kullanıyorlar...

Yahu Bölücübaşı ne demek?.. Sanki Ahçıbaşı, çocukluğumuzda oynadığımız ‘‘Aç kapıyı Bezirganbaşı’’ oyunundaki Bezirganbaşı gibi birşey...

Biraz da ilkokulda bizi öğretmene şikayet eden arkadaşımıza ‘‘müzevircibaşı’’ dememize benziyor... Bu da herifin kişiliğini yumuşatıyor... Adına ‘‘Apo’’ deyin yeter... O kendini tanımlıyor zaten...



Yazının devamı...
En büyük futbol
5 Ocak 1999
Geçtiğimiz cumartesi gecesi Savaş Ay'ın yeni kanalı TGRT'de, konusunu ‘‘Spor Yazarlığı’’nın, konuklarını da spor yazarlarının oluşturduğu ilk ‘‘A Takımı’’ programı vardı... Gecenin geç saatlerinde aldığımız ‘‘A Takımı’’ gece vardiyasını sabahın ilk ışıklarında teslim ettik...Programın sonunda Savaş her ne kadar, ‘‘Gerçekten çok centilmence bir tartışma oldu...’’ falan dediyse de, durumun vaziyeti pek öyle değildi... Herkes kurdunu döktü, koşullar elverdiğince birbirine giydirdiği kadar da giydirdi...Programın oybirliğiyle saptanan ‘‘asılacak adam’’ı daha baştan belli oldu ki, Erman Toroğlu'dur...Erman'a en büyük salvo ise programa, (herhalde son bant modasına uymak için olacak) dışardan bantla müdahil spor yazarı olarak katılan Hıncal Uluç'tan geldi...Bu arada şunu da söyleyeyim; program duyurularında programa Hıncal'ın da katılacağını öğrendiğimde heyecan ve keyif duydum... Programa bantla katılacağı aklıma bile gelmedi...Zira Hıncal'ın ‘‘Spor Bab-ı Ali'si’’ ile ilgili onca eleştiri yazısı, Erman'la bildiğiniz af buyursunlar didişmeleri hele de Mafya'nın Türk futbolunun içine girme konusunda savaşı vardı...Sevgili Hıncal programa neden katılmadı anlamadım...Gerekçesini tabi o bilir...Neyse Hıncal'dan sonra stüdyoda bulunan spor, daha doğrusu futbol yazarı arkadaşlar da Erman'a karşı sağlı sollu ataklara başladılar...Ve futbolculuğunda bir savunma oyuncusu olan Erman'da, bazen gerçekten iyi savunma yaparak, sıkıştığında topu taca atarak, ama önemlisi faul yapmayarak kendini elden geldiğince savundu... Valla onca eleştiri yanında, aldığı desteklerle bence tartışmadan hafif tertip zaferle bile çıktı...Zaten onca saat sonunda şu da kesin anlaşılamadı ki:Spor Basını, televizyonlarda hakemlerin eleştirilmesine mi karşıdır?..Yoksa bu işi yapan Erman Toroğlu'na mı karşıdır?..Neyse bu neye karşı olunduğu durumu umarım tez zamanda açıklığa kavuşur...O geceki tartışmanın bir önemli konusu da, eski futbolcuların spor yazarlığı yapmaları daha onların yazılarını başkalarının yazmaları konusuydu...Bu konuda söyleyeceğim, bana bizim Spor Müdürü Nezih Alkış'ın aktardığı, sevgili dostum Namık Sevik'in ona söylediği bir sözdür...Nezih, Milliyet yıllarında birgün Namık abiye gidip futboldan gelme yazarlar için ‘‘Abi bu arkadaşlar yazı yazamıyorlar...’’ demiş...Namık abi de ona, ‘‘Yahu yazamazlarsa yazamazlar... Pastayı biz yapacağız... Onlar pastanın kremaları’’ demiş...O gece bu ‘‘eski futbolcu yazarlar’’ konusunda en doğru sözü, artık eski bir futbolcu değil, yazarlık konusunda eski olmaya başlayan Turgay Şeren söyledi.Turgay, futbolu bırakan ünlü futbolcuların durduk oturduk yerde bu işte talip olmadıklarını, gazetelerin reyting adına bu kişilere talip olduklarından sözetti...Bu konuda aslında büyük görev benimde otuz yıldır üyesi olduğum Türkiye Spor Yazarları Derneği'ne düşer... Tek tabanca odur...Ama ben de bu arada şunu söyleyeyim... Bu eski futbolcu arkadaşların yazılarının çoğunu spor yazarları arkadaşlarımız yazıyormuş, tamam da...Be kardeşim öyle spor yazarları (!), okunduğunda yazısından bir halt anlaşılmayan öyle üstad spor kalemleri var ki, onların yazılarını da eski futbolcular yazsa keşke...İnanın bir bakıma durum da bu...KabusTelevizyonlarımızın, bilumum medyamızın iteklemesiyle şu son hafta, vatandaşın kafayı yeme konusu:Hakan Juventus'a gidecek o trilyonları alacak mı?Sayısal Loto'dan o para yoksa bana mı çıkacak?..Hükümet kurulacak mı?.. Kumlacaksa ne zaman kurulacak?.. Bizim de haberimiz olacak mı vs. konusuydu...Bu konular son günlerde artık vatandaşın rüyasına girmeye başladı...Yahu Allahaşkına n'olacaksa olsun da bu millet artık geceyarısı kabuslarından kurtulsun...(Loto'da durum belli oldu şükür...)Yahu şu milleti, bir yolunu bulup artık rahat uyutun be!..Bölücübaşı (!)Televizyonlarda katil Apo için sürekli Bölücübaşı diye abuk bir tanımlama kullanılıyor...Bu deyişi üstünzekalı biri bulmuş, göründüğü kadarıyla diğer bir alay üstünzekalı da mal bulmuş mağribi gibi bu lafa atlamış, televizyonda bu sözü kullanıyorlar...Yahu Bölücübaşı ne demek?.. Sanki Ahçıbaşı, çocukluğumuzda oynadığımız ‘‘Aç kapıyı Bezirganbaşı’’ oyunundaki Bezirganbaşı gibi birşey...Biraz da ilkokulda bizi öğretmene şikayet eden arkadaşımıza ‘‘müzevircibaşı’’ dememize benziyor... Bu da herifin kişiliğini yumuşatıyor... Adına ‘‘Apo’’ deyin yeter... O kendini tanımlıyor zaten...
Yazının devamı...