(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Ebru Çapa" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Ebru Çapa" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Ebru Çapa

Sızım sızım bağımsızım
22 Şubat 2015

Ha, bağımsız radyonun finansmanı zor olduğu için bir de tabii “züccaciye esnafı...” Bağımsız radyonun bağımsızlığına dokunmayacak sponsor modelinin icat olmasını beklerken boş durmuyor.


Ayça’yla İzmir’de, Güzelbahçe’de bir balık lokantasına çökmüş, masanın bidindeki camekana köpük çalan, kurşuni denize bakıyoruz.


Tuhaf bir kış geçiriyor İzmir; birkaç gün önce son 52 yılın en soğuk günü yaşanmış. O gün de buzz gibi hava; Ege Denizi’nin güzelliği; günbatımının, gökyüzünün rengi... Tarifi belagatı aşan bir hâl...


Geçtiğimiz Ağustos sonu, ben bir başka dostumla Caddebostan sahilinde yürüyüp bir müddet önce muhabbet arasında Ayça’dan da dem vurmuşken, kulağında iPod olduğu hâlde kullandığı bisikletle az kalsın üzerimden geçiyordu. “Yuh!”ladığımda, pedal basmaktan fuşyaya kesmiş kulaklarından kulaklıkları çıkarıp; “A a, çok komik, tam da seni düşünüyordum!” dedi: “Haftaya senin memlekete taşınıyoruz; nasıl fikir?!.”


Daha birkaç gün öncesinde konuşmuştuk; böyle bir konusu yoktu. Ayça böyledir. Yarın gelip evdeki atölyede elceğizleriyle uzay mekiği yaptığını ve bu aralar Dünya bastığı için önümüzdeki ay Jüpiter’e uçmayı düşündüğünü söylese, “E, su gibi git kardeşim madem, ortam latifse biz de arkandan geliriz” derim ve ben daha cümlemi tamamlamadan o yola koyulmuş olur.


O Ağustas gününden beri öyle şeyler değişti ki ikimizin de hayatında; on yıla serpiştirsek dar gelir...


Ayça, İzmir’e taşındı; ergenliğin göbek deliğinden bildiren oğlu Memo’yu bir İtalyan okuluna verdi; son çalıştığı radyodan kovulma hâline tepkiyen kemik dinleyicilerinin de büyük desteği ve “Beyi” Toni ile aycaevhali.com isminde bir internet radyosu kurdu. Bugünlerde de radyonun sitesinin açılışıyla coşmakla meşgul: Eli kalem tutan arkadaşlarından Twitter fenomenlerine birçok kişinin köşe yazdığı, farklı sektörlerden dostlarının ve aile fertlerinin (Valide Sultan Semra Hanım, Ana Haber Bülteni yapıyor mesela) program yaptığı, misal Joy FM’den bildiğiniz Bilge Kocaefe’nin de seçtikleriyle 24 saatin müzikle geçtiği bir site...


Kendi programını, sabahları 09:00-11:00 arasında, eşi Toni ile birlikte yapıyor: “Karı-koca kavgası, kadının evlilikteki rolü, ezber bozan rol dağılımımız, çocuklu bir kadının çocuğunun babası olmayan bir adamla evliliği ve ilişkilerinin bazen rahatsız edici derecede saydam oluşu... Ben bazen utanıyorum bu kadar açık olmaktan. Şimdilik siteyi doğrultabilmek ve geçinebilmek için sitede bol bol ürün dizayn edip satıyorum. Ellerimle kupalar, kahve fincanları çizip satıyorum. Tükkan diye bir bölüm var sitede. Orada baskılarını yine benim dizayn ettiğim yastıklar, kol saatleri, duvar saatleri, birçok ürün satıyoruz.”


Takdime lüzum yok; memleketin, sağdan say soldan say, kaç “menşur” radyocusu vardır; onlardan biri Ayça Şen. Ve benim tay tay çağlarımdan beri dostum olmasının yanında, büyük hayranı olduğum, 43 yıllık ömrümde bir eşine daha rastlamadığım türden bir -kulağa çişli gelmeyecek şekilde nasıl ifade edilir tam da bilemiyorum ama doğruya doğru:- mülti-yetenek.

Biz tanıştığımızda özel radyolar yeni açılmış, o da DJ’er arasında şapşahane nam salmıştı. Yanısıra mizah dergilerine karikatür çiziyor, dergilere röportajlar yapıyordu. Akademinin seramik bölümünden terk, resim tedrisatından geçmiş bir ‘artist’ adayı, TRT Çocuk Korosu’nun şan eğitimli afacanlarından biri, eli öyle böyle değil şahane kalem tutan bir muharrire olduğunu sonradan öğrenecektim.


Geçen çeyrek asırda, romanları yayınlandı, resim sergileri açtı, kendi söz ve bestelerinden oluşan şarkılarla albüm çıkardı, VJ’lik ve televizyon programları yaptı. Şahsen ben de bir koltukta on karpuz tiplerden hazzedenlerden değilimdir ama, gönül gözüyle bakıp da söylüyorsam namerdim, hepsini de misler gibi yaptı.


Yine de her şey bir yana, radyo bir yana:


“Ben mesela, özel radyolar açılmasaydı bu ülkede, ne yapacaktım, bankacı mı olacaktım? O zaman TRT, merete, bir tek devlet radyosu var. Çok önemliydi radyo. Bir karışık kasetlerimiz vardı, bir de radyo vardı, düşünsene. Ecnebi müzikleri ordan buluyorduk, batıya bakan tek yüzümüz buydu bizim. Orta bir, orta iki zamanlarından bahsediyorum. Biz de artık bıkmışız burdaki mutsuz ortamdan, insanların yüzündeki dertli ifadelerden filan. Ben başucumda, babamın yurt dışından getirdiği kurmalı, çok şeker bir radyoyla yaşıyorum. Benim için çok önemli bir şey o. Onu dinleye dinleye uyuyorum. O müzikler benim için ileriye umutla bakma hâli; onun dışında her şey mizerya. Radyodan süzülense sürekli bir mutluluk, sürekli bir aydınlık. Radyo bana sorarsan ışıklı bir kutu. Karanlık bir kutu ama kafanın içini ışıtan, zenginleştiren bir yer.”


Bir de merkezkaç gibi radyo; hayat dönüyor dolaşıyor, ebedi bir döngüye sarıyor: Radyodan yükselen yarenliğe, ruhunu sağaltan melodilere:


“Üniversiteye girdiğim yıl, özel radyolar başlamıştı illegal olarak. Ben de öyle başladım; Genç Radyo’da. Şimdi düşünüyorum da, o zamanlar gençliğim radyoyla o şekilde başlamıştı, şimdi de orta yaşlarım, radyoyla bu şekilde başlıyor. Çünkü yine aynı şekilde bir yanıyla baktığında kanunsuz. Henüz bir internet radyo yayın kanunu yok ve ben yine aynı yerdeyim. Bana o manada tuhaf şekilde, ikinci baharı yaşıyorum gibi geliyor. Ki radyoculuk, kalburüstü bir iş değildir; lümpence bir iştir. Entel entel laflar etmezsin, trafikte giden seni dinler, daha halk çocuğusundur. İlk başladığımda, çok gıcık bir kibrim olmuştu; çünkü TRT Çocuk Korosu’nda falandım ya, en güzel stüdyoları görmüşüm. Çok fazla gazına gelmiyordum. Dinleyincinin gazına şimdi şimdi gelmeye başladım aslında; çok acayip. Kendi radyon olunca, bağımsız radyo olunca, şimdi artık her şeyden bahsedebiliyorum. Sıçmaktan bahsediyorum, osurmaktan bahsediyorum, sevişmekten bahsediyorum, herrr şeyi anlatabiliyorum. Öbür türlüsü kibarlık adı altında sahtekarlığı, ikiyüzlülüğü destekliyor hem de hiçbir şey yok ortada. Duman var et yok; öyle bir mangal.”


Eskisiyle bugünün radyosunu mukayese etmeye girişmiyor bile. Fakat radyo hayatıyla gerçek hayat mukayesesi, şimdiki aklıyla, dertli mevzu.


“O zamanlar gençtim ben, neyin ne olduğunu çok da bilmiyordum ki. Bir sevinç içindesin, hiçbir şey yapmayıp sadece konuşuyorsun. Manyaklık olarak gösterilen özelliklerin sana meslek olarak sunuluyor. Ama çok genç yaştan itibaren, sosyalliği öğrenememiş olmayı çok önemli bir bedel olarak görüyorum. İnsanların seni sen olarak kabul etmesi, senin sen olarak tasdiklenmen, kabul görmen, sevilmen... Sosyal bir rol üstlenmiyorsun, tamamen, olduğun gibi, sen neysen o yani; köy delisi ehliyeti gibi. Sonra çağ değiştikçe, seni tasvip etmeyen insanlarla bir araya getiriyor seni hayat; ne bileyim, çocuk yapıyorsun, veli toplantısına gidiyorsun, kimse senin gibi değil. Kocan var, onun arkadaşları var, öğretmenler var, diğer veliler var, bunlar senin doğal olarak, tercihen içinde bulunacağın ortamlar olmayabiliyor. Gerçi ben çocukluğumda da böyle, istediğim gibi takılırdım ama o zaman çocuktum. Ha çocuk, ha deli... Sonra çocukluktan böyle bir şeye geçince, yetiştin metişkin olmuyorsun, mahallenin delisi oluyorsun işte.”


Ayça böyledir. Verin eline bir kırbaç, sabahtan akşama kendini dövsün. Abi, öyle deme şeklinde lafa girip iki satır onu olumlamaya yeltenmeye gelmez, itiraz eder, argüman geliştirir, insanı yorar. Kendini yine, sanki fena bir şeymiş gibi tarif edişine bakıp, ona “Hade len” deyip, içimden Ayça’nın varlığına şükrediyorum. Ne uğraşacağım canım, susuyorum. Mahallenin delisine kurban olunur be.

Yazının devamı...
Babamın, 42 yıllık dostumun ardından
20 Aralık 2014

Bir gün bir yerde, ilkokuldan beri ikimizin şarkısı olan, Nat King Cole’dan L.O.V.E. çalıyor olacak. Yarın, bir gün, gecenin bir vakti iki satır laflayalım diye elim telefona gidecek ve o telefona çıkamayacak. Derbiler olacak, nispet yapmaya arayamayacağım ya da nispet telefonu çalmadığı için kimin aradığını ruhum gibi biliyor olmayacağım.

Babam öldü.

15 Kasım akşamı; Banu’yla -muhtemelen yoğun bakımın önünde bekleşenlerin morali bozulmasın diye- tabelasındaki “ex odası” yazısının “ex” ve “sı” bölümlerinin boyası silindiği için, dikkatli bakmayınca, yalnızca “oda” kelimesi okunan, az ilerde durup durduğunu neden sonra fark ettiğimiz bir odada, onu son defa gördük.

Haftasonu ve akşam sessizliğinin çöktüğü katta doktorların “Başınız sağolsun” dedikleri ana kadar çıt çıkmıyordu. Haberi iki kızına verecekler, içleri görmeyi kaldıramayabilir diye düşünmüş olacaklar; yoğun bakımdan bir çarşafa sımsıkı sarılmış şekilde çıkardılar. Ex ‘oda’sına alırken görmek istediğimizden emin miyiz, diye sordular. Bir an için Banu’yla bakıştık; başımızı olumlu anlamda salladık; yüzünü açtılar.

Naaşının gıdısına burnumu gömdüm. İçinde nefes kalmadığını burnumun direğinde hissettim. Yine de onu 35 yıldır falan hiç sakalsız görmemiş olduğumdan belki; belki de 42 yıldır, onu hiç ölü görmemiş olduğumdan, kendine benzetemediğimden; hâlâ durumun idrakına varabildiğimi sanmıyorum. Halbuki ne dinliyor, ne konuşuyor olursam olayım; beynimin içinde bir yerde hep aynı cümle dönüyor zikir gibi: Babam öldü.

BURNUNUN DİKİNE YÜRÜYEN BİR YENGEÇ

Annem ilk günlerde fena dağıldı. Ki sıkı hatundur. Dile kolay, ikisi de ’43 doğumlu; ‘60’dan beri “konuşuyorlardı”; ‘66’dan beri evliydiler. Ve babam; “Levent bırak da bize de biraz sevgimizi ifade edebilecek fırsat kalsın” şeklinde serzenişte bulunacağı derecede avaz avaz aşıktı anneme. Her Allah’ın günü aynı sinirsek cümlelerle aynı kavgaları döndürmeyi de ihmal etmeden, yan yana 54 yıl devirdiler.



Her gidenin ardında bıraktığı ailesine sarf ediliyor olsa gerek: Yoğun bir “Ölüm kimseye yakışmaz da Levent’e hiç konduramadım” muhabbeti var. Bir de “Hastalandığını bile duymamıştık, hangi ara ne oldu da böyle oldu?” şaşkınlığı...

“Biz de anlayamadan gitti. Adamın mizacı acul, yapacak bir şey yok” benzeri sersem sepelek cümleler kurdum sanırım. Öyleydi de hakikaten; sosyal maymun sayılırım, üstelik gazeteciyim; ömrümde çok insan gördüm, tanıştım, tanıdım; onun kadar yüksek perdeden yaşayanı yok kadar nadir bir türdür. (Telaşe Müdürü derdik.)

Kahkahası yüksekti, neşesi yüksekti, coşkusu yüksekti, sevgisi yüksekti, öfkesi yüksekti, kederi yüksekti, nefreti yüksekti, sesi yüksekti, üslubu yüksekti.

Tepeden tırnağa oksimorondu. Burnunun dikine yürüyen bir Yengeç’ti. Çelik bilekli bir sulugözdü. Dalgacı bir romantikti. Küfürbaz bir zarafet abidesiydi. Sabırsız bir tembeldi. Planlı bir kaderciydi. Tek cümle içinde stratosfer ile magma arasında gidip gelebilirdi.

Geçtiğimiz Nisan, bir süre seçimler için İzmir’e gelişimdeki hâli gözümün önünde: Dede-torunun spor kanalları konusunda TV kumandası tartışmasına müdahale etmem gerektiğinde, tane tane izah etmeye çalışıyordum: “Ya, ben sana kaç kere söyleyeceğim çocukla çocuk olunmaz diye; az biraz idare etmeye çalış; bu da böyle bir tip!” Bunu 71 yaşındaki babama değil; 7 yaşındaki yeğenim Cem’e söylüyordum fakat; öylesine çocuk düzlüğünde geldi, çocuk düzlüğünde gitti babam.



Korumacılığı, tahakküm üzerine kurulu değildi. İlişkimizin akdi, “Gönlünce uzağa uç ama sağlığından ve selametinden haberdar etmeyi, evinin yerini ve zaman zaman geri dönmeyi unutma” tarzında bir aidiyet birliğine tabiydi.


Annem ona bütün jantiliğine, kırantalığına rağmen ve binaen, olası en mültefit tonda, Mağara Adamı derdi. İş görünüme gelince, tabirin icadından evvelden metroseksüeldi ama mevzu ham tabiatına gelince, süs püs kenarda dursun, resmen primitifti. Aklından geçen ağzından çıkardı. Koket bir yerde yemekteler diyelim; babam yine ağzına geleni söylüyor, annem masanın altından onu dürterek uyarmaya çalışıyor; babam bilmem artık kaç desibelden; “Niye tekmeliyorsun Fatoş?” diye soruyor: Buydu bizim hayatımız.

ONUNLA KAÇ-GÖÇSÜZ YAŞADIK

Gerekirse çok kavga ettik ama şöyle ya da böyle, yalansız yaşadık.

“Bu hayatta ne yaparsan yap, yeter ki yanımızda yap; en iyisinden en kötüsüne, ne olursa olsun, yeter ki yalansız olsun; hiçbir şeyi gizleyip saklama, her şeyin üstesinden gelinir, yeter ki bilgimiz olsun.” Bunlardı bizim evin kaidesi. “Önünde ne olursa olsun, arkanda kapı gibi ailen var.” Bu bilgiyle yoğruldu hamurumuz.


Korumacılığı, tahakküm üzerine kurulu değildi. İlişkimizin akdi, “Gönlünce uzağa uç ama sağlığından ve selametinden haberdar etmeyi, evinin yerini ve zaman zaman geri dönmeyi unutma” tarzında bir aidiyet birliğine tabiydi.

Hayatımda babamla aramda kaç-göç hiçbir şey olmadı.

Görüp görülebilecek en maço feministti. “Bir karı aldım, başıma üç tane oldunuz” der dururdu; diline leş bir erkek jargonu pelesenkti fakat hayattaki duruşu itibarıyla ondan daha dirayetli ve hakikatli, tarafsa birey olarak kadından yana taraf bir erkek de tanımadım.




İlk kez regl olduğumda; bunun sağlıklı bir kadın olacağıma delalet olduğu için katiyen canımı sıkmaması gerektiğine dair ilk söylevi babamdan işittim.

Banunun da benim de tüm arkadaşlarımızı tanır, bilirdi; her türden, her cinsten arkadaşımız evimize girer çıkar; belli bir yaştan sonra, babamın sofrasına oturur, ikram ettiği içkiyi içerdi.

Dün gibi hatırımda; lisenin başlarında, haftasonu olacak ki güneşli bir gündüz vakti, oturma odasında ikimizdik. Okuduğu gazetenin sayfasını kıvırıp gözünü bana dikip “Konuştuğun çocuk var mı senin?” diye sordu.

“Konuştuğun çocuk ne baba? Artık ona çıkma deniyor” diye gözlerimi devirmiştim; ‘Hayat Üzerine Dersler: Bölüm Bilmem Kaç’ın geldiğini sezerek: “Ayrıca da yok öyle bir durum, merak etme.”
“Şimdi kulağını aç beni iyi dinle” dedi: “İleride, yatmadığın adamla evlenmeyi aklından geçirme sakın. Domatesi bile manavdan seçerek alıyoruz değil mi; birlikteliklerde ten uyumu mühimdir.”

“Ben evlenmeyeceğim zaten; bu nerden çıktı şimdi, sanki bilmiyormuşsun gibi” demiştim. Evlenmek istemediğimi neredeyse konuşmaya başladığım günden beri söylerdim.

“Aman tamam, o kadarını anladık, başlama yine” dedi; “Sana illa evlen diyen yok; fakat hayatın ne getireceği belli olmaz; böyle sabit fikirlerle hayatın sürprizlerine kapını da kapatma. Zaten her konuda kendi bokunla kavga ediyorsun.”



Burnunun dikine yürüyen bir Yengeç’ti babam. Çelik bilekli bir sulugözdü. Dalgacı bir romantikti. Küfürbaz bir zarafet abidesiydi. Sabırsız bir tembeldi. Planlı bir kaderciydi. Tek cümle içinde stratosfer ile magma arasında gidip gelebilirdi.


“Sen kendine bak” demiştim. Her zamanki gibi. Tencere ve dip mevzuu, gündemimizden düşmezdi.

Babamla konuşamadığım tek bir konum yoktu. Ve konuşurken de laf ola beri gele dinlemezdi. Bizim evde dört oy vardı; dördü de geçerdi.

Çocukluğumun bir kısmı, İzmir, Çeşme Dalyanköy’de, Karşıkaya Tilla’da, Foça’da filan, balık sofralarında birleştirilen sandalyelerde uyuklamakla geçti. Beş yaşımdayken bile, annem beni restoranın tuvaletine çişe götürürken, babamın sofrada ayağa kalktığını hatırlarım. Ya özel günler ya da içinden gelen özel gündür zaten, evdeki üç çiçeğine, çiçekle gelirdi. Ya da eve çiçek gelirdi. Çiçekçi gelirdi; açarsın bir not; baban karta edebiyat döktürmüş. Böyle bir küçük hanımefendi muamelesi ve nedir; yumruk atmayı da küfür etmeyi de rakı içmeyi de ondan öğrendim bir yandan.


İnsanın elinin ekmek tutmasının önemini ve boğazından geçecek en tatlı lokmanın onurunla kazandığın ekmekten kopacağını; kazık yemenin kazık atmaktan bin kez evla olduğunu; insanın yüzüne söyleyemeyeceğin şeyi arkasından konuşmaman gerektiğini... Bunlara benzemez pek çok şeyi de keza...

Aşk acısıyla omzunda ağladığımı da bilirim; ergenlik spazmlarında ölmeyi düşündüğümü söylediğimi de; dostlarımla kavgalarıma dair dertleştiğimi de bilirim onunla; mesleki çıkmazlarımda ağlak yapıp fikir danıştığımı da. Babamla ilişkimizi tek kelimeyle özetlemem gerekse “açıklık” derdim. Birkaç kez birbirimizden yalan söylemeden gerçekleri sakladığımız hâller oldu; zaten onların da peşi sıra büyük kavgalarını ettik.

Babamla çok kavga ettik. Hem nasıl... Bunun kıymetini ancak bugün anlıyor değilim fakat; her anında bildim. Boyum onun beline ulaşmayan bir kız çocuğuyken bile; insanın babasıyla kavga edebiliyor olmasının şu hayatta, hele ki bu memlekette nasıl büyük bir lüks olduğunu, hep bildim.




Baba-kız olmasaydık; yoldan geçerken tanışsaydık; neresinden dikiş tuttururduk bilemiyorum gerçi; pek çok konuda o kadar anlaşamazdık ki o kadar olur. En üfürüğünden en hayati meselelere: Misal, o ruh hastalığı derecesinde Fenerli, ben fanatik Cim Bomluydum (Kaf Kaf’da hemfikirdik bak.). O AP geleneğinden gelen bir orta-sağcı, ben –kendimi solcu olarak addedemem; sol tedrisatından geçmiş, çilesini derinden çekmişlere ayıptır- fikren ve gönülden solcuydum. Onun espri izanı fıkra anlatmak ve kötü niyetli olmasa da alay üzerine kuruluydu; ben bunu son derece satıhta ve kaba buluyor, bunu da onun yüzüne söylüyordum. İnsanlar hakkındaki tahlillerimizde, kendi hayatlarımıza dair seçimlerimizde birbirimizi çok eleştirdik. O, bu eleştirileri bana ne kadar güvendiğine ve benimle ne kadar gururlandığına dair bir gönderme, bir ince söz, duyguları iyice köpürmüşse, çağlayan bir güzellemeyle bağlamayı ihmal etmezdi fakat. Benim kendimi kaybedip sırf canını acıtmak için ona saygısızlık ettiğim olmuştur; gel gör ki onun bana tavrında saygı çizgisini ihlal ettiği tek bir anı hatırlamıyorum. Beş dakika öncesinde haykırarak kavga etmiş olsak bile nihayetinde “Seni seviyorum” demeden telefon kapattığımızı da...

Ona madden ve manen ihtiyaç duyduğum zamanlarda, daha cümlemi tamamlamadan şehirler kat edip yanımda bitmediği tek bir sefer de hatırlamıyorum.


İlişkimiz gidişli gelişli geniş bir otobandı; onun da hava değişikliği gerektiğinde kafa iznine çıkıp İstanbul’a, bana kaçmışlığı vardı. Ayrı şehirlerde yaşadığımız 25 yılda, sayısız sefer...

Ebeveyn-evlat ilişkisinde kakofonik bulunan bir hâldir; ben de gayet kinik bir tondan dalgasını geçmişimdir fakat var öyle bir şey; aksini iddia, tarihe hıyanete girer; şahsen yaşadım, biliyorum: Biz babamla, atsan atılmaz, satsan satılmaz ve yeri ikame edilmez türünden çok iyi iki dosttuk. Şimdiye kadar hiç 42 yıllık bir dostumu kaybetmemiştim. Babamı da kaybetmemiştim.



Babam öldü. Henüz idrakında değilim. Hâlâ değilim. Bir gün bir yerde, ilkokuldan beri ikimizin şarkısı olan, Nat King Cole’dan L.O.V.E. çalıyor olacak. Yarın, bir gün, gecenin bir vakti iki satır laflayalım diye elim telefona gidecek ve o telefona çıkamayacak. Bir restoranın balık tezgahının başında, bu hangi familyadandı be, diye aval aval bakıyor olacağım ve sormak için kimseyi aramaya elim gidemeyecek. Derbiler olacak, nispet yapmaya arayamayacağım ya da nispet telefonu çalmadığı için kimin aradığını ruhum gibi biliyor olmayacağım.

Havadan sudan mevzularda, hayat memat meselelerinde; gevezeliğe, dertleşmeye, kavgaya tutuşmaya, gülüşmeye, ağlaşmaya, koskocaman sarılmaya susayacağım, bakacağım, yok.


Ömrümün geri kalanında, muhtemelen onun kadar düz hiçkimseyi tanımayacağım ve karşıma öyle biri çıksa da o kadar ruhunu bilir bir içsellikten lafa giremeyeceğim.

O çağanoz yürüyüşünü, o ergen kıkırı gülüşünü göremeyeceğim; sesini duyamayacağım; uyurken açığa çıkarmazsa olmaz o sol ayağını örtmeye çalışmayacağım.

Hayatın bundan sonrası onun ısrar edip de benim de kimi zaman ona eşlik ettiğim, kimi zaman öfleyip pöfleyerek tüydüğüm dansa kalkma tekliflerini özlemekle geçecek. Bir yerde olacağız; annem, Banu, ben; müzik çalıyor olacak; babam olmayacak, şimdiye dek pas geçmiş olduğumuz danslara yanacağız.

Babam öldü. Bilmiyorum, belki de yanında bir yerlere gömüleceğim güne kadar hiç idrakına varamayacağım.

Yazının devamı...
Bir sen bir ben bir de Seda
6 Eylül 2014

Bu aralar Pavlov’un kuçusu gibiyim; aşağılandım mı komut alıp vazife telakki etmekten öte, şartlı refleks icabı, oturup düşünüyorum. Seda Sayan da sorarak höykürünce, pardon, höykürerek sorunca, silbaştan sorgulamaya giriştim: Ben kimim, burası neresi, hayatın anlamı ne?..
Gerçekten de günlerdir, beş evliliğinin ikisinde evlendiği kadını öldürmüş bir katilin, yine kendine ‘karı’ aramak için bir ulusal kanalda ağırlandığı; katilin, potansiyel maktul üçüncü eşini affedip canını bağışladığını söyleyerek pişkince kahkaha attığı; bunun karşılığında program sahibinin, “Peki onun diğerlerinden farkı neydi?” şeklinde voleye çıktığı; “Hiç böyle güler yüzlü katil gördünüz mü?” benzeri sorularla, güya adamı kamuya ‘deşifre’ edip vazifeşinas bir bilinç sergilediği, reytingi batasıca TV programı yüzünden, limonlu su senin, sarmısak benim, ne bulursam bünyeye boca ederek, neredeyse beynimi kanatma raddesine gelmiş tansiyonumu indirmeye çalışıyor olabilir miyim?
Seda Sayan’ın hikmetinden sual olunmayacağına göre, benim bu hadsiz, densiz tansiyonumun durumu ne?
‘Evimizin Katilini Tanıyalım’ programının ertesi günü, tepki mailleri sebebiyle programdan desteğini çeken sponsorunu kaybeden Seda Sayan, esip gürlüyor: O ki güven endeksinde yıllardır zirveye oturmuş, vergi rekortmeni olmuş, okullar, yurtlar yaptırmış bir kadınmış... Kim ki ona işini öğretecekmiş, şaşarmış. Ona “Dokunmayan yılan bin yaşasın”mış, dokunanı da perişan edermiş.
Biz kimiz? O niye Seda Sayan, biliyor muyuz? Düşünelim madem:
Yoksul, baba şiddetinin hüküm sürdüğü bir eve doğdu. Annesinin, kardeşlerinin ve kendisinin görmediği zulüm kalmadığı halde, “Yaşasaydı da krallar gibi yaşatsaydım” diyerek andığı babası tarafından ‘erkek gibi’ yetiştirildi; bununla övünmelere doyamadı.
Düğün salonlarında söyleyerek başladığı şarkıcılığa, uvertür olarak küçük gazinolarda devam edebilmesi için yaşını büyütmesi gerekti. İlerki yıllarda Abbas Heybetli’nin kurşunuyla hayatını kaybeden, o zamanki sevgilisi Turgut Akyüz’ün açtığı Stardust’ta ‘sıklet’ atladı; Fahrettin Aslan’ın dönemin assolistlerinin fahiş ücret taleplerine kafasının bozulması üzerine de ismi, efsane Maksim’in neonlarıyla müşerref oldu. Kafasının bozulması derken; Aslan, talep edilen astronomik meblağlara inat, Harika Avcı’yla Seda Sayan’a kısa süre ders aldırıp assolist olarak Maksim’e çıkarmış, bu sayede, musiki tedrisatlı diğer isimlere ‘dersini vermişti.’


Kendinden RTÜK bir kadın


Sahne âleminde şanı yürüdü; sektörünün doğası gereği, hemşire rolünde Kadir İnanır’a masaj falan yaptığı, video dönemi sinema filmlerinde de oynadı.
Futbolcu Rıdvan Kılıç’la 1987 yılındaki ilk evliliği, yine futbolcu ve yine yeraltı âleminin yakından tanıdığı isimlerden, oğlunun babası Sinan Engin’le, İstanbul trafiğinde tanıştığı motokurye Soner Yapcacık’la, işadamı Tuncay Kıratlı’yla, Hakan Şükür’ün kardeşi Gökhan Şükür’le, türkücü Onur Şan’la yaptığı beş izdivaç daha izledi. Ayrılık dönemlerinde TV ekranlarından karşılıklı hakaretlerle magazin basınını şenlendiren, Mahsun Kırmızıgül ve Nihat Doğan’la yaşadığı birliktelikler de gündemden inmeler bilmedi.
1998’de TGRT’ye yaptığı ‘Yetiş Bacım’ programı, önemli bir dönüm noktası oldu. Yoksul mahallelerin hanelerine hızır gibi yetişip dertlere derman olduğu program öyle popülerdi ki Seda Sayan’ın yüzüne rastgelmediğiniz bir an yok gibiydi. Yoksul ve sık yinelediği tabirle ‘cahil’ halka “Sizden biriyim” çektikçe, kitleler büyüdü; albümler albümleri takip etti; diziler çekti. Fakat esas hükümranlığını, kadın kuşağı tabir edilen gündüz programlarıyla, kanaldan kanala akan tuhaf bir format füzyonu sayesinde ilan etti.
Kâh leğende cüce bir beyi yıkadığı; kâh zamanın Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’e yönelttiğine benzer (-Kiminle görüşüyoruz? –Ben Mustafa. -Nerden arıyorsun lan Mustafa? -Şişli’den. -Ne iş yapıyorsun lan Mustafa? -Belediye Başkanıyım) sorularla halkın nabzını tuttuğu; Haydar Dümen’le vajinusmus’a çare aramaktan tutun, hatırı sayılır sayıda aileyi tüp bebeklendirmeye kadar, türlü açıdan sağlık konusuna el attığı; zırt vırt ailenin öneminin altını çizip, çoğu zaman erkeklerin ekmeğine yağ sürerek aile kurumuna ışık tuttuğu; gelin-kaynana sürtüşmesinin nemasına doyamadığı, ‘Tut aklını kaçmasın’ durumlarında onca yıl...
Aldığı hayır duasıyla boynundaki vebalin çetelesinin içinden çıkılmaz bir hesaba kestiği; benim diyen mantığı çökertecek onnca yıl.
“Niye kaşınıyorsun da kendini dövdürüyorsun” sorularıyla kadınların yanında durduğu onnnca yıl.
Yakın tarihte verdiği bir röportajda şöyle diyordu: “Kendinden RTÜK bir kadınım. Bana diyorlar ki Türkiye’nin Oprah’ı Seda Sayan. Oprah gelsin burada program yapsın bakalım, Oprah olabiliyor mu?”
Anladın mı, eyyy Oprah; buralar oralara benzemez; öyle kolay değil yani.
Reyting âlemi vahşi; soru baki: Biz kimiz be? O neden Seda Sayan?

Yazının devamı...
Ses bir tür kimliktir, üniktir bilim, ‘kayıtlar gerçek’ diyor
2 Mart 2014

Üzerinde bilirkişi ihalesi kaldı. Müzisyen ve ses teknisyeni Atilla Özdemiroğulu’na göre son kayıtlarda, ne dublaj, ne montaj ne de bilgisayar marifetiyle türetilmiş herhangi bir kelime var.

Müzisyen ve ses teknisyeni Attila Özdemiroğlu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan’ın arasında geçtiği iddia edilen son kayıtlarda, ne dublaj, ne montaj ne de bilgisayar marifetiyle türetilmiş herhangi bir kelime bulunduğunu söylüyor.

Attila Özdemiroğlu, müzisyenliğinin yanında, alaylı bir ses teknisyeni. Babasının Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’nda elektrik ve elektronik öğretmeni olmasından dolayı, 1950’li yıllarda, osiloskoplu laboratuvarı bulunan bir evde büyüyüp, yaz tatillerinde dayısının elektronik tamircisinde çalışıp, askeri telsiz, transistörlü radyo, ilerleyen yıllarda da televizyon tamir ederek serpilmiş, bacak kadarken bile elinden Popular Electronics dergisini düşürmemiş bir çocuk. Bugüne dek kullandığı amplikatörleri hep kendisi yapmış, stüdyo kurmuş, ülkenin tonmaister ve ses teknisyeni yetiştiren ilk kursunu açmış; ömrünü müzisyenliğin yanında, ses teknolojisine, elektroniğe de adamış bir isim. Ankara Atatürk Lisesi’nde gördüğü fen eğitiminin ardından üniversitede hukuk okusa da bilimin peşini hiç bırakmamış.

Özdemiroğlu, son haftalarda sanal ortama sızdırılan telefon kayıtlarının Alo Fatih namlı ilk örnekleri dökülmeye başladığında, Bülent Arınç’ın bir yorumu üzerine, mevzu mesleğini birebir alakadar ettiği için, tabiri caizse bir “Yok artık!” tweet’i attı:
“Bir sabah Twitter’da bir habere rastladım; konu mesleğimle ilgiliydi. Bülent Arınç, Alo Fatih kayıtlarıyla ilgili ‘Bunlar montaj; artık deniz sesinden insan sesi bile yapılabiliyor’ diyordu. Benim de komiğime gitti tabii. Tek bir tweet’le cevap verdim; niyetim de öyle uzatmak değildi. Sayın Bülent Arınç yanlış biliyor. White noise dediğimiz elektronik gürültüden filtre, belirli devrelerden, envelope generator dediğimiz devrelerden dalga sesi yapmak mümkündür ama dalga sesinden insan sesi yapılamaz. Hele deniz sesinden hiç yapılamaz. Ben bunu böyle yazınca ve karşılığında saldırılar gelince ben de ister istemez teknik bilgimi dökmeye başladım.”

Akabinde olayların gelişmesi ve peş peşe yeni kayıtların sızdırılmasıyla da üzerinde bilirkişi ihalesi kaldı desek, yalan olmaz.

“Bol küfür yiyorum, hakaret işitiyorum; ‘Biz seni adam sanmıştık’ diyorlar. Tehdit de geliyor, ‘Aman kendine dikkat et Attila Abi’ diye iyiniyetli uyaran da çok çıkıyor ama ne yapayım yani. Onların haline üzülüyorum daha çok. Sorgulamaya hiç tahammülü olmayan bir biat... Ben bilim tarafından bakarım hayata; politik kimliğimi de o taraftan koyarım. Çocuklarımın geleceği adına, bunun sonuçları ne olursa olsun, doğru bildiğimi söylemekle yükümlüyüm ben.”

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan arasında geçtiği iddia edilen diyalogların yer aldığı telefon kaydındaki seslerin dublaj olması mümkün mü?

Dublaj, kayıtlara dair en kolay iddia edilecek şeydir ama aksi de anında ispatlanabilir. İnsan sesi taklit edilebilir şeydir, bunu herkes biliyor. Taklit yapan, çok çok da benzeten insanlarımız var ama teknik bir analizle doğrusu anında ortaya çıkar. İnsan sesi üniktir. İnsan kimliğini tanımlayan belirli şeyler vardır. Fotoğraf en az geçerli şeylerden biridir; üzerinde oynanabilir. Biraz daha güçlüsü, parmak izidir ki o da silinebiliyor. En son bulunan gözdür, iristir. Fakat dünyada artık en geçerli olan, bankaların güvenlik sistemlerinde bile kullanılan, insanın kendi sesidir. O kadar üniktir ki bilgisayarlara kendi sesinizden komut verebilirsiniz. Bu, ses tanımlamanın algoritmalarıyla ilgili teknik, derin bir meseledir. Ses bir kimliktir. Dünyadaki yedi milyar insanın her birinin sesi, birbirinden ayrıştırılabilir durumda. Ve bu konuda başarı şansı da minimum yüzde 97. Minimum diyorum, dikkatinizi çekerim...

Konuşmaların, anlamı saptırma amacıyla montajlanmış olabilme ihtimali nedir?

Dört tane montaj noktası var. Böyle bir rapor gelirse, destekleyeceğim. (Kahkaha atıyor.) Beş ayrı konuşmanın bileşiminden oluşmuştur o kayıt, konuşmaların arasında dört tane de montaj noktası vardır. Bakın orası doğru. Bir tek de orası doğru. Haricinde montaj olma ihtimali, teknikman en kolay tespit edilebilir şey. Montajı ispatlayabilecek birçok parametre var, en temellerini sayayım size: Söz konusu hele bir elektronik kayıtsa ki bir telefon kaydıdır bizim elimizdeki malzeme, önce kulakla baştan aşağı dinleyip bir ek durumu var mı diye bakarız. Bunu belli edecek parametreler nelerdir, birincisi mikrofon ya da hat değişti mi, çünkü o durumda karakter de değişir. İkincisi, bulunduğunuz oda değişti mi, yani akustik ortam değişti mi; çünkü konuşmanın atmosferi başka bir boyuta sıçrar... Üçüncüsü, bulunduğunuz ortamdaki ambiant noise dediğimiz, çevre gürültüleri değişti mi; bakın mesela şimdi okul dağıldı, dışarıdan gelen çocuk seslerini duyuyoruz. Bunlara baktıktan sonra da hala şüphemiz varsa, wave form dediğimiz, dalga biçimini bilgisayarlarımızda açarız ve şüphelendiğimiz alanları detaylı olarak inceleriz; bir dalga bozulması, bir dalga farklılaşması, sıçraması var mı diye... Daha birçok açıdan da incelenebilir ama bu üçü bile yeterlidir.

Bilgisayar marifetiyle yoktan kelimelerin üretilip konuşmaya eklendiği iddiası doğru olabilir mi? Yoktan bir kelime nasıl var edilir?

Edilemez. Yoktan bir kelime var e-di-le-mez. Var edilirse, robotik bir kelime olur. Ben isterseniz size yapmaya çalışayım, böyle bir teknoloji yok. İmkansız. Böyle bir teknoloji olmadığı gibi bana sorarsanız, daha uzun bir süre de olmayacak. Çünkü ses, konuşma dediğimiz, feci komplike bilgiler içeriyor. Çok çok derin bilgiler içerir. Ciğer yapınızdan başlar, ağız boşluğunuzun, dişlerinizin biçiminden, ses tellerinizden, burun boşluğunuzdan, küçükken bunu nasıl geliştirdiğinizden, bebekken nasıl ağladığınızdan, o yapının nasıl geliştiğine kadar birçok fizyolojik özellik bir yana, hangi ortamda büyüdünüz, kelimeleri nasıl vurguluyorsunuz, telaffuzunuz, aksanınız benzeri, türlü uzmanlık alanlarını da alakadar eden boyutları vardır. Elektronik tarama ile forensic uzmanlarının bilgilerini birleştirdiğiniz zaman bunların ortaya çıkmamasının imkanı yok. Benim bu kayıtta dublaj ya da montaj olmadığından yana, en ufak bir kuşkum yok.

Nasıl bir inceleme neticesinde böylesine kesin bir kanaate varabildiniz?

Bu son iddia edilen kaydı, hepsine güvendiğim, kimi Avustralya’dan mezun, kimi Amerika’da doktorasının son günlerinde olan, şuradan buradan, işinde uzman arkadaşlara gönderdim. Sekiz kişilik bir ekip kendiliğinden oluştu; herkes işini gücünü bırakıp, bunula uğraştı, kendi incelemesini yaptı; hepsinden de aynı benimki gibi rapor aldım. Ses mühendisliğinin, ses teknisyenliğinin ötesinde insanlar bunlar. Forensic, yani adli ses analizi, bambaşka bir iştir. Bu kişilerin üçü forensic uzmanı, adi incelemeye vakıf... Diğerleri ses mühendisi diyebileceğimiz kategorideler. Aynı zamanda dil uzmanı da gerekli, sadece elektronik bilgisi de yetmez. Çünkü konuşmada sadece ses benzerliği değildir önemli olan, artikülasyon da fark yaratır. Bir arkadaşımız üç gün boyunca sabahlayarak, başka tarihlerden konuşmalarla kıyaslama suretiyle, 12 kelimeyi deşifre etti, 12’si birden tuttu. Bu işi, profesyonel olarak yaptırmaya kalksanız, 13 bin dolardır şirketlerde bedeli. Beş ayrı konuşmanın arasındaki dört montaj noktası haricinde, montaj olmadığı konusunda kimsenin en ufak bir şüphesi yok. Sözcük birleştirme, üretme konusunda da artık gülüyor herkes, ne yapsınlar yani... En komik aşama, son derece ciddi olması gereken kurumlardan geldi ama. Biri montajı kanıtlayan inceleme TRT’nin laboratuvarlarında yapıldı beyanatı, biri de Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık’ın; ‘Ben montaj olduğunu hissediyorum, incelemeye lüzum yok’ açıklaması. TÜBİTAK’dan beş kişi görevden alındı değil mi; çünkü bilim adamları böyle bir rapor veremezler. Her türlü kariyerleri biter. Kaleidoscope Sound’dan montaj iddiasını doğrulayan rapor verildiği haberlerinin ardından şirketin bunu yalanlaması iyi oldu. Oturmuş nasıl olabilir diye mail yazıyordum ki yalanlama geldi. İçeriden birileri para almıştır o sahte raporla ilgili, bu çok açık. Doğrusunu kim ifşa ettiyse teşekkür ederim, kendime vazife edinmiştim; bildiğim, güvendiğim bir stüdyo nasıl böyle bir şey yapar diye. Kaç tane stüdyo var dünyada biliyor musunuz; şurada hemen arkadaki sokakta da var bir tane; ben de hemen isterseniz antetli bir kağıda yazıp verebilirim; ben daha ciddi yazarım üstelik dil bildiğimden dolayı... Bir raporun ciddi olabilmesi için adli yetkili olması lazım; bu stüdyo adli yetkilidir; o yüzden hayret etmiştim.

Yazının devamı...
İtirazım var bu dertli şansıma...
26 Ocak 2014



Tabularına evlatlarından daha çok sarılan bir topluma, hiç müdana göstermeden varlığını kabul ettirmesinin yanında, Türkiye’nin bakmalara doyamadığı bir figürdür Bülent Ersoy.
Sağlam bir tedrisattan geçmiş musiki donanımıyla, ilk kez 1974’te, Maksim’de sahneye çıkan Ersoy’un, arabesk ve popun hüküm sürdüğü 70’lerin ikinci yarısında yaptığı koyu klasik albümlerin satış rekoru kırmasında, ona ekranını büyük bir muhabbetle açan TRT’nin katkısı önemliydi. Gel gör ki 12 Eylül darbesi, muhabbetin tadını kaçırdı. Ersoy, ilerleyen yıllarda, özel kanallarda sık sık ‘ressam diktatör’ olarak andığı Kenan Evren’in ‘travesti ve transseksüel sanatçılara sahne yasağı’ koymasıyla, sekiz yıl boyunca uzak kaldığı sahne ve ekranlara, yıllar sonra, Turgut Özal döneminde çıkarılmış kanun sayesinde kavuşabildi.
Türkiye, divasıyla bol bol hasret giderebiliyordu artık. Literatüre “fevkaladenin fevkinde” benzeri tabirler hediye ettiği Popstar yarışmasının en büyük merak konusu, yarışmanın galibinin kim olacağından ziyade, Ersoy’un o hafta hangi konuda fikirlerini paylaşacağı ya da kimi azarlayacağı idi. Üstelik konu ne olursa olsun, Ersoy’un, dilini korkak alıştırdığı iddia edilemezdi. Ülkenin şehit haberleriyle sarsıldığı günlerden bir gün, Popstar jürileri hamaset edebiyatıyla süslenmiş, bilindik başsağlığı dileklerini ifade ederken, Ersoy, sözü alarak, trajediye, hele ki TV’de dillenmesine alışılmadık bir perspektif getirdi:
“Eski zamanlardaki savaşlar, mertçe, delikanlıca yapılan savaşlardı. Şimdi masa başındaki entrikalarla yapılan savaşlar gibi değildi ki. Benim doğurganlık özelliğim olsaydı, çocuk doğurmuş olsaydım, çocuğumu askere göndermezdim. Birilerinin masa başı hesapları yüzünden, doğurduğum çocuğu toprağa vereceğim; var mı böyle bir şey ya?”
Bu soru muhtelif kurumların pek hoşuna gitmedi. RTÜK, program hakkında inceleme başlattı, Ersoy hakkında da ‘halkı askerlikten soğutmak’ suçundan 9 aydan 3 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.
Gezi Parkı döneminde, “ilk üç gün iyiydi”cilerle hemfikirdi, düşüncelerini yine ‘a la Bülent’ bir üslupla, kamuoyuyla paylaştı:
“Ağzı süt kokan, tertemiz, pırıl pırıl, tahsilli gençlerimiz, demokratik haklarını kullanmak için böyle bir atılımda bulundular. Ama ne zaman, bu 35-40 karat çocuklarımızın arasına önyargılı kişiler girip de bu yakmalar yıkmalar başladı, o işin şıklığını bozdu. Hep dediler ki Bülent Ersoy neden konuşmuyor? Bülent Ersoy oraya gelemezdi. Hepiniz çok iyi biliyorsunuz ki ben şaşaaya, gösterişe, abartıya çok meraklıyım. Kimileri tarafından beğenilir, kimileri tarafından zem edilir ama ben buyum. Kaç ağaçsa artık mesele bilmiyorum ama mühim olan tabiat. Tabiatın dengesinde hayvanlar da çok önemli rol alıyor malum olduğu üzre. E daha mart sonuna kadar üzerinde çeşitli kürklerle ortalara çıkmış bir hanım, oraya gidip de şimdi ağaçların savunucusu olursa, bu inandırıcı olmaz. Yandaşınız olan bu hanım, daha düne kadar yok rakun, yok çinçila giyiyordu derlerse, siz de yara alırsınız. Polisimizin vur denildiyse öldürme pahasına yaptığı çıkışlar da gözden kaçmadı; hiç hoş olmadı.”

BEDDUA, TÜRBAN VE AYRILIK

Bülent Ersoy Show’un başladığı günden beriyse, tabiri caizse, hadisesiz gün geçmiyor. Emsalsiz kıyafetleri, saç modelleri ve makyajlarıyla, her hafta sosyal medya âlemini halı gibi silkeleyen Ersoy, bir seferinde kanalın yeni başlayan bir diziyi, programının önüne koyması üzerine öyle sinirlendi ki, beddua konusunda Fethullah Gülen’i aratmadı: “Bana yapılan bu haksızlığı unutmayacağım, ben hiçbir şeyi unutmam. Show TV temelinden yansın, genel müdür de yansın!”
Geçen ekim ayındaki bir programda, playback söylediği şarkıda aksaklık yaşanması üzerine, teknik ekip ve saz heyetine “Allah belanızı versin, salak, kuş beyinliler” şeklinde fırça kayması, Show TV’nin 120 bin lirasının, ceza bedeli olarak RTÜK’ün kasasına transferine neden oldu.
Neticede, bir hafta boyu mizansen olup olmadığı tartışılan artistik bir şekilde bayılıp, kandil gecesine denk gelen bir başka hafta tesettüre girmesi gibi ‘aksiyon’larla, her hafta bomba bir gündem yaratmayı başaran Ersoy’un programının sonlandırıldığı haberi düştü ortamlara.
En son, yapımcı Mehmet Fevzi Siverek, Ersoy’un kaprislerinden yıldığı için programı bitirdiğine dair zehir zemberek açıklamalarda bulunurken, Ersoy, kendine yakışır kalibrede konuklar çağırılmadığı için programı bıraktığını iddia ediyordu.
Onu bunu anlamam; kanalları göreve çağırıyorum. Malum, önümüzde seçimler var, Suriye meselesi var, Türkiye’nin siyasi gündeminde var evladı var; hatta yok, yok… Bülent Ersoy’un görüşlerini aktarabileceği bir mecra yaratılamazsa, fanzin çıkaralım mı diye, şahsen kapısına dayanmayı düşünüyorum.

Yazının devamı...
Taksim’de yaşananlar görülseydi şu an bunları tartışmıyorduk
11 Ocak 2014

Yuvasının tadını çıkarabildiği bir dönem; zira malum, programı Bloomberg’den vaveyla ile transfer eden Show TV, ne tesadüf ki Varol’un 17 Aralık operasyonu sonrası sorduğu “Halk ağzında rüşvet alan kişi” sorusunun (Cevap: Yiyici) akabinde, Kelime Oyunu’nu yayından kaldırdı.
Üstelik yurt sathında hemen her televizyoncunun hayali olan türden, programa katılmayı kendi arzulamış olan Cem Yılmaz’lı bir bölüm çekilmiş, hazırda beklerken ve yılbaşında yayımlanacağı duyurulmuşken…
Cem Yılmaz’ın; “TV’deki en temiz, düzgün program Kelime Oyunu yayından kaldırılmış. Ayıp… Gönüllü konuk olmuştum. En sevdiğimiz programdı. Yakıştıramadım” şeklinde bir tweet’le kaldırılışına dair protestosunu dile getirdiği; televizyonun ve hayatın keşmekeşi içinde, bir iyiniyet vahasını andıran Kelime Oyunu, sürüyor olsaydı geçen 5 Ocak’ta, beşinci yılını dolduracaktı.
Varol’un sözleşme feshi henüz nihayete bağlanmış değil; bu konuya dair, kendine tebliğ ediliş şeklinden öte yorum getirmekten imtina ediyor. Programın bitişinin bu soruyla ilişkilendirilme haline; ben söylemedim valla, siz söylediniz şeklinde yaklaşıyor gülerek:
“Aslına bakarsanız, zaten televizyonda ‘Bak bu program yayından kalkacak; kendinizi ona göre ayarlayın’ gibi bir şey olmuyor. 15 senedir bu işi yapıyorum, her zaman program bittiğinde sürpriz olmuştur. İşe gittiğimizde, ‘Program yayından kalktı’ denmiştir, biz de ‘Allah Allah, iyi geri gidelim o zaman’ demişizdir. Bunda da çok farklı bir şey olmadı. Çekime gidecektik, ‘Yok gelmeyin, bugün bant girecek’ dendi. Güzel bir program vardı elimizde, Yıldız Tilbe’nin katıldığı; o da son bölüm oldu zaten. Dedikleri, beş diğer programla birlikte, Kelime Oyunu’nun da yayından kaldırıldığı. O kadar. Hayırlısı… Karalar bağlamadım hakikaten. Güzel zamanlar geçirdik, işimizi güzel yaptığımızı düşünüyorum, aferin lafını da duyduk türlü türlü çevrelerden; çok şükür. Belki de bundan böyle televizyonda hiçbir iş yapamam; çok da sorun değil benim için. Evet, güzel şeyler bu takdirler, başka bir iş yaparsam, bunları bulamam belki ama bunlar geldi zaten, benimle birlikte artık, kimse de alamaz benden.”

MÜMKÜNSE ANTROPOLOJİ OKUYACAK


Beş yıldır soru hazırlamak üzere sözlüğe gömdüğü kafasını, ancak çekime gitmek için kaldırabilmiş biri olarak, nicedir aklında olan kimi projeleri hayata geçirmeye dair bir fırsat şeklinde değerlendiriyor bu dönemi. Hikâyesi zaten, hayatın getirdiği sürprizlere açık bir insan olduğuna delalet.
Astronomi, tarih ve kamu yönetimi üzerine yüksek eğitim tahsili görüp hepsini yarım bırakmışlığı var. Üstelik ileride işleri yoluna koyduğu, münasip bir dönemde antropoloji okumak ve bu kez “artık mümkünse” mezun olmak niyetiyle üniversiteye dönmeye de arzulu. Zamanında ekmeğini kazandığı işler arasında, barmenlik, şoförlük, araba kiralama şirketinde satış elemanlığı, prodüksiyon sorumluluğu gibi türlü çeşit iş bulunuyor ki o sorumluluk çerçevesi, ünlü televizyon yıldızı Maymun Çarli’nin bakıcılığı ve terbiyeciliğini dahi kapsıyor. Arada kafasına esip, çantasını sırtına vurup karayoluyla Hindistan’a gitmişliği filan cabası. Yaşamaktan yana, elini-dilini korkak alıştırdığını söyleyen taş olur; öyle bir özgeçmiş…
Şimdilerde hayat yine beklemediği yerden gelmiş durumda ki bunun seyirci için de “şimdi de iyi haberler” değeri var:
“Selçuk Aydemir, Ahmet Kural ve Murat Cemcir’le yeni diziye başlıyorlar Kardeş Payı diye, bana da rol verdiler. Küçük bir rol. Oyunculuk yapacağım gibi bir iddiam yok elbet. Fakat Selçuk, ‘Ben bu karakteri yazarken, dış görünüşüyle ilgili seni örnek gösteriyordum’ dedi ve ‘Ben seni yönlendirebilirmişim gibi geliyor’ diye cesaretlendirdi. Zaten çok hayran olduğum insanlar. Selçuk, ilk toplantı yaptığımızda karakteri bir anlattı; ‘Hocam’ dedim, ‘sen her yazdığın karakter için böyle bir alt metin belirliyor musun?!.’ Bunun örneği Tolkien’de var bir tek; çok ciddi söylüyorum! Ekrana yansımayacak hiçbiri ama babası nasıl bir babadır, çocukluğu nasıl geçmiştir, nasıl bir sosyokültürel yapı içinde büyümüştür falan, hepsini belirlemiş kafasında karakterle ilgili. E bunları anlattığı zaman da ‘Madem öyle, peşine takılalım bu adamın’ dedim ben de, ne yapayım yani. Bir çekim yaptık; acayip eğlendim. Ahmet’le Murat da müthiş insanlar, çok da yardımcı oldular sağ olsunlar. Ben de çok sevindim; hem her gün çekim yapmanın stresi yok hem işsiz gibi değilim.”
Bu yaşananların Ali İhsan Varol’un başına daha önce gelmesinden korkulan Gezi dönemini yâdediyoruz. Kelime Oyunu’nun henüz Bloomberg’de yayımlandığı dönemde, cevapları ‘Gaz Maskesi, ‘Çapulcu’, ‘Orantısız’ ve hatta ‘Hüloogğğ’ gibi kelimeler olan sorular hazırladığı program; Türk televizyon tarihinde yerini bulduğunda, herkes endişeyle nefesini tutmuştu. O zaman atlatıldı sanılan varta, bu kez umulduğu şekilde sonuç vermedi. Varol, hemen her konuda olduğu gibi, çok da abartılmaması gerektiği şeklinde bir tevazuyla yaklaşıyor o döneme:
“Valla Gezi zamanı Taksim’de çekim yapıyorduk. Bu ülkede yaşayan herkes o sırada Taksim’de ne olduğunu ne bittiğini görebilseydi; şu anda bu tartışmaların hiçbiri yapılıyor olmazdı. Bir şeyi o kadar yakından gözlemleyip ya da içinde olup ondan sonra da hiçbir şey olmamış gibi hayata devam etmek kolay bir şey değil. O programı yaparken, canlı yayını bitirebilir miyiz; ondan bile emin değildik ama yayın sırasında bir müdahale gelmedi; sonradan çok da önemli olmayan birkaç telefon geldi tabii. Fakat ihtimaller nelerdir, onları hesaplamıştık ve göze almıştık zaten. Seyirci tarafından da öyle bir kucaklandık ki ne olduğumuzu şaşırdık. Başka zamanlar da yapıyorduk kendimizce; misal, meme kanserine karşı farkındalık haftasında onunla ilgili sorular soruyordum; Darüşşafaka için; Koruncuklar için de program yaptık; onda da ‘aferin, ne güzel yapıyorsunuz’ diyorlardı da bu kucaklama başka bir şeydi. Ama çok da abartmaya lüzum yok; kimler ne kahramanlıklar yaptı; bizimki ne ki? Biz yalnızca işimiz doğrultusunda devam ettik. Hep yaptığım şeyi yaptım ben. YGS zamanında da misal, ‘sehven’ kelimesini hayatımda ilk defa duymuştum; ne demekmiş öğrendim ve sordum.”

BUNLARI BİLİNÇLİ YAPMADIM

Bu günlerde olan bitenler nasıl tanımlanabilir üzerine laflayalım diyoruz ama tabirler, deyimler ve argo da dahil olmak üzere sözlükler kifayetsiz: “Memleket ahvaline dair konuşacak kadar niteliğe sahip değilim. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz işte. İşler bittikten sonra, iyi oldu ya, dedik, biraz okuruz, yazarız, gazete takip ederiz. Tam mesai işe dönüştü gündemi takip etmek! Vallahi öyle ve yine yetişemiyorum. Birisi bir espri yapmıştı, gündem beş dakika reklam arası verse de tuvalete gitsek diye; altına imzamı atarım. Yerimizden kalkamıyoruz. Değişik tabirler öğreniyor insan. Şimdi mesela ‘paralel devlet’ var; ondan önce ‘faiz lobisi’ vardı, iki kelime söz dizisi! Nedir bu acaba, nasıl açıklanır, nasıl kabullenilir? Bir de biz konuşmayı; birbirimize anlatmayı da seviyoruz ya, her gün burdan yukarıya çıkıp arabaya giderken, önceki gün Twitter’da, gazetelerde, orda burda okuduğum bir şeyi, esnafta duyuyorum. Hepsi de kendi minvalinde ve düşüncesi doğrultusunda o kavramları kendi paragrafları içinde kullanıyorlar.”
Peki bu tepede sallanan Damokles Kılıcı, bu şaklayan görünür-görünmez kırbaçlar, yarın bir gün Kelime Oyunu’nun ekrana dönmesi ihtimalinde, otosansüre dair bir ürküntü yaratır mı?
“Ben bunları yaparken de çok bilinçli olarak yapmadım” diyor Varol: “Yapmam lazımdı, yaptım gibi oldu her şey, kendi akışında. Diyelim buna benzer başka bir rutinin içine girdim, aman bak geçen sefer başımıza böyle işler gelmişti, aman şurda böyle davranalım gibi bir şeyin içine girersem, zaten o akımı tutturabileceğimi zannetmiyorum. Yapamam da zaten öyle bir şey; bünye elvermez. Ben vaktiyle ‘kız kurusu’ diye soru sordum; 65 yaşında bir ablamız arayıp, ağzına geleni söyledi; ama ne laflar! ‘Bahçıvan’ı sordum, iddiasız peyzaj mimarı diye, Peyzaj Mimarları Odası’nı organize etmiş biri; 4 bin tane mail attılar. Şimdi ben tepki gördük diye, bir daha meslek sorusu sormayayım deseydim iyi mi olacaktı? Doğru eleştiride özür de dilerim ama dili korkak alıştırmak gibi bir şey, olamaz. Tepki alırız diye hareket ederse, hiçbir şey yapamaz insan.”

Yazının devamı...
Ne çektin be Noel Baba, ne çektin…
28 Aralık 2013

Noel Baba’nın varlığına inanma yaşı 0-7 arası filandır, malum. Bütün yıl uslu bir çocuk olmaları halinde, Noel’in sabahı, istedikleri hediyelere kavuşacağına inanan minnoşlara, o hediyelerin, bacadan giren Noel Baba değil de ebeveyn ve eş-dost-akraba tarafından verilmiş olduğu gerçeği, ilerleyen yaşlarında alıştıra alıştıra izah edilir.
Beyazıt Meydanı’nda toplanmış, ellerinde “NO’elden hayır gelmez”, “Noel Müslümanlığa indirilen bir darbedir”, “İslam ümmeti, kabul etmez zilleti” benzeri sloganlar yazılmış dövizlerle, yılbaşı kutlamalarını protesto eylemi koyan, İ.Ü. Beyazıt Kampüsü’nden Anadolu Gençlik Derneği üyesi gençlere bakarken, neresinden tutup da neyi açıklasın, bilemiyor insan.
Bıyıklar, sakallar yeni terlemiş; sesler çatal çatal; kaşlar, hem de nasıl çatık! Bir dünyanın en mühim vazifesini ifa ediyormuşçasına ciddi ifadelerine bakıyorsunuz, bir de grubun önünde dikilen, ayak ucuna haç, bira kutuları, şırınga, -herhalde kokain filan niyetine tuz ya da pudra şekeri doldurulmuş- paketçikler bırakılmış, temsili müptezel işlevi gören şişme Noel Baba bebeğine. Gülmekle içlenmek arasında muallakta kalıyorsunuz.
Arada “Biz biz biz, Fatih’in nesliyiz!” sloganları ve tekbirle kesilen basın açıklamasını okuyan, grubun ‘sorumlusu’ Mücahit Çaykaravi, iman edenlerin Yahudi ve Hıristiyanları dost ve idareci edinmemeleri gerektiğine, edinen olursa ‘onlardan’ sayılacağına dair, sure alıntıları da çeşni ederek kaptırmış giderken bu yaptıklarının nefret suçu kategorisine girdiğini düşünenlere de laflar hazırlamış:
“Müslüman toplumları ifsada ve isyana sürükleyen yılbaşı kutlamalarına karşı gösterilen haklı tepkileri, Hırıstiyanofobi, gayrimüslim düşmanlığı, nefret suçu vb söylemlerle” nitelendirmemek lazım gelirmiş, onların asıl derdi ‘kendi değerlerini, tarihini ve medeniyetini unutmuş, modernist zihniyetlerin esiri olmuş, tasavvurlarına ve hayatlarına virüs bulaşmış Müslümanlar’ı şuurlandırmak’mış.

HEDİYE KALSIN, ÖĞÜT ALALIM

Basın açıklaması, sürprizsiz bir şekilde Necip Fazıl’ın “Eski çınar şimdi Noel ağacı; / Dallarda iğreti yaprak utansın!” dizeleriyle son buluyor. Sağıma soluma bakıyorum; bir-iki vızıldayan sivil telsizi haricinde polisten eser yok ne hikmetse. İnsan endişeleniyor tabii; piyanonun gözaltına alınmışlığı var bu topraklarda; önünde şırınga, bira kutusu olan Noel Baba’ya neler yapılmaz.
Eylemin ardından bu kez, Şirinevler Mahallesi Muhtarı Galip Karayiğit’le konuşuyoruz. İstanbul Muhtarlar Federasyonu Başkan Yardımcısı ve Türkiye Muhtarlar Konfederasyonu Genel Sekreter Yardımcısı Karayiğit, henüz 30 yaşında. 2009’da Şirinevler Mahallesi Muhtarı seçilerek Türkiye’nin en genç muhtarı unvanını aldığını söylüyor gururla.
Türkiye’nin en genç muhtarı, onun verdiği bilgiye göre ‘127 bin nüfusuyla’ Türkiye’nin en büyük mahallesi olan Şirinevler ahalisine, geçen hafta astığı pankartla şöyle bir duyuruda bulundu: “Geçen yıllardaki gibi, bu yıl da örfümüzle, kültürümüzle hiçbir alakası olmayan Noel Baba Şirinevler’e gelmeyecektir. Evlerimize yine Dede Korkut gelecek. Çocuklarımıza zevk ve sefa sürmeye gelmediklerini, yeryüzüne adalet dağıtmaya geldiklerini öğretecektir.”
Noel Baba’yla ne alıp veremediği olduğunu sorunca; belli ki bu aralar beyanat vere vere ezbere bağlamış; uyuşturucu kullanım yaşının ilkokula kadar düşmüş olduğuna dair bir söylevle lafa giriyor.
“Bacadan girip Noel Baba mı bırakıyormuş uyuşturucuları çocukların yastığının altına?” diye soruyorum bunun üzerine haliyle: Noel Baba hediye getirirmiş, öğüt vermezmiş; Dede Korkut, öğüt verirmiş. Ülkemizin, boşanma oranı, şu, bu derken, doğusundan batısına, güzel söze muhtaç olduğu bir dönemdeymişiz.

NOEL BABA BİZDENSE SAHİP DE ÇIKARIZ

Bir süre tartışıyoruz. Daha doğrusu, gayet harlı başladığı söylevi, birkaç sorunun akabinde, “Aslında Noel Baba gerçek azizmiş diyorlar. Hem geçenlerde anlattılar, bizim Antalya civarında da yaşamış galiba; vallahi yeni öğrendim. Bizim değerimizse, herkesten önce ben sahip çıkarım” muhabbetine bağlıyor! Noel Baba’nın imajının çağrıştırdıkları üzerine, başta söylediği kimi şeyleri, daha sonra yumuşatıp kullanmamamı rica ediyor. Özetle demeye çalıştığı şuymuş: Yılbaşı denince içki içilip dağıtılan sahneler geliyormuş insanın aklına. Yoksa ailelerin sofrada toplaşıp sohbet ettiği bir duruma kim ne diyebilirmiş? Noel’ini kutlayan Hıristiyanlara da haşa tek bir kötü kelamı olmazmış. Neticede diğer peygamberlere iman etmek de Müslümanlığın şartlarındanmış.
Şirinevler’de hiç kimse rahatsız olup, “Şu pankartı indir” dememiş; bir tek vatandaş rahatsız olsa indirirmiş. Ha, Ataşehir’de, Ataköy’de, orada burada rahatsız olan vatandaş çıkabilirmiş belki ama diğer mahallelerden gelen itiraz da onu bağlamazmış.
Daha önce ‘Sigara içmeyin’ diye de pankart asmış ama ona kimse laf etmemiş, ne hikmetse Noel Baba mevzuunda herkesin ayaklanası tutmuş!
Yalan değil, benim de isyan edesim var: Hani ; Noel Baba’yla âlemlerde akıp kokarken bir ben hasb-ı hal olamadım herhalde? Bakın, senelerdir bensiz bir yerlerde buluşup dağıtıyorsanız, çok büyük alınacağım, haberiniz olsun. O Noel Baba’ya da söyleyin, akıllı olmasın, alacağı olsun.

Yazının devamı...
Kız meselesi
10 Kasım 2013

İşbu metni, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, yatıp kalkıp ifadelerinin satır aralarını okumaya çalışalım, tevillerde hikmet arayalım diye ortalığa nurtopu gibi bir gündem polemiği bırakıp Finlandiya’ya gittiği günden beri, en az 10 kez bozup baştan yazdım. Malumunuz, gelişmeler o denli anlık seyrediyor ki, borsa paritesi takip ediyor olsak, işimiz daha kolaydı. Yaklaşık bir haftadır başka mevzu dönmediği için hadiseleri bir kez de burada sıralamanın lüzumu yok.
Yine malum, böyle zamanlarda alıştığımız üzre, tüm bu olan bitenin ‘suni gündem’ yaratma çabası olduğunu öne sürenler de oldu.
Naçizane bir sorum olacak: Kürtajıydı, sezaryeniydi, çocuk adediydi, baş örtüsüydü, dekolte çatalıydı, etek boyuydu-pantolon müsaadesiydi, kırmızı rujuydu; ne hikmetse hep bu ‘dişi’ mevzuların ‘suni gündem’ maddesi olarak addediliyor olmasını da biri bana açıklayabilir mi?
“Kimse kusura bakmasın, suni gündem dediğiniz kadınların mevcudiyeti ve var oluş halleriyse eğer, aynı satıhtan ‘Sensin suni!’ derim, o olur...”
... Diyesim geliyor, diyemiyorum. Zira bunca laf üretildiğinde, bilinçaltına çakılan, çakıldığı gibi kalıyor.
En basitinden, geçmiş olsunluk bir hale bakalım misal: Tıpkı kürtaj mevzuunda olduğu gibi, tıpkı zina mevzuunda olduğu gibi, önümüzdeki dönemde hukuki açıdan hiçbir şey değişmeyecek olsa bile, bir yanıyla maalesef olumsuz anlamda olan olmuş da oldu: O sakil tabir mıh gibi, lök gibi kalakaldı: ‘Kızlı-erkekli...’
Bu tartışmada hangi safta yer alırsa alsın herkesin dilinde: Twitter’da hashtag olmalara doyamadı, öfkeyle dillendi, dalgası geçildi, medyada açılar boyu tartışıldı, dillere pelesenk oldu ama kanıksandı: Kızlı-erkekli...

ERKEK DEDİĞİN ERRRKEKTİR

Küçük bir hatırlatmada bulunmak isterim: Kız ve erkek, mütekabil kelimeler değildir.
Çocuklardan bahsediyor olsaydık, ‘kızlı-oğlanlı’ demek gerekirdi. Mevcut durumda, 18 yaşını aşmış, her iki cinsin de ‘yetişkin’ olarak anılması gereken bir toplum diliminden söz ediyoruz.
Bülent Arınç’ın, Başbakan’ın cümlelerine dair küsmekle küstüm çiçeği pozlarına kesme arasında, ‘ay pardon’ladığı cümle dikkate şayan: “Kızlar ve erkekler bir arada kalabiliyorsa sonunda kaybeden çoğu zaman kızlar oluyor. Yanındakinin terk etmesi halinde ya da bir başkasını kullanması halinde nasıl olayların yaşandığını biliyoruz.”
Anlayan anlamıştır herhalde: “Bacak kadar da olsa, kıçının kılları ağarmış da olsa, erkek dediğin errrrkektir ve ‘bozup’ bırakabilir maazallah, biz onun ‘önlemini’ almak gibi bir ‘iyiniyet’ içersindeyiz” diyor özetle. Hadi o öcünün adını da analım madem: ‘Bozulan’ şey, malumunuz, bekâret.
Bakmayın yani, zardır mardır, incedir mincedir ama biz de metaforlardan metafor beğeneceksek eğer, ehemmiyetinin özgül ağırlığı, Çin Seddi’ne rahmet okutur.
Sanki çocuk gelinler, ensest, tecavüz, töre cinayeti kurbanı kızlar-kadınlar yokmuş gibi devletin uğraşması gereken; sanki tecavüz mağduru el kadar kızların mütecavizleriyle evlendirilmek suretiyle kurtarıldığı, mütecavizlerin ottan püsürden akıl kaçırtıcı indirimler aldığı, tecavüz mağduru çocukların polis eliyle bekâret raporu için adli tıbba götürülüp travma üzerine travma yaşatıldığı, vahşetin boyutunun insanı insanlığından utandırdığı topraklarda yaşamıyormuşuz gibi.
Devlet, bu konuya dürbünün ters ucundan bakmıyormuş gibi… Tüm bu laf kalabalığını üretirken bile hicap duyuyor insan. Esasta bunlara hiç hacet yok. Sözün özü şu: Sana ne! Sen esas işine bak.
Devletin görevi, mütecavize müdahale etmektir. Rüştünü ispat etmiş insanların ahlakı konusunda kadılık fetvası veremiyoruz madem, hazır ayaktayken polemiğini yaratalım ‘kapsamı’ değil.

KIZ MIDIR KADIN MIDIR?

Erdoğan’ın, 2011’de, Konya mitinginde konuştuğu sırada, Hopa’da yaşanan olayları protesto etmek için panzer üzerine çıkan ve polis müdahalesi sonucu kalçası kırılan Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu üyesi Dilşat Aktaş’tan bahsederken, merakına ola ola ne mucip olmuştu, hatırlayın misal: “Bir tane kız mıdır, kadın mıdır bilemem...” Arşivlere dönüp de bir bakın yaşananlara. Bunca mevzu içinde Başbakan protestocuyu tasvip etmediğini ifade edecek ya, ‘detaya’ girmese olmaz: Kız mıdır kadın mıdır…
Neyin altı ya da üstü çiziliyor burada?
Başbakan, bu lafı etmeden bir yıl önce, 2010’da, Dolmabahçe Sarayı’nda demokratik açılımı konuşmak için sivil toplum örgütlerinin kadın temsilcileriyle bir araya geldiğinde fıtratını ortaya koymuştu zaten, dürüstlüğüne dair denilebilecek hiçbir şey yok; hatta zikir-fikir açıklığından yana belki de teşekkür etmek lazım:
“Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Onun için fırsat eşitliği demeyi tercih ediyorum. Kadın ve erkek farklıdır, birbirinin mütemmimidir.” Kadınlar ve erkekleri birbirlerinin tamamlayıcıları olarak addetmişti, sağ olsun.
Tabii şu da var: Fıtrat dediğiniz, kimsenin tekelinde değil. Benim de bir fıtratım var mesela. Ve bizim tencere-kapak izanımız örtüşmüyor. Bu çok net. Tamam, olabilir…
Fakat ben bu ülkenin vatandaşı bir kadınım ve hukuk önünde erkeklerle eşit durumdayım. Nokta.
Kendimi bildim bileli kızlı-oğlanlı, kadınlı-erkekli ortamlarda bulundum; karşı cinsle, yıllar boyu süren, tadına doyumsuz kardeşliklerim de dostluklarım da sevişmelerim de oldu.
Son zamanlarda insanların dile gelirken, bizim ailede de mümin var, bizim sülale terbiyemizde de atalarımız şöyle, çocuklarımız böyledir, yok büyükannem başını şöyle bağlardı, yok bayram sabahları dedemi namazdan dönerken böyle karşılardık filan gibi, kimseye hesap verilmemesi, hele havasının hiç atılmaması gereken konularda yaptığı üzere, manası gaipten menkul bir ‘müdafaa dili’ne girmek gerekiyorsa: Babam muhabbet tellalı değildir, kendi adıma ‘bozulduğumu’ filan da hiç düşünmedim.
İstirhamımdır: Kızların ve kadınların, bir zarlık mahalde vuku bulan barbutta canlarının ortaya konulduğu topraklardayız ve hayat dilde var oluyor. En azından kadın-erkek eşitliğine inananlar tarafından şu ‘kızlı-erkekli’ tabirine, şakacıktan da olsa itibar edilmesin.

Yazının devamı...