(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Mehmet Y. Yılmaz" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Mehmet Y. Yılmaz" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Mehmet Y. Yılmaz

Mehmet Y. Yılmaz

Neresi doğru ki?
22 Aralık 2016

Başbakan’a üzülerek söylemeliyim ki bu teklifin “yararlı” yanı yok ki “mahzurlu” olanı ayıklayıp yola devam edebilelim.

 

Anayasa değişikliği teklifinin en hayati zararı, TBMM’yi, bir hiçe indirgemesi, yargı bağımsızlığını yok etmesi ve hesap vermeyen bir tek adam rejimi yaratıyor olması.

 

- Cumhurbaşkanı, TBMM’yi tek başına vereceği kararla feshedebilir ama TBMM, onu görevden alamaz.

 

- Cumhurbaşkanı bütçeyi yapar, TBMM kabul etmese bile eski bütçeye gerekli artışları yaparak yoluna devam edebilir. Hani bütçe hakkı? İradenin millette olduğunun en önemli göstergesi başkanın elinde oyuncak oluyor, farkında mısınız?

 

- Cumhurbaşkanı, partisinin başında duruyor ve bütün idari sistemi istediği gibi değiştiriyor, istediği gibi tayin ediyor. Bunun adı “parti devleti” değil de nedir?

 

- Cumhurbaşkanı HSYK üyelerinin yarısını tek başına seçiyor. Sonra Meclis çoğunluğu da, onun partisindeyse öbür yarısını da Meclis adına seçiyor. Hani yargı bağımsızlığı?

 

- Başkanın yaptıklarını ettiklerini denetleyecek bir mekanizma yok. Canı ne isterse onu yapıyor, Meclis’e ve yargıya sadece seyretmek düşüyor.

 

- Başkan yardımcısı seçimle gelmiyor ama seçimle gelen cumhurbaşkanı gibi yürütme gücünü kullanabiliyor. Nerede milli irade?

 

- “Doğuştan Türk vatandaşı olma” koşulu, vatandaşlarımızın bir bölümünün “seçilme hakkını” elinden alıyor. Böyle demokrasi mi olur?

 

Bu değişiklik teklifinin neresi doğru ki “mahzurlu” yanlarını giderip “yararlı” yanlarını tutalım?

 

SORULMAYAN SORU

 

DARBEYİ araştırmak için kurulan komisyonun AKP’li üyeleri, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e yazılı olarak yanıtlaması için bazı sorular sormuşlardı.

 

Hatırlarsınız, bu köşede söz konusu soruların “imalı” olduğunu yazmıştım.

 

Dün Milliyet’te Mehmet Tezkan, nasıl olduysa unuttuğum bir olayı hatırlattı.

 

O tarihte bu konu çok konuşulmuştu, eminim sizler de şimdi anlatınca hatırlarsınız.

 

Alparslan Altan, Anayasa Mahkemesi’nde (AYM) raportör olarak çalışırken, 26 Şubat 2010 tarihinde Denizcilik Müsteşar Yardımcılığı görevine atanmıştı.

 

O tarihte Başbakan da Recep Tayyip Erdoğan’dı. Ve yine hatırlarsınız, onun bilgisi ve talimatı olmadan bürokraside kimse şu sandalyeden kalkıp bu sandalyeye oturamıyordu.

 

Yani Alparslan Altan’ı, Recep Tayyip Erdoğan’ın bilgisi ve talimatı olmadan o makama tayin edebilmek mümkün değildi.

 

Alparslan Altan, bu göreve atandıktan 31 gün sonra, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından “devlette üst düzey yönetici” kontenjanından Anayasa Mahkemesi yedek üyeliğine atandı.

 

Altan’ın Denizcilik Müsteşar Yardımcılığı’na atanmasının, kanuna karşı bir “hile” olduğu da o zaman anlaşıldı.

 

Çünkü Altan, raportörken Müsteşar Yardımcılığı’na atanmamış olsaydı, Anayasa Mahkemesi yedek üyeliğine seçilmesine de imkân yoktu.

 

Yedek üye olarak atandığı gün, “yetmez ama evet anayasası” ile ilgili tartışmalar sürüyordu ve değişikliğin kabulü halinde AYM yedek üyelerinin asil üye olacakları da biliniyordu.

 

Yani Alparslan Altan’ın bu baş döndürücü hızdaki yolculuğunun AYM üyeliği ile neticeleneceği belliydi.

 

Nitekim öyle de oldu, değişiklik referandumunun ardından AYM üyelerinin sayısı artınca da otomatik olarak Mahkeme’nin asil üyelerinden biri oldu.

 

Şansı açıktı, 1 yıl sonra da AYM Başkanvekilliği’ne seçildi.

 

Alparslan Altan, 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılmasının ardından, 17 Temmuz’da FETÖ’cü suçlamasıyla gözaltına alındı, beş gün sonra tutuklandı, 20 gün sonra Anayasa Mahkemesi üyeliğinden atıldı.

 

Yani gördüğünüz gibi Fetullahçıların devlete sızmalarında ve en yüksek makamlara gelmelerinde başrolde olan siyasiler de var.

 

Zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, Alparslan Altan’ı Denizcilik Müsteşar Yardımcılığı’na tayin etmesi için kim ikna etti?

 

Abdullah Gül, 31 gün sonra, kanuna karşı hile yapıldığını bile bile onu nasıl AYM yedek üyesi yaptı?

 

Bunlar izaha muhtaç değil mi?

 

Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nı da kullanarak istedikleri adamı AYM üyesi yapabilen Fetullahçıların, iktidar partisi içinde örgütlenmemiş olmalarına hâlâ ihtimal verebiliyor musunuz?

 

İSTİHBARATI YANLIŞ DEĞERLENDİREN KİM?

 

DARBEYİ araştırmak için kurulan komisyon, ön taslak raporunu hazırladı.

 

Buna göre MİT’e gelerek, “girişimi” ihbar eden Binbaşı H.A., 3 helikopterin MİT Müsteşarı’nın evine saldıracağını ve kaçıracağını söylemiş.

 

Müsteşar, Genelkurmay’da, Başkan, 2. Başkan ve Kara Kuvvetleri Komutanı ile 4 saat süren istişarelerde bulunmuş.

 

Ve sonra Cumhurbaşkanı’nı, Başbakan’ı, İçişleri Bakanı’nı bilgilendirme gereği duymadan, oradan gitmiş.

 

Genelkurmay Başkanı da “askeri uçak kaldırılmaması ve askeri birliklerin kışlalarında kalmalarıyla” ilgili emirler vermeyi yeterli görmüş.

 

Sonra kimi düğüne gitmiş, kimi karargâhta darbecilere esir düşmüş.

 

Şunu merak ediyorum: Bunun bir darbe girişimi olduğu nasıl olup da değerlendirilmemiş.

 

Bir grup asker, üç helikopterle kalkacak, MİT Müsteşarı’nın evine saldıracak, onu kaçıracak ve bundan ordunun üst kademesi bir “darbe girişimi” kokusu almayacak.

 

Bu mümkün olabilir mi?

 

Bu mümkün olduysa, o komuta kademesinin değerlendirmelerine ne kadar güvenmek gerekiyor sorusu da ortaya çıkmıyor mu?

 

O halde herkes neden hâlâ görevde?

Yazının devamı...
Emniyet’te bu kafada kaç polis var?
21 Aralık 2016

Bu nasıl iş, anlayamadım: Katil, hem Fetullahçı olarak biliniyor, hem de Cumhurbaşkanı’nı koruma ekibinin hemen dış halkasında yer alabiliyor.

 

Nedenini biliyoruz: “Müslüman çocuktur, namazında, niyazında”
diye düşündüler, onun için gönül huzuruyla o göreve getirdiler.

 

Böyle kaç kişi var polis teşkilatında?

 

Sayılarını tahmin etmek bile artık imkânsız.

 

Bunların kaçı Fetullahçı çetenin adamı, kaçı diğer İslamcı–cihatçı örgütlere sempati duyuyor?

 

Onu da bilebilmek imkânsız. Geçen gün, Balıkesir’de, 17. dönem özel harekât polisleri yemin ederek göreve başladılar.

 

AA’nın haberine göre 903 özel harekât polisi önce hep birlikte Fetih Marşı’nı söyledi. Sonra silah ve Kuran-ı Kerim üzerine yemin ettiler.

 

Fetih Marşı, Arif Nihat Asya’nın şiiri üzerine yazılmış bir marş.

 

Türkiye’de hemen her cihatçı gösteride söylenen bir marş. Ne işi var, polisin yemin töreninde?

 

Ne işi olduğu belli: İslamcılık, cihatçılık ülküsüyle yetiştirilen bir polis ordusu yaratmaya çalışıyorlar.

 

Daha önce aynı nedenle Fetullahçıları Emniyet’e doldurmuş, bütün İçişleri Bakanlığı’nı Fetullahçılara bu nedenle teslim etmişlerdi.

 

Şimdi onları temizlerken, yerlerine yeni İslamcı kadroları doldurma peşindeler. O nedenle bakanlıkta tarikatlar, makam mevki kapma yarışında.

 

Bu arada El Nusracı olduğunu söyleyen de sızıyor teşkilata...

 

Onun için Büyükelçi’nin katili, Fetullahçı da çıksa, El Nusracı da çıksa, sorumluluğun bu boyutu görmezlikten gelinemez.

 

SUİKASTI ENGELLEYEMEDİ HABERİNİ ENGELLEDİ

 

BİR rejimin, demokratik mi otoriter mi olduğunu belirleyecek kıstaslardan biri de basın özgürlüğüdür.

 

Bu özgürlük, şu ya da bu şekilde kısıtlanıyorsa, orada demokrasiden söz edilemez, otoriter bir rejim hâkimdir.

 

Tıpkı Türkiye’deki gibi.

 

Rusya Federasyonu Büyükelçisi’ne yönelik silahlı saldırı sırasında Hürriyet muhabiri Haşim Kılıç da sergi açılışını izlemek üzere salondaydı.

 

Gazetecilik, hız işidir, hurriyet.com.tr, herkesin gözü önünde cereyan eden bu saldırıyı 19 Aralık akşamı yayınlayan ilk internet sitesi oldu.

 

Türkiye’den ve dünyadan yüzlerce site, CNN International gibi televizyon kanalları, ilk görüntüleri Hürriyet’ten temin ettiler.

 

Haber kısa sürede 1 milyondan fazla insan tarafından okundu. Saat 23.15’e geldiğinde, hurriyet.com.tr yöneticileri habere erişimin bir anda düşmeye başladığını fark ettiler.

 

Ertesi gün habere olan “ilginin” neden düştüğü anlaşıldı.

 

Başbakanlık’tan, BTK’ya “Elçinin yerde görüldüğü fotoğrafın olduğu siteleri engelleyin” emri gitmiş, onlar da ikiletmemişler tabii.

 

Mahkeme kararına da gerek yok, çünkü artık bir de OHAL var, beğenmedikleri her türlü haberin ya da yorumun engellenmesine karar verebiliyorlar.

 

Tabii yasak keyfi olunca, uygulama da öyle oluyor.

 

Yandaş medya aynı fotoğrafı yayınlarken, Hürriyet’in haberi engelleniyor.

 

Başbakanlık, ülkesinde kendisine emanet edilmiş sayılan bir büyükelçinin hayatına kasteden suikastçıyı engelleyemiyor, haberi engellerse olay olmamış gibi davranabileceğini zannediyor.

 

İktidarın girdiği yolun sonunda varılacak yer şu: Yarın mesela benim ya da başka bir yorumcunun bir yazımın kaldırılması, engellenmesi emrini de verebilirler. Beğenmedikleri haberleri, fotoğrafları, her türlü içeriği kaldırtabilirler. Duyulmasını istemedikleri haberlere erişimi durdurabilirler.

 

Türkiye, Çin gibi, Suudi Arabistan gibi özgürlüklerin iktidar tarafından keyfi olarak kısıtlandığı bir ülkeye benzemeye başladı.

 

Demokratik haklar, artık buzdolabındadır.

 

 

DIŞ GÜÇLERİN ÇABASINA GEREK YOK Kİ

 

 

AVRASYA Tüneli’nin açılışı sırasında Cumhurbaşkanı kürsüde, kardeşliğimizi kimsenin bozamayacağından filan söz ederken bindirilmiş kıtalar slogana başlıyorlar: “İdam isteriz”.

 

Ellerinde bayraklar ve üzerinde “İdam isteriz” yazılı pankartlar var. Pankartlar belli ki profesyonel işi: Bir de idam ipi sallanıyor üzerinde.

 

Oradan birisi bağırıyor: “Meclis’teki köpekleri istemiyoruz.”

 

Cumhurbaşkanı yanıt veriyor: “Haklısın, haklısın!”

 

TBMM Başkanı kürsüye çıkıyor, konuşurken “İdam isteriz” sloganları atılıyor. Kahraman Bey kürsüden yanıtlıyor: “İşte milletin sesi!”

 

Meclis’teki “köpekler” kim?

 

“Bir ve bölünmez Türkiye” seçmenlerinin yüzde 11’inin oyunu alıp milletvekili olanlar mı?

 

Kardeşliğimizi böyle mi koruyacağız, onları yok sayarak?

 

Devlet yöneticilerimiz hep dış güçlerden, bizim güçlenmemizi istemedikleri için bölmeye, parçalamaya çalıştıklarından söz ediyorlar. Provokatörleri, kim olduğunu bizden sakladıkları gizli servisleri işaret ediyorlar.

 

Benden duymuş olmayın ama bu tabloya bakınca, bölünmemiz için ne provokatöre ihtiyaç var ne de dış güçlere.

Yazının devamı...
Çok geç olmadan biraz izan
20 Aralık 2016

Kim seçilebilir, bugünden kestirmek mümkün değil tabii ama bu Anayasa değişikliği ile, kim seçilirse seçilsin, kalbi demokrasi aşkıyla da çarpıyor olsa, varacağı yer otokrasidir.

Türkiye’nin bunca yıllık demokrasiye ulaşma çabası da böylece çöpe atılmış olacak.

Bunun “gururunu” da bu Meclis’te, bu Anayasa değişikliğine oy verenler taşıyacak.

İşe yaramayacağını biliyorum ama bir kez daha ülkenin çıkarını kendi şahsi çıkarlarından üstün tutabilecek AKP ve MHP’li milletvekillerini uyarmak istiyorum.

Bu Anayasa değişikliği, Türkiye’nin yönetimini bir tek kişinin eline teslim edecek.

Bugün sizin sevdiğiniz, beğendiğiniz, tek adam olarak ülkeyi yönetmesine itiraz etmeyeceğiniz biri seçilebilir ama unutmayın ki insanoğlu fanidir.

Türkiye’nin gelecek elli yılını, yüz yılını düşünmek zorundasınız.

Bu Anayasa değişikliği, başkanlık sisteminin olmazsa olmazlarını ihmal ediyor.

Başkana aşırı yetki veriyor, milletvekillerini başkana tabi hale getiriyor, yargı bağımsızlığını tamamen ortadan kaldırıyor.

Seçilecek kişinin iki şapkası olacak: Parti genel başkanı ve cumhurbaşkanı. Bu iki şapkayı sırayla giyip HSYK’yı seçecek. Böyle bir yargıdan adalet, tarafsızlık, bağımsızlık beklenebilir mi?

Seçilecek kişi iki şapkasıyla hem yürütmeyi, hem yasamayı kontrol edecek.

Seçim Kanunu ve Siyasi Partiler Kanunu demokratikleştirilmeden ve anayasal bir güvenceye bağlanmadan, böyle bir tek kişiye yetki vermek, Meclis’in kendisini hiçe indirmesinden başka bir şey değildir.

Her seçimden önce seçim kanunu değiştirecek bir Meclis çoğunluğundan demokrasi çıkar mı?

Bir tek kişi, 600 kişilik Meclis’i feshedebilecek. Ama o bir tek kişiyi Yüce Divan’a gönderebilmek için (dikkat edin, görevden alabilmek için bile değil) 400 milletvekilinin oyu gerekecek.

Aritmetik de mi bilmiyorsunuz?

Seçimle gelmeyen, hangi nitelikleri haiz olması gerektiği Anayasa ile tespit edilmemiş bir yardımcı gerektiğinde yürütme gücünü tek başına kullanacak.

Hani milletin oyuna sadakat?

Çok geç olmadan, sonradan pişman olmadan bu işi iyice bir düşünün.


BU MECLİS'TEN 'GİZLİ OY' ZOR ÇIKAR
ESKİ İstanbul Barosu Başkanı Turgut Kazan, TBMM Başkanı İsmail Kahraman’a bir mektup yazdı ve Anayasa değişikliği ile ilgili oylamada “gizliliğin” esas olduğu konusunda uyarılarda bulundu.

Biliyorsunuz, Anayasa’ya göre, partiler Anayasa değişikliği ile ilgili grup kararı alamazlar, oylamalar da gizli yapılır.

Ama buna uyulmadığını bundan önce referanduma giden Anayasa değişikliği oylamaları sırasında görmüştük.

Kazan, bununla ilgili Anayasa Mahkemesi kararını da hatırlatıyor.

Kazan’ın uyarısı elbette yerinde bir uyarı ama işe yaramayacağını da şimdiden biliyoruz. Anayasa değişikliği ile ilgili metin daha ortaya çıkmadan önce beyaz kâğıda göstere göstere imzaların atıldığını biliyoruz.

Milletvekillerinin bir bölümü zaten nasıl oy attıklarını gösterecek şekilde davranacaklar.

Bu arada sırıtarak fotoğraf çektirip “patronlarına” bunu belgelemek de isteyeceklerdir.

Grup başkanvekillerinin oy kullanma hücrelerindeki pulları kontrol edeceklerini de şimdiden söyleyebiliriz.

Gizli oylamayı sağlayacak tek şey, milletvekillerinin kendi iradelerine sahip çıkma tutarlılığını göstermeleridir ki onu da bugünkü Meclis’in büyük bölümünden beklemek zor.

Anayasa değiştirilirken, Anayasa ihlal edilecek, hepsi bu.


AKLINIZ NEREDEYDİ?
RUSYA Federasyonu Büyükelçisi’ni vuran katilin Fetullahçı örgütün bir üyesi çıkmasına şaşırır mıyız?

Hiç sanmıyorum.

Bu örgüt, her şeyi yapabileceğini daha önce göstermişti, bunu da rahatlıkla yapabileceğini biliyoruz.

Peki bunların devlet içinde böylesine örgütlenebilmiş olmalarına göz yumanların hiç mi sorumluluğu yok?

“Şu tarihe kadar iyiydiler, bu tarihten sonra kötü oldular” savunması yeterli bir savunma mıdır?

Bu kadar insan bunu yazıp çizip anlatırken, aklınız neredeydi?

Katilin, aşırı dinci bir başka örgütün üyesi çıkmasına şaşırır mıyız?

Hayır, böyle çıkarsa da şaşırmayız.

Türkiye’de bombaları patlatıp yüzlerce sivili öldüren IŞİD mensupları da TC vatandaşı değiller miydi?

“Suriye bataklığına girmeyin, sınırımızı Peşaver’e çevirmeyin” diye uyarılırken aklınız neredeydi?

Ne Fetullahçıların böyle bir tehlike olduğunu görebildiniz, ne de cihatçıların Türkiye’de cirit atıp kendilerine militan devşirmelerini görebildiniz.

Tıpkı şimdi değişik bakanlıklarda bazı tarikatların örgütlenmesinin gelecekteki sonuçlarını göremediğiniz gibi.

Şu gizli örgütü, bu devleti, bilmem hangi organizasyonu suçlamadan önce, dönüp bir nelere yol açtığınıza bakın ki daha büyük felaketler yaşamayalım.

Yazının devamı...
Maçı Volkan kazandı
19 Aralık 2016

 

Ama öyle olmadı. İki takım da oynamak istedi fakat oynamayı daha çok başarabilen Gençlerbirliği idi.

 

“Boş kaleye” dört kez vurdular, ikisinde Kjaer vardı engelleyen, birinde top neredeyse taca çıkıyordu. Lens’in muazzam pasına, Sow dokunamamış olsaydı, maç yine de berabere bitebilirdi.

 

Bir an o pozisyonda Emenike’yi düşünün, en az bir adım geride kalırdı, top da doğrudan auta çıkardı. Advocaat’ın, Emenike’yi kendi kaderine yollaması nedensiz değildi yani.

 

Sıkılacağımı düşündüğüm maçta bu kadar çok pozisyon görmek beni mutlu etti. Pozisyonlara giren Gençlerli oyunculardı, ama!..

 

“Ama” bağlacını kullanma nedenim Volkan Demirel’den başkası değil.

 

Bu sezon ilk kez Volkan’ın kazandığı bir maç izledik. Bu maça kadar ligin, rakibe en az pozisyon veren takımı, bir maçta yarı sezonda verdiğinden daha fazlasını verdi.

 

Ümit Özat’ı kutlamak gerek, şahane bir ekip kurmuş. Günlük polemiklere hiç girmeyip, sadece işine odaklanmasını öneriyorum, bildiği bir şeyler var belli ki.

 

Fernandao’yu da unutmayalım. Topu aldı, verdi, golü attı ve maçı orada bitirdi. Üçüncü gol Lens ile Sow’un biz izleyicilere bir hediyesi oldu.

 

Tutarlılık

 

- Hep aynı şeyi söylüyorum, bir daha söyleyeceğim. İyi hakem, kararlarında tutarlı olan hakemdir.

 

Aydınus, 3. dakikada Şener-İrfan Can mücadelesinde, İrfan Can lehine faul çaldı. Aslında omuz omuza bir müdahaleydi, faul olmaması gereken.

 

Aynı Aydınus, 13. dakikada bu kez Gençlerbirliği ceza sahası içinde Ahmet Oğuz-Sow mücadelesine “Devam” dedi. Aynı omuz omuza pozisyon. Birinci kararı yanlış, ikinci kararı doğruydu.

 

Bu kadar zor mu, aynı pozisyonlarda aynı düdüğü çalabilmek?

Yazının devamı...
Darbe önlenemez miydi
19 Aralık 2016

 

Bununla ilgili Mesut Hasan Benli’nin haberi, cumartesi günü Hürriyet’te yayımlandı.

 

Müşteki sıfatıyla bu ifadeyi veren kişi, Özel Kuvvetler Komutanı (ÖKK) Tümgeneral Zekai Aksakallı.

 

Şöyle anlatıyor: “Genelkurmay 2. Başkanı başkanlığında yapılacak yıllık terörle mücadele toplantısına katılmak için ÖKK kışlasından öğlen sularında ayrıldım. Saat 14.00’te Genelkurmay Karargâhı’ndaki terörle mücadele toplantısı başladı.”

 

Hatırlayacaksınız, aynı gün 14.45’te Binbaşı H.A. da MİT’e giderek darbeyi (ya da MİT Müsteşarı’na yönelik tehdidi) haber vermişti. İhbarında ne dediğini hâlâ tam olarak öğrenebilmiş değiliz, onun için “ya da” ifadesini kullandım.

 

Tümgeneral Zekai Aksakallı devam ediyor:

 

“Tam saatini hatırlamamakla beraber saat 16.00-17.00 arasında Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler’in önüne bir not bırakıldı. Orgeneral Güler toplantıdan ayrıldı. Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Orgeneral İhsan Uyar’a da bir not iletilmesi üzerine, o da ayrıldı. Neler olduğunu anlamak maksadıyla, geri dönmek üzere toplantıdan ayrıldım. Komuta katında kimseyi bulamadım. Koridorda bir personele Genelkurmay 2. Başkanı’nı sordum. Genelkurmay Başkanı’nın yanında olduğunu, ayrıca MİT Müsteşarı veya MİT Müsteşar Yardımcısı’nın içeride olduğunu söyledi. Normal bir şey olmadığını anladım.”

 

Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Aksakallı, bu sırada koridorlarda darbenin planlayıcılarından Mehmet Partigöç ile karşılaşıyor ve onun çok telaşlı halinden ve yüzünün kırmızılığından kuşkulanıyor. Ama dönüp tekrar yarım bıraktığı toplantıya giriyor.

 

Toplantının bitiş saati 19.00.

 

Tümgeneral Aksakallı devam ediyor: “Genelkurmay İkinci Başkanı ile görüşmek üzere komuta katına çıktım, kimse yoktu. Güler Paşa’nın Genelkurmay Başkanı’nın yanında olduğunu söylediler.”

 

Ve komutan, Orduevi’ndeki bir generalin kızının düğününe gitmek üzere yola çıkıyor.

 

Tümgeneral Aksakallı’nın darbenin önlenmesinde önemli rolü olduğu daha önce kamuoyunun malumu olmuştu.

 

Koruma astsubayı şehit Ömer Halisdemir ile 8 kez konuştuğu, darbeci general Semih Terzi’yi gerekirse şehit olmayı da göze alarak durdurmasını emrettiğini ve bu emrin yerine getirildiğini biliyoruz.

 

Ancak Genelkurmay Karargâhı’nda o kadar üst düzey subay toplantı halindeyken, Binbaşı H.A.’nın ihbarı da gelmişti.

 

Merak ediyorum:

 

Genelkurmay Başkanı, İkinci Başkan, Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı, MİT Müsteşarı ve Yardımcısı neden bu önemli ihbarı kendi aralarında konuştular?

 

Neden, üst düzey bir toplantı sürerken, Tümgeneral Aksakallı’nın da bulunduğu toplantıdaki diğer generallerle bu durumu değerlendirmediler?

 

Çünkü eğer bu söz konusu olmuş olsaydı, Tümgeneral Aksakallı, darbeci general Semih Terzi’nin babasının hastalığı gerekçesiyle Ankara’ya gelmesine büyük olasılıkla izin de vermeyecekti.

 

Tümgeneral Aksakallı, Terzi’nin Fetullahçı olduğunu bildiğini de ifadesinde söylüyor.

 

İfadesinin bu bölümündeki şu ayrıntıyı, daha sonra dönmek üzere not edelim:

 

“Darbeci Semih Terzi’nin öğleden önce babasının rahatsızlığını ifade ederek izin talebinde bulunması üzerine o güne planlı Özel Kuvvetler kurye uçağından istifade ederek gelmesine müsaade ettim.”

 

Daha sonra da zaten gece boyunca MİT Müsteşarı ile konuşup, hangi generalin Fetullahçı olduğunu aktarmış.

Bu değerlendirmeler, o toplantı sırasında yapılmış, emirler ona göre verilmiş olsaydı, darbeye hazırlanan subayların önemli bölümünü derdest etmek ve kalkışmayı en başında önlemek mümkün olabilirdi.

 

TBMM Araştırma Komisyonu, Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı’nı çağırıp bu soruları sormadığı için ihbarın yapıldığı 14.45 ile darbe girişiminin başladığı 22.30 sularına kadar dünyanın zamanının neden kaybedildiğini bilmiyoruz.

 

Komisyon, 15 Temmuz şehitlerine karşı bunu borçlu değil mi?

 

ABDULLAH GÜL’E İMALI SORULAR

 


DARBE girişimini aydınlatmak için kurulan TBMM Komisyonu’nun AKP’li üyeleri, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e yanıtlaması için bir dizi yazılı soru sordu.

Turan Yılmaz ve Umut Erdem’in Hürriyet’te yayımlanan haberinde yer alan sorulardan bazıları bana oldukça anlamlı geldi. Bir-iki tanesini buraya aktarıyorum:

 

1– “Şubat 2012 tarihli MİT Müsteşarı’nın ifade vermeye çağrılması hadisesinde MİT Müsteşarı’na ifade vermeye gitmesinde bir sakınca olmadığını telkin ettiğiniz şeklindeki iddialara açıklık getirir misiniz?”

 

2– “Gazeteci Fehmi Koru’nun Amerika’ya gitmesi yönünde bir talep sizden mi geldi, yoksa kendisi mi size teklifte bulundu?”

 

3– “2004’te Faruk Loğoğlu eliyle Amerikalı yetkililere bir mektup gönderdiğiniz ve mektupta Gülen’i eğitimci sıfatıyla methettiğiniz iddialarına açıklık getirir misiniz?”

 

4– “Yetkili makamlarda bulunduğunuz süre boyunca FETÖ’nün kayıt dışı para kaynakları ve transferleri hakkında şüpheleriniz oldu mu? Araştırılması talimatı verdiniz mi?”

 

5– “7 Şubat hadisesinde söz konusu yapının niyeti hakkında bir kanaat edinmiş miydiniz, o tarihte nasıl değerlendirdiniz, bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?”

 

Fitne çıkarmak peşinde değilim ama bu sorularda sanki Abdullah Gül’ü Fetullahçıları korumakla suçluyor gibi bir ima var. Özellikle de ilk üç soruda.

 

Bakalım 11. Cumhurbaşkanı, bu sorulara nasıl yanıt verecek?

 

 

 

HÜRRİYET DİLENECEKMİŞİZ

 

 

TBMM’deki bütçe görüşmeleri sırasında, CHP’li İzmir Milletvekili Musa Çam, Anayasa değişikliği ile kölelik düzeni getirilmekte olduğu eleştirisini dile getirdi.

 

AKP’li Konya Milletvekili İmran Kılıç da bu eleştiriye şu yanıtı verdi:

 

“Kapımızda hürriyet dilenin.”

 

Hızını alamamış olacak ki aynı cümleyi iki kere söyledi.

 

Yani bu bir dil sürçmesi değil, bir zihniyetin ifadesi.

 

AKP istediği düzeni getirecek, bizlere de kapılarına gidip “Biraz hürriyet” diye yalvarmak düşecek.

 

Ve bunu bir milletvekili, Meclis oturumunda hiç çekinmeden söyleyebiliyor.

 

Türkiye, özgürlükler açısından ciddi bir dar geçide giriyor.

 

Yazının devamı...
Ömür boyu dokunulmaz olacak
16 Aralık 2016

“Yeni bir sistem kuruyoruz. Bu sistem denetlenebilir olmalı, topluma güven vermeli. Açık, şeffaf ve hesap verebilir olmalı” demiş.

 

Bunu Abdulkadir Selvi’nin köşesinde çarşamba günü okudum.

 

Bahçeli’nin “Açık, şeffaf, hesap verebilir olmalı” dediği kişi, yeni sistemin cumhurbaşkanı olmalı. Normali de budur zaten. Yürütme gücünü elinde tutan, hem parlamentoya hem de gerektiğinde yargıya hesap verebiliyor olmalı.

 

Peki AKP, Devlet Bahçeli’nin bu talebini yerine getirmiş mi, ona bakalım.

 

Görevdeki cumhurbaşkanının yargılanabilmesi için 600 kişilik Meclis’te iki görüşme yapılacak. Birincisinde 360 milletvekilinin oyuyla suçlama önergesinin kabulü gerekecek, ikincisinde 400 milletvekilinin oyuyla Yüce Divan’a sevk.

 

Cumhurbaşkanının görev süresi bittikten sonra da aynı şey geçerli.

 

Ve cumhurbaşkanının göreviyle ilgili olmayan suçlar için de geçerli.

 

Daha da ötesi “suçüstü” durumunda bile geçerli.

 

“Ömür boyu dokunulmazlık” zırhı bu.

 

Bu düzenleme, 12 Eylül rejiminin Milli Güvenlik Konseyi üyeleri için getirdiği kanun düzenini hatırlatıyor.

 

Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar için de aynı soruşturma usulü uygulanacak ama bu kez beşte üç çoğunluk yeterli olacak.

 

Onlar için de görevden ayrıldıktan sonra aynı usuller geçerli.

 

Yardımcılar için görevleri ile ilgili olan-olmayan suçlar ayrımı var. Ama görevden ayrıldıktan sonra da aynı usuller ile soruşturulabilecekler.

 

Bahçeli’nin talebi yerine getirilmiş mi, MHP’li hukukçular ne diyor acaba?

 

NEYİ İMZALADIKLARINI YENİ ÖĞRENECEKLER

 

AKP MYK toplantısında, Anayasa değişikliği teklifi ile ilgili olarak milletvekillerinin bilgilendirilmesine karar verildi.

 

Bu haber,havuz gazetesinde “Milletvekillerine anayasa eğitimi” başlığı ile yayınlandı.

 

Yani bu mizah değil, aynıyla vaki.

 

Hatırlarsınız, AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, Anayasa değişikliği önergesini TBMM Başkanı’na sunarlarken şöyle konuşmuştu:

 

“Sayın Başbakanımız dahil olmak üzere 316 milletvekilimizin imzasıyla Meclis Başkanlığımıza teslim ediyoruz. Vatanımıza, milletimize hayırlı uğurlu olsun.”

 

Anayasa teklifi daha hazırlanmadan önce AKP milletvekillerinin beyaz kâğıtlara harıl harıl imza attıklarını gösteren fotoğraflar yayınlanmıştı, hatırlarsınız.

 

Milletvekilleri boş kâğıda imza atarken özel olarak poz vermişlerdi ki ileride “Vay sen imzalamadın” diyecek kimse çıkmasın!

 

Bu son “eğitim” kararı da ortaya koyuyor ki milletvekilleri, ne olduğunu bilmedikleri bir Anayasa değişikliği için imza vermişler.

 

Şimdi mecburen eğitime alınacaklar ki vatandaşlar bir soru sorarlarsa neyi imzaladıklarını biliyormuş gibi davranabilsinler.

 

Sistemi tümüyle değiştirecek değişiklik öneriliyor ve halkın seçip Meclis’e gönderdiği milletvekilleri neyi imzaladıklarını yeni öğrenecekler.

 

Kendi iradesine sahip olamayan bir Meclis, Türkiye’yi geri dönüşü olmayan bir yola sokacak.

 

SAATLERİ GERİ ALIN BİTSİN BU ÇİLE

 

TÜRKİYE, bir kanun ile GMT + 2 saat dilimini seçmişti. 1972 yılından bu yana da dünyanın önemli bölümüyle aynı anda ileri yaz saati uygulaması yapılıyor, yaz sonunda yeniden normal saate dönülüyordu.

 

Bu kez Bakanlar Kurulu yaz saati uygulamasını yıl boyunca uzatmaya karar verdi.

 

Böylece enerji tasarrufu olacağını söylediler.

 

Ama ilginç tarafı iki yıl önce de yaz saati uygulaması yapmayarak enerji tasarruf edileceğini söylüyorlardı.

 

Kanun ile düzenlenmiş bir durumun, Bakanlar Kurulu kararıyla ortadan kaldırılmasında zaten bir hukuki sorun var.

 

Şu anda Türkiye GMT + 3 saat diliminde ve bu Bakanlar Kurulu
kararıyla oldu. Hukuki sorunu bir kenara bırakalım, Türkiye artık zifiri karanlıkta okula ve işe gitmek zorunda kalan insanların ülkesi oldu.

 

Bunun özellikle çocuklar için yarattığı bir güvenlik sorunu var.

 

Öte yandan güneş ışığında işine gücüne gitmeye alışmış bir Akdenizli halkın, bitmek bilmeyen geceler nedeniyle girdiği depresyon da cabası.

 

Sabah namazını kılıp işine öyle gidenler için de ciddi bir sorun, çünkü artık sabah ezanı okunurken insanlar işlerine gitmek için yollara dökülmüş oluyorlar.

 

İdris Emen’in Hürriyet’teki haberine göre, bu düzenlemeyi icat eden akademisyenler çözüm önermişler: Okullar erken başlıyor, geç başlasın.

 

Bunun yaratacağı trafik sorunu, bu kez ikili eğitimdeki öğrencilerin gecenin bir vakti okuldan çıkmak zorunda kalmaları gibi meseleleri belli ki dert etmiyorlar.

 

Nasıl bir tasarruf sağlanacağını henüz bize kimse anlatmadı ama işyerlerinde daha uzun süre güneş ışığından yararlanmak amacıyla yapılan bu uygulamanın bir tasarruf getirmesi de zor.

 

Çünkü her yerde ışıklar bu kez sabah saatlerinde yanıyor.

 

Bakalım hükümet, vatandaşların bu günlük dertlerine kulak verecek mi? Benim bildiğim Türkiye’de hiç olmayacak bir şey ama umarım yanılıyorumdur.

Yazının devamı...
Kayıp saatlerin sırrı
15 Aralık 2016

Demek ki AKP’ye göre, darbe ile ilgili her şey açığa çıkmış, raporlarını yazabilecek duruma gelmişler.

 

Ama ilginç olan şu ki hâlâ bilmediğimiz şeyler var. Kim bilir belki biliyorlardır, bizimle de paylaşma inceliğini gösterebilirler.

 

Mesela darbeyi haber veren Binbaşı H.A. hâlâ bir sır.

 

MİT’e gelip darbe yapılacağını ya da MİT Müsteşarı’nın bir grup asker tarafından kaçırılabileceğini-suikasta kurban gidebileceğini söylediğini biliyoruz.

 

Ama sonra MİT Müsteşarı ile Genelkurmay Başkanı’nın bu bilgiyi saatlerce neden kimseyle paylaşmadıklarını bilmiyoruz.

 

O çok değerli saatlerde neden kuvvet komutanlarına bilgi verilmediğini, birliklerine sahip olmaları için ordu komutanlarının neden uyarılmadığını bilmiyoruz.

 

Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, İçişleri Bakanı’nın neden uyarılmadıkları da bir sır.

 

Komisyon, darbe girişimi sırasında şehit olan vatandaşların ailelerini bile ziyaret edip dinledi ama nedense MİT Müsteşarı ile Genelkurmay Başkanı’nı dinlemeye gerek görmedi.

 

Bu kayıp saatlerin sırrı ortaya çıkmadan, komisyon işini nasıl bitirmiş olabiliyor?

 

‘SEÇİLMEMİŞ CUMHURBAŞKANI’ SORUNU

 

"POST Milliyetçi Cephe” anayasa teklifinde cumhurbaşkanının kendisine bir yardımcı tayin edebileceği de var.

 

Şöyle: “Cumhurbaşkanı, seçildikten sonra bir veya daha fazla Cumhurbaşkanı yardımcısı atayabilir.”

 

Cumhurbaşkanı ne kadar gerekli görürse, o kadar yardımcı tayin edecek.

 

Bugün Saray’daki başdanışmanlar ordusuna bakacak olursak, eğer yeniden seçilirse Recep Tayyip Erdoğan’ın öyle “bir” ile yetinmeyeceğini de tahmin edebiliriz.

 

Zaten bütün dünyanın parmak ısırdığı bir lider olarak, kendisi az ile yetinmemeyi ilke edinmiş durumda, onu da biliyoruz.

 

Bu yardımcıların görevi de yeni teklifte belirtiliyor:

 

1– “Cumhurbaşkanlığı makamının herhangi bir nedenle boşalması halinde 45 gün içinde Cumhurbaşkanı seçimi yapılır. Yenisi seçilene kadar Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cumhurbaşkanlığına vekâlet eder ve Cumhurbaşkanına ait yetkileri kullanır.”

 

2– “Cumhurbaşkanının hastalık ve yurtdışına çıkma gibi sebeplerle geçici olarak görevinden ayrılması hallerinde, Cumhurbaşkanı Yardımcısı, Cumhurbaşkanına vekâlet eder ve Cumhurbaşkanına ait yetkileri kullanır.”

 

Birden fazla yardımcı tayin etmiş olursa, hangisi vekâlet edecek bu konu kolay, Cumhurbaşkanı hasta olur ya da yurtdışına çıkarken vekâleti kime bırakırsa o.

 

Ama makam herhangi bir nedenle boşalırsa, hangisi vekâlet eder, bunu sadece iyi saatte olsunlar biliyor.

 

Öte yandan, söz konusu yardımcı, yürütme gücünü elinde tutan cumhurbaşkanının bütün yetkilerini kullanabilir ama seçimle gelmiyor.

 

Cumhurbaşkanı seçilmek için gerekli şartlara sahip olup olmadığı da önemli değil, çünkü cumhurbaşkanı canı kimi isterse onu yardımcı yapıyor.

 

Meşruiyetini seçimden almayan bir yardımcının, seçimle gelen cumhurbaşkanına verilen yetkileri asili gibi kullanmasındaki gariplik AKP ve MHP’deki hiçbir hukukçunun dikkatini çekmedi mi?

 

Yoksa, “Reis öyle istedi, öyle olacak” diye kıldan ince boyunlarını eğdiler mi?

 

Radikal’de birlikte çalıştığım gazeteci arkadaşım Ali Topuz, ki kendisi aynı zamanda iyi bir hukukçudur, www.gazeteduvar.com.tr sitesindeki dizi yazısında şöyle diyor:

 

“Sadece bir numaranın, cumhurbaşkanının seçimle geleceği, iki numaradan başlayarak kalan herkesin bir numara tarafından belirleneceği bir sistem hazırlığı.”

 

Böyle bir sisteme “tek adam rejimi” diyoruz.

 

Varsayalım ki Recep Tayyip Erdoğan bu ülkede cumhurbaşkanlığı yapabilecek en iyi adam. Her şeyi biliyor, memleketin ona ihtiyacı var vs. Türkiye’nin bulabileceği en iyi ikinci adamı da buldu, tayin etti.

 

Peki onun kadar akıllı olmayan birisi günün birinde cumhurbaşkanı seçilirse ne olacak?

 

MHP YÖNETİCİLERİNİN İŞİ ÇOK ZOR

 

ŞU sıralar en zor durumda olan parti yöneticileri MHP’liler olsa gerek.

 

Yakın zamana kadar söylediklerinin tam tersini yaptılar ve şimdi bunu tabanlarına nasıl açıklayacaklarını düşünüyor olmalılar.

 

Bunca yıllık bir partide, bu zikzaklı politikanın nedenini merak eden birileri mutlaka vardır çünkü.

 

Hürriyet’te Umut Erdem’in haberine göre MHP yöneticileri tabanlarını ikna etmek için şöyle diyeceklermiş:

 

“Krize yol açacak bir zemin var. Cumhurbaşkanı hemen her gün Anayasa’yı ihlal ediyor. Hukuksuzluğu meşru hale getirdi. Türkiye bu durumu taşıyamaz. Cumhurbaşkanı Anayasa’ya uymuyorsa, yeni bir çerçeve çizilmeli. Genel Başkanımız Devlet Bahçeli, Meclis’e, siyasete bir yol gösterdi.”

 

Okurken yüzünüzde bir tebessüm belirdiğini tahmin edebiliyorum.

 

MHP yöneticilerine göre “Anayasa’yı hemen her gün ihlal eden ve hukuksuzluğu meşru hale getiren” kişi Cumhurbaşkanı.

 

Söz konusu hukuksuzluğu düzeltmek için buldukları yol ise bunu anayasal bir çerçeve içinde meşrulaştırmak!

 

Ama bunun gerçekleşmesi için de gelecek seçim dönemine kadar bekleyeceğiz.

 

MHP tabanı acaba bunu merak etmiyor mudur?

 

Dün Özgür Mumcu, Devlet Bahçeli’nin geçtiğimiz yaz yaptığı bir konuşmadaki şu bölümü aktarmıştı:

 

“Bizim Saray’la anlaştığımız namertçe söylendi. İlk aşamada partili cumhurbaşkanlığına evet dediğimiz, başkanlık sistemine sıcak baktığımız soysuzca iddia edildi. Yeni anayasaya boyun eğdiğim fısıltıdan öte yüksek sesle ifade edildi. Bu alçak sözleri dolaştıranlarda yüz olmadığı için özür dilemediler.” 

 

Acaba MHP yöneticileri bu sözleri tabanlarına nasıl açıklayacaklar, onu da merak ettim doğrusu.

Yazının devamı...
Çalışma Bakanı cumhurbaşkanı olamaz
14 Aralık 2016

Bu şartlardan biri şu: Doğuştan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak.

İlk bakışta normal bir şart gibi görünüyor.

Ama unutmayalım ki bizim ülkemizde, imparatorluk yıllarının bir mirası sayılması gereken “göçmenlik” de var.

İmparatorluğun geride bıraktığı Türkler, Cumhuriyet kurulduktan sonra da anavatana göç etmeye devam ettiler ve haklı olarak vatandaşlık da kazandılar. Bir bölümü devlet politikası gereği uzun süre haymatlos (vatansız) olarak yaşadı, ancak Turgut Özal’dan sonra vatandaşlık hakkını kazandı.

Hiçbiri doğuştan TC vatandaşı değildi. Böylece yeni anayasa ile “seçilme hakkı”, bu vatandaşlarımızın elinden alınmış olacak.

Mesela Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, Batı Trakya’daki Gümülcine’de (Yunanistan) doğdu. Türkiye’de yabancı öğrenci olarak okudu, hekim oldu ama Yunanistan’da mesleğini icra etmesine izin vermediler. 1983 yılında Meriç Nehri’ni kaçak olarak geçerek Türkiye’ye iltica etti, haymatlos olarak yaşadı. TC vatandaşlığına kabulü 1986 yılında mümkün olabildi.

Benzer durumda on binlerce vatandaşımız var.

Ve Müezzinoğlu, milletvekili seçilebildi, bakan olabildi ama “Post Milliyetçi Cephe” anayasası kabul edilirse, allame–i cihan olsa cumhurbaşkanı seçilemeyecek, seçime bile giremeyecek.

Benzer durumda on binlerce kişi var.

Şimdi diyecekler ki “Ama Amerika’da da doğuştan ABD vatandaşı olmayanlar seçilemiyorlar”!

Birincisi: O anayasa 1787 yılında yapıldı. O günden bugüne medeni dünyada vatandaşlık hukukunun böyle gelişebileceğini tahmin etmeleri imkânsızdı.

Modern hukukta vatandaşlık, devletin insan unsurunu tarif eder. Ulusu oluşturan vatandaşlar topluluğunda, ırka ve dine dayalı ayrımlar yapmaz. Anayasa, “hukuki” bir metindir. Toplumsal gerçekliğe ilişkin yargılar taşımamaları gerekir.

Mevcut Anayasa’nın 10. maddesi, “dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle” vatandaşlar arasında ayrımcılık yapılamayacağını emrediyor.

Bu maddeden de mi vazgeçiyoruz?

İkincisi: ABD Anayasası’na bakıp yeni anayasaya aktarmak için bulduğunuz tek şey bu mu?

Bir tek kişiyi tatmin etmek için Anayasa değiştirmeye kalkışınca, ortaya böyle yalapşap hazırlanmış bir metin çıkıyor tabii. Maşallah ne kadar “kapsayıcı” bir anayasa yapıyorsunuz.


BU SALDIRI BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE
TÜRKİYE uzun süredir basın özgürlüğünün olmadığı bir ülke.

Hapishaneler gazeteci dolu. Murat Sabuncu, Kadri Gürsel, Güray Öz, Musa Kart, Turhan Günay, Önder Çelik, Bülent Utku, Kemal Güngör, Hakan Kara ve Akın Atalay hapisteki Cumhuriyet mensupları.

Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay yönetmedikleri bir gazetenin, yayın danışma kurulunda bulundukları için üç ayı aşan bir süredir hapiste.

Nazlı Ilıcak, Şahin Alpay, Ahmet Turan Alkan, Ali Bulaç, Mümtazer Türköne, Ahmet ve Mehmet Altan da öyle.

Yarın benzeri uyduruk iddialarla başka gazetecilerin tutuklanmayacaklarının da bir garantisi yok.

Ama iktidarın azgın trollerine bu bile yetmiyor.

Hapse atamadıkları muhalif gazetecileri taciz etmek için yapmadıklarını bırakmıyorlar.

En son olarak arkadaşımız İsmail Saymaz’ın Twitter hesabını hack’lediler.

Hesabına girerek Saymaz’ın kamuya açık olmayan, özel direkt mesajlarını aldılar, Twitter’daki sahte isimlerle açtıkları hesaplarla yayıyorlar.

Böylece yandaş olmayan, bütün gazetecileri de tehdit ettiklerini düşünüyorlar.

İsmail Saymaz’ı akılları sıra itibarsızlaştırmak ve onun üzerinden muhalif gazetecileri de sindirmek istiyorlar.

Mutlak iktidarların insanları mutlaka bozduğunu biliyorduk ama bu kadar seviyesiz yöntemlere bile başvurmaya çekinmediklerini bilmiyorduk.


HAPİSTE OLMALARI AYIP DEĞİL Mİ?
MECLİS’teki bütçe görüşmelerine hapiste olmayan HDP milletvekilleri de katıldı.

Ve milletvekillerinin tutuklu yargılanıyor olmasını protesto etmek için, hapisteki arkadaşlarının fotoğraflarını da Genel Kurul salonundaki sıralarına koydular.

TBMM Başkanı İsmail Kahraman, Genel Kurul toplantısını yöneten HDP’li Başkan Yardımcısı Pervin Buldan’dan hapisteki milletvekili fotoğraflarının sıralardan kaldırılmasını istemiş.

“Bu görüntüler ayıp oluyor” demiş ve TBMM TV de toplantıyı yayınlarken yakın çekimlerle bu fotoğrafların görünmesini engellemeye çalışmış.

Ne kadar komik bir ülke olduk.

Milletvekillerinin tutuklu olarak yargılanmaları ayıp olmuyor ama fotoğraflarının sıralara konması ayıp oluyor!

Belli ki Başkan İsmail Kahraman, “Şüyuu vukuundan beterdir” diye düşünüyor...

Yazının devamı...