(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"İpek Yezdani" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "İpek Yezdani" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
İpek Yezdani
Bienalde ilk tur
21 Ekim 2016

 ‘Biz İnsan mıyız? Türümüzün Tasarımı: 2 Saniye, 2 gün, 2 Yıl, 200.000 Yıl’ başlıklı bienal, insanın 200 bin yıl boyunca tasarımla kurduğu ilişkiyi, arkeolojiden teknolojiye, tıptan mimarlığa kadar birçok farklı alanda inceliyor. 20 Kasım’a kadar beş ayrı mekânda ziyaret edebileceğiniz Tasarım Bienali, Hürriyet’e kapılarını açtı. Bienali, küratörleri, dünyanın önde gelen mimarlık tarihçilerinden Beatriz Colomina ve Mark Wigley’le birlikte gezdik: 

 

 

SOYUTLAR KENTİ

 

Bienale girer girmez William Forsythe’ın elektronik aynasıyla karşılaşıyorsunuz. Bir video yerleştirmesi olan ‘Soyutlar Kenti’, ziyaretçileri kendi bedenlerinin tasarımcıları olmaya davet ediyor. Wigley, “Bu eser, ziyaretçilere şu mesajı veriyor: Siz bu serginin yıldızlarısınız” diyor.

 

 

CAM ADAM

 

Dresden’deki Hijyen Müzesi’nden getirtilen ‘Cam Adam’, 1927 yılında, Alman bilim adamı Franz Tschacker tarafından tasarlanmış. Colomina, “Bedenin iç detaylarını gösteren model, iç organlar, iskelet, damarlar ve sinirler arasındaki ilişkileri açığa çıkarıyor” diyor.

 

 

EBOLA

 

2014’te, bir grup sağlık çalışanı Liberya’da ebola taşıyan yetişkin ve çocukları tedavi etmek için korumalı kıyafetler giydi. Fotoğrafçı Dominique Faget de onların fotoğrafını çekti. Wigley, “Eser, ziyaretçiyi, fotoğrafçıyla aynı pozisyona konumlandırıyor” diyor.

 

 

1 BEYİN, 100 MİLYAR NÖRON, 100 TRİLYON BAĞLANTI

 

New York’taki Columbia Üniversitesi’ndeki ‘Zuckerman Zihin Beyin Davranış Enstitüsü’nden bilim adamlarıyla ‘Brown Medya İnovasyon Enstitüsü’nün ürettiği bu eser, beynin içindeki nöronları ve bağlantıları üç boyutlu olarak modelliyor.

 

 

7 MİLYARLIK ŞEHİR

 

Joyce Hsiang ve Bimal Mendis tarafından tasarlanan ‘7 Milyarlık Şehir’, hepimizi ‘Dünyanın tasarımcıları’ olarak ele alıyor. Wigley, “Dünyadaki tüm yolları, elektrik ağlarını vs. dünya haritası üzerine çizdiğinizi ve o haritadan geri kalan her şeyi çıkardığınızı düşünün” diyor.

 

 

ZİYARET

 

İstanbul merkezli ‘So?’ adlı mimarlık bürosu tarafından yapılan bu proje, İstanbul’daki gerçek mezar taşlarının modellemelerini barındırıyor. Colomina, “Bu mezar taşlarında inanılmaz bir tasarım kültürü görüyoruz. Bu bize, ölüm anında bile tasarımın önemini gösteriyor” diyor.

 

 

DEV FİL SAAT

 

Studio X’te sergilenen ‘Filli Su Saati’, Müslüman bilim adamı, mühendis ve tasarımcı El Ceziri tarafından bundan 800 yıl önce icat edilmiş. Wigley, “Bu robota baktığınız zaman ‘Leonardo (da Vinci) iyiydi ama biraz geç kalmış’ diye düşünüyorsunuz” diyor.

 

 

SANAT KURGUSU

 

François Dallegret tarafından geliştirilen bu projede, geleceğin sanatçısının, üretim ve yaratım sürecinde elektrik huzmeleri kullanacağı anlatılıyor. Wigley, “Bu huzmeler, sanatçıyla temas kurabilen herkese erişebiliyor ve böylece herkes sanatçının niyetini anlıyor” diyor.

 

 

THE CONNECTOME: İNSANLIĞIN YENİ BİR BOYUTU

 

Beyinde yaklaşık 80 milyar nöron, 100 trilyon sinir kavşağı aracılığıyla yoğun bir ağ halinde birbirine bağlanır. Mark Wigley, nörolog Sebastian Seung’un eserinde, nöronlar ve sinirlerle insan beyninin ilk tam haritasını çıkarmaya çalıştığını söylüyor.

Yazının devamı...
Bir silah fabrikatörünün bilinmeyen hayatı
1 Ekim 2016

İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, savaşa giren ülkelerin toparlanmaya çalıştığı, Birleşmiş Milletler’in oluşturulduğu, Ortadoğu’da İsrail devletinin kurulduğu, Türk-Amerikan ilişkilerinin geliştiği yıllardı... 2 Mart 1949’da İstanbul’da Sütlüce’deki bir silah fabrikasında büyük bir patlama meydana geldi. Atatürk’ün, Kafkas İslam Ordusu Kumandanı ve aynı zamanda Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’ya kurdurduğu Nuri Killigil Silah ve Mühimmat Fabrikası’nın yok olmasıyla birlikte, yerli üretim Türk savunma sanayiinin de sonu gelecekti...    

 

Nuri Killigil’in Sütlüce’deki silah ve mühimmat fabrikası.

 

Cumhuriyet tarihinin ilk endüstriyel silah tasarımcılarından, 1930’larda kurulan ve 1949’da bir sabotaj sonucu havaya uçurulan Nuri Killigil Silah Fabrikası’nın kurucusu Nuri Paşa’nın hayatı, ilk kez yayımlanan fotoğraf ve belgelerle bir kitaba dönüştürüldü.

 

17 YILDA YAZDI

 

Araştırmacı-yazar Atilla Oral’ın 17 yıllık araştırmasının ürünü olan 960 sayfalık ‘Nuri Killigil’ kitabı, sadece Killigil’in değil, aynı zamanda Türk savunma sanayiinin tarihine de ışık tutuyor.

 

Oral, Killigil’in fabrikasıyla ilgili şunları  anlatıyor:

 

“Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulmuş ilk silah fabrikalarındandı. Arap-İsrail Savaşı’nda Arap orduları için silah ve cephane üretti. Filistin halkının hak ve özgürlük mücadelesini, Filistinlilere silah ve cephane göndermek suretiyle destekledi. Ancak bu faaliyetler ABD ve İsrail’in  o dönemdeki menfaatlerine hiç uygun değildi. En sonunda Nuri Paşa ve fabrikasına sabotaj yapıldı, patlamada Nuri Paşa’yla birlikte fabrikada çalışan 28 kişi hayatını kaybetti. Fabrikanın havaya uçurulmasının ardından Türkiye Cumhuriyeti dışarıdan silah ve mühimmat satın almaya başladı. Bu kitapta kapalı bir tarih, yeni belgelerle ortaya çıkıyor. Burada ders kitaplarında hiç okumadığınız yepyeni bilgiler göreceksiniz.”

 

Kitaba göre fabrikasındaki patlamada hayatını kaybeden Killigil’in parçalanmış vücudundan ilk başta bazı parçalar bulunuyor. Bir dönem Hürriyet başyazarlığını yapan Ecevit Güresin (eski senatör), o dönemde Yeni Sabah’ta muhabirlik yaparken şöyle yazmış: “Patlamadan, Nuri Paşa’nın parçalarından bazıları dağınık olarak bulundu. Kolunun yarısı, elleri, ayağı ve bazı vücut aksamı. Hazin fakat askerce bir son...” 15 kişiye ait ceset parçaları, 3 ayrı tabuta paylaştırılmış. Ceset parçaları daha sonra morga kaldırılmış; bunlar için Beyazıt Camii’nde cenaze namazı kılınmış ve Edirnekapı’da hazırlanan ‘Nuri Killigil Fabrikası Şehitliği’nde hepsi birden toprağa verilmiş.

 

Atatürk’ün 1912’de Trablusgarp’taki Derne Cephesi’nde çekilen bu fotoğrafı, ilk kez Oral’ın kitabında yayımlandı. 

 

67 YIL SONRA CENAZE NAMAZI

 

Ancak, Nuri Paşa’nın cesedinin ana gövdesi 20 gün sonra Haliç’te su üstüne çıkmış. Ailesi yeniden cenaze töreni yapmak istemiş, ancak o tarihte İstanbul Müftüsü olan Ömer Nasuhi Bilmen “Sadece bir ceset parçası için cenaze namazı kılınamayacağı” yolunda fetva verince aile perişan olmuş. Sonuçta cenaze, Killigil’in yakınları tarafından hocasız bir şekilde 24 Mart 1947’de Edirnekapı’daki şehitliğe gömülmüş. Killigil’in ölümünden 67 yıl sonra Atilla Oral, geçen ay Nuri Paşa’nın mezarının yerini tespit etti.  Killigil’in Edirnekapı Mezarlığı’ndaki mezarı onarıldı ve kendisi için 67 yıl sonra Atilla Oral öncülüğünde  şehitlikte cenaze namazı kılındı.

 

ALMANLA DOST, İNGİLİZLE MÜTTEFİK

 

İkinci Dünya Savaşı’na girmemek için büyük çaba sarf eden Türkiye Cumhuriyeti’nin o yıllardaki politikasını belki de en iyi anlatan sözlerden biri, dönemin Dışişleri Bakanı Şükrü Saracoğlu’nun “İngilizlerle müttefik, Almanlarla dostuz” cümlesiydi. Nuri Killigil, İkinci Dünya Savaşı’nda Türk ordusu için silah ve cephane imal etti. Atilla Oral, Killigil’in aynı zamanda Almanya’nın Rus topraklarını işgalinin ardından esir kamplarında toplanan Kırım Türklerini kurtarmak için devreye girdiğini ve çok sayıda Kırım Türk’ünü kurtardığını anlatıyor. “Nuri Paşa’nın İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki etkinlikleri bugüne kadar çok yanlış değerlendirildi. Görüyoruz ki savaşın her aşamasında Nuri Paşa esir kamplarındaki Türkleri kurtarmak için çok çaba sarf etmiş. Nazi hayranlığı asla yoktu. Öyle ki Naziler, Türkler için çabaları yüzünden 1942’den sonra Nuri Paşa’yı bir daha Almanya’ya sokmadı” diyor. Atilla Oral, Bulgaristan’ın ‘Üçlü İttifak’a katılmasının ardından Türkiye’nin Alman ordusunun kapısına dayanmasından korktuğunu, bu nedenle geçmişte Türk-Alman ilişkileri iyi olan bazı üst düzey subay ve diplomatların dostluk heyeti olarak Almanya’ya gönderildiğini söylüyor. Fotoğrafta, Nuri Killigil’in arkadaşı ve fabrikanın müdürü olan Hüseyin Emir Erkilet Paşa, 28 Ekim 1941’de dönemin Harp Akademileri Komutanı Ali Fuat Erden ile birlikte Hitler’in karargâhında görülüyor.

 

 

NURİ KİLLİGİL KİMDİR?

 

Atilla Oral’ın “İdealist bir Türk milliyetçisi” olarak tanımladığı Nuri Killigil, Enver Paşa’nın öz kardeşi. 1911 ve 1912’de Trablusgarp Savaşı’nda Atatürk’le birlikte İtalyan işgaline karşı savaşıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, 1918’de Kafkas İslam Ordusu Kumandanı olarak Bakü’yü Ermeni Taşnakların ve Rusların işgalinden kurtarıyor. Türkiye’de fazla bilinmeyen Nuri Killigil, 1. Dünya Savaşı sırasında Azerbaycan’da ‘Bakü Fatihi’ olarak tanınıyor. TBMM tarafından İstiklal Madalyası’yla onurlandırılan Killigil, Türk savunma sanayiinin ilk özel sektör fabrikalarından birini, bunun yanı sıra Kütahya’da da bir çini ve seramik fabrikası kurmuştu.

Yazının devamı...
Görüşmelerin uzamasının sebebi “Gazze meselesi”
25 Mayıs 2016

Gecede bir konuşma yapan Vali Yardımcısı İsmail Gültekin, Türkiye-İsrail ilişkilerini “Hanuka bayramında (Musevilerin dini bayramı) yakılan mumlar misali aydınlık bir döneme” benzetti. 

 

Birkaç gün önce de Mavi Marmara olayından bu yana İsrail’den en üst düzey diplomatik temsilci, Dışişleri Bakanlığı Genel Direktörü Dore Gold, BM İnsani Zirvesi nedeniyle Türkiye’ye geldi. Gold, zirve sırasında Hürriyet’ten Hülya Güler’e “Ortadoğu’nun bugünkü durumu göz önüne alındığında İsrail ve Türkiye’nin birbirine ihtiyacı var” dedi.

 

Ben de İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın davetlisi olarak geçen hafta Kudüs’te İsrail Kamu Güvenliği Bakanı Gilad Erdan ve İsrail Dışişleri’ndeki üst düzey diplomatlarla bir dizi görüşme yaptım. İsrailli Bakan Gilad Erdan, görüşmemizde, “Türkiye’yle Hamas konusunda aynı düşünmüyoruz ancak buna rağmen işbirliği yapmak her iki ülke için de çok daha iyi olacaktır” dedi.

 

HER İKİ ÜLKE DE İSTEKLİ

 

Bu görüşmelerden çıkardığım temel sonuç şu: Ortadoğu’da sular sürekli ısınırken, İsrail de (kendi çıkarları açısından) en az Türkiye kadar ilişkilerin normalleşmesini istiyor. Peki, her iki taraf da istekli olmasına rağmen bu süreç neden bu kadar uzuyor?

 

Mavi Marmara saldırısından beş yıl sonra taraflar ikili ilişkileri onarmak için ilk kez 2015’in Aralık ayında İsviçre’de bir araya gelmiş ve görüşmede beş maddelik bir yol haritası belirlenmişti.

 

Türkiye ile İsrail arasında yürütülen görüşmelerde Türkiye’nin öne sürdüğü şartlardan biri de Gazze Şeridi’ne yönelik ambargonun kaldırılmasıydı.

 

İşte görüşmelerin bu kadar uzamasına yol açan madde, Türkiye’nin Gazze şartı oldu.

 

GAZZE’DE ANLAŞMA KIRILMA NOKTASI OLACAK

 

Kudüs’te görüştüğümüz İsrail Dışişleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili, Türkiye ile İsrail arasında ilişkilerin normalleşmesi yönünde yürütülmekte olan görüşmelerde şu ana dek bir sonuca varılamamış olmasının başlıca nedenlerinden birinin “Gazze” meselesi olduğunu söyledi.

 

Adının açıklanmasını istemeyen yetkili, Gazze meselesinin İsrail açısından bir dış politika sorunu olmadığına, İsrail’in Gazze’ye yönelik belli bir politikası olduğuna dikkat çekiyor.

 

Yetkili, aynı zamanda Türkiye’nin de Gazze’ye yönelik bir politikası olduğunu da kabul ediyor: “Burada önemli olan Türk tarafının hem de İsrail tarafının endişelerinin giderileceği bir ortak zeminde buluşmak. Gazze meselesinde anlaşmaya varılması, ilişkilerin eski haline dönmesinde bir kırılma noktası olacaktır, bu mesele çözüldükten sonra normalleşme çok daha kolay olacak” diyor.

 

Ortadoğu’ya baktığımızda; Suriye iç savaşı, IŞİD tehdidi, Irak’taki çatışmalar, vs. gibi her biri başlı başına büyük birer istikrarsızlaştırma sebebi olan krizler durulacak gibi durmuyor. Her iki ülkenin de bölgede birbirine ihtiyaç duyduğu işte böyle bir dönemde, Gazze meselesiyle ilgili sorunun da öyle veya böyle aşılacağı aşikar.

Yazının devamı...
İran-Suudi Arabistan krizinin perde arkası
7 Ocak 2016

Ancak büyük resme baktığımızda görünen şu: Bu krizin arkasındaki asıl sebep; İran’ın özellikle P5+1 ülkeleriyle (BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi artı Almanya) vardığı nükleer anlaşma sonrasında bölgedeki önlenemez yükselişi ve Ortadoğu’daki etkinlik alanını her geçen gün daha da artırması olarak görünüyor.

 

Şöyle ki:

 

Kuşkusuz Suudi Arabistan’la İran’ın ilişkilerinin dinamiğini belirleyen bir çok unsur var. Biri Şii, diğer Sünni bloğun önde gelen temsilcileri olan İran’la Suudi Arabistan’ın arası, aslında tarihsel olarak da hiç bir zaman iyi olmadı. İkisi de büyük petrol üreticisi, ikisi de mezhepçi politikalarıyla Ortadoğu’da etki alanlarını genişletmeye çalışan, Suriye ve Yemen başta olmak üzere birçok yerde birbiriyle savaş halindeki farklı tarafları destekleyen rakip iki ülkeden bahsediyoruz.

 

Ancak Suudi Arabistan ve İran’ın güçlenmesi noktasında Suudilerle aynı kaygıları taşıyan diğer Körfez ülkeleri için asıl kırılma noktası, İran’ın ABD’nin başını çektiği Batılı ülkelerle nükleer anlaşmaya varması ve ardından gelen bölgesel yükselişi oldu. Ortadoğu’da İsrail’ın yanısıra başından beri bu anlaşmaya en çok karşı çıkan diğer ülke Suudi Arabistan’dı. Suudilerle İsrail’in İran dışında bölgedeki diğer birçok konuda da çıkarlarının örtüştüğü ortada.

 

‘ŞEYTAN EKSENİ’NDEN ‘BÖLGESEL GÜÇ’E

Öte yandan Suudi Arabistan, uzun yıllardır ABD’yle olan petrol ve silah ticareti nedeniyle Amerika’nın bölgedeki en yakın müttefiki olarak biliniyordu.

 

Ancak son yıllarda hem enerji hem dış politika alanında yaşanan gelişmeler; ilişkilerin ileride eskisi kadar yakın olup olmayacağı sorusunu uyandırmaya başladı.

 

Bir kere ABD’nin “kaya gazı” olarak bilinen kaya odaklı petrol ve gaz üretimini her geçen yıl daha da artırması, dünyadaki jeopolitik dengeleri de değiştirdi. Toplam ham petrol ithalinin beşte birini Irak ve Suudi Arabistan’dan yapan, 2013’ten itibarense artık dışarıdan ithal ettiğinden daha fazla petrol üretmeye başlayan ABD’nin; Ortadoğu’ya olan ekonomik bağımlılığı da gitgide azalmaya başladı. O kadar ki, 2030 yılında Ortadoğu’dan ABD’ye petrol ihraç edilmeyecek olması mümkün gözüküyor.

 

Yanlış anlaşılmasın, Suudi Arabistan’la ABD ilişkileri sadece petrol bağıyla sınırlı değil, ortada büyük bir silah ticareti ve stratejik ortaklık da mevcut. Ancak bu stratejik ortaklık, ABD’nin İsrail ve Suudi Arabistan’ı kızdırmak pahasına İran’la nükleer anlaşmaya varmasına engel olmadı.

 

Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, 2002 yılında yaptığı ulusa sesleniş konuşmasında; İran’ı, Irak ve Kuzey Kore’yle birlikte “Axis of Evil” (Şeytan Ekseni) ülkelerden biri olarak tanımlamıştı.

 

ABD Başkanı Barack Obama’ysa 2015 Temmuz’unda; aynı İran’ı “Bölgesel bir güç olacaktır ve olmalıdır” diye tanımladı.

 

Yani 13 yılda; ABD nezdinde İran’ın “Şeytan ekseni”nden “Bölgesel güç” olarak nitelendirildiği günlere gelindi.

 

İRAN’DA YAPTIRIMLAR KALKIYOR

Gelelim bu sürecin en önemli aşamasına: İran’a nükleer programı nedeniyle uygulanan ekonomik yaptırımların kalkması.

 

Geçenlerde görüştüğüm Amerikalı bir diplomat, İran’la BM Güvenlik Konseyi ülkeleri arasında geçen yıl varılan nükleer anlaşma sonucunda 14 Temmuz 2015’te kabul edilen Ortak Eylem Planı’nın bir-iki ay içinde uygulanmaya başlayacağını söyledi.

 

Bu şu demek: İran’a nükleer programından dolayı uygulanan ekonomik yaptırımların birkaç ay içinde ortadan kalkması bekleniyor. Bunun için öncelikle İran’ın nükleer anlaşmada bahsi geçen önlemleri meclisten geçirmesi gerekiyor. İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin bunu, ülkede 26 Şubat’ta gerçekleşecek genel seçimler ve onunla eşzamanlı yapılacak Uzmanlar Meclisi seçimlerinden önce parlamentodan geçirmesi bekleniyor. Amerikalı diplomatın dediğine göre; İran Meclisi, bu önlemler paketini onaylar onaylamaz çok kısa bir süre içinde ekonomik yaptırımlar kalkacak. Ekonomik yaptırımların kalkmasıyla birlikte İran’a hızla yabancı sermaye akışının başlayacağı ve İran ekonomisinin de yükselişe geçeceği ortada. Bu da orta ve uzun vadede İran’ın; Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan’daki etkisini daha da artıracak.

 

Suudi Arabistan’ın; Şii din adamı Şeyh Nimr Bakır el-Nimr’i idam etmesinin sebeplerini işte böyle bir konjonktürde okumak gerekiyor. Suudi Arabistan’ın bu eylemi; sadece Suudilerin Şii düşmanlığı ve mezhepçi politikalarla açıklanamaz. Bunu, aynı zamanda İran’ın bölgedeki yükselişini önlemeye ve gücünü kırmaya yönelik sembolik önemi bir hayli yüksek olan bir eylem olarak görmek gerekiyor.

Yazının devamı...
Bir sonraki göçmen patlaması Yemen'de
24 Aralık 2015

Uluslararası Göç Örgütü’nün (IOM) 22 Aralık’ta açıkladığı verilere göre 2015’te Avrupa’ya karadan ve denizden giriş yapan mültecilerin sayısı 1 milyonu geçti. Bu da 2014’teki rakamların dört katına tekabül ediyor.

 

Yine IOM verilerine göre bu mültecilerin büyük çoğunluğunu, yani 800 binden fazlasını, Türkiye’den deniz yoluyla Yunanistan’a gidenler oluşturdu.

 

AB, PANİK-ATAK YAŞADI

 

 

Peki bunu engellemek için Avrupa Birliği ne yaptı? Suriyeli mülteci akını karşısında adeta panik-atak yaşayan Avrupa Birliği, “Aman mültecileri durdurun, size para verelim, sizde kalsınlar, yeter ki bize gelmesinler” zihniyetiyle Türkiye’ye Geri Kabul Anlaşması’nı hayata geçirmesi karşılığında 3 milyar euro, (2016 sonbaharından itibaren) vize serbestisi ve uzun süredir dondurulmuş olan müzakere sürecinin yeniden canlandırılması vaatlerinde bulundu. AB, “Ortak Eylem Planı” adı verilen bu planın 2016’da hayata geçirilmesiyle Avrupa’ya mülteci akışını durdurabileceğini zannediyor.

Ancak gerçekler öyle değil.

En azından Ortadoğu’daki dinamikler ve rakamlar hiç de öyle söylemiyor.

 

2016’DA MÜLTECİ SAYISI ARTACAK
Birleşmiş Milletler (BM) Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres geçen hafta BM Cenevre Ofisi'nde düzenlediği basın toplantısında, dünya genelinde yerinden edilenlerinin sayısının 2016'da, 2015’ten çok daha yüksek olabileceği uyarısında bulundu. 

Özellikle Suriye, Yemen ve Libya’daki çatışmalara ve siyasi krizlere dikkat çeken Guterres, “Küresel yerinden edilme oranlarında bu yıl geçtiğimiz yıllara göre düşüş olmadı ve 2016'nın 2015'ten çok daha kötü olma olasılığı yüksek" dedi.

Sosyalist Enternasyonal Başkanı ve eski Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu da birkaç gün önce Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Avrupa'yı yeni göç dalgasına karşı uyararak, “Ne kadar duvar ve çit örersek örelim, Avrupa’ya gelmenin bir yolunu bulacaklardır” dedi. Papandreu, ayrıca bir sonraki mülteci patlamasının Yemen’de olabileceğine dikkat çekti.

Gerçekten de Yemen’deki gelişmeler, çok yakında bu ülkede bir mülteci patlaması olabileceğine işaret ediyor. 
Dokuz aydır ABD’nin desteğiyle Suudi Arabistan ve bölgedeki Sünni yönetimlerin Yemen’deki İran destekli Şii Husilere karşı başlattığı hava operasyonları sonucunda Yemen şu anda dünyada insani durumun ve yaşama koşullarının en kötü olduğu birkaç ülkeden biri haline geldi.

 

YEMENLİLERİN YÜZDE 80’İ İNSANİ YARDIMA MUHTAÇ
Suudi Arabistan’ın başını çektiği koalisyon güçlerinin hava bombardımanları ve çatışmalar nedeniyle milyonlarca kişi ülke içinde evini terk edip başka yerlere göç etmek zorunda kaldı.

BM’nin verilerine göre Yemen’de çatışmalar başladığından bu yana 2.3 milyon kişi evlerinden başka yerlere göç etmeye zorlandı.

Çoğu yerde Suudi Arabistan’ın, bazı bölgelerde de Husilerin ablukaları nedeniyle yüksek oranlarda gıda eksikliği ve açlık baş gösterdi. Dahası; ülke büyük bir kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya.

Birleşmiş Milletler’in rakamlarına göre ülkede 21 milyondan fazla kişi- ki bu nüfusun yüzde 80’inden fazlası demek- temel ihtiyaçlarını karşılamak için insani yardıma muhtaç durumda.

Dünya Gıda Programı’na göre Yemen’in 22 vilayetinden 10’u “acil gıda ihtiyacı içinde” tanımlamasına girmiş durumda. Ülkenin neredeyse yarısı kıtlık çekiyor.

Yemenliler; ablukalar nedeniyle sadece gıdaya değil, yakıta, eğitim ve sağlık hizmetlerine de ulaşamıyorlar. Birçok yerde enerji ve yakıt sorunu yüzünden sürekli elektrik kesintileri yaşanıyor.

Ülkede sağlık sistemi de çökmüş durumda. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre yakıt, malzeme ve tıbbi personel eksikliği yüzünden 600’den fazla hastane işlemez durumda. Bu da şu demek: Ülkede 15 milyon kişi, yani Yemen’in nüfusunun yarıdan fazlası; sağlık hizmetinden yoksun.

Kısacası Yemen, şu anda dünyanın en kötü insani krizlerinden birini yaşıyor. Ancak ülkedeki savaş durumu dokuzuncu ayına girmesine karşın Yemenlilerin çektikleri maalesef uluslararası basında çok az yer buluyor. Ulusal basındaysa Yemen’in esamesi bile okunmuyor.

Bu şartlar altında çok yakında tıpkı Suriye’de olduğu gibi Yemen’den de başka ülkelere de göçmen akını başlayacağı ortada.

Mülteciler gelmesin diye çitler, duvarlar örmek, “sokaklarda dileniyorlar, caddeleri pisletiyorlar” diye mültecilere kızmak, söylenmek kolay. Ancak Papandreu’nun da dediği gibi, canını kurtarmak ölümden kaçan bir insanı hiç bir çit, duvar kolay kolay durduramaz.

Peki hiç düşündünüz mü; aynı durumda siz olsaydınız ne yapardınız?

Yazının devamı...