(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Zeynep Atikkan" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Zeynep Atikkan" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Zeynep Atikkan

Zeynep Atikkan: İnsaf!
24 Şubat 2001

Zeynep ATİKKAN

BU nasıl bir arsızlıktır? Nasıl bir pişkinlik? Küstahlık?

Hükümette revizyon yapılacakmış! Ekonomi ANAP'a, Enerji DSP'ye verilecekmiş. Yani içine bolca şaibe karışmış enerji sektörü ‘‘dürüst’’ kod adlı DSP'ye geçiyor. Ve de çok fazla dürüstlük gerektirmediğine kanaat getirilen ekonominin ANAP'sal cinliklere teslim edilmesi öngörülüyor. Ya da öngörülmüyor da bazı çevreler böyle bir felaket senaryosunun kulisini ve acil lobisini yapıyorlar.

Yani ekonomi yönetiminin başına ANAP cinsi bir ‘‘cin fikirli bilmiş’’ gelirse hokus pokusla ‘‘faiz indi çıktının ayna oyunları’’ filan yapılacak. Kriz aşılacak. Bir günde cebindeki paranın yüzde kırkı eksilen halka bayramlık verilecek. Bu tür şaklabanlıkları bu topluma dayatmanın mümkün olmadığını anlamamak başka bir ‘‘kriz’’ türü. Akut algılama bozukluğu ya da ‘‘benim doğrularımdan başka doğru yoktur''a inanma patolojisi ki... İkisi de vahim.

* * *

Nerede görülmüştür, krizin sorumlularına krizi çözme yetkisinin verildiği? Hem de ‘‘kurtarıcı’’ rütbesiyle terfi ettirildiği? Bu nokta, son günlerde yaşananların en umut kırıcı yönü işte.

Bugün toplumun içine düştüğü karamsarlığa hiç aldırmazcasına ‘‘ayuka çıkan yolsuzlukların hesabını sormamakla görevli ekonomi yönetiminin’’ işbaşına gelmesi için ‘‘düğmeye’’ basılıyor. Anlaşılan İstanbul lobisi paçaları sıvamış. Üretmeden tüketen ekonominin paradan voli vurma dengesini ‘‘en büyük beceriyle’’ kuracak üstadın arayışındalar.

O üstadlar, yirmi yıldan beri bu ülkenin ekonomik kararlarında söz sahibi oldular. Bugünkü ‘‘üretimsiz ekonominin’’ fikir babalığını ve de ‘‘becerikli taşeronluğunu’’ yaptılar. Onların ‘‘ekonomi kurmayı, ANAP'ın ağır topları, beyin takımı’’ gibi demode ‘‘lakapları’’ vardı. Böyle pazarlandılar. Ankara'da oturdular, İstanbul'da iş buldular.

Artık tablo çok açık. Bu ‘‘ağır vakaların’’ ekonomi yönetiminden anladıkları sadece paradan para kazanma ve kazandırmanın yolunu bulmakla sınırlı. Becerikli ekonomi yönetiminin en kestirme yolu hortumculuk. En cüretkárı ise banka pazarlamak. Sıcak parayla faiz indi çıktı oyunları ise işin fındık fıstığı. ‘‘Becerikli ağır toplar’’ yıllardır bu işleri yaptılar. Şimdi yeniden tedavüle sunulmayı bekliyorlar.

* * *

Sokağın sesine kulak vermekte yarar var. ‘‘Cumhurbaşkanı kriz yarattı’’ tezgáhı nasıl tutmadıysa, bir iki dans figürü ve ANAP çalımı ile ‘‘ekonomi yönetimini’’ ANAP'ın becerikli bilmişlerine transfer etmek mümkün değil. İnsanlar aptal değil. Sersem değil.

Kimle konuşsam öyle bir ‘‘gelecek’’ endişesi yaşıyor ki.

Ekonomiyi bu hale getirenlere yeniden ekonomiyi teslim etmek... Kuralsız Türkiye isteyenlerin tek çabası bu. Ama tutmayacak.

Yazının devamı...
Zeynep Atikkan: Şans
21 Şubat 2001

Zeynep ATİKKAN

‘‘PARA kaçacak, kriz gelecek’’ tehditleri savrularak gelindi bugünlere.

Kriz gelecek tehditleri altında dünyanın en çok yolsuzluk yapılan ülkeleri arasında başa güreşmeye başladı Türkiye.

Kriz gelecek tehdidinin sektörü, sözcüleri, bilmişleri türedi. Birileri paraları kaçırırken ve rahatça kaçırabilmeleri için hep ‘‘kriz gelecek’’ dendi. Koca bir ülkenin, nüfusunun gençliğiyle övünen bir ülkenin geleceği rehin alındı böylece.

Şimdi ders veriyorlar, itidale davet ediyorlar. ‘‘Devlet adamlığı’’ tanımları yapıyorlar. Devlet adamlığı, ‘‘kriz çıkar’’ tehdidiyle yolsuzlukların üstünü kapatmak, yolsuzluklar sıralamasında Türkiye'yi başa güreştirmek diye tanımlandığından beri hep böyle oluyor.

Utanmadan tanım yapıyorlar. Standart belirliyorlar. Aslında kriz çıkar tehdidiyle ‘‘voli vuranları rahatlatma’’ düzeninin kapkaççılığını yapıyorlar.

* * *

Bugün ‘‘devlet krizi’’ dedikleri de bu ülkenin Cumhurbaşkanı'nın, ‘‘çamurun üstüne oturmuş’’ bir hükümete sorumluluğunu hatırlatması işte.

Sonra ne olmuş? Bilmem kaç milyar kaçmış!

Bu ülkeden kaçan, kaçırılan paranın hesabı sorulunca Cumhurbaşkanı ‘‘para kaçtı’’, ‘‘parayı kaçırttın’’ diye suçlanıyor. Yolsuzluk sıralamasında dünya dördüncüsü olmuş bir ülkenin refleksleri bunlar. Şaşırtıcı değil!

Savundukları, istedikleri Türkiye'yi bugünlere taşıyan zihniyetin ve aktörlerin ‘‘devlet himayesinde’’ gününü gün etmesi. Ve de en beteri, bu ülkenin parlak ve dürüst kadrolarının yönetim kademelerinde yer almalarının engellenmesi.

Yıllardır ‘‘para kaçar’’, ‘‘kriz çıkar’’ tehdidi ile bu ucubeliklere göz yumuldu. ‘‘Para kaçar’’ mantığıyla hortumlar çalıştı. Dosyalar kaçtı. Kardeşlerin, yeğenlerin, teyzelerin, kaynanaların cumhuriyeti oldu bu ülke.

Şimdi taşlar biraz yerinden oynamaya başlayınca ‘‘kriz çıkıyor’’ diye yaygara kopartıyorlar.

Türkiye'de kriz yok ama buhran geçirenler var. Cumhurbaşkanı'na ‘‘nankör’’ diye bağırabilme cüretini kendisinde bulan bir çaça kralı bakanın geçirdiği buhran gibi. Kendisine bağlı bankalardan çıkan pis kokular çevreye yayılınca kendisini kaybettiği yazılıp çiziliyor. Çaça dansının kralına göre ‘‘Meclis'in seçtiği Cumhurbaşkanı'nın devlet adamı niteliklerine sahip olması için yolsuzluklarda dünya dördüncülüğünü içine sindirmesi filan gerekiyor!’’

İki gündür çok şey yazılıyor çiziliyor da, nedense Sezer'in arkasındaki toplum desteğinin dinamikleri üzerinde hiç durulmuyor. Oysa yakalanması gereken mesaj, toplumun Cumhurbaşkanı'nı ‘‘sahiplenişinde’’.

Türkiye, yıllardır özlemi çekilen bir devlet adamına sahip olduğu için şanslı. Hem de çok şanslı. Bundan sonraki gelişmeler bürokrasideki ‘‘dürüst insanların’’ da yüzünü güldürecektir elbette.

Şimdi küçük çaçasal cinliklerle Cumhurbaşkanı'nın yetkileri filan sınırlanmaya kalkışılmamalı. Nafile olur.

Baş ‘‘dürüst ve kararlı’’ olunca bu tür ‘‘ayak’’ oyunları ters teper.

Cingözlerin ‘‘ayaklarına’’ dolanır. Pek figür de attırılamaz.

Türkiye bu süreçte. Yavaş, sancılı, kavgalı ama tasfiye sürüyor. Son bir yıl içinde ‘‘tedavülden’’ kalkanların listesine bakın. Bütün bunlar akla gelir miydi?

* * *

Cumhurbaşkanı Sezer yılbaşı mesajında şöyle demişti:

‘‘Yolsuzluklara karşı duyarsız kalınması, toplumsal barışı zedeleyebileceği gibi, devlete duyulan güven ve saygıyı da derinden etkileyecektir.’’

MGK toplantısında ise hükümete ‘‘yolsuzlukların üzerini örtüyorsunuz’’ demiş.

Bundan sonra ne diyecek? Sezer'in bundan sonra ne söyleyebileceğini tahmin edenler buhran geçirmeye başladılar! Kendilerini kaybediyorlar.

Türkiye şanslı. Çünkü zirvesi dürüst ve kararlı. Ve de toplum, Cumhurbaşkanı'na sahip çıkıyor.

Yazının devamı...
Zeynep Atikkan: Ait olmak
19 Şubat 2001

Zeynep ATİKKAN

ÇOK enderdir insanların ‘‘içini’’ bu kadar açabilmesi. Yervant Özuzun'un kaleme aldığı ‘‘Ermeni Olmak’’ başlıklı metnin değeri de burada.

Beraber yaşayan insanlar, ancak birbirlerinin duygularını tanıyarak varlıklarını anlamlı kılabilirler. Ortak yaşam ‘‘ortak hassasiyetlerle’’ zenginleşir.

Bunun da yolu tanımaktan, anlamaktan geçiyor. Aşağıdaki metni ben bu duygularla okudum. Ve ‘‘ilk kez’’ bu sütunu bir başka kaleme açarken samimiyetle dile getirilmiş bir şeyleri size ulaştırmak istedim.

* * *

‘‘Günlük yaşantımda farklı kökenden biri olduğumu çoğu kez hatırlamam. Aşım, işim, hobilerim, zevklerim bu ülkedeki insanlarla aynıdır.

TV'de izlediğim acı haberle üzülür, bir başka programda herkesle gülerim. Fasıl dinler, Türk müziğinden keyif alırım. Tuttuğum takımın galibiyetine de, oy verdiğim partinin seçim kazanmasına da, enflasyonun düşmesine de sevinirim.

Ermeniliğimi hiç hatırlamam.

Sivil toplum örgütlerinde Yılmaz, Metin, Fuat gibi isimlerle beraber çalışırken, deprem gecelerinde Türk komşularımla kader birliği yaparken Ermeniliğimi hiç hatırlamam.

Bir esnaf ve işçi lokantasında kuru fasulye yanında bir de turşu varsa bayılırım. Değişik görüşten dostlarla sohbet ederken...

Ermeniliğimi hiç hatırlamam.

Kimi zaman da Ermeni olduğumu bilirim, hatırlarım. Bu, bana doğal gelir, huzur verir. Komşum Kemal Ağabey'in, kapıcımız Mahir Bey'in, bir dostun cenazesinde saftaki cemaatin arkasında dururum. Müslüman dostlarla acı tatlı günlerimizde birbirimize gidip geliriz bunlar bana huzur verir.

Ermeniliğimi keyifle hatırlarım.

Cumhuriyet ve 23 Nisan bayramlarında, Ermeni Okulu şeref tribünü önünden geçerken alkışlara katılır, gurur duyarım. Davet edildiğim iftar sofralarında bulunmaya özen gösteririm.

Ermeniliğimi keyifle hatırlarım.

Kiliseye giderim, gençlerimizin oyunlarını izler, konserlerini dinlerim. Dolmabahçe Sarayı'nın önünden geçerken, Ortaköy Camii'nin yanında çay içerken, Beyazıt Kulesi'ni gördüğümde Balyan Kalfa ile gurur duyarım. Ara Güler, Agop Arad, Onno Tunç, Nubar Terziyan, Tatyos, Nigogos, Artaki, Bimen, Güllü Agop, Minakyan bana kimliğimi hatırlatır.

Ermeniliğimi kayifle hatırlarım.

Kimi zaman da Ermeni olarak yaşamanın üzüntüsünün ne olduğunu duyarak yaşarım. Her kötü olayda ‘Ermeni parmağı', her kötü kişide ‘Ermeni kökeni' arandığında ‘...bir komşumuz vardı' diye başlayan nostalji edebiyatını okuyup dinlediğimde, Anadolu'da Ermenilere ait eski mezarlıklar toplu katliam yerleri olarak gösterildiğinde...

Ermeniliğimi üzüntüyle hatırlarım. İki dudak arasından çıkacak bir kararla veya iki cümlelik bir yasayla çözümlenecek sorunlarımızın yıllardır sonuçlanmayışını, kamu görevinden uzak tutulmamızı, bizim de parlamentomuz olan TBMM'de temsil şansı bulunmayışımızı düşündüğümde, Ermeniliğimi üzüntüyle hatırlarım.

Yaşlı ve kimsesizler için, bakıma muhtaç özürlüler için, belki de kendi geleceğim için evimi, huzurevimize, yetimhanemize bağışlayamayacağımı, vaftiz kaydımın bulunduğunu, düğünümün yapıldığı kiliseye (işyeri olan çevresinde oturmuyorum diye) yönetici olamayacağımı bilirim.

Ermeniliğimi üzüntüyle hatırlarım.

Ve... Soykırım oldu mu, olmadı mı? Ermeniler mi Türkleri, Türkler mi Ermenileri diye başlayan soruların bizlere yöneltilmesine, doğruya ulaşma yolunun siyasetle kesilmesine üzülürüm. Üzülürüm de elimden bir şey gelmez.

Ermeniliğimi üzüntüyle hatırlarım.

Ermeniliğim nedeniyle üzülmek istemiyorum. Konusu Ermeni olmayan TV programı izlemek, Ermeni sözcüğünün geçmediği yazılar okumak, Ermenisiz konuşmak istiyorum. Ermeni ve azınlık olarak yaşamanın ne demek olduğunu çok iyi anlıyorum. Ama anlatamıyorum.’’

Yervant ÖZUZUN

Yazının devamı...
Zeynep Atikkan: Muhafazakár miras ve muhalefet
17 Şubat 2001

Zeynep ATİKKAN

ÜLKENİN üstüne çöken karamsarlığın dinamiği burada.

Hükümet küçük cinliklerle bir tür kulüp yöneticiliğiyle ülkeyi yönettiğini sanıyor.

Muhalefetin ise çağın temposuyla, toplumun talepleriyle uzaktan yakından ilgisi yok, debeleniyor. Ama muhalefet edemiyor.

Bu kervana sonunda parlamento dışındaki CHP de katıldı. Ellilerden kalma ‘‘merkez sağ sandığı’’ açıp define bulacaklarını sanıyorlar. Bu miras, tamamlanmamış bir ‘‘muhafazakárlık’’ retoriği ile bozdurulup bozdurulup piyasaya sürülüyor.

CHP'nin son zamanlarda ‘‘dini’’ öğrenmeye kalkışması bu mantığın ürünü. Bu arada, elli yıldan beri açılıp kapanan bu sandığın içinden bir de ‘‘milli’’ boyut çıkıyor. Bugünkü hedefsiz iktidarın karşısındaki muhalefetin soluğu bu kadar, ‘‘biz muhafazakárız’’ ve ‘‘dini keşfediyoruz’’ diyerek oy alacaklarını sanıyorlar.

* * *

Muhafazakár seçmenin, elli yıl öncesinde donduğunu sanacak kadar ülke gerçeklerinden kopuklar. Sanki muhafazakár seçmenin çocuklarının geleceğiyle ilgili hiçbir yeni sorusu yokmuş gibi.

Bozdurulup piyasaya sürülen bu mirasın bir de kulağa hoş gelen ‘‘pazar ekonomisi’’ boyutu bulunuyor. Merkez sağın elli yıllık icraatına bakılırsa ‘‘pazar ekonomisi’’ ‘‘kayıtdışına ve kuralsızlığa endeksli’’ serbest piyasa ekonomisinin müteahhitliğini, son yirmi yıl içinde merkez sağın ‘‘ekonomi kurmayları ve ağır topları’’ yaptılar. Ve de bugünkü manzara ortaya çıktı.

Debelenen muhalefet çaresiz kalınca gene ‘‘mazinin’’ kapağını aralamaya başladı. Tansu Çiller kapı kapı dolaşıyor. Demirel gelsin, Menderes gelsin, DTP gelsin, barışıp ‘‘merkez sağ olalım’’ havasındalar. Bir de Özal'ın ruhunu çağırıp işi bitirecekler. Sadece ‘‘din’’ ekseninde algılanan Türkiye'deki sanal merkez sağın talibi çok. Bu da çok doğal. Siyaset, elli yıllık sandıktan keramet beklemeye indirgendiği için fazla bir entelektüel çabaya ihtiyaç duyulmuyor. İktidar mı muhalefette mi, yerde mi gökte mi nerede olduğu belli olmayan ANAP, zaten kendisini merkez sağın efendisi sanıyor.

‘‘Din’’i kendi yetki alanında gören Fazilet Partisi'nin oy oranı ortada. Erbakan liderliğinden yorulmuş bu partinin toplumun ‘‘yeni taleplerini’’ düşünme, çözüm üretme refleksleri zaten sınırlı. Ayrıca ‘‘kapatılma’’ tehdidi altındaki bir partinin ciddi bir siyasi düşünce üretmesi de beklenmemeli.

Durum bu. Kadrolar ortada.

Bu malzeme Menderes mirasını Özal mirasına katıp bir de tarikatın defin işlerini çözünce Türkiye'nin 21. yüzyıl rotasını çizeceğini sanıyor. Ama olmuyor. Çünkü bu yol tükendi. Kaydı. Kapandı.

Bütün ciddi ülkelerde olduğu gibi bu iş, ayırımlı bir düşünce, entelektüel çaba ve de dünya ile birliktelikle mümkün.

Toplumun yeni beklentileri nedir? ‘‘Dini keşfettim’’ demekle bugünün global denklemlerinin parçası olmak mümkün mü? ‘‘Muhafazakárım’’ demek, bir dizi gelecek endişesi içindeki kitlelerin taleplerini karşılamaya yetecek mi?

‘‘Muhafazakárım’’ ama ‘‘yolsuzluklarla mücadelede yok’’um diyen bir zihniyetin en muhafazakár kesimden dahi sıcaklık bulması mümkün değil artık.

Olay çok boyutlu. Mesele global dünyanın kenarına köşesine sıkışmamak. Toplumun önüne dünya ile beraber hareket eden bir toplum modeli sunmak.

* * *

Bir muhafazakár düşünün ki, dinleri, felsefi düzeyde çok ciddi bir tartışmanın içine çekecek olan ‘‘gen devrimini’’ atlamış olsun. Bu noktada dünyadaki canlı tartışmaların dışında kalmış olsun. Ellilerin muhafazakárlık retoriğiyle mi yaklaşılacak bu olaylara?

Eğitimi ‘‘kalkınma projesinin en temel öğesi’’ olarak tanımlamamış bir siyasi sınıf, ‘‘sandıktan muhafazakárlık çıkartıp’’ iktidar olmayı planlıyor. Muhafazakár veya değil, kimsenin geleceğini, ‘‘sorgulanmamış bir mazinin’’ küf kokan siyasetiyle satın almak mümkün değil artık.

Doğru, bu kadroyla bu kadar. Çünkü insanlar ancak bildiklerini yaparlar. Mirası bozdurmak yani! Ama görmüyorlar ki bozdurdukları mirasın alıcısı kalmadı. Hiçbir zaman da talibi olmayacak.

Yazının devamı...
Zeynep Atikkan: Kulüp yönetimi
14 Şubat 2001

Zeynep ATİKKAN

YANIP sönen ışıklar elbette bir işaretti. Soğuk Savaş siyasetçileri, toplumun verdiği bu açık mesajı alamadılar.

Son zamanlarda ‘‘demokrasi önderliğinde’’ mangalda kül bırakmayan Fazilet Partisi eski Refah çizgisi de algılayamadı bunu. Zaten o çizgi, ‘‘yolsuzluk’’ mücadelesinde pek etkili ve kararlı olamayacağını çok kısa zamanda belli etti. Seçimlerde de toplumdan gereken yanıtı aldı.

Yanıp sönen ışıklar bir işaretti. Işıkları söndüren ‘‘enerji’’, ortada çok fazla alternatif olmadığı için bağrından bugünkü hükümeti çıkardı. Aslında bu hükümeti değil, Ecevit'in DSP'si ile MHP'yi çıkardı. Bir tür ‘‘dürüstlük’’ arayışıydı bu.

Aslında sandık, ANAP'tan kurtulmak istemişti.

Adına bölünmüş siyaset deyin, ya da temsil krizi vs., bugünkü hükümetin daha kuruluş aşamasında kabaca böyle bir görünümü vardı. Toplumun ‘‘dürüstlük’’ talebiyle yükselen Ecevit'in DSP'sinin en büyük yanlışı ise, ANAP'a kucak açmak oldu. Hem de ne kucak açmak! Önce kucak açıldı, sonra kol kanat gerildi. Ve de toplumun gözünde rant dağıtma partisine dönüşen ANAP'a, DSP ve MHP velayeti ve vesayeti altında ‘‘demokrasi müsameresi’’ yapma olanakları tanındı.

O müsamere halen sürüyor. İzleyicisi var mı? Sanmıyorum.

* * *

Işıkları her akşam kapatanlar, Ecevit'in DSP'sinden bu müsamerenin düzenleyicisi ve garantörü olmasını istememişlerdi.

MHP'ye gelince; değiştiği varsayımıyla medya tarafından merkez sağa ‘‘layık’’ görülen bu parti, kısmen ‘‘dürüstlük’’ ve ‘‘denenmemişlik’’ kotasından iktidara geldi. Tabii başka dinamikler de MHP'nin yükselişinde rol oynadı. Her ne kadar ANAP'ı aklama işi, Bahçeli'nin suskunluğuyla genelde ‘‘DSP’’ye ihale edilmiş gibi görünse de MHP'nin bu damgadan kurtulması artık o kadar kolay değil.

Şimdi ortada ilginç bir hükümet var. Toplumun ‘‘dürüstlük’’ beklentisiyle işbaşına gelmiş, ancak daha kuruluşundan falsolu. Bu nedenle ülke değil ‘‘kulüp’’ idare ediliyor gibi bir yapı çıkıyor ortaya. Bir cenazenin defin işi bile ülkenin gündemini günlerce işgal edecek bir karambole dönüşüyor. Çünkü alaturka yöntemlerle kulüp yönetilir gibi çaktırmadan bir şeyler yapılıyor. Masa altından, telefon telinden, oradan idareyle buradan çalımla, bir dizi manevrayla, Cumhurbaşkanı'na haber verildi, verilmedi.

Belli ki net olmayan bir şeyler var ortada.

‘‘Vizyon’’ gibi ‘‘tükenmiş’’, ‘‘ıskartaya çıkmış’’ sözler kullanmayacağım ama ortada ne hedef var ne de yakalanılacak bir çıta.

Dikkat edilirse bir tek IMF ve Dünya Bankası'nın hükümetin eline tutuşturduğu ‘‘istikrar programının’’ hedeflerinden söz ediliyor. Ve ne ilginç ki, IMF'nin memuru ve denetleyicisi çantasını alıp Türkiye'ye gelince herkes huzur buluyor. Piyasalar rahatlıyor. Hükümetin, ekonominin seyrinden ne kadar haberi var? Bunu ölçmek için Cottarelli ziyaretlerinin basında kapladığı alana bakmak yeterli olmalı.

Bu arada ekonomi bürokrasisi, derdini hükümete anlatamadığı için mi yoksa kendi promosyonunu yapmak için mi belli değil, basın aracılığıyla ‘‘sağa sola haberler’’ yolluyor. ‘‘Şu olsun, bu olsun’’ diyor. Kulüp yönteminin ilginç kareleri bunlar.

* * *

Türkiye'nin en önemli toplum projesi olan Avrupa Birliği ile ilişkiler ve AB üyeliği gibi kapsamlı bir konu, kulüp yönetiminin ‘‘çaktırmadan iş yapma’’ cinliklerine tabii ki sığmıyor. Bir ara askeri de tartışmaya sokup kafa karıştırdıktan sonra, AB meselesi tamamen gündem dışı kalıyor. Bu konuda en çok merak edilen MHP'nin pozisyonu ise şimdilik ‘‘bulanık’’ bir fotoğraf gibi. AB'yi asker mi istemiyor yoksa MHP mi? Bu karışık görüntü de kulüp yönetiminin işine geliyor. Bu yönetimin devamı, özel çıkar ve dengelerin gözetilmesine bağlı olduğuna göre!

Adına AB ile ilişkiler deyin ya da modernleşme... Kamu yönetiminden demokratikleşme menziline, eğitimden teknoloji seçimine ve de ülkenin dünya ligindeki yerinin tayinine kadar nereye doğru koştuğumuza dair bir ipucu var mı elimizde?

Bir defin işini bile katakulli uzmanlığıyla çözmeye kalkanların bu soruların inceliklerini kavramaları mümkün mü?

Maalesef mümkün olmuyor.

Hükümet mi, derme çatma kulüp yönetimi mi? Sorunun yanıtı çok zor olmasa gerek.

Yazının devamı...
Zeynep Atikkan: İlk genel yayın yönetmenim
12 Şubat 2001

Zeynep ATİKKAN

İLK yayın yönetmeni ‘‘ilk öğretmen’’ gibiymiş.

İlk genel yayın yönetmenimin ölüm haberini alınca içimi kaplayan hüzünde hissettim bunu. Okula atılan ilk adımda ‘‘ilk öğretmenin’’ tarifsiz ayrıcalığı gibi. Bu meslekte de öyle işte. Muhabirlikle çıkılan basamaklarda ‘‘toy’’un ilk gazetesi, ilk genel yayın müdürü, ilk tek sütun haberi, ilk imzalı haberi, ilk manşeti, ilk atlatma haberi, ilk ödülü, ilk transferi ve daha bir dizi ‘‘ilk’’. Çok belirleyici, iz bırakıcı bir dizi ‘‘ilk’’. Benim mesleğe başladığım yıllardaki ‘‘ilklerimin’’ hepsinde Nezih Demirkent var. Demirkent'in Hürriyet Gazetesi'ndeki genel yayın müdürü olduğu yılların bir ‘‘kesiti’’ yani.

O yılların karelerine gönderme yapınca çok önemli bir noktayı yakalıyorum. Demirkent mesafesi ve ulaşılmazlığında her zaman yanında çalışanları ‘‘sahiplenmek’’ vardı.

* * *

Nezih Demirkent'in Hürriyet'teki genel yayın müdürlük yılları bitti. Bu sahip çıkıcılığın çapı, kapsamı ise giderek genişledi. Bütün gazeteciliği kapsamı altına alır oldu. Demirkent'in kurduğu Dünya Gazetesi, pek çok işsiz gazetecinin limanı olmaya başladı. Herkesin birbirinin üstüne basıp geçtiği, ‘‘dayanışmanın’’ ‘‘dinozorluk’’ diye tanımlandığı bir dönemde o, tavizsiz bir ‘‘sahip çıkıcıydı’’. Bunun adını koymadı, ama uyguladı.

Gazetesini ‘‘limanlaştırmakla’’ kalmadı, meslek ilkelerini de sahiplendi. Her hafta salı günleri yayınladığı yazılarla medyayı acımasız biçimde eleştiriyordu. Gazeteciliğin ‘‘medyalaşma’’ sürecinde ‘‘Demirkent duruşu’’ ve ‘‘pozisyonu’’ oldu her zaman. Bu pozisyonla da bir ‘‘dönemin bir başka sesi’’ olmuştu artık. Amacı mesleğe sahip çıkmaktı.

Arşivimdeki 24 Ekim 2000 tarihli yazısını yeniden okudum geçen gün.

Şöyle demiş Demirkent:

‘‘Sanırız aramızda gazetecilikten çıkar sağlayanların sayısı hayli fazla. Ve bunların önemli bir bölümüne saygıyla yaklaşarak yanlış yapıyoruz. (...) Her çeşit pisliğe karışmış insanlarla birlikte çalışıyoruz. Onları teşhir edemiyor, meslekten uzaklaştıramıyoruz. Bunu ‘toplumun her kesiminde oluyor' diye savuşturmak mümkün değil. Medya, toplum adına gerçek görevini yapmak zorunda. Bu bakımdan, meslek kuruluşlarına ve yapıları ne olursa olsun medya kuruluşlarına büyük ödev düşüyor. ‘Nereden buldun' diye sorulmadıkça kirlilik sürecektir!’’

‘‘Sahip çıkıcılık’’ derken vurgulamak istediğim de bu işte. Çocuklar gibi meslekler de, kurumlar da ‘‘sahiplenilerek’’ gelişir. Her türlü saldırıdan korunur.

* * *

İlk yayın yönetmenim işte bu hasletiyle ‘‘ilk öğretmenim’’ gibiydi. Yanında gazeteciliğe başlamış olanları her aşamada sahiplendi. Başarılarıyla iftihar etti. Bunu dile getirmekte cömert davrandı. İşini kaybedenlere gazetesini açtı. Emeklilere kol kanat gerdi. Ve de ‘‘gazetecilik ilklerinin’’ tavizsiz savunucusu oldu.

Boylu boslu, kocaman Nezih Bey, bir şeyleri hep ‘‘sahiplenmeye devam edecek’’ diye düşünürdüm. Ölümü hiç yakıştıramadığım insanlardandı.

İlk genel yayın yönetmenimi saygı ve sevgi ile anıyorum. Allah rahmet eylesin.

Ailesinin ve gazetecilerin başı sağ olsun.

Yazının devamı...
Zeynep Atikkan: Işıklar boşuna sönmemiş!
10 Şubat 2001

Zeynep ATİKKAN

GECİKİYOR, sendeliyor ama sonunda doğal süreçler işliyor.

Hukuksuz ‘‘gelişme olmayacağını’’ İtalya bundan on yıl önce anladı. ‘‘Temiz eller’’ olayın medyatik sloganıydı. Hukukun sistemi koruma mücadelesi ‘‘medyatik’’ biçimde ‘‘siyaset--hukuk ilişkisini’’ gündeme getirdi. Ve de çığır açtı. İtalya'nın 20. yüzyıl siyasi tarihine yaptığı en ilginç katkı, devleti, mafya işgalinden kurtarmak için gösterilen iradeydi. Ne kadar başarılı oldu? Bu ayrı bir tartışma konusu.

Bu noktada ilginç olan toplumun ‘‘yargıdan pisliği temizlemesini’’ talep etmesiydi.

Toplum, bu politik talebi siyasi sınıfa değil, yargıya havale ediyordu. Olay bu boyutuyla ‘‘yeni’’ydi ve 20. yüzyılın son çeyreğinin gerçeğiydi.

İtalya'da başlayıp Kıta Avrupası'na yayılan bu olaya ‘‘siyasetin iflası’’ dendi.

Hakkında sayfalarca ‘‘dosyalar’’ hazırlandı.

Bu aşamada en hızlı tartışmalar ‘‘hukuk ile siyaset’’ birbirinin alternatifi değildir noktasında odaklandı.

Gene aynı yıllarda bir grup Avrupalı ‘‘hukukçu’’ bir araya gelerek ‘‘devleti kıskaca alan yolsuzluklara karşı ortak eylem planı’’ öneriyordu. Bu sanki hukukçuların ‘‘ültimatomuydu’’. Siyasetin ‘‘toplumların geleceğini ipotek altına alan yolsuzluklara karşı çaresizliğinin’’ tesciliydi. Yargıçların ‘‘yolsuzluklara karşı eylem çağrısı’’ bütün Avrupa başkentlerinde büyük yankı uyandırdı. Çok önemli bir entelektüel tartışma iklimi yarattı.

Bu dönemde bireyler, uluslararası hukukun da koruyuculuğuna daha çok başvurur oldular. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuranların artması bir rastlantı değildi. Talep edilen ‘‘hukuk’’tu. Bu kurumlar ulusal siyasetin zaafına karşı bir sığınak olarak algılanıyordu.

Burnumuzun dibinde olup biten bu olaylar aslında Susurluk kazasından çok öncelere rastlıyor. Yani, Türkiye'deki derin ve hazin çürüme sürecinin en yoğun biçimde yaşandığı yıllara. Gümrük Birliği ile AB'yle sınırdaş olmuş bir ülkenin o yıllarda bu tartışmaları hiç umursamaması çok ilginçti. Her ihtimalin ‘‘Güneydoğu'da kan dökülüyor’’ gerekçesiyle açıklandığı bir süreçti bu. Yani bütün hırsızlıkların ‘‘Güneydoğu'da kan dökülüyor’’ gerçekçesine sığınılarak yapıldığı dönem.

Sonra bir ‘‘yargıç protestosuyla’’ değil, sanki takdiri ilahiyle Susurluk kazası oldu. Cerahat patladı. Sağdan sola kadar ama özellikle sağ merkezli siyaseti suçüstü yakaladı bu kaza!

Sonrası malum. Bugün bir ‘‘hayvanat bahçesi’’ kurulacak düzeye geldi, ‘‘yolsuzluk operasyonlarına’’ verilen hayvan adları. Gidebildiği kadar gidiyor.

Bir gün toplumsal iletişimle ışıklar yanıp sönmeye başladı. Sokaklara tencere ve tavalarla dökülen halkın talebi ‘‘temizlikti’’. Batı'da olduğu gibi, ‘‘yargıya’’ da çağrı yapılmıyordu. Yargıya da güven kalmamıştı. Sadece ‘‘temizlik’’ isteniyordu. Ve ilginç olan ‘‘asker de değildi’’ bu isteğin yöneldiği adres.

Bugün gene Türkiye'ye özgü bir olay yaşanıyor. Cumhurbaşkanı'nın şahsında hukuku keşfediyor bu toplum. ‘‘Hukuk toplumu’’ olma yolunda en cesaret verici işaret de bu zaten. Yıllardır içi boşaltılmış bir ‘‘hukuk devleti’’ söylemiyle ‘‘hukuksuzluğun’’ promosyonu yapıldı. Bugün ise bir hukuk adamı zirvede siyasetin değil, ‘‘evrensel hukuk normlarının’’ gereklerini yerine getiriyor. Hukuku uyguluyor. Bu noktadaki ‘‘kararlılığa’’ sahip çıkılmalı. Hukuk toplumu olma yolunda atılan adımların çok kişinin canını acıtacağı biliniyor.

Bu, en basit biçimiyle, indiğiniz havaalanında herkes gibi pasaport kuyruğuna girmekten başlıyor.

Adam gibi vergi verme alışkanlığını içeriyor. Deprem vergisi deyince avaz avaz bağırma pişkinliğine son vermeyi kapsıyor. Siyaseti, ‘‘yolsuzluk panayırına’’ dönüştürenlerin insan içine çıkamamasını öngörüyor. Bugün ortada dolaşan pek çok kişinin kaçacak bir delik aramasını gerekli kılıyor. Ve daha bir dizi örnek.

Hukuk toplumu olmak bu işte!

Işık söndürme eyleminin ikinci aşaması böyle bir duyarlılığı gerektiriyor.

Çabalar boşa gitmemiş demek için, zirveye sahip çıkmak için!

Yazının devamı...
Zeynep Atikkan: Tutarlılık
7 Şubat 2001

Zeynep ATİKKAN

OLAYLAR karşısında verilen tepkiler insanların kişiliklerini ele veriyor. Tepkilerin ve de tepkisizliklerin de bütün kişilik yapısını ortaya koyması gibi.

Korkunç olaylar yaşanıyor. Biliyorsunuz kimden, kimlerden nasıl bir tepki geleceğini.

Ve aslında kimlerden tepki gelmeyeceğini de çok iyi biliyorsunuz.

Yağcılık, yalakalık, eyyamcılık düzeninin aktörleri bunlar. Korkunç olaylar karşısında tepkisiz kalmak ya da doğru tepki verenleri eleştirmek için varlar.

Bulundukları makamları bunun için işgal ediyorlar, bunun için istihdam ediliyorlar, para alıyorlar, oraya buraya davet ediliyorlar v.s.

Yaklaşık bir yıldır Türk ekonomisinin çok iyi durumda olduğunu söyleyen Dünya Bankası'nın yetkilileri, geçenlerde Financial Times Gazetesi'nde yayınlanan bir makaleyle ‘‘Türkiye'nin yolsuzluklara batmış bir ülke olduğunu’’ dünyaya duyurdular. IMF ile ortaklaşa hazırlayıp hükümetin eline tutuşturulan istikrar paketinin yolsuzluklar nedeniyle uygulanamadığını bu nedenle kasım ayının sonunda kriz çıktığını söylediler.

Hükümetten tıs yok. Milliyetçiler suskun. Muhalefetin ilgi alanına girmiyor. Konu, faiz indi çıktı yazarlığının gündemine girecek kadar önemli değil.

Bu tür konular ‘‘tepkisizliği gerektiren meseleler kotasından’’ torpilliler. Dünya Bankası ve IMF'ye şirin gözükmek, belli tribünlere yerleşebilmek için tepkisizlik!

İşine gelince ‘‘cazgır’’ ama cesur tavır gerektiğinde ‘‘hesaplı bir suskunluk’’ içinde olanlardan oluşmuyor bu ülke. Bazen bir kişinin doğru tepkisi, Türkiye'yi birinci ligde görmek isteyenlerin tercümanı oluyor.

28 Ocak 2001 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde Merkez Bankası İdare Meclisi üyesi, DPT eski Müsteşarı Prof. Bilsay Kuruç'un açıklamasını ben bu duygularla okudum. Şöyle diyor Kuruç: ‘‘Bazı uluslararası kuruluşların veya bunların bazı temsilcilerinin, bazı ülkelere ahlak dersi ve akıl verme merakı dünyada moda oldu. İnsanlığın en eski hastalıklarından olan rüşvet, yolsuzluk ve bunlara bağlı uygunsuzluklar dünyada sermaye akımlarının serbestleştiği ve yaygınlaştığı son on yılda her yerde çoğaldı. Acaba hangi ülke veya uluslararası kuruluş bu bakımdan daha hasta? İşin ölçüsünü kaçırmamak gerekiyor. Herkes kendi yolsuzluğunu kendi temizlemeli. Ölçüyü burada tutmalı. Financial Times'da çıkan yazı bence analitik bir değer taşımıyor veya katkı yapmıyor. Ama özünde Türkiye'yi çeşitli sektörlerde yaygınlaşan bir ‘yolsuzluklar ülkesi' olarak tanıtıyor. Bir büyükelçi veya bir kuruluş temsilcisi bulunduğu ülke hakkında görüşlerini dile getirmenin usulünü bilmelidir. Bunu, çizmeden yukarı çıkarak ve temsilcisi olarak bulunduğu ülkeye saygısızlık anlamına gelecek biçimde yapmamalıdır.’’

Financial Times’da çıkan yazıda, Türkiye'de esas olarak bankacılık sektörünün yolsuzluklara battığı söyleniyor. Ve de bunu Dünya Bankası'nın sorumlu temsilcileri dünyaya ilan ediyor. Bu noktada Kuruç haklı olarak şu yorumu getiriyor: ‘‘Böyle bir yazı, bankacılık sektörünün gelişmesine nasıl bir katkı yapacaktır? Sorumlu temsilcilerin bu etkiyi hesaba katacak ehliyetten yoksun olduklarını düşünmek onların mesleki düzeylerine haksızlık olur.’’

* * *

Böyle bir tablo karşısındaki ‘‘suskunluğun’’ dinamiğini anlamak zor değil. Çünkü ‘‘suskunlar’’ kendi çizgilerinde ‘‘tutarlılar’’.

Bir de yerinde doğru tepkiler var. Onlar da Türkiye'yi birinci lige layık görme noktasında ‘‘tutarlılar’’. Yerinde ve haklı tepkileri de bu ‘‘tutarlığın’’ ürünü.

* * *

Başka bir araştırma, Türkiye'yi yolsuzluklar ülkesi diye dünyaya ilan ediyor. Gene hükümetten tıs yok. Meclis içi muhalefetin refleksleri tıkalı. Meclis dışındaki muhalefet ise ‘‘Türkiye'deki yabancılar Türkiye'yi nasıl görüyor’’ toplantılarıyla ‘‘ruh çağırma’’ peşinde. ‘‘Her şey iyi’’ sektörünün yorumcularına göre, ‘‘bu bir geçiş dönemi ıvır zıvır’’ vs. vs.

Tam derin bir karamsarlığa kapılacağınız sırada karşınıza bir haber çıkıyor. Önceki gün Milliyet'te Serpil Çevikcan'ın ‘‘Çankaya, temizliğe başlıyor’’ başlıklı haberiyle yeniden umutlanıyorsunuz.

Cumhurbaşkanı Sezer, ‘‘Türkiye'nin bir numaralı sorunu yolsuzluk ve çürümüşlükle mücadele’’ diyor. Devlet Denetleme Kurulu üyelerine talimat veriyor: Özgürsünüz, çürüğü temizleyin. Görevinizi yaparken bir isteğiniz olursa karşılamaya hazırım'' diyor.

Ülkesini birinci lige taşımaya kararlı bir cumhurbaşkanının ‘‘tutarlılığı’’ bu. İşte böyle umutlanıyorsunuz.

Nefes almak için umutlanıyorsunuz! Hem de ‘‘zirve’’ böyle deyip daha da umutlanıyorsunuz!

Yazının devamı...