(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Erdal Sağlam" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Erdal Sağlam" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Erdal Sağlam
Merkez Bankası’nın tavrı beklentileri bozuyor
21 Aralık 2016

 

Türkiye İstatistik Kurumu ve Merkez Bankası’nın ortaklaşa düzenlediği anketin sonuçlarına göre tüketici güven endeksi aralıkta bir önceki aya kıyasla yüzde 8 oranında azaldı. Yeni yıla 63.38’lik tüketici güven endeksi ile giriyoruz. Piyasaların beklentisi ise endeksin 67 olması yönünde idi. 0 ile 200 arasında değer alan tüketici güven endeksinin 100’den büyük olması tüketicilerin iyimser, küçük olması kötümser olduğunu gösteriyor.

 

Hanenin maddi durum beklentisi bir önceki aya kıyasla yüzde 4.1 oranında gerileyerek 85.40 oldu. Bu düşüş önümüzdeki 12 aya ilişkin olarak hane halklarının maddi durumlarının iyi olacağına inancın azaldığı anlamına geliyor. Kasım ayında 95.06 olan genel ekonomik durum beklenti endeksi ise yüzde 9.5 gibi çok sert bir düşüşle 86’ya indi.

 

İşsiz sayısı beklentisi endeksi kasıma göre yüzde 8.3 oranında azalarak aralıkta 65.42’ye indi. Tasarruf etme ihtimali endeksine göre beklentilerdeki düşüş ise yüzde 17.9 oldu. Bu rakam tüketicilerin gelecek 12 ayda tasarruf etme ihtimallerinin çok sert biçimde düştüğünü gösteriyor.

 

Özetle; tüketicilerin önümüzdeki 1 yılın çok zor geçeceği beklentisi olduğunu, zorluk beklentisinin arttığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

 

Son dönemde beklentilere ilişkin sanayiciler ve tüketiciler bazında yapılan endekslerin benzer sonuçlar ortaya çıkardığını görüyoruz.

 

Bu bozulmada Merkez Bankası’nın para politikasının büyük katkısı olduğu da ortada. Daha önce de gördüğümüz gibi; ekonomiye ilişkin beklentiler dolar kurundaki seyirden çok fazla etkileniyor. Yani Merkez Bankası’nın kurların aşırı artmasına yani TL’nin değer kaybına kayıtsız gözükmesi beklentileri bozan en önemli unsur oluyor.

 

BÜYÜME VE ENFLASYON

 

Merkez Bankası, önceki gün faizi değiştirmediği toplantı sonrası yaptığı açıklamada, açık açık tercihini büyümeden yana kullandığını, talebin zayıf kalması nedeniyle, petrol ve kurdaki artışların fiyatlara aynen yansımadığını söyledi. Dolayısıyla kurlardaki artışa izin vereceğini, kendisinin büyümeden yana tavır koyduğunu gösterdi. Bazı analistler de enflasyonda önemli hareket görene kadar beklemeyi tercih ettiğini söylediler. Ancak banka yönetiminin de özellikle yılbaşından sonra fiyat artışlarının hızlanacağını, ön alarak bunu engellemenin mümkün olduğunu bildiğini düşünüyoruz. Kısacası; kurları seyrederek, bence Hükümetin “enflasyonda artış” politikasını destekliyor.

 

Bu tavrın sonunda büyümeyi daraltacak bir tavır olduğu, istikrar olmadan yani insanlar önünü görmeden, beklentiler bozulduğunda talebin artmayacağını düşünenlerdenim. Bence AKP de, büyümede en başarılı dönemlerinin göstergelerdeki istikrar ve beklentilerin olumlu seyrettiği yıllara denk geldiğini unutmuş görünüyor. “Dalgalı kur var, sonunda dengeyi bulur” diyorlar ama dalga boyutlarının sürekli ve büyük olduğu dönemlerde büyümenin olumsuz etkilendiğini daha önce de yaşamıştık.

 

Bu arada korunan istikrarda en önemli unsurlardan biri enflasyon oranlarıydı. Yüzde 5’in altına düşürülemedi ama enflasyonla mücadelede ipin ucu kaçırıldığı, başka bir deyişle mali disiplinin kaybolduğu algısı hiç yaratılmadı.

 

İşte hem enflasyon hem mali disiplin açısından önümüzdeki dönemin çok zor olacağı açık. Piyasalarda mali disiplin ve enflasyonla mücadeleden vazgeçildiği algısı giderek yayılıyor. Bunun en önemli nedeni de yine kurlardaki aşırı artış ve Merkez Bankası’nın bu gidişe kayıtsız kaldığının görülmesi.

 

Bence ekonomide istikrarı sağlayan politikadan geri dönüş sinyalleri giderek artıyor.

 

Yazının devamı...
Merkez Bankası kararı dolarizasyonu körüklüyor
20 Aralık 2016

 Merkez Bankası’nın kararını bu sonucu bilerek aldığını, yani dolarizasyon eğilimini bilerek körüklediğini söyleyebiliriz.

 

Merkez Bankası’nın hükümetin etkisi altında karar almaya devam ettiği yönünde piyasada oluşan genel kanı, bu kararla pekişti. Geçen ayki faiz artırımından sonra piyasaların çoğunluğu, bu ay da faiz artışının devam etmesini, aksi takdirde TL’nin değer kaybının devam edeceğini söylüyordu. Çünkü Amerikan Merkez Bankası’nın (Fed) karar ve söylemi, açıkça bu gidişatı işaret ediyordu. Bu nedenle piyasa tahminlerindeki ağırlık, 0.25’lik yeni faiz artırımı yönündeydi.

 

Ancak bu tahminin yanı sıra “Gerekeni yapmak yerine Merkez Bankası’nın hükümetin isteği doğrultusunda karar verebileceğini” yani faizi değiştirmeyebileceğini, dünkü yazımızda belirtmiştik. Merkez Bankası’nın karar açıklamasına bakıldığında, kur artışı ve artan petrol fiyatlarına rağmen düşük talebin fiyatlardaki artışı sınırladığı belirtildi. Bununla birlikte büyümenin yeniden canlandırılması için faizlerde artışa gitmeme kararı alındığı anlaşılıyor.

 

Halbuki kurlardaki artışın hem tüketici güvenini olumsuz etkileyerek iç talebe olumsuz etki yaptığı, ayrıca yatırımları tümüyle bitirme noktasına götürdüğü ise gözardı edilmiş durumda. Sadece kamu yatırımlarıyla iç talebin canlandırılması tercihinin ise önümüzdeki yıl için piyasalarda mali disiplin kaygısını artırdığını da unutmamak gerekiyor.

 

Dünkü Merkez Bankası kararından sonra dolar kuru 3.54 TL’yi aştıktan sonra 3.52’lere geri döndü. Yani piyasalar tepki verdi ama büyük bir tepki olmadı.

 

Yıl sonu bilançoları nedeniyle kurlardaki artışın 2 hafta daha frenlenmeye devam edebileceğini söylemek mümkün. Bir başka deyişle Merkez Bankası’nın aldığı bu kararın kurlara asıl etkisini yılbaşından sonra görebileceğimiz söylenebilir.

 

Ülkenin yöneticileri halka döviz satın kampanyaları yapıp kur artışını engelleme girişimi yapıyor ama doğal olarak başaramıyor. Buna karşılık dün söylediğimiz gibi; asıl görevi TL’nin değerini korumak olan Merkez Bankası yönetimi ise hükümet istedi diye bu durumu seyretmekle yetiniyor.

Yazının devamı...
Kura karşı faiz silahı kullanılmazsa...
19 Aralık 2016

Banka analistleri bugünkü karara ilişkin değerlendirmelerini yaparken, hâlâ “faizde yapılması gerekenler” ile “faizde yapılması beklenenler”i ayrı ayrı belirtiyorlar. Bir başka deyişle Merkez Bankası’nın ekonomik tepkisini verirken hâlâ bağımsız olamadığını, Hükümete bağlı olarak karar vermeye devam etme eğiliminin sürdüğünü belirtiyorlar.

 

Uzun zamandır TL’nin dolar karşısında, diğer para birimlerinden olumsuz ayrışıp aşırı değer kaybettiği ortada. FED’in son kararından sonra gelişmekte olan ülkelerden sermaye çıkışının artacağı beklentisi artmışken, yine olumsuz ayrışacak birkaç ülke arasında Türkiye sayılmaya devam ediyor.

 

Bir başka deyişle; hem küresel piyasalarda hem içeride TL’nin değer kaybının süreceği beklentisi hakim. Bu tür durumlarda hükümetin ve Merkez Bankası’nın küresel ve iç piyasalara güven vermeyi öne çıkarması gerekiyor. Yani hükümetin gereken önlemlerin alınacağını açıklayıp uygulamada göstermesi, Merkez Bankası’nın da ulusal para değerini korumak için elindeki silahları etkin biçimde kullandığını kanıtlaması beklenir.

 

Hükümet ve Merkez Bankası son birkaç aydır sürekli yeni kararlar alıyorlar ama gerekli güveni sağlayamadıkları,piyasalardaki seyirden belli. Hükümetin ekonomik istikrarı yeniden sağlayabilmek için yabancı sermayeyi çekecek önlemleri hemen uygulamaya sokması, döviz arzını artırması şart. Ancak hükümet sadece bol keseden teşvik açıklayarak güveni sağlayabileceğini, içerideki iflaslar öteleyerek ve kamu yatırımlarını artırarak üretimi teşvik edeceğini açıklamayı tercih etti. Bu yolla yabancı sermaye için Türkiye’yi yeniden cazip hale getireceğini umuyor ama artık bunların yetmediğini göremiyor. Her şeyden önce içeride artan çatışma havasının önlenmesi, olağanüstü koşullardan geri dönülmesi, Batı ile ilişkilerin düzeltilmesi, demokrasidan uzaklaşma algısının geri çevrilmesi gerektiğini göremiyor. Asıl etkiyi yaratacak siyasi kararları alınmasını engelleyen unsur ise yaşanan Başkanlık süreci...

 

VATANDAŞIN ZARARI

 

Hükümet doğru ve gerekli kararları almadığı gibi, bağımsız Merkez Bankası’nın piyasalara güven vermek açısından ne kadar önemli olduğunu da düşünemiyor. Bakanlar hâlâ Merkez Bankası ve faiz kararları hakkında konuşuyor ve bu nedenle Merkez Bankası kararlarına karşı baştan güvensizlik oluşuyor.

 

Buna karşılık Merkez Bankası doğruları yapıyor mu derseniz; yapamıyor ve bağımlı görüntüsünü haklı çıkaran kararlara devam ediyor. Çok daha önce alması gereken faiz artış kararını ancak geçen ay dolar paniği artınca alabildi.

 

Bugün alınacak kararı da yine aynı kapsamda değerlendirmek, faiz artışı gerektiği halde yapamayabileceğini hesaba katmak gerekiyor. TL’nin değerini, hamasi çağrılarla elindeki üç-beş kuruş dolarını satıp, bile bile zarar ettirilen vatandaş mı sağlayacak, sağlayabildi mi? Vatandaşlar ucuza sattıkları dolarları yerine koymak için, şimdi ceplerinden daha fazla TL çıktığını görmeyecekler mi? Ekonomiyi hamasi duygularla karar veren ya da başında bulunduğu kurumun parasını iyi yönetemeyen partili bürokratlar mı belirliyor, yoksa ekonomi yönetimi mi? Yani Merkez Bankası TL’nin değerini korumak için elindeki faiz silahını kullanmayı mı, yoksa vatandaşın dolar satıp zarar etmesini izlemeyi mi tercih edecek, hep birlikte göreceğiz.

 

İşe müdahale etmezse, Türkiye ekonomisi yani halkın tümü zarar görüyor.

Yazının devamı...
Kredilere Hazine kefaletinin anlamı
18 Aralık 2016

Teşviklere ilişkin tedbirler de yayımlandı ama herkes biliyor ki, bu teşviklerin mevcut iklimde işlemesi pek mümkün değil, ancak ileride normalleşme zemininde etkili olabilir. İşin kötü tarafı mevcut sorunları ötelemek için alınan tedbirlerin, ileride çok daha büyük sıkıntılara yol açacağı hiç konuşulmuyor. İş aleminden bankacılara kadar çoğu kesim günü kurtarmak için umut olur mu diye, alınan önlemleri alkışlıyor.

 

Örneğin Hazine kanalıyla Kredi Garanti Fonu (KGF) aracılığı ile, kapsamı genişletilen, küçük ve orta boy işletmelere sağlanacak kredi kolaylığı. Kimse kusura bakmasın; bu 2000 yılı öncesinde ekonomiyi zora sokan mekanizmalardan biri olan “görev zararı”nın yeniden hortlaması anlamına geliyor. Bile bile verdiği kefalet ile Hazine’nin zora sokulması anlamına geliyor. Geçmişte bu zararın boyutlarının nasıl büyüdüğünü, o 3-4 binlere ulaşan iç borçlanma faizlerinin ana nedenlerinden biri olduğunu kimse hatırlamıyor. Bununla birlikte kredi sicil affı da yeniden gündeme geliyor. Yani kredilerini batırmış şirketlere yeniden kredi alma yolu açılacak, sonunda bu ekonomik ortamda işletmeler aldıkları yeni kredileri de büyük ölçüde ödeyemeyecek. Amaç; bu yolla şirket batış hızını frenlemek, oluşacak toplumsal tepkiyi azaltmak. Geçici süre için verilen Hazine kefaletinin bence yeniden uzatılması, yani yükün daha da büyümesi kaçınılmaz olacak.

 

Peki, Hazine kefaleti yani Hazine’nin “bankaların şirketlere verdiği kredi batarsa bankanın zararını ödemesi” ne anlama geliyor? Çok açık ve yalın anlamı; sizin vergilerinizin batık şirketlere gitmesi demek. Hem de göz göre göre... Eskiden görev zararı uygulamasına kinayeli biçimde “zarar görevi” de derdik, çünkü o hale gelmişti. Kamu bankaları ve sübvansiyonlu mal satan KİT’lere Hazine’den ödenen zararlar, şimdi batacağı belli olan özel şirketlere ödenecek.

 

Ne olacak; gemi bir süre daha yüzdürülmüş olacak. O geminin çok daha akılcı biçimde, bir ara durdurulup tamir edilmesi, daha sonra yine sağlıklı yol alma imkanı var, halbuki. Ama yine, siyasi kaygılarla, ekonomi bilerek tehlikeye atılıyor. Sadece sicil affı ya da KGF’ye Hazine kefaleti değil, son dönemdeki neredeyse tüm önlemler bu amaca dönük. Aslında alınan önlemler “Hükümet ekonomide büyük dalga geldiğini gördü, buna önlem alıyor” algısı yaratıyor. Dolayısıyla “gerekenler yapılmayacak” mesajı veriyor... Bankacılar alkışlıyor ama gerek zorunlu karşılıkların azaltılması, gerekse batık kredilere 2 kez yeniden yapılandırma hakkı verilmesi de aynı anlayışın sonucu. Yoksa Hükümetin bankaları sevmesinden, düşünmesinden kaynaklanmıyor. Yeter ki bankalar kredileri yüzdürmeye devam etsinler. Batık kredi oranı yüzde 3.2 gözüküyor, asıl rakamı sizce kimse görmüyor mu?

 

Bankalar “zaten yük büyüktü, iyi oldu” diyerek bu önlemleri alkışlıyor ama bu gidişle yükün, yakında makro ekonomi ve kendilerinin taşıyamayacağı kadar ağırlaşacağı ortada değil mi?.

 

Mevcut sağlam bankacılık sistemi algısının, 2000’lerde çıkan ağır fatura sonrası, sıkı tutulan kurallar ve disiplin nedeniyle kazanıldığını, Basel 3’ün geldiğini unutuyorlar.

 

Maliye’nin vergi affı zaten bir fiyasko. Sistem kalmadı; 1.5 yılda bir af gelirse insanlar vergisini, SGK primini niye zamanında ödesin. Önümüzdeki yıl vergi ödemeleri çok aksarsa, sürpriz olmamalı. Varlık barışı çıktı zaten talep yok...

 

Keşke uygun bir zemin ve akıl olsa da; ileride yapılacak ekonomik atılıma kadar bunlar zaman kazandırıcı önlemler olarak görülüp, kabul görse ama...

Yazının devamı...
Fed kararı olumlu çıksa da TL’nin işi zor
14 Aralık 2016

Dün bu satırlar yazıldığında Fed kararı açıklanmamıştı. Büyük bir sürpriz olmazsa 0.25’lik faiz artışı yapılacak ve Başkan Yellen, önümüzdeki yıl için 2-3 faiz artışının sinyalini korumuş olacak.

 

Piyasaların bunu büyük ölçüde satın aldığını, olumlu senaryo olarak gördüğünü biliyoruz. Bu nedenle dün TL’nin, küçük de olsa, değer kazandığını gördük. Diğer para birimlerinde olduğu gibi TL’de de, beklentilerin gerçekleşmesi halinde bir miktar değer kazancı daha beklenebilir. Ancak bu takdirde TL’nin değer kazancının yine sınırlı olacağı, doların 3.40 TL seviyesinin altına inecek kadar değer kazanamayacağının beklendiğini söylemeliyiz. Pek beklenmiyor ama; Fed’in daha yüksek faiz artışı yapması ya da 2017’ye dönük daha agresif faiz artışlarının sinyalini vermesi halinde ise TL’nin, diğer para birimleri gibi, değer kaybetmeye devam edeceği tahmin ediliyor. Eğer bu olumsuz senaryo hayata geçerse, TL’nin nereye kadar gideceği konusunda ise pek bir tahminde bulunulamıyor.

 

Tüm bu olasılıklar kısa vade için, daha doğrusu önümüzdeki birkaç ay için geçerli diyebiliriz. Daha sonrasına bakacak olursak; Fed’in beklentiler içerisinde davranması halinde bile, diğer para birimleri yatay seyretse de, TL’nin değer kaybının önümüzdeki aylarda süreceği beklentisinin varlığını söylememiz gerekiyor. Çünkü ekonomik ve siyasi ortam Türkiye ekonomisi için risklerin giderek büyüdüğüne işaret ediyor. Bu nedenle de ileriye dönük olarak TL’nin değer kaybının devam edeceği tahmin ediliyor. Tabi ki Fed kararları da, risklerin gerçekleşme durumu da ne kadar değer kaybedeceğini belirleyecek ama kime sorsanız TL’nin değer kaybında yön yukarı doğru gözüküyor.

 

ENFLASYON VE YÜKSEK DIŞ BORÇ

 

Siyasi kaygıları bir tarafa bıraksak bile, Türkiye ekonomisinin dengeleri ileriye dönük yeterince önemli riskler barındırıyor. Her şeyden önce bundan sonra enflasyonun yukarı gideceği yönünde büyük bir beklenti mevcut. OPEC’in son aldığı karar doğrultusunda 60 dolarla varan dünya petrol fiyatlarının, 2017 yılında bu seviyede kalacağı, hatta artacağı beklentisi hakim. Bu takdirde zaten birikmiş fiyat artışlarının, akaryakıt zamlarıyla uzun bir süre daha devam etmesi ve tüm mal ve hizmet fiyatlarını etkileyip, enflasyonun yeniden çift haneye çıkma riskini beraberinde getirecek.

 

Bu gelişme Türkiye ekonomisinin en kırılgan yönlerinden birini oluşturan cari açığın artışına da yol açacak. Ne kadar değiştirilse de, büyüme oranlarının düşük kalması, göstergelerin milli gelire oranlarının daha bozulmasına yol açacak. Türkiye’nin yüksek dış borcu, başka bir deyişle yüksek döviz ihtiyacı kurların daha da yukarı çıkacağı beklentisinde çok önemli rol oynuyor.

 

Dün Merkez Bankası’nın açıkladığı özel sektör dış borç tablosu da zaten zorluğu açıkça gösteriyor. Geçtiğimiz Ekim sonu itibariyle özel sektörün yurt dışından sağladığı kısa vadeli borçlar yılbaşına kıyasla 3.7 milyar dolar azaldı, 16.8 milyar dolar oldu. Özel sektörün uzun vadeli dış kredi borcu 12.7 milyar dolar atarak 207.6 milyar dolara çıktı.

 

Ekim sonu itibariyle özel sektörün bir yıl içinde ödeyeceği dış borcun sadece anaparası 68.7 milyar dolar. Ekonominin büyümesi için yeniden borçlanma yapılmasa bile,  bir yıl içinde dışborç ödemek için 80-90 milyar dolara ihtiyaç var. TL için yeterince büyük bir risk yani...

 

Yazının devamı...
Rakam değişse de büyüme düşerken cari açık artıyor
12 Aralık 2016

Ancak hesaplama yöntemi değiştirildiği için, tartışmalar bu noktada yoğunlaştı. Rakam değişse bile ekonominin küçülmeye başladığı artık çok açık. İşin kötü tarafı ekonomi küçülürken, aynı zamanda Türkiye’nin cari açığının büyümesi. Yani ekonominin sorunsuz büyüme kapasitesi giderek düşüyor.

 

Türkiye ekonomisi bu yılın 3. çeyreğinde yıllık bazda yüzde 1.8 daraldı. Piyasa beklentisi ekonomide eksi büyüme olsa bile, düşük oranda kalacağı yönündeydi. Bu rakam, küresel krizin en keskin etkilerinin görüldüğü 2009 yılının 3. çeyreğinden sonra yani 7 yıldan sonra görülen ilk küçülme rakamı oldu.

 

Dün Merkez Bankası ekim ayına ilişkin ödemeler dengesi rakamlarını da açıkladı. Ekimde geçen yılın aynı ayına kıyasla cari açık 1 milyar 332 milyon dolar arttı ve 12 aylık cari açık rakamı 33 milyar 773 milyon dolara yükseldi. Dış ticaret açığı bir önceki yılın aynı ayına kıyasla 333 milyon dolar artması, turizm etkisiyle hizmetler dengesi fazlasının 916 milyon dolar azalması, birincil gelir dengesi açığının 137 milyon dolar artması, ekonomideki küçülmeye rağmen cari açık rakamının büyümesinde etkili oldu.

 

Uzun zamandır piyasalarda dün açıklanan 3. çeyrek büyüme rakamı merak ediliyordu. 2015 yıl sonunda planlanan, sonra 2016 Haziran’a ertelenip yetiştirilemeyen yeni milli gelir rakamları düne, ekonomide küçülme rakamlarının açıklandığı güne, denk geldi. Bu rakamlar özellikle iktisatçılar arasında epeyce tartışılacağa benziyor. Çünkü geriye dönük revizyonların oldukça yüksek rakamlara ulaştığı görülüyor. İktisatçılar Eurostat’ın daha önce revizyon halinde eskiye göre rakamların eksi-artı yüzde 0.1 oranında değişebileceğini açıkladığını hatırlatarak, bizdeki revizyon rakamların çok yüksek olduğuna dikkat çekiyorlar.

 

REVİZYON OLUMLU GÖSTERİYOR

 

Büyüme hesaplamasında yapılan revizyon sonucunda geçmişe dönük güncelleme yapıldı ve yılın ilk yarısı için daha önce açıklanan yüzde 3.9’luk büyüme verisi yüzde 4.5 olarak revize edildi. 2014 büyüme verisi yüzde 3.0’ten 5.2’ye, 2015 büyüme verisi ise yüzde 4.0’ten 6.1’e yükseldi. 2013 büyüme verisinde ise yüzde 4.2’den 8.5’e, çok daha kuvvetli bir revizyon oldu. 2007-2015 döneminde yıllık büyüme verisi ortalamada 1.6 puan yükselmiş oldu.

 

3. çeyrek verisi revizyonla beklenenden çok daha yüksek daralma gösterirken, genelde Türkiye ekonomisi için çok daha olumlu bir tablo sunuyor. 1998-2015 arası ortalama büyüme rakamı yüzde 3.9’dan yüzde 5.1’e yükselmiş oluyor.

 

Milli gelir hesabındaki artış milli gelire oranla ifade edilen cari açık, bütçe açığı gibi dengelerde de daha iyimser rakamlar ortaya çıkmasını sağlayacak.

 

Revizyonla birlikte tüketimin milli gelirdeki payı yüzde 85’den yüzde 74’e inerken, yatırımların payı yüzde 10 artarak yüzde 30’a yükseliyor.

 

Türkiye’de, 2015 için nominal GSYH yüzde 20 artışla 2.338 trilyon TL’ye revize edildi. Dolar olarak GSYH 717 milyar dolardan 858 milyar dolara revize edilirken, kişi başına milli gelir 9 bin 222 dolardan 11 bin 39 dolara revize edilmiş oldu. Bunun çok büyük bir revizyon olduğu açık.

 

Dediğimiz gibi yeni milli gelir rakamları daha çok tartışılacağa benziyor.

 

TÜİK’in hesaplamasındaki yukarı yönlü büyük revizyonun ana olarak Ulusal Hesaplar Sistemi’ndeki (SNA-2008) revizyondan kaynaklanmış olabileceği belirtiliyor. Arz ve kullanım tabloları ile girdi-çıktı tablolarındaki değişikliklerin bu revizyonun ancak bir kısmını açıklayabileceği, halbuki revizyonun çok büyük olduğuna dikkat çekiliyor.

 

Umarız zaten sıkıntılı bu ekonomik süreçte, kasıtlı ya da kasıtsız, bir hata yapılmamıştır.

Yazının devamı...
Almanya birlikte çalışma isteğini koruyor ama...
11 Aralık 2016

Kızgınlığımız çok büyük ama özellikle ülke yöneticilerinin her zamankinden daha sakin ve sağduyulu davranmasına ihtiyaç var. Ülkenin geleceği için kendimizi daha iyi anlatmak, uluslararası ilişkilerde akılcı olmak da bunun bir parçası.

 

Almanya yönetimi Türkiye ile birlikte çalışma isteğini koruyor hatta “birlikte çalışmak zorundayız” diyor ama son dönemde iki ülke arasında yaşananlardan da tedirgin. Almanya’da Türklerin yaptığı son gösterilerdeki havadan da, iç huzurlarını bozma potansiyeli taşıması nedeniyle, rahatsızlar diyebilirim.

 

Geçen hafta Almanya’da, Başbakan Angela Merkel’in partisi CDU’nun Essen’de yapılan kongresini izleme fırsatı buldum. Hem Merkel’e çok yakın bazı isimlerle, hem de CDU yönetimindeki dış politika yetkilileriyle görüşme imkanı buldum. Kimisi kendi ağzından yazabileceğimi de söyledi ama köşenin sınırları içinde, genel olarak gözlemlerimi aktarmakla yetineceğim.

 

Baştan şunu söylemem lazım ki; şoföründen işadamlarına kadar çoğu Alman Türkiye ile ilgilenir olmuş ama olumlu yönde değil. Türkiye’yi yönetenlere ciddi bir tepki var. CDU’lu politikacılar ise kızgınlığın Türkiye’nin tümüne ve halkına yönelmemesi için çabalıyorlar. Türkiye’de olanlara ilişkin Alman yönetiminden gelen eleştirilere verilen tepki için, “Bizim iç meselemiz diye eleştirilerimize aşırı tepki veriyorlar ama bu ülkede yaşayan 3 milyon Türk nedeniyle bu sadece sizin iç meseleniz olarak kalmıyor, bizim de iç meselemiz haline geliyor” diyorlar. Hem Almanya’da yaşayan yoğun Türk nüfus, hem ikili ticaret hacminin büyüklüğü, AB üyelik süreci ve Nato’daki ortaklık, hem de Almanya’nın bölge çıkarları açısından iki ülkenin birlikte çalışmak zorunda olduğunu kaydeden bir yetkili, “İki ülkenin de birlikte çalışmayız deme lüksü yok” şeklinde konuştu.

 

Alman politikacılar mülteci kriziyle ilgili olarak Türkiye’den gelen, “tehdit” olarak gördükleri çıkışlara ise bunun aslında bir AB meselesi olduğunu söyleyerek yanıt vermeyi tercih ediyorlar. Yapılan anlaşmanın bozulacağı yönünde gelen mesajlara ise anlaşmanın hazırlık sürecine de fiilen katılan bir politikacı “Biz anlaşmayı Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yapmadık, Türkiye Cumhuriyeti devleti ile yaptık ve bu anlaşma yürürlükte” dedi.

 

Merkel’e yakın bir kaynağa da anlaşma iptal olursa B planları olup olmadığını sorduğumda “Tabi ki her şey düşünülür. Ancak biz anlaşma yaptık ve bu planı mutlaka yürütmek istiyoruz, başka plana bakmıyoruz” yanıtını verdi. Bu arada Kongre sırasında Essen CDU Heyetinin verdiği bir önerge “Mülteci anlaşması iptal edilirse, Türkiye ile AB arasındaki gümrük birliği anlaşmasının iptalini” içeriyordu. Sohbetler sırasında bazı yetkililer Makedonya’da büyük bir göçmen kampı oluşturulması için hazırlık olduğundan da söz ettiler.

 

Türkiye’de bazı politikacaların iç politika malzemesi yapmak için Almanya ile tansiyonu yükselttiğini gördüklerini kaydeden bir yetkili ise “Bunu anlıyoruz ama diplomaside arka kanallardan ‘iç politika için söylenenlerden endişelenmeyin’ mesajı verilebileceğini ama Türkiye’nin bunu da yapmadığını” söyledi.

 

Kongre sırasında TBMM Başkanvekili’nin pasaport krizi yaşanmamıştı yani bunu soramadık. Ancak Alman bakanların olduğu son Türkiye ziyaretinde görüşecekleri bazı politikacıların 2 saat önce gözaltına alınmasını “kasıt” olarak görüp, büyük tepki gösterdiklerine şahit oldum.

 

Politikacılardan duymadım ama bazı büyük Alman yatırımlarının Türkiye’ye gelme kararlarını, mevcut hava nedeniyle, askıya aldıklarını duyuyorum.

 

Özetle; bölgenin küresel sisteme entegre olması öncesinde, yani Türkiye üzerinden bölgeye girmek için büyük yabancı sermaye yatırımı potansiyelinin arttığı bir dönemde, Türkiye ile Almanya arasında yaşanan gerilim, iki ülkeye de hizmet etmiyor. Türkiye ekonomisinin içine girdiği sıkıntıda, yönetim yanlışlarının çok büyük payı olduğu, artık ortada.

 

Alman politikacılar kişisel kızgınlıklarını ülke çıkarları için dizginlemeyi ve uzun vadeli çıkarlarını düşünerek konuşmayı, davranmayı başarıyorlar. Biz ne yapıyoruz?

 

Yazının devamı...
Bankalar telekom kredisi için çözüm bekliyor
5 Aralık 2016

Türk Telekom’un büyük ortağı Oger’in içine girdiği büyük parasal kriz nedeniyle, 2 büyük özel sektör bankası başta olmak üzere, çok sayıda bankaya ödemesi gereken krediler zamanında ödenemez hale geldi. İlk taksiti ödenemeyen bu kredi sorun olmaya devam ediyor. Bankaların kısa sürede çözüm bulunacak umuduyla toleranslı davrandıkları, krediler için ellerinden gelen kolaylığı gösterdikleri görülüyor.

 

Ancak öte yandan bankaların telaşlanmaya başladığını da söylememiz gerekiyor. Bu yılbaşına kadar ödeme yapılması halinde çok önemli bir sorun olmayacağı ama yıl sonu bilançolarına kadar ödenmeyen krediler için, karşılık başta olmak üzere, çok daha ciddi sorunların ortaya çıkabileceğini söylüyorlar. Bu nedenle de artık Oger kredisi sorununun çözümünü bekliyorlar.

 

Danıştığımız bankacılar, bankaların hep birlikte hareket ettiklerini, Oger ve Suudi Telekom şirketi ile irtibatların sürdüğünü söylüyorlar. Onların izlenimleri; Oger’in Türk Telekom’daki hisselerini bırakmak istemediği, bu nedenle yüklü miktardaki müteahhitlik hizmeti alacaklarını ödemeleri için Suudi Arabistan yetkililerini sıkıştırmaya çalıştıkları yönünde.

 

Buna karşılık Oger’in borcunu ödeyememesi halinde, Suudi Telekom’un Türk Telekom’daki hisseleri almak için niyetli olduğu da, bankacıların izlenimleri arasında.

 

Bu nedenle Oger ve Suudi Telekom arasında varılacak uzlaşmanın önemine dikkat çekiyorlar. Belki de bu 2 şirket arasında kurumsal ve kişisel pazarlıklar nedeniyle işlerin uzadığı tahminlerini dile getiriyorlar. Her iki şirketin de Türk Telekom’u istemesi nedeniyle Suudi Arabistan içindeki güç dengelerinin çözümü etkilediği söylenebilir. Ancak bu çekişmenin Türk bankalarını ve bankacılık sistemini derinden etkiler hale gelmeye başladığı da açık.

 

Gördüğümüz kadarıyla bankalar yardım istedikleri Hükümet yetkilileri ile bu sorunun çözülmesi için yakın teması koruyorlar. Sık sık toplantılar yapıldığını, gerektiği durumlarda Hükümeti devreye soktukları da biliyoruz.

 

TURKCELL SORUNU DAHA KARMAŞIK

 

Konuştuğum bir bankacı, Türk Telekom ve Turkcell’in mevcut sorunlarını karşılaştırmasını istediğimde, Turkcell’in sorununun daha büyük ve karmaşık olduğunu söyledi.

 

Türk Telekom’da Oger borcunu ödemese bile Suudi Telekom’un Oger’in hisselerini satın almasını beklediklerini kaydeden bankacı, bankaların sorunu uzadığı takdirde hükümetin devreye girip, bu konuda kolaylaştırıcı düzenlemeler yapmasını beklediklerini ifade etti. Bu düzenlemelerin kredilerin yeniden yapılandırılması düzenlemesi çerçevesinde, bankaların karşılıklarını etkilememesi için geçici bir çözüm olabileceği konuşuluyor.

 

Buna karşılık Turkcell’de işler gerçekten çok karışık. Alfa ile Çukurova Grubu’ndan hiçbirisi gereken parayı verip, rehin hisseleri satın almadı. Bankacılar burada sadece Alfa ile Çukurova’nın artık sorunu çözemeyeceğini Sonera’nın devreye girmesi gerektiğini, hepsinin arasında bulunacak formülle işin çözülebileceğini, ancak bunun zorluğunun görüldüğünü söyledi.

 

Turkcell’in sahiplik sorununun büyüdüğü, yönetilemez hale gelme ihtimali bulunduğunu, mevcut yönetimin işlerin uzayıp görevde kalmaya devam etmek için çabalamasının işleri iyice karmaşık hale getirdiği de konuşulanlar arasında.

 

Bence her iki şirket için de, önümüzdeki yıl kamu kaynaklarının devreye sokulması bile gündeme gelebilir.

Yazının devamı...