(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Meriç Enercan" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Meriç Enercan" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Meriç Enercan

Ve büyü bozuldu
25 Kasım 2013

Futbolumuzda dostluk ile vefa çok bilinen ve yaşanan bir şey değildi ama umutlar da yitirilmemişti henüz...
Fuat Çapa’ya maç öncesi içtenlikle sarılan Gençlerli oyuncuların sıcaklığında saklıyorduk bu umudu...
Merakım ise “Mehmet Özdilek’in 4 maçlık büyüsünün” Kayseri’de sürüp sürmeyeceğiydi.
Orta saha elemanlarını birer ikişer sakatlığa kurban veren kırmızı karaların, “Herşeye rağmen kazanmak” deyip demeyeceği...
Sedat’ın yokluğuna Kulusiç pansumanı yapılırken; Oktay, Nizamettin, Özgür, Gosso, birer ikişer tribüne çıkmıştı.
Sezon başında satılanlarla farklılaşan Gençlerbirliği, sakatlarla resmen başkalaşmıştı.
Öylesine bir gariplik vardı ki, maçın 37. dakikasında kaleci Ramazan da sakatlanıp devre dışı kalıyordu.
Ve Kayseri Erciyes’in saldırıyormuş; Gençlerbirliği’nin de savunup, kontratak kolluyormuş gibi yaptığı ilk yarının bitimine bir dakika kala ev sahibi takımın golü geldi. Bunda hem Uğur hem de Ahmet’in acemiliğinin etkisi büyüktü...
Beklenmeyen bu durum, Özdilek’in planlarını alt üst etmeye yetti.
İlk yarının aksine, risk etmek, saldırmaktan başka çare yoktu kazanmak için.
Başkent ekibi, bunu bir ölçüde yaptı. Ancak yeterli olmadı. Çünkü takımın en iyisi, Doğa Kaya idi.
Ligde kazandığı son üç maçına oranla Gençlerbirliği takımının konsantrasyon sorunu yaşadığı açıktı.
Milli maç arasına ilişkin Mehmet Özdilek’in kaygısı haklı çıktı ve büyü bozuldu.
Kayseri Erciyes, rakibinden daha iyi oynadığı, daha çok istediği maçı kazandı.
Hakemin yönetimi de tartışılması, sorgulanması gereken bir başka gerçekti.
Erciyes daha sert oynarken, Gençlerbirliği daha çok sarı ve de kırmızı kart göremezdi.
Ceza alanında ‘Açık kol’a çarpan top, dünyanın her yanında penaltı düdüğüyle karşılık bulurdu.
Atışı engellemek için ısrarla topun karşısında duran oyuncu da cezalandırılırdı.
Kuralları ezberlemek değil, doğru uygulamaktı önemli olan.
Bunu yapabilene “Hakem” deniliyordu.
Yapamayana da “Vaziyeti idare eden...”

Yazının devamı...
İSTANBUL’DA DOĞDU ANKARALI OLDU
30 Ağustos 2013

Ve Ankaragücü, İstanbul’da doğdu o gün...
İstanbul’da doğup, Kurtuluş Savaşı’nda Ankaralı oldu.
İlk rengi, sarı yeşil idi. Tıpkı kavun ile üzüm gibi.
Tatlı, keyif veren ve gösterişli...
Aslında kuruluşu, bir sıkı çekişmenin ürünüydü.. Aynı tarihte yani 31 Ağustos 1910’da kurulan Altınörs İdmanyurdu ile Turan Sanatkarangücü’nün yine aynı gün içinde birleşmesiyle futbol sahnesine çıktı, Ankaragücü... Anlayacağınız sancılı doğdu... Sancısı, o günden bugüne hiç bitmedi.
İlk günden yaşanan çekişmelerle yaşadığımız günlere geldi.
Hep popülerdi, popüler kaldı.
Kurtuluş Savaşı sırasında şehit veren bir takımdı Ankaragücü..
‘Millî Mücadele’ yıllarında ülkeye yaptığı hizmetlerle ön plana çıktı. Mermi üretti, savaş için askeri mühimmat yaptı, bunları İstanbul’dan Ankara’ya; oradan da tüm Anadolu’ya taşıdı.
Yılmadan, korkmadan, bıkmadan, usanmadan, yazılan şanlı Türk tarihinin mürekkebi oldu...
Gurur duyulacak işler yaparken, kötü günler de yaşadı.
Küme düştü, parasız kaldı, başarısızlıkları sevenine kabus oldu.
Ama hiç sahipsiz kalmadı. Yere düşmedi, başı eğilmedi.
Mermi gibi dik, hızlı ve sert idi her zaman.
İyi gününde, kötü gününde hep seveni vardı...

ATATÜRK’ÜN RENGİNİ VERDİĞİ TAKIM

Sarı lacivert renklerini, Büyük Kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk verdi.
“Kavunun sarısı, Ankara üzümünün laciverdi olsun” dedi Büyük Türk. Renk Babası oldu Ankaragücü’nün...
Belli ki içten içe sevdi, yüreğinden destekledi...
Bakmayın siz, birilerinin sıkça tekrarladığı “Atatürk bizdendi” palavralarına... Hiç bir takıma söylemediğini, Ankaragücü’ne de söylemedi. “Fenerbahçeliyim, Galatasaraylıyım, Beşiktaşlıyım” demediği gibi “Ben Ankaragüçlüyüm” diye de bir laf etmedi.
Ama Ankaragücü’ne rengini verdi Atatürk...
O da yeterdi, Başkent yaptığı Ankaralılara...

AŞKIN SARI LACİVERT HALİ

Sevgi dedik de, insanlar sevdi Ankaragücü’nü...
Yüzler, binler, onbinleri ve hatta yüzbinler gönlünü verdi.
Aşkın sarı lacivert haliydi Ankaragüçlülerin yaşadığı...
Karşılıksız aşkın, dayanılmaz ağırlığını yaşadılar yıllarca...
Hepsi hepsi, iki Türkiye Kupası, bir de Devlet Başkanlığı Kupası’ydı 102 yılın hasılatı...
Sadece bu kadarı için verilen sevginin bir tanımı olabilir miydi?
1959’da başlayan resmi 1. Lig’de şampiyonluk görmediler.
Aslında göremeyeceklerini bile bile sevdiler Ankaragücü’nü.
Bu, öylesine bir sevda; dünyada eşi olmayan bir garip tutkuydu.

İYİ Kİ DOĞDUN ANKARAGÜCÜ

Bu tutkuydu, insanları tribünde, sokakta bir araya getiren.
Bu sevgiydi, tribünde ilk kez karşılaşanların, 40 yıllık dost gibi sarılmasına neden olan.
Kazandığında pembe bulutlara çıkarıp, kaybettiğinde karalara büründüren işte bu tutkuydu.
Ankaragücü ile yatıp, Ankaragücü ile kalkanların ezeli ve ebedi tutkusuydu.
Babadan evlada geçen, bitip tükenmeyen bir sevdaydı Ankaragücü...
Süper Lig, PTT 1. Lig, 2. Lig ve hatta amatör küme farketmeden.
Dün olan, bugüne kalan, yarına devrolan.
İyi ki doğdun Ankaragücü, iyi ki varsın.
Her şeye rağmen, her zaman var olacaksın...

Yazının devamı...
UYKUYA ÇEYREK KALA
24 Ağustos 2013

Gençlerbirliği’nin Akhisar Belediye ile oynadığı 3-0’lık karşılaşma keyif veren bir maçtı. Pozisyonu bol, mücadelesi, sertliği ve heyecanı ile..
Maçı izlerken, bu karşılaşmanın neden gece yarısına doğru oynandığını merak ettim.
Oysa saat 19.00 veya 20.00 de uygundu Ankara’nın akşam serinliğinde..
Hangi üstün zeka ürününün 21.45 gibi uykuya çeyrek kala zamanını belirlediğini anlayamadım.
Federasyon yönetiminde Ufuk Özerten gibi Ankara’yı iyi bilen birine rağmen, bunun olabilmesi saçmalıktı.
Kimbilir, belki de federasyonun sözü, yayıncı kuruluşa geçmiyordu.
Parayı verenin düdüğü çalması da buydu belki de...

DOĞRUYU SÖYLEMEK İLE YANLIŞI YAPMAK

Metin Diyadin’in Gençler takımı, hem iyi oynadı hem de farklı kazandı.
Aslında Diyadin, futbol bilgi ve becerisini takımlarına iyi uygulatan bir teknik adam.
Çalıştırdığı takımlar, hem iyi oynuyor hem de kazanıyor.
Bakmayın siz Orduspor ile Eskişehir’i bırakmak zorunda kalmasına...
Ya da Kasımpaşa takımıyla lig ikincisiyken zorunlu vedalaşmasına...
Futbolu çok iyi bildiğini sananların bu oyunu getirdikleri noktalara dikkat ederseniz, Diyadin’in zorunlu vedalarının da sırrı çözülür kendiğilinden...
Kişisel olarak, Beştepe’de hocanın iyi iş çıkaracağından eminim. Yeter ki işini yapma özgürlüğüne kısıtlama gelmesin. Engel, sorun çıkarılmasın.
Yeter ki Diyadin, her doğrusunu, aklına geldiği anda tartışmaya açmasın.
Bazen doğruyu söylemek, yanlışı yapmakla eşdeğerdir. Bazen susarken kazanır, konuşurken kaybedersin bu ülkede...
Bunun unutmasın yeter Metin Hoca...

HER YER KARA HER YER KIRMIZI

Gençlerbirliği takımının Akhisar karşısındaki görüntüsü umut verici idi. Belki futbola yerinde tanık olmaya susadığımdan bana öyle geldi.
Jimmy’nin çabası, Ahmet’in mücadelesi, genç solbek Uğur’un savaşı göz alıcı idi.
Daha arkada sıra bekleyen gençleri görmedik. Diyadin, onları da sahneye sürerse Türk Futbolu renk, İlhan Cavcav da para kazanacak.
Gençlerbirliği’ni sevenler ise geleneksel burukluğunu yaşayıp, “Her yer kara, her her kırmızı” diye bağıracak.

Yazının devamı...
Gençler’in doğum günü
16 Mart 2013

Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ebedi istirahatgahı Anıt Kabir’e gidildi, dün de 19 Mayıs Stadı’nde 90. doğum günü pastası kesildi.
Elbette güzel şeyler bunlar; 90 yaşı görebilmek, bunu kutlamayı başarabilmek...
Ancak eksikler var bunlar yapılırken.
Mesela, Anıt kabir’e gidilirken, yaşayan eski başkanlar, eski kaptanlar ve kulübün efsane isimleri davet edilebilirdi.
Kulübe hizmeti geçmiş, zor günlerde özverili çalışmalarıyla Gençlerbirliği’ni ayakta tutmayı başaran önemli yöneticilerle bu mutluluk paylaşılabilirdi. Unutulmaz Başkan Hasan Şengel; unutulmayan yöneticiler Ayhan Sümer, Ekrem Üstündağ, Zeki Ünaldı, Atilla Aytek gibi isimler ve de şimdi hatırlayamadığımız bir çok Gençlerbirliği sevdalısı, kutlamalarda birer plaketle hatırlanabilirdi.
Bu kulübün tarihinde adını yazdırmış Rüzgarın oğlu Zeynel, Köylü Seçuk gibi yaşayan futbolculara bir değer hatırlatması yapılabilirdi.
Ne yazık ki bunlar da olmadı.
Düşünülemedi, başarılamadı, yapılamadı.
Bilenlerin çok olduğu yerde, bu doğaldı.
Çok bilenin çok yanıldığı da bilinen bir gerçekti...

Yazının devamı...
Şimdilik mola zamanı
18 Şubat 2013


Hani o bahar yaşadığınızı sandığınız anda kafanızdan boşalan Akdeniz sağanağı gibi... Sel olan, herşeyi alıp giden o deli yağmur..
Sezon başından bu yana istikrarı bulamayan, rahata erdiğinde de sorun çıkaracak dert arayan Cavcav’ın takımı için kolay görünen zor rakipti Akdeniz ekibi... Çünkü can derdindeydi.
Aslında Gençlerbirliği’nin durumu da pek parlak değildi. Ligin ilk yarısında saman alevi misali, parlayıp sönmelerle 27 puana ulaşmış, ikinci yarı başındaki iki galibiyetin olumlu etkisi de kısa sürmüştü.
Puantajda 4. sırayı gören kırmızı siyahlılar, 12. sıraya inmişti. Daha da önemlisi küme düşme hattının sadece 6 puan üzerindeydi.
Ve işte bu nedenle Gençlerbirliği kazanmak zorundaydı.
Tüm gözler, 18. haftaya 4 golle başlayıp, sonrasında derin sessizliğe bürünen Vleminckx’de idi. İlhan Cavcav’ın zoruyla oynayan Tomiç de bakışları üzerine çeken bir diğer isimdi.
İşte bu ikilinin ortak yapımı bir gole tanıklık etti 19 Mayıs Stadı’na gelenler. Tomiç korneri attı, Vleminckx de kafayı vurdu ve Gençler çok iyi oynamadığı süreçte 1-0 geçti.
Soyunma odasına gittiği bu skor, Başkent ekibi için avantaj sayılsa da rahatlık nedeni değildi.
Ancak ikinci bölümde akıllı bir taktikle gol için saldıracağını düşündüğü rakibine sahanın her yerinde etkili pres yaparak, iyi takım savunmasıyla hataya zorladı. Kırmızı siyahlılar, Mersin’in hücum çıkışlarında kaptığı toplarla etkili oldu. Bu pozisyonlardan birinde kazandığı serbest atışı, Jimmy’nin çok sert şutuyla ikinci gole dönüştürdü Gençlerbirliği...
Ve gol için saldıran rakibine kontra hücumlarla cevap verdi.
Günün kapanışını Tomiç’in yedeği Ermin Zec yaptı. Boşnak oyuncu, sahaya girdikten bir dakika sonra sol çaprazdan müthiş bir şutla çok önemli bu galibiyeti perçinledi.
Bu galibiyet, sıkıntı yaşayan Beştepe’ye ilaç gibi geldi.
Kendine dert arayanlara da “Şimdi mola zamanı” hatırlatması yaptı.
Daha doğru deyimiyle, “Şimdilik...”

Yazının devamı...
YOL UZUN YÜK AĞIR
11 Ocak 2013

“Son 14 ayda üç kongre yapıp, 6 Başkan çıkarma” gibi akıllara zarar, inanılmaz bir performans gösteren Ankaragücü caiması için ittifak adayı idi. Sarı lacivertli camiada büyük çoğunluk, Yiğiner’in başkan olmasını arzu ediyordu.
Kararsızken, iki gün önce Fatih mert ile birlikte bir nezaket ziyareti yaptı Hürriyet’e...
Öncelikle o sordu biz yanıtladık. 1972 yılında sporcu olarak başlayıp, gazeteci olarak bugüne gelen süreçte yaşadıklarımızı özetledik. Kendi gözlemlerimizi, kendi doğrularımızı.
Sonra Özgür ile aklımıza gelen her şeyi sorduk, o yanıtladı.
Sadece iki sorunun yanıtının bizde kalmasını istedi. Kalanları da perşembe gazetesinde sizlerle paylaştık.
Artık hep sorulacak, cevapları alınacak ve sizlerle paylaşılacak.
Projeleri, icraatları izlenecek, doğrusu ile yanlışı tartışılacak Yiğiner’in...
O ziyaretinde bir şeyi, üzerine basa basa söyledim:
“Ankaragücü Başkanı olmak, hem zor hem de kolaydır. Doğruyu yaparsan, kolay ve zevkli; yanlış yaparsan zor ve keyifsizdir. İyi düşün, seçim senin...”
Başkan adaylığı konusundaki seçimini yaptı ve bitmek üzere olan camiaya umut verdi.
Şimdi yönetimi seçme, kongrede seçilme ve tabi icraat zamanı.
Yolu uzun ve dikenli, üstelik yükü de ağır...
Rampaya saracak, işine bakacak...

GERİSİ LAF-I GÜZAF

Mevcut Başkan Atilla Süslü’yü bir eski başkanın koluna girip, İstanbul’a gittiği hemen ardından da “Onursal Başkanlığı kaldırma girişimi” nedeniyle eleştirmiştim. Hala fikrimin arkasındayım ama işin perde arkası, karşılıklı atışmalarla netleşiyor.
Yaşananlara ve sonuçlarına bakıldığında bu camianın içindeki birçok insan için sadece eski başkandır o kişi...
İnsanların kağıt üzerinde, kendilerine verdiği unvanlar, başkaları tarafından silinip atılır.
Önemli olan, insanların yüreğine o unvanla girebilmektir.
Bu nedenle bu camiadaki birçok insan gibi benim için de bazı isimler özeldir.
Bizler için, Orhan Sorguç, Sabri Mermutlu, Güngör Türköz, Nurettin Çarmıklı ve de rahmetli Vedit Arığ, gerçek Onursal Başkan’dır.
Rahmetli Mustafa Gönül ise gönlümüzün Onursal Valisi’dir.
Zaten onurlu olmak, insan olmak, adam olmaktır önemli olan...
Ve zaten gerisi, sadece laf-ı güzaftır...

Yazının devamı...
BİR LAFA BİR DE EDENE BAK
19 Aralık 2012

Öncelikle daha önce hakkını alması gereken Kaynar’a bir hatırlatma yapayım, önemli olan konuşmak değil doğru konuşmaktır. Ne dediğini bilmektir. Dediğinin nereye gideceğini, iyi hesap etmektir. Ve elbette bedelinin ne olacağını da...
AA’ya yaptığı açıklamanın tamamı fiyasko da, ben şu “Mal bulmuş mağribi” göndermesine taktım.
Farklı sözlüklerde, farklı anlamları var...
“Yağmacı, pis bir açıkgöz gibi bazı olaylara sarılıp, mutlu olanlar.”
“Büyük bir zenginliğe kavuşmuşcasına, küçük bir olayda büyük sevinç ile coşanlar.”
Niyet iyi olmayınca, ağızdan çıkan laf da güzel olmuyor.
Kalite ve de kapasite yetersiz olsa da kızmamam gerekirdi. Ciddiye almamak en iyisiydi, yoksa kendini gerçek yönetici bile sayabilirdi.
En uygunu, Mevlana’nın deyişiydi:
“Suskunluğum asaletimdendir, her lafa verilecek bir cevabım var.
Lakin bir lafa bakarım, laf mı diye; bir de edene bakarım, adam mı diye?”

BEŞTEPE’DE İLGİNÇ GÖSTERİ

Gelelim Ankaragücü’nün Başkanı Atilla Süslü’ye...
Onursal Başkanı ile kol kola İstanbul’a federasyona gidişinin üzerinden 24 saat geçmeden, bir basın toplantısı düzenleyip, kongrede Cemal Aydın’ın Onursal Başkanlığı unvanını elinden alacağını iddia etti.
Boyunu bilmem ama çok büyük laf etti.
Sormak lazım, neden birlikte masaya oturdun, niçin arkadan arkaya “Atarım gider” diyorsun?
Bunun altındaki hesap nedir? Başkan Süslü, bunu söyleme gereğini neden duydu?
“Ben, Ankaragücü’nde büyük çoğunluğun sevmediği Cemal Aydın’ın adamı değilim” algısını yaratmak için olabilir...
“Biz, Cemal Aydın’ın apoletini sökecek kadar güçlüyüz” imajını vermek amacı da mümkündür.
“Onursal Başkanın zor durumdaki kulübü maddi-manevi sahiplenmesini sağlayıp, yitirdiği itibarının ‘Kurtarıcı’ olarak iadesi için organize edilmiş olması da akla gelebilir...”
Bence ilginç bir gösteri bu... Sebebi ne olursa olursa olsun, bu açıklamanın ardından Ocak 2013 kongresine daha dikkatli bakacağım. Bakalım, bunu yapacak cesaret ve daha önemlisi, güç var mı Başkan Atilla Süslü de...
Bekleceğiz ve hep birlikte göreceğiz.

Yazının devamı...
Hem ayıp hem yazık etti
15 Ekim 2012

Sadece ben değil bir çok insanın aynı beklenti içinde olduğuna Maraton ve Gecekondu’nun doluluğu, kapalının iki yanındaki seyirci artışıyla tanık oldum.
Lig başından bu yana yenilse de futbol oynama çabasında olan bir grup gencin verdiği onur mücadelesi, hakettiği ilgiyi nihayet görmeye başlamıştı.
İçimden, “İşte 1980 ruhu, Ankaragücü Ruhu döndü” diye geçirmeye başladım.
Ankaragücü’nün Bucaspor ile oynadığı lig maçı, bir çok meslektaşımızın ilgisini çekmese de kamuoyunda derin bir merak ve heyecan uyandırmıştı.
Karşılaşmanın ilk yarısı, ellerindeki yanıcı maddeleri protokol tribününe atan seyircilerin polise muhatap oluşu ve bu arada Bucaspor’un attığı golün karambole gidişi ile sarı lacivertlilerin buna bir serbest atış organizasyonuyla cevap verişiyle geçti gitti.
Beraberlikle başlanan ikinci yarıda tam bir dram vardı. Hakem Deniz Çoban’ın başrolünde olduğu bir trajedi filmiydi bu...
Futbolu dağda bayırda kaybetti
Bu Çoban’a hakem düdüğü verenler, “futbolu, dağda bayırda kaybedeceğini” de hesaplamalıydı.
Maçın kontrolunu elinde tutmayı başaramayan hakem, Buca’nın öne geçtiği ikinci golün penaltısını televizyondan izlese, “Yok artık... Yuh artık...” derdi herhalde. Değil vurma veya çarpma, rakibine dokunmadan kayıp giden bir kalecinin hareketi, Patagonya Cumhuriyeti’nde bile penaltıyla cezalandırılmazdı. Buna penaltı verebilmek için, kuralları değiştirip, “Kaleci rüzgarını” 10 kusurlu harekete eklemek gerekirdi.
Peki olmayan penaltıyı verdin, neden kaleciyi kırmızı kartla atamadın? Öyle ya, mutlak gol şansını engelleyen bir hareket olmalıydı 17 yaşındaki kaleci Gökhan Akkan’ın yaptığı. Ama değildi.
Hem penaltı değildi hem de haksızdın. Bu nedenle sarıyla geçiştirdin.
Buca’nın dördüncü golü, “Adam boyu ofsayt” idi. Bunu da yardımcınla birlikte sezemedin, göremedin, çalamadın...
Nefesin de yetmedi yüreğin de
Verdiğin yersiz, anlamsız ve de haksız penaltının birkaç dakika sonrasında Buca ceza alanında Gökhan’ı indirdiler, düdüğünü yuttun. Gözünün önünde oldu, çalmaya nefesin yetmedi; belki de yüreğin...
“Bunlar oldu da; niçin büyük itiraz gelmedi Ankaragücü takımından?” diyebilirsin...
Bu çocuklar öylesine centilmen, öylesine futbol aşkı içinde oynuyorlar ki, bırak itirazı böylesine bir haksızlığa uğradıkları için öfkelenip, rakibe tekme bile atmadılar.
Gol yediler, oynamaya çalıştılar. Bir daha yiyip, ardından yine oynama çabasına girdiler.
Beş oldu, Ankaragücü takımı hala pas yaparak, rakip kaleye gitme ve gol bulma çabasındaydı.
Hakem, sezonun modası, “Ankaragücü’nü doğrama” dizisine kötü karakter rolüyle adını yazdırdı.
Ayıp etti Deniz Çoban... Ve de yazık etti.
Hem futbola hem de futbol delikanlılarının alın terine...

Yazının devamı...