(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Sezai Bayar" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Sezai Bayar" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Sezai Bayar

YÖK nereye koşuyor?
6 Nisan 2007

1980 darbesini yapanlar bir çok kurumun üstünden buzdozer gibi geçtiler ama bazı yeni kurumlar da ortaya çıkarmadılar değil yani.

Gerçi sayısı çok değil ancak YÖK onlardan biri ve başta geleni.

Belki de yaptıkları en hayırlı işlerden biriydi bu.

Batıda vardı. Bizde yoktu. Üniversitelerimizi zapt-ı rapt altına almak, düzene sokmak ve batılı anlamda yani özerk, bağımsız araştırma kurumları yapmak gerekiyordu.

Yasa da bu amaçla hazırlandı.

Tabii oldukça katı bir yasa.

Tam demokratik değil.

Fakat nedense kimse değiştirmek istemiyor.

Herkes eleştiriyor ama değiştirmeye, islah etmeye gelince herkes kaçıyor.

Tabii, eleştiriler koltuklara oturuncaya kadar.

Sıcak geliyor oturdukları koltuk.

Üstelik rahat da.

Tıpkı en çok şikayet edilen askeri anayasanın değişmemesi gibi...

Tıpkı hergün yerden yere vurulan Siyasi Partiler ve Seçim Yasaları gibi...

YÖK Yasası da şu anda yürürlükte ama başkanı da rektörleri de "istemezük" boyutuna girerek "TBMM  367 artı 1 ile toplanmadan cumhurbaşkanı seçerse anayasa ihlal edilmiş olur" fetvasını kamuoyuna açıkladı.
Yani Yargıtay eski Başkanı Sabih Kanadoğlu'nun "fetva"sını ısıtıp piyasaya sürdü.

Gerçi YÖK Başkanı Erdoğan Teziç bir anayasa profesörü, bu konularda uzman ama acaba zamanı mı, zemini mi, yetki alanımı, değil mi bu tartışılabilir.

Bir kere YÖK taraf olmuş.

Ne zaman?

Cumhurbaşkanı Necdet Sezer ne zaman ki YÖK Başkanını atadı, o gün bugündür başkan Teziç iktidar ile kavgalı.

Yani icra ile kavgalı.

Şimdi de icranın başı olan kişinin daha adaylığını dahi açıklamış değil ama Çankaya'ya çıkmasına ket vurmak istiyor.
Üniversiteler bilim yuvaları...Görüşleri tabii ki olacak. Tabii ki onların da anayasal hakları var. Tabii ki demokratik kurumlar, riskli dönemlerde kendilerini hissettirmeliler.

Ama tarafsızlıkları kanıtlandığı zaman.

Ama icra ile kavgalı olmamaları şartıyla.

Ama kendilerinin tarafsızlıklarının "tartışmalı" hale gelmesinden önce...

Milli Eğitim Bakanı ile kanlı-bıçaklı ol.

Başbakan ile yüzyüze gelmekten kaç.

İcranın kararlarını uygulama…

Yani üniversite açılmasına karşı çık.

Yeni öğretim üyesi yetiştirmekten kaçın.

Kendi yasanı değiştirmekten imtina et.

Ama "istemezük" dönemi başlayınca sen de bir "fetva" patlat, olsun bitsin.

Olmadı hocam olmadı.

Giderayak diyet ödemek hakkın ama böyle olmamalıydı.

Siyaset sana bulaşmamıştı ama sen siyasete bulaştın...

Atanmışın, seçilmişe bulaşması budur işte.

Üstelik ucuz bir yoldur...

Yazının devamı...
En romantik ihtilal: “Ayışığında darbe...”
5 Nisan 2007

Amerika’nın ünlü ve etkili gazetesi Washington Post Türkiye’deki rejimi şöyle tanımlamış: “Ordu merkezli, yarı-otoriteryen bir siyasi sistem.

Nokta Dergisi, 29 Mart tarihli sayısında neler yazmıştı?

Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu öne sürülen notlar (günlükler) yayımladı.

Yani andıçtan sonra günlükler.

Peki o günlük, ya da notlardaki iddialar neyi kapsıyordu?

Bu notlarda, kuvvet komutanları ve jandarma komutanının AK Parti’ye karşı ‘Sarıkız’ ve ‘Ayışığı’ adlı iki ayrı darbe planladığı, ancak dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün bu girişimlere karşı çıktığı iddia ediliyordu.

Yani özetle ihtilal planları yapılmış.

Türkçesi bu.

Arkamıza baktığımızda çok partili sisteme geçişimizden bu yana üç darbe yapıldı.

1997’daki müdahaleye ABD yakıştırması ile “post modern darbe” adı verildiği için buna “tam porsiyon darbe” denilemez. Olsa olsa yarım darbe. Yani bugüne kadarki darbe sayısı 3,5 (yazı ile üç buçuk)

Bu kadar darbe çok mu?

Bence değil.

Ama benim kafamı karıştıran bugüne kadar planlanan darbelerin hiç birinin adı yoktu.

Ya da kod adı yoktu diyelim.

Ama AK Parti iktidara geldikten sonra planan darbelerin adı varmış.

Mesela Sarıkız ve Ayışığı gibi.

Sarıkız adını tuttuğumu söyleyemem. Kim düşünmüşse çok köşeli düşünmemiş. Yani paradoksal değil. Sarıkız ne demek? Gerçekten kız, yani sarışın kız mı kastediliyor, yoksa bizim bildiğimiz köy yaşamını yansıtan filmlerimizdeki değişmez hayvan isim Sarıkız mı?

Yani inek adı mı?

Bunu geçelim.

Gelelim ikinci isme.

Kod adı: Ayışığı

Yani “moonlight”

Tam yabancı gazete ve dergiler için biçilmiş kaftan.

İhtilalin adı bile mücessem...

Ayışığı İhtilali...

“The moonlight coup”

Bak, bak, bak...

Nerdeyse Washington Post’un manşetini attık sayılır.

Telif haklarımız saklıdır.

Eğer Washington Post adlı gazete aynı başlığı kullanırsa, telif haklarımızın tahsilinden Serdar Devrim sorumludur. (Kendileri bu gazetede dört yıldır köşe yazarlığı yapmaktadır. Denebilir ki en uzun soluklu internet yazarıdır. Hatta yazdığı yazıların sayısı açısından da rekorlara koşmaktadır. Dahası Guiness rekoru kırdığının farkında bile değildir. Sakın uyandırmayın onu...)

Gelelim bundan sonra ne olacağına.

Başbakan Erdoğan savcıların harekete geçmemesine kızmış.

Suriye’den uçakla dönerken mi, yoksa ayağını yere bastığında mı ne, “savcılar soruşturma açmalıdır” mealli laflar etmiş.

Böyle çetrefilli konularda soruşturma açmak kolay mı?

Şemdinli olayları hakkında iddianame hazırlayan Van Savcısı’na ne oldu?

Emekli olsa iyi, ihraç oldu meslekten ihraççç...

Başbakan demiş olmalı ki “Bir savcı daha ihraç olsa dünyanın sonu gelmez ya!”

Belki haklı.

Dünyanın sonu değil tabii.

Darbelerin sonu olsun ama dünyanın değil.

Soruşturma-moruşturma bir yana...

Şu Ayışığı İhtilali adını değerlendirmek lazım.

Bu ismi çok tuttum.

Güme gitmemeli.

Sarıkız adı ise ı-ıhhh...

İhtilal için çok banal...

Cahilce yani...

Yakşmamış...

Sarıkız İhtilali

Yok yok...

Bana başka şeyler çağrıştırıyor...

Tutmadım gerçekten...

Ya Ayışığı...

Bakar mısınız manşete:

“Turkish moonlight coup”

Ne romantik değil mi?

Ayışığında ihtilal yapmak...

Çok hoş ama..

Fevkaladenin fevkinde hoş...

Yazının devamı...
“Cum-baş toto” devam ediyor..
4 Nisan 2007

Sayısal değil, Şans Topu da değil.

Bu doğrudan cum-baş (Cumhurun başkanlığı) seçimi..

Ve toto oynar gibi tartışmalar köpürüyor.

Hatta 14 Nisan’da sokağa taşınacak köpükler...

Bilimum cumhuriyetciler, laikler ve de kendilerine ulusalcı aidiyeti hak görenler “istemezük” korosunda görev almışlar.

Tamam da neyi, kimi, neden istemiyorlar?

Bir kere Tayyip Erdoğan kesinlikle Çankaya’ya çıkmamalı.

CHP lideri Baykal’a göre bel fıtığına ters (!) gelir Çankaya yokuşunu tırmanmak...

Laik ve ulusalcı kesim bir şart daha ekliyor bu son duruma:

“Erdoğan ya da AK Parti’nin önerdiği biri bile olsa Çankaya’ya çıkmamalı...”

Yani zihniyet yasağı konuyor.

Tabii zihniyet ve beraberindeki niyet okunuyor.

“Zih” de biliniyor, “niyet” de.

Oysa Anayasa'ya göre çoğunluk elde etmişsin. Seçim kazanmışsın. Anayasa’nın amir hükmüne göre TBMM içinden birini seçme hakkın var.

Ama bu hakkı kullanmayacaksın.

AK Partili bir milletvekili bile olsa Çankaya köşküne taşınamaz diyor ulusalcı arkadaşlar. (NTV’de Yorum Farkı programında bunu açıkca söyleyen Emre Kongar hoca ve şair, hatta uluslararası şair Özdemir İnce’nin son yazısı:4 nisan 2007)

Hatta beyin okuma yöntemini keşfettiğinden kuşkulandığım şair İnce, işi daha da ileri götürmüş yazısında. Cumhurbaşkanının TBMM dışından biri olmasını istiyor.

Bunu da açıklıyor.

Bir diplomat olabilirmiş bu kişi. Aklıma hemen CHP mebusu Şükrü Elekdağ geldi. Cuk oturur bu portreye.

Veya yüksek yargı organlarından bir görevli veya emekli bir mensubu olabilirmiş.Bu alanda da bol bol CHP eğilimli aday vardır umarım. Ben seçim yapıp işleri karıştırmış olmayayım.

Yine İnce’ye göre bir yazar dışardan cumhurbaşkanı yapılabilirmiş. Bence de uygun. Laik, ulusalcu, milliyetci (Ama CHP milliyetcisi olacak, MHP veya DYP’li milliyetcilerle karıştırılmasın sakın) bir yazar Çankaya’ya yakışır. Dilimin ucuna kadar geldi aday adı ama yine mikserlik yapmayayım.

Özdemir İnce’nin olası adaylarından sonuncusu sanatcı.

Bir sanatcı cumhurbaşkanı seçilebilir.

Kesinklikle katılıyorum. Sanatçı eksiği vardı Çankaya kadrosunda. Bu açık süratle kapanmalı. Fırsat bu fırsat. Yedi yılda bir oluyor bu. Hemen değerlendirmeye almalı.

Evet gelelim 14 Nisan’da Ankara Tandoğan meydanında miting var:

“Erdoğan ve de AKP’li bir kişiyi Çankaya’ya istemezük mitingi”

Bu mitinge çağrılar yapılıyor.

Başbakan Erdoğan mitingi soran gazetecilere verdiği yanıtta kızdığını belli etmiş:

“Onlar da yollarına devam edecek, bizler de..”

Onlar ve bizler.

Bizler ve ötekiler.

Yani taraflar belli.

Belli ama Anayasa’daki hükümler daha belli.

Bu Anayasa yürürlükte ise neden uygulanmasında maraza çıkarılıyor.

Maraza çıkarılıp yok farzediliyorsa neden sık sık “Anayasamıza göre...” deniyor.

Sanki ağızlardaki baklanın ıslanmadığı sanılıyor.

Bal gibi ıslak baklalar...

14 Nisan günü, geliyorum diyen bir miting var...

Oyun ilerliyor.

Zaten bir yazar arkadaşımız “Mitinge katılın.Biz de varız demek için belki de son fırsatınız olacak” demiş.

Oyun sona yaklaşıyor.

Sıra galiba “gelgel”lerde...

Yazık... Hem de çok yazık...

Yazının devamı...
Türkü çığırmak lazım (!)
3 Nisan 2007

Haftalardır yazacağım bir türlü sıra gelmedi.

Ya da siyaset yüzünden denk düşüremedim.

Ya da kafa karışıklığından.

Show TV’de yayınlanan “Şarkı Söylemek Lazım” adlı yarışma programı son günlerde beni çileden çıkaran tek yarışma desem yeridir.

Yarışmacılar ayrı...

Sonucular ayrı...

Juride ayrık otu gibi duran kişi ayrı.

Ayrık otu bile değil adam “çıkıntı”...

Oray Eğin’den bahsediyorum. Gazeteci sıfatıyla juride görev almış. Akşam Gazetesi köşe yazarı. Hem meslekta 12. yılını doldurmuş..

Kusura bakmasın ama biz atlamışız bu değerli, esprili, velud arkadaşımızı...

Yeteneklerini görememişiz.

Dünya görüşünü algılamaktan geri kalmışız.

ABD’de aldığı eğitimi ıskalamışız.

Ortalama zekâlılarla işi olmadığını farketmemişiz.

Bir kere müzikten anlamadığını itiraf etmiyor.

Juri masasında kendine ayrılan yerin “uzmanlık” alanı içinde kalmadığını farketmiş bile değil.

Koreografi bilgisi desek nanay.

Kıyafet, ya da modadan anlıyor desek, şekilde görünen endamı baştan sona faul.

Ama tutturmuş, yarışmacıların kıyafetlerinin kötü olduğuna yükleniyor.

Mesela Hilal Özdemir - Körmükçü çifttinin ilk geceki kıyafetlerini “varoş esvabı” gibi yorumlayınca, karı koca yarışmacılar bir sonraki geceye “Varoşlarda yaşayan halkımızın giydiği gerçek kıyafetler bunlar. İşte şimdi varoş kıyafeti ile geldik ve bununla yarışacağız” deyip yarışmaya devam etmezler mi?..

Ederler.

Bundan daha âlâ, bundan daha ağır yanıt olur mu?

Olmaz.

Ama nerde... Adam gülüyor bu sarkastik yanıta ve tavra karşı.

Pişkin bile denemez.

Açıkçası uyuyor..

Birisi de çıkıp “Hey uyan da, balığa çıkalım” demiyor yazar kardeşimize.

O durumda hâlâ yazıyor olmalı...

Yazı değil tabii kıyafete takmış bir kere.

Bir de çok anladığı belli. Kendisinin dışında juride görev alan müzik dehâlarına, şarkıcı ve devlet sanatçısı olmuş üyelerin yüksek notlarına karşı, yarışmacıları gıcık etmek için olsa gerek düşük not verip “çapak”lık yapmayı tercih eden bu yazarımızı kimse uyarmıyor mu diye düşünmeden edemedim.

Etseler ne olacak ve ne değişecek ki?

Adam sadece yarışmacılara taksa iyi, juri üyeleriyle de kavga ediyor.

Salona gelen eski juri üyeleriyle de boğuşuyor.

Hatta sunucuyla takışıyor.

Yarışmanın formatında varsa bilemem ama meslek adına üzülmemek mümkün değil.

Böyle format olmaz olsun. Zaten itibar yitiren ve seviye kaybı ile kamuoyu yoklamalarında dibe vurduğu ortaya çıkan meslek itibarının daha fazla erozyona uğraması herkesi kara kara düşündürmeli. Hatta basın meslek kuruluşlarını da...

Daha önceki “Buzda Dans “yarışmasında juri üyeliği yapan Ayşe Arman’ın iki kelimelik ingilizce hatasını günlerce ti’ye alan haber portalları ve magazin basını, nedense Eğin soyadlı yazar arkadaşımızın tutumuna hiç değinmedi. Yaptıklarını nerdeyse onaylar gibi bir tavrın içine girdi. Oysa her şey ortada. Her “çıkıntılık” yaptığı olayda ağzının payını almasına rağmen, her seferinde gazetecilik mesleğini öne çıkaran, bu mesleği paravan yapan yazarımız, nedense gazeteciliği yücelttiğini sanıyor.

Ama önemli değil.

Yarışma sürüyor.

Duracak hali de yok...

Yazının devamı...
Nasıl geçti habersiz o güzel yedi yılım...
29 Mart 2007

Ahmet Necdet Sezer’li yıllar...

Yedi yıl önce, yedi yıl sonra...

Şaibesiz, seviyeli, örnek.

Devam edelim

Dürüst, yalın, sade...

Yine devam...

Sessiz, sakin, kendi halinde...

Dahası, gülmez, konuşmaz, hatta abus kıvamında...

Ama ciddi... Fazlasıyla...

Biraz “ağır abi” figürü hakim...

Sosyalliği sınırlı ya da biz keşfedemedik...

Rengini sorarsanız...

Siyah ve beyaz arası. Ne siyah, ne beyaz.

Renksiz sayılmaz..

Yani gri...

Dış dünyaya kapalı geçen son yıllar. Son iki yılda dış gezilerde hız var.

İç gezileri hatırlayan çıkmaz.

Davetlerde, açılışlarda görünmez. Ya da bizdeki körleşme fazla...

Sanatcılara yakın mı, uzak mı?

Pas geçelim...

En azından Nobelli tek temsilcimiz Orhan Pamuk’u Köşk’e çağırmadığını biliyoruz.

Köşke davet abartılı geliyorsa, en azından tebrik mesajı?

Yok. MSN atmış mıdır? Hiç açıklama yapılmadı bu yönde.

Köşke kabul ettiği tek gazeteci: İlhan Selçuk (Cumhuriyet)

Sevdiği TV’ler ve programlar: Kanaltürk

Programın adı: Siyaset Durağı. Konuşanlar: Cüneyt Arcayürek (Cumhuriyet
Gazetesi aktif yazarı-aynı zamanda bir önceki Cumhurbaşkanımız Demirel’e danışmanlık yaptığı dönemdeki tartışmaları kitaplaştıran gazeteci-yazar )

Kanaltürk’ün diğer konuşanı: Tuncay Özkan (Cumhuriyet eski muhabiri- TV’ci ve en zengin gazeteciler arasında ilk beşte yer aldığı söyleniyor)

Diğer sevdiği TV: Başkent TV. Prof.Dr. Mehmet Haberal’ın Üniversite kampusü içinde eğitime yönelik değil, daha çok siyaset odaklı yayın yapan kanalı.

Sevmedikleri: Rahmetli Bülent Ecevit. Eski Başbakan. MGK toplantısında okusun diye Anayasa fırlattığı siyasetci. Keza o dönemdeki Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan.

Mesut Yılmaz’ı sevdiği söylenemez. Keza Devlet Bahçeli’yi de.

AKP döneminde seveceği tek kişi çıkmadı. Ama Anayasa fırlatma olayı yaşanmadı.

TBMM’den çıkan tüm yasalar pertavsızla esaslı biçimde incelemeye alındı. Kimi geri gönderildi, kimi iptal istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü.

Atamalar: AKP’nin tüm bürokrat atamaları detaylı biçimde incelemeye alındı. Hatta eşlerinin başörtü ve türbanlı olup olmadıklarına bakıldı, geçmişleri araştırıldı, bir kısmı geri çevrildi, geri kalanların nerdeyse tümü “vekil” sıfatıyla göreve getirilmek zorunda kaldı. Üst derece bürokratlardan tek tük “asil”e rastlasak da, vekil dönemini ilk defa yaşadık.

İyi ki yaşadık. Yoksa bir boşluk olmuştu bürokraside. Öyle her gelen “asil” atandı da ne oldu geçmiş dönemde yani?

Devlet Bakanı Ali Babacan’dan hoşlanmadı. Bir kabulde herkesin önünde (yabancı misyon dahil) azarladı.

Keza Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de yakın muameleye ramak kaldı...

Laik kesimin iddiası: Sezer, 7 yıl boyunca rejimin teminatıydı. Ah bir 7 yıl daha orada kalsa.

Benim iddiam: 7 yıl boyunca askerler yani gelmiş geçmiş tüm genelkurmay başkanları ve komutanlar, rejimi koruma kararlılığını gösterdiler. Cumhuriyete sahip çıktılar, çıkmaya da kararlılar.

Ulusalcı laik kesimden “Neden” sorusu hemen geldi.

“Neden neden?”

Şundan: 1960 dahil tüm ihtilal ve müdahaleler, Çankaya’daki cumhurbaşkanlarına rağmen yapıldı. Hiç bir müdahale Köşk’teki cumhurbaşkanlarını oradan indirmek için değil, iktidardakileri yani rejimin gidişatını tehlikeye soktukları iddia edilen siyasetcileri silmek, tırpanlamak, bazen de hapse atıp cezalandırmak için (1960 ihtilalinde tüm DP milletvekilleri hapis cezasına çarptırılmıştı) gerçekleştirildi.

O halde...

Sezer 7 yıl daha Çankaya’da kalırsa (ki mevcut Anayasa buna izin vermiyor) rejim her dem teminat altındadır şeklindeki ulusalcıların “kaskosu” geçerli olmayabilir.

Üstelik “Sezer’i nasıl bilirdiniz?” sorusuna aradığımız yanıtların bir kere daha

incelenmesinde, gözden geçirilmesinde ve irdelenmesinde yarar görülür.

Bakınız: “Nasıl geçti habersiz, o güzel yedi yılım...

Yazının devamı...
Protestolar kötü...
29 Mart 2007

İktidarlar ilk başlarda, yani cicim aylarında acemilik yaşar.

Koltuklara yeni oturmuşlardır.

Kısa sürede koltuklara yayılırlar, babalarının malıymış sanırlar...

Isıtırlar da bir süre sonra.

Sonra daha da yayılırlar.

Bir süre sonra kendilerine ait bir çok koltuk olduğunu farkederler.

Bu koltuklara da yakınlarını oturtmaya başlarlar.

Kadrolaşmanın raconudur bu.

Önce kendi yakın akrabaları veya onların tavsiye ettiklerini...

Sonra parti üst yönetiminin gönderdiklerini...

Sonra da il yönetimlerinden gelen taleplere göre koltuk tevziatını yaparlar.

Zor iştir kadrolaşmak. Ucu bucağı yoktur koltuk ve sandayle bekleyenlerin...

Sonunda oturacak yer kalmaz ama iş ve kadro isteyenler bitmez...

Ayakta da çalışırım, yeter ki devlette bir kapım olsun” diyenlere sıra gelir...

Tabii “seçmene yaranmak” zor bir zenaat.

Kadro kurmak kolay da herkesi tatmin etmek aynı derecede kolay değil.

Muhakkak kırılanlar, darılanlar, küsenler hatta düşman olanlar çıkar.

Ama yapacak şey yoktur artık.

Siyasette, dahası iktidarda iken zaman akıp gider...

Bir bakarsın ki dört yıl geride kalmış.

Gidip de gelmemek var” dönemi başlamıştır bile.

Bir yıl kalmıştır seçimlere..

Ya da daha az..

İşte bu anda yeni bir telaş başlar...

Ve de korku...

Ya kaybederlerse ben ne yaparım?” sorusu kafalara takılır...

Sonra kimileri “nasılsa yakında giderler” diye iktidardakilere, yani büyük koltuk sahiplerine, yani bakanlara tepkilerini arttırırlar..

Son günlerde Maliye ve Sağlık Bakanının yaşadıkları gibi..

Protestolar başgösterir ufak ufak.

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’a katılacağı toplantıya girerken mısır atarlar Bursa’da... Sağlık Bakanı’nın da protesto ederler.

Ama aldırış etmemek yani pişkin olmak lazım gelir bazı hallerde.

Maliye Bakanının yaptığı gibi.

Kendisine mısır atanlara kızmaz Unakıtan.

Oysa protesto malzemesi olan mısırın seçimi sembolik anlam taşır. Yani oğluna, mahduma yapılan mısır kıyağını hatırlatmak içindir bu mısırlı protesto.

Ama baba Kemal Unakıtan, yani bakan aldırış bile etmez: “Yazık değil mi mısırlara. Öyle gelişi güzel atmanın yeri mi? Cami avlusundaki güvercinlere atın, sevap kazanırsınız” mealinde yanıt verir tv muhabirlerine.

Böyledir siyaset...

Zaman daraldıkça protestolar bilin ki artacaktır.

Demirel’e ilk taş atıldığında “Beni halkım bana taş atmaz” demişti ama öylesine protestolar oldu ve taş yerine malzeme öylesine çeşitli hale geldi ki, devrin Başbakanı Demirel bile şaşmış kalmıştı bu işe.

Hele Ecevit’in, rahmetlinin başına gelenleri hatırlamamak mümkün mü?

Rahmetliye 1974’lerde kurşun sıkanlar - Niksar-Şiran Erzincan olayları - son dönemde (2001) başbakanlığın önüne gelip hesap makinasını fırlatmadı mı?

Evet halk budur.

Halk her zaman haklıdır.

İktidarlar önce alkışlanırlar.

En sonunda ise yuhalanırlar.

Peki bunun ortası yok mudur?

Vardır elbette...

Ama ne iktidar, ne de halk ortasını hatırlamaz.

Nedeni şudur: Siyasetçiler, alkışlandıklarında devamlı pohpohlanacaklarını sanırlar.

Yani yaptıkları herşeyin doğru olduğuna inanırlar.

Halkın hoşlandığını sanırlar.

Oysa kazın ayağı hiç de öyle değildir.

Halk iktidarlardan bıkar.

Aynı yüzlerden sıkılır.

Halk değişikliği sever.

Seçmen bu belli mi olur.

Sandıkta şaşırır ama protestoda asla...

 

Yazının devamı...
TBMM’nin fenomenleri...
28 Mart 2007

Her dönemde “münferit” milletvekili davranışlarına tanık oluruz.

Aslında iyi bir araştırma yapılsa, TBMM zabıtları ile gazete haberleri iyi taransa enfes bir “soft” roman çıkabilir...

“TBMM romanı...”

Neyse ki, bu münferit olaylar, kendisini ortaya koyan şahıslar, uçuk-kaçık davranışlar TBMM’nin itibarını sarsıcı nitelikte olmaz ve o boyuta da ulaşmaz.

Demokratik sistemlerde, tüm parlamentolarda görülen ve yaşanan olayların bizde de “tezahür” etmesini yadırgamamak gerekir.

Meclis’in çok çalışanları da olacaktır.

1965 sonrası Adalet Partili Reşat Özarda gibi...Yani hemen her gün yazılı ve sözlü önergeleriyle rekor kıran bir milletvekiliydi Özarda.

Hemen hergün iktidarın açığını belgelerle ortaya çıkartan ve basın toplantılarıyla bunu kamuoyuna duyuran CHP’li Celal Kargılı gibi “toplantı rekortmenleri” de vardı eski meclislerde.

Beş yıl boyunca kürsüye çıkıp tek kelime konuşmayanları da...

Tabii çıkardığı kavga ve yumruklarıyla kendisini kanıtlamaya çalışanları da vardı..

Adalet Partisinin en kavgacısı Ekrem Dikmen gibi.

Kürsüye çıkıp konuştuğunda, yerden yere vurduğu iktidar partisi milletvekillerini dahi güldüren, düşündüren bir Osman Bölükbaşı da bu meclislerden gelip geçti.

Demogoji üstadı rahmetli Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu da...

CHP’li Çoşkun Kırca kürsüye çıkınca derin bir sessizlik ve huşu içinde onu dinleyenlerin pür dikkat kesildiği oturumları unutmak mümkün mü?

Ya da Çetin Altan’ın polemiklerini, TİP Lideri Mehmet Ali Aybar’ın kürsü hakimiyetini...

Son TBMM’de de kimileri 4 yıldır birşeylerle kendilerini kanıtlamaya çalışmadılar mı?

Kendisini göstermek, belki de “farkındalık” yaratmak için kimi milletvekilleri
de bazen paparazziliğe, bazen hafiyeliğe, bazen de “uyuşturucu müşteriliğine” soyundular bu mecliste.

Misal AKP Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez’in yaptığı gibi.

AKP Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez, aylar önce yine bir gece yarısı Çocuk Esirgeme Kurumu kız yurtlarından birine baskın yapmıştı. Kız yurdunda gece yarısı “yoklama alan” milletvekili gece yatmak için yurda gelmeyen genç kızların “fuhşa sürüklendiğini” ortaya çıkarmış (!) ve kadından sorumlu devlet bakanı Nimet Çubukcu’yu güya güç duruma düşürmeye çalışmıştı.

Çömez’in daha sonra AK Parti grubunda yaptığı konuşmalarla dikkati çekmeyi başardığını, bu nedenle zaman zaman arkadaşları tarafından “çıkıntılık” yapmakla suçlandığını hatırlıyoruz.

Hatırlıyoruz ama Turhan beyi tutana aşkolsun.

/images/100/0x0/55ea9086f018fbb8f8883f22Yerinde duracak gibi değil mebusumuz.

Siyasette soyadı gibi “çömez” olmadığını kanıtlamak için olsa gerek, Turhan bey bu kez uyuşturucu sorununa el atmadan edemedi. (yanda)

Bunu gerçek “yurtseverlik” görevi saymış olmalı.

Sonradan adı “ 4.Murat Operasyonu” yakıştırmasına yol açan eyleme geçmeye bir gece yarısı karar verdi.

Tabii Osmanlı dönemi nostaljisi yaşatmayı kafasına koymasa da, belki de bilmeden ve isteneden Sultan 4 Murat gibi tebdil-i kıyafet ederek Istanbul’un uyuşturucu merkezi olarak bilinen semtlerinden Gaziosmanpaşa’da esrar satan gençler avına çıktı.

Esrar satan torbacılarla yaptığı pazarlığı ve satın aldığı esrarı polise bildirip ikinci kez aynı semtte, aynı torbacıdan esrar alan Çömez sonunda operasyonu tamamladı.

Yani polisin bildiği, hergün önünden geçtiği ahval-i adiyeden telakki edilen bir olayı gün ışığına çıkardı.

Torbacı genç yakalandı, gözaltına alındı, adliyeye sevkedildi.

Hayri Firikye adlı genç torbacı, olay anında alkollü olduğunu ve hiç bir şey hatırlamadığını söylese de yakayı kurtaramadı

Firikye, Nöbetçi 2.Sulh Ceza Mahkemesi’nce uyuşturucu satıcılığından tutuklandı.

Şimdi gelin de derin derin düşünmeyin.

Gelin Çömez’in bu dahiyane buluşu (!) nedeniyle gelip geçmiş TBMM’lerde görev yapan eski mebusları hatırlamayın.

TBMM’nin stand-up’cıları da olmuştu.

Komedyenleri de...

Önerge rekortmenleri de vardı, yanar dönerleri de...

Pişkinleri de çıkardı, kavgacısı da...

Hatta TBMM’nin bir tane dahi olsa katil milletvekili bile vardı...

Bütün bunlara rağmen TBMM’nin itibarı zedelenmedi...

Zaten onların amacı da “zedelemek” değil, adlarını bir biçimde duyurmak istemelerine dayanıyordu...

Duyurmanın değişik biçimdeki yollarını arayıp bulmuşlardı kendilerine göre..

Özetle, renkli kişilikleriyle ön plana yani vitrine çıkmış nice milletvekillerinin yaptıklarından son derece etkili “soft” yanı ağır basan bir roman yazılabilir...

Hatta film senaryosuna dahi dönüştürülebilir.

İsabetli olur mu dersiniz? Turhan Çömez

Yazının devamı...
Ankara Müzik Festivali ve düşündürdükleri...
27 Mart 2007

TC’nin başkenti olan Ankara’da uluslararası müzik festivalini düzenlemeye çalışan Sevda Cenap And Müzik Vakfı’nın 24 yıldır sürdürdüğü çabada görüldüğü gibi eğer ‘devlet destekli’ organizasyona güvenirseniz, ne kadar iyi niyetle yola çıkarsanız çıkın bir yerde tıknefes olabilirsiniz.

Eğer tek başınıza, kendi imkanlarınızı seferber ederek uluslararası alanda ülkenin adını duyurmak, Türkiye’nin tanıtımına katkıda bulunmak, kaliteli, vizyonlu etkili işler yapmak, aynı zamanda halka kültür ve sanatı taşımak istiyorsanız bu kez nefesiniz hiç yetmeyebilir.

O takdirde ya kaliteden taviz vereceksiniz, ya da aynı çizgiyi sürdürebilmek için vizyonuzu daraltacaksınız.

Bu açıdan bakılınca And Vakfı 24 yıldır çizgisinden sapmamış.

Sapmamış ancak giderek duvara dayanmaya başlamış.

Belli ki sıkıntıları aşmakta güçlüklerle karşı karşıya.

Peki neden?

Nedeni Ankara’da her geçen yıl, festival için gerekli destekçileri bulmak zorlaşmış.

Para ve peşinden gönülden destek azalınca şevkler de kırılmaya başlamış.

Nitekim TC. Merkez Bankası yıllardır festivalin sponsoruluğunu yapmış.

Tabii böylesine bir destek vakfın yöneticilerini her zaman heyecanlandırmış, bu duygular hemen her geçen yıl giderek doruğa çıkmış.

Ammaaaa...

Aması şu: Ülkenin başkenti olursanız, siyasetin göbeğinde yer alırsanız olacağı bu.

Sanat ve kültüre de sonuçta politika bulaşır.

Keşke bulaşmasa ama maalesef kötü bir alışkanlık bu.

Merkez Bankası yöneticileri işin başında uluslarası festivali destek kararı alır.

Bu iyi bir karardır. Yıllarca sürer. Ama iktidarlar değişir. Dahası yöneticiler de değişir ve sonuçta bakarlar ki ‘Bizden öncekiler sponsor olmuşlar ama biz olmayalım’ diyebilirler.

Keşke demeseler. Yani Merkez Bankası Kurum ise kurumluğunu gösterse. Yani kararlar kişilere bağlı olarak değişmese.

Ama değişmiş. Yeni üyeler, çiçeği burnunda yeni yöneticiler - Merkez Bankası’nın - kararın devamına yanaşmamışlar ve musluğun suyunu kesmişler.

Sadece bununla da kalsa iyi.

İşe siyaset girince tabii ki And Müzik Vakfı bundan etkilenmiş. SCAMV (Sevda Cenap And Müzik Vakfı) yöneticilerini almış bir düşünce.

Organizayon yarıda kalacak değil.

Değil ama kendisinden önceki yönetimin desteğini Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek seçildikten sonra kesmiş durumda.

Bununla da bitmiyor.

Ankara burası.

İstanbul gibi para babalarının yaşadığı bir kent değil ki. Alacağı destek çoğunlukla kamu ağırlıklı. İktidarlara göre de değişebilir. Nitekim AK Parti yönetimi sırasında kamu banka ve kurumları da destek konusunda hiç de sıcak yaklaşmamışlar bu uluslararası boyuttaki festivale.

Başlangıçta programda yer alan ABD’den gelecek Minnesota Balesi, İsrail’den gelecek ünlü Kibbutz Modern Dans Topluluğu ve Avrupa Festivaller Birliği’nin orkestrası olan European Solisten programları ‘desteksizlik/parasızlık’ nedeniyle iptal edilmek zorunda kalınmış.

Durumu vakfın festival kurulu üyesi gazeteci-yazar Şefik Kahramankaptan ‘Ama sanmayın ki, festival programı zayıf. Hayır, bu iptallere rağmen değişik türlerden, yerli ve yabancı önemli solist ve topluluklarla gene ‘müzikli bahar’ yaşanacak Ankara’da… Red Priest gibi ilginç bir başkalaştırılmış barok programı, Aleksander Rudin’le Musica Vivo Orkestrası, BBC Korosu, ünlü caz kemancısı Jack Luc Ponty, Grammy adayı Karin Allyson, flamenko kralı Paco de Lucia, Abba Gold, Moskova Balalayka Dörtlüsü ve Kızılordu Solistleri gibi programlar yerli yerinde duruyor’ diye yazmış Andante Dergisi’ndeki yazısında.

Evet 23 yıldır kaliteden taviz vermeyen SCAMV, bu yıl da çizgisini sürdürmüş.

14. Uluslararası Müzik Festivali 4-30 Nisan tarihleri arasında gerçekleşiyor.

25 gün sürecek festival, Istanbul’dan ve Türkiye’nin her yanından gelecek müzikseverleri şaşırtacak yine.

Hatta Merkez Bankası yeni yönetim kurulu üyelerini de...

Eğer festivale teşrif ederlerse...

Eğer boyunları eğik değilse...

Yazının devamı...