(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Selahattin Duman" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Selahattin Duman" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Selahattin Duman

İthal atasözü merakı
30 Mart 2016

Konuşmalarını yabancı kültürlerden alınma atasözleri ile süslemek.

Geçen haftanın spor vitrininde Beşiktaş Başkanı Fikret Orman vardı ve “Bir Kızılderili atasözü vardır” deyip lafı oturttu.

“Kartalı öldüren tüyleridir.”

Yayla atılan okun dibine, havada iyi süzülsün diye kuş tüyü takarlar. Kızılderili milleti de oklarına “hava olsun diye” zor bulunan kartal tüyü takıyormuş.

Oku yiyen kartal da “Beni öldüren tüylerimdi” diye inliyormuş.

Bu atasözünün benzeri bizde de var. Kesilen ağaç, belini kıran baltaya “Ne yazık ki sapı bendendir” diye laf sokar. O laf da atasözü olarak dağarcığa katılır.

Fikret Orman, Kızılderili tarzını daha çok sevmiş.

İTHAL HAVALIDIR
Eğer Dursun Özbek adamını bulup internete girseydi, “Kızılderili atasözleri” yazıp Google’ı tıklasaydı Fikret Orman’a cevap yerine geçecek birçok fiyakalı atasözü bulabilirdi.

Misal, yakında bitecek stadyumlarıyla mı övünüyor. Apaçi atasının söylediği lafı al, biraz değiştir, sana laf sokan başkana çarp.

“Son dere akmaz olduğunda, son ağaç kuruduğunda, son sığır açlıktan öldüğünde insanoğlu paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacak” diyen bir Kızılderili lafı var mesela.

O lafı istediğin gibi değiştirebilirsin. Cümlenin başını alır, sonuna da istersen “brokolinin yenmeyecek bir şey olduğu” yargısını eklersin, sağlıklı beslenme yanlısı doktorları apıştırırsın.

O atasözünü “Kombine biletin yenmeyecek bir şey olduğu” sözleri ile bitirirsen Beşiktaş Başkanı’nı susturursun.

Lakin yabancı atasözleri ile konuşmak kanımıza girdi bir kere. Bir İran atasözü, son mağdurumuz Reza Zarrab Bey’in başına gelenleri açıklar gibi oldu.

Türk-İran İş Konseyi Başkanı “Kavunu yiyen kabuğunda kayar” dedi. Atasözü biraz eksikli kaldığından herkes birbirinin yüzüne baktı. Kavunun kabuğunda niye kayarsın? Üstüne basarsın da ondan. Bu açıklama atasözünde olmadığından olaya şerbeti eksik kuru baklava havası verdi.

Kimse de bizim “Su testisi su yolunda kırılır” veya “Eşeği süren yellenmesine katlanır” laflarının ne eksiği vardı, demedi.

GAZLI SÖZLER
Atasözüne not verme işi bana ihale edilse, yerli atasözlerini en başa yazarım. Konu zenginliği ve ifade gücü bakımından eşsizdirler.

Tek kusurları, o sözlerin birbirini tutmamasıdır. Bizdeki ataların hemen her konuda farklı faklı görüşleri, dolayısı ile farklı sözleri vardır.

Atalardan birinin övdüğünü diğer zem eder. Birinin göklere çıkardığını diğeri yerin dibine sokar. Birinin yapma dediğine diğeri “Yap gitsin anasını satayım” diye gaz verir.

Evdeki kadın konusunda bile fikir birliğine rastlayamazsın. Atanın biri çıkar “Atlastan yama, her avrattan kuma olmaz” der. Çok karılı evliliklerdeki huzursuzluğu sonradan gelin gelen kadının üstüne yıkar.

Bir başka ata ortaya çıkar “Avradın iyisi tefçi, herifin iyisi bekçi” derken kadında hafifmeşrepliğin propagandasını yapmış olur, senin de ağzın açık kalır.

Bazısı da tam tersine, ciddiyet ister. “Oğlan hocasına, avrat kocasına gülmez” deyip noktayı koyar.

Kimisi kırk iki beden kadına meraklıdır. “Avrat lazım kalçalı, oğlan doğursun pençeli” diye kendi zevkini öne çıkarır. Kadından çok çekmiş başka bir atamız da “Üzümün iyisi taneyken, avradın iyisi neneyken” deyip kadın yaşlanmadıkça ondan hayır gelmeyeceğine dair bir hükmü, nokta niyetine koyar.

Yukarıdaki örneklere bakıldığında bizim atasözlerinin sorun çözücü olduğu değil, tam tersine “gaz verici” olduğu görülür.

Uzun lafın kısası, laf kavgasına girildiğinde bizim atasözlerine fazla güvenilmez. Sen bir laf edersin, hasmın başka bir atanın ağzından aldığı lafla seni vurur. Sonu gelmez bir durumdur.

Özellikle iki kişinin ağız dalaşına girdiği hallerde, üçüncü kişilere taraf olmamalarını tavsiye ederim. Tersini yaparlarsa kendilerine “Taş ile yumurta kavga etmiş, tavuğun gerisini şahit yazmışlar” dedirtirler.

(*) Yazarın notu: İki haftalık bir tatil süresi içinde ortalıkta görünmeyeceğim, keyfiyeti sevgili okurlarıma arz ederim.

Yazının devamı...
Halkın takımı mı? Saray takımı mı?
28 Mart 2016

Cehalet ön yargıdan beslenir.

 

Başka bir deyişle, bilginin olmadığı yerde boşlukları “ön yargılar” doldurur ki bu tespit bizim sosyal hayatımızın özeti sayılır.

 

Bizim tarihten anladığımız “vurma, kırma, yok etme, kodu mu oturtma” sözcükleriyle sınırlı “fütühatname” olduğundan, sıradan insanların hayatlarını tarif eden detaylar görülmez.

 

Bizde tarih fakülteleri vardır, bunların bünyesinde şekillenmiş “Tarihi Detaylar Enstitüsü” gibi akademik kuruluşlar yoktur.

 

Bu kuruluşların ilgi hayatına günlük hayata dair sıradan detaylar girer.

 

Bizde “Tarihi Detaylar Enstitüsü olmadığından geçmiş detaylı olarak bilinmez. 

 

Bu gerçek, geçmişi Osmanlı’ya kadar giden bütün takımlarımız için geçerlidir.

 

TARİH NE DİYOR

 

Şov dünyamızın en büyük gösterisi olan Muhteşem Yüzyıl gibi bir dizi yaptık.

 

Dizide vezirlerin, şehzadelerin, ulemanın başında bir tane kavuk göremedik.

 

Osmanlı sarayı ve yönetimi otuz altı tür kavuk kullandı, hepsi de beyazdı.

 

Dehşetli cehaletimiz bize dizide bir tane beyaz kavuk gösteremedi.

 

Onun yerine, yeni yetme tasarımcı kızların seçtiği parlak kumaşları başlarına “hamam peştamalı” gibi dolayan saray erkânını seyrettik. Ne yapan utandı ne seyreden.

 

Beşiktaş Başkanı’nın kendini saraylı ilân etmesi de dizi senaryosu gibi bir şey. Kısa hatırlatmalar yapalım.

 

Beşiktaş resmi kuruluş iznini devren padişahı İkinci Abdülhamid’den aldı. Kullanılan “Beşiktaş Jimnastik Kulübü” ismi faaliyet sahasının resmen tarif eder.

 

Kulüp futbola sonra merak saldı.

 

Ondan önce boks, güreş, keşşaflık (izcilik), eskrim, bisiklet gibi ferdi sporlarla uğraşıyordu.

 

Futbol, voleybol gibi takım sporları “toplu eyleme fırsat verdiğinden” hoş karşılanmıyordu.

 

***

 

Çocukluğumda Beşiktaş adının geçtiği yerde, yetişkinler “Arabacı takımı” diye birbirlerine takılırlardı.

 

Anlayamazdım.

 

Arabacı denince kafada canlanan görüntü “yükü odun veya kömür alan” at arabalarıydı.

 

“Halk” sözcüğünden de toplumun gelir düzeyi en düşük katmanları anlaşıldığından “arabacı takımı eşittir halk takımı” algısı öne çıkardı. 

 

Akranlarının “Arabacılar” takılmasına da “Evet, biz halk takımıyız” cevabı verilirdi.

 

SARAY MESELESİ

 

Biraz tarihe meraklı olanlar Osmanlı’da Beşiktaş semtinin vüzera mekânı olduğunu bilirler.

 

Özellikle Kanuni devrinde pek çok vezir konağını Beşiktaş’ta “kendisine ihsan edilen” boş arazilere kondurmuştur. 

 

Buradan “Saraylı olmak” sonucu çıkar mı?

 

Eh işte! Semtin böyle bir illiyeti var. 

 

Kanuni devrinde bu konaklardan birine hırsız girmiş.

 

Divan’da seyyar satıcıların günahı alınmış.

 

Müneccimbaşı Tarihi’ne göre öfkelenen Kanuni’nin çıkardığı ferman geri alınana kadar 831 seyyar satıcının kellesi gitmiş. 

 

Kimilerine göre “Beşiktaş’ın arabacı takımı olması” yine sarayın arabalarına dayanır. 

 

Osmanlı yöneticileri ve saray erkânı altı kişilik “Kâtip Odası” veya dört kişilik “Talika” denen arabalar kullanırlardı.

 

Tanzimat’tan sonra İstanbul’a Avrupa’dan Landon, Kupa, Fayton ve lastik tekerli Bato tipi arabalar geldi.

 

Araba imalatçıları kısa sürede bu modelleri taklit edip, üretimine geçtiler.

 

İmalathanelerinin çoğunu da Beşiktaş’ta kurdular. Alın size Beşiktaş’ın “arabacı takımlığına” bir tarihi gerekçe daha.

 

***

 

Dolmabahçe Stadyumu olan yerde eskiden Istlab-ı Amire adı verilen bir saray kuruluşu vardı.

 

Saray atları burada muhafaza edilir, arabaları burada tutulurdu.

 

Asalete meraklı olan bu bilgiyi de kullansın. Hepsi de takıma uymasa bile semtin geçmişine uyar.

 

Ancak takım adına asalet iddia etmeden önce tarihi ciddi şekilde didiklemek lazım.

 

Her kulağına geleni “Ben araştırdım” diye satarsan Çarşı haklı olarak karışır.

Yazının devamı...
Tıkma akıl yedi adım gidermiş
27 Mart 2016

Okuyacağına, altın bilezik yerine geçen üniversite diplomasını alıp adam olacağına, Microsoft’u yaratıp dolar milyarderi olan zat-ı muhterem.

Bana sorarsanız “hayırsız babaların” önde gideni. Sen 74 milyar dolar para biriktir. O devasa servetten üç çocuğuna sadece onar milyon dolar ayır.
Koca Bill Gates’in çocukları zenginlikte Bayrampaşalı Arda’nın bile gerisinde kalsınlar. O çocuklar günün birinde hayırsız babalarını “yastık boğması” ile cennet kayığına bindirirlerse ayıplamam.

 


* * *

 


Bu Bill Gates denen adamın aklı fikri “insana lazım olmayan” şeylerin peşinden gittiğinden, bir ara tutmuş “Chatbot” diye bir düzenek icat etmiş.
“Chat” yazılır “Çet” okunur, İngiliz lisaniyatında “Sohbet” manasına gelir. Dilimize “çetleşme” olarak giren bu sözcük, kız kardeşime temizliğe gelen Saliha’ya göre “çiftleşme” demektir.
Kanadalı gelini ile haylaz oğlunun peydahladığı çocuğu “internette çiftleşmişler” diye açıklıyor.

 


ADI YAPAY ZEKÂ

 


Sıfır maliyetli bir şeyi “internetin kıymetlisi” haline getirip, meraklısına beş-on milyar dolara satmak TÜSİAD’ı da aşan bir iş becerisi sayıldığından o yola gidilmiş.
“Chatbot” yani “Sohbet Botu” adı verilen düzeneğe “Yapay Zekâ” denmiş. Kısaltılmış adı ise “Tay” olarak tesmiye edilmiş.
Sen internet kullanıcısı olarak bu “Tay” ile tanışıyorsun, istediğin konuda sohbet ediyorsun.
Yalnızlıktan çatlama noktasına gelen, bir aspirin almak için girdiği eczaneden “sosyalleşme namına” yarım saatte çıkamayan Batı insanına göre bir uygulama.
Ana fikir ise “Tay” ile sohbete tutuşan müşterinin söyleyecekleri ile onu eğitmesi. Ne kadar çok konuşursanız “yapay zekâ” o kadar öğrenecek, bir sonraki sohbete daha akıllanmış olarak devam edecek.

 


* * *

 


Lakin işler böyle yürümemiş.
Bir bakmışlar ki yapay zekâ “Tay” kiminle sohbete tutuşursa ağzını bozuyor. Sadece belden aşağı yürümüyor. İdeolojik kategoride en geri ne düşünce varsa onu savunuyor.
Temsil, sen Naziler hakkında ne düşündüğünü soruyorsun. “Tay” sana “Hitler haklıydı, Yahudileri kesmek lazım” diye cevap veriyor.
Son zamanda kafasını Meksikalı göçmenlere takmış, lafı açıldığında aklına geleni saydırıyor.

 


UNUTULAN ŞEY

 


Bill Gates’in dâhileri programı “Neyi yanlış yaptık” diye didiklemişler, bakmışlar ki insanlığın temel değerleri programda yok. Kodlamayı unutmuşlar.
O yüzden de yapay zekâ “Tay” müşteriden neyi öğrendiyse onu doğru biliyor.
Misal sen “Tay” denen düzeneğin ağzına “79 şartı tamamlarsak Avrupa Birliği bizi içeri alıyor. Sen 32 farzı tamamla Rabbim seni cennetine alsın” diye bir laf veriyorsun.
“Tay” bunu tartışılmaz bilgi kabul edip, bir sonraki sohbetinde satıyor.
Yahut iptal ettiğin kredi kartı yüzünden bankanın seni her gün aradığını anlatıyorsun. “Tay” buradan; kredi kartınızı iptal ettirmeyin, banka içip içip kapınıza dayanır manası çıkarıyor.
Ben “Tay’ın” sohbetlerinde Türkçe kullanmadığına seviniyorum. Halbuki Türkçe önemli lisandır.
İmam Cafer-i Sadık’tan rivayet olunur ki Hazreti Âdem efendimize Cennet’ten kovulduğu, diğer lisanlardan yapılan tebligatı anlamazdan geldiği için Türkçe olarak tebliğ edilmiştir.
Eğer “Tay” dilimizi bilseydi, zıvanadan çıkması için yirmi dört saat fazla gelirdi. Sen “N’aber Tay kardeş?” diye sohbete girerdin. O sana “Sen kimsin ya!” diye saydırırdı.

 


* * *

 


Bill Gates’in yeni icadı olan “Tay” düzeneği, cehaletin kısa sürede yoldan çıkarılacağını ispatladı.
Ben yine de Türkçeyi iyi öğrettikleri takdirde yapay zekânın kendini geliştirebileceğine inanıyorum. Evlilik programlarına dadanan ‘Dede’nin kişisel gelişimi bana umut veriyor.
Torunu “Dede, sen evlenirken ninemden elektrik aldın mı?” diye sormuş. Dede “Almadım evladım” demiş ve açıklamış:
“Bizim zamanımızda gaz lambası vardı, beni gaza getirdiler.”
Eğer bu “Tay” düzeneği Türk insanı sayesinde dede kadar hazır cevap olabilirse insanlık kazanır. Hasılat da Bill Gates’e gider.

Yazının devamı...
Hoş geldiniz Bay Abdullah!
26 Mart 2016

Gündem ne zaman normalleşecek? 

Türkiye ne zaman normalleşirse, dünya ne zaman normalleşirse gündem de o zaman normalleşebilecek. Gazete yazarları da içinde şiddet olmayan yazılar yazabilecek.

 

* * *

 

“Canım elinizi tutan mı var? Yazın!”
Öyle olmuyor işte. Sen diyelim ki pazar gününün hafta sonunun en sakin günü olduğunu varsayarak tatil ruhuna uyan bir şey yazmak istiyorsun.
Ne bileyim, o hafta vizyona girmiş güzel bir-iki filmden söz etmek istiyorsun. Buna dair yazıyı yazıp teslim ediyorsun.
Eğer yazıişleri o günün şiddet gündemine kendini kaptırıp senin yazına dikkat etmezse ortaya acayip bir görüntü çıkıyor.

 


ALAY EDER GİBİ

 

İki yanındaki sütunlarda intihar bombacılarının aldığı canlar, fotoğraf karelerinde çocuklarına sarılarak ağlayan analar-babalar.
Babalarının tabutu önünde fotoğraf taşıyan çocuklar. Bayraklara sarılmış şehit cenazeleri. Onların yanında da kendi gündemiyle meşgul bir köşe yazarının yazısı, okuru zıvanadan çıkaracak bir alay metni gibi duruyor.
“Bu filmi kaçırmayın!”
İsteyerek zaten yapmazsın, kazaya gelirse okurun dayağını yersin. O yüzden icabını yapacaksın, zaman sana uymazsa sen zamana uyup acı verici de olsa gündemi izleyeceksin. Biz de onu yapıyoruz.
Belçika’daki katliamı yapanlardan biri, Türkiye’nin iki kez yurtdışına kovaladığı IŞİD bağlantılı terörist çıktı. Bizim cephede; bir kez ihraç edilen bir teröristin ikinci kez ülkemize nasıl girdiği konuşulmayıp “Biz uyarmıştık” havası estiriliyor.
“Demedik mi?” söylemi ile dürtüklediğimiz Belçika ise topu Hollanda’ya atıyor. İhraç edilen teröristler önce Amsterdam’a inmiş ya!
Teröristleri salan Hollanda polisi de kendini “Türkiye bunları niye ihraç ettiğini bize söylemedi” diye savunuyor.

 

* * *

 

Karşılıklı “laf cengi” yani “laf kavgası” devam ederken, araya giren Batılı köşecilerin risalelerinden öğreniyoruz ki bu haller normalmiş.
Çok ayıpmış ama Avrupa ülkeleri birbirlerinden istihbarat saklarlarmış. Bilgi paylaşırken gösterdikleri hasislik onlarca can bile alsa bu işler böyleymiş.
Fakat bu arada olan bize oluyor. Her kavgaya arabulucu olarak karıştıktan sonra “Yakası Yırtılan Tüfekçi Bekir” bizim ülke oluyor.

 


KRAL ABDULLAH

 

Şu Avrupa Birliği içinde “bize arka çıkar gibi yapan” bir Almanya var, onun muhalefeti de Başbakan Merkel’i topa tutuyor.
Efendim, Alaman’ın Tornedo uçakları Suriye’nin kuzeyinde uçup topladığı istihbaratı Türkiye ile paylaşmış mı? Paylaşmışsa Alaman hükümetinde hiç akıl yok muymuş?
Suriye’ye cihatçı ihraç eden Türkiye ile bilgi paylaşmak naiflikmiş, yani çocuklukmuş.
Alman muhalefetini Avrupa Birliği Bakanımız’a havale ediyorum. Patlatacağı bir Türkçe nutukla haklarından gelir inşallah. “Ey Almanya” diye bağırma sırası ondadır.
Ankara’nın asıl zoruna giden, Ürdün Kralı Abdullah’ın Amerika’ya gittiğinde arkamızdan konuşmasıdır. Obama’nın adamları ile gizli bir toplantıda halvet olan Kral Abdullah bizi suçlamış.
“Avrupa’ya giden göçmenlerin artması da teröristlerin çoğalması da Ankara’nın işleridir” demiş.
Bak şimdi! Halbuki Ürdün Kralı Abdullah’ın dedesi o kadar da ekmeğimizi yemişti. Nasıl mı?

 

* * *

 

Kral Hüseyin’in babası Tallal’ın akıl kayışı koptu, kafa boş dönmeye başladı. Tallal’ı kapıp apar topar İstanbul’a getirdiler. Ünlü deli doktorumuz Mazhar Osman’ın asistanı Profesör Dr. Fahrettin Kerim’e teslim ettiler.
Gönlü hoş olsun diye Yeşilköy’de bir köşkte tutuyorlardı. Tallal kendini hâlâ kral zannettiğinden her akşam bayrak töreni yapıyorlardı. Dönüp bize çakan Kral Abdullah da ölene kadar misafirimiz olan bu Tallal’ın torunudur.
Bu icraatı ile kendini “Ankara’nın canını sıkanlar” listesine yazdırmıştır.
Biz de bu sayede, dış politikada bir adım daha atmış olduk. “Kuru kaldım öldüm, sabunuma çatladım” denilen yere geldik.

Yazının devamı...
Eli mecbur, ötecektir!
23 Mart 2016

Türkiye’de canının istediğini yapabiliyordu. Misal, şimdilerde “yalı” olarak tesmiye edilen bir “sahil sarayı” alıp, Anıtlar Kurulu filan dinlemeden kafasına göre şekillendiriyordu.

Yahut kırk metrelik yatında kendisini ve muhterem eşi hanımefendiyi görüntüleyen magazin esnafından leşkerleri, karaya ayak basıldığında kıstırıp adamlarına dövdürüyordu.

 

* * *

 

Ne yaparsa yanına kâr kaldığından, bunun “yerli cinsten hukuk” ile bağlantısını kuramayıp “doğa kanunu” sanıyordu.
“Çok parası olana, arkası kuvvetli olana, bir de adı Rıza olana herşey mubahtır” diye yazıldığını sandığı o Türkiye’ye özgü doğa yasası Amerika’da işlemedi.
Rıza Sarraf nam ulaşılmaz yiğit Amerika’ya ayak bastığı anda karşısında FBI’ın adamları ile yerel polisi buldu. Apar topar tutuklanıp cezaevine kondu.

 


‘HOŞ GELDİNİZ’

 


Meğer Amerikan zaptiyesi, ille de FBI (Federal Polis), bir de şehla gözlü savcı Preet Bharara hacı bekler gibi Rıza Sarraf’ın yolunu gözlermiş.
Amerika Başkonsolosluğu için “Gitsin de tutuklayalım” niyetiyle Rıza’ya vize verildiği tevatürü İstanbul’da çıktı. Tutmuş ki herkesin dilinde.
Konuştuklarında, Amerika Başkanı Obama’nın bile neredeyse saygıdan esas duruş göstereceği şehla gözlü savcı Preet Bharara’nın niyeti niyet değil.
Maliyecilerin “cari açık” dediği bütçedeki deliği kapattığı varsayılarak bizde “ekonomi mücahidi” muamelesi gören Rıza Sarraf’a Amerikan hukuk sistemi “potansiyel dolandırıcı” gözüyle bakıyormuş.
Nitekim gözaltına alınır alınmaz avukat arandı. Amerika’nın en iyilerinden bir şirket Rıza’ya parası karşılığı arka çıkmayı kabul etti. Koşturup hâkime “kefaletle serbest bırakma” dilekçesi verdiler.
Hâkim mi aksiydi yoksa bir “ayakkabı kutusu” bulunup mahkemeye yetiştirilemediği için mi nedir bilinmez, talep reddedildi.

 

* * *

 

Savcı’nın şehla olmayan gözü de dönmüş olmalı ki bizim “ekonomi mücahidimiz” için tam 75 sene hapis cezası isteyecekmiş.
Amerikan hukuk sistemi sayı saymayı iyi bilir.
Bizimkilerin yaptığı gibi, ortalama bir suça 365 sene hapis cezası istedikten sonra adamı iki sene yatırıp tahliye etmezler. Yetmiş beş sene diyorlarsa yetmiş beş sene yatırırlar.

 

 

ANLAŞMA YOLU

 


Amerikalıların en canını sıkan şey açılan davaların ortaya çıkardığı masraftır. Adalet sistemi bu masrafı düşürmek için elinden geleni yapar.
Misal “kasıtsız adam öldürme” kategorisine giren ve “sanığın suçu kabul etmemesi” üzerine açılan bir cinayet davasının sisteme maliyeti iki buçuk milyon dolardır.
Diyelim ki cezası da yirmi dokuz sene olsun.
Sanığın avukatına anlaşma teklif edilir veya teklif avukattan gelir. (Onlar buna “işbirliği” diyorlar.) Sanık suçunu kabul eder ve o suça karışanları da ele verirse düşük bir ceza üzerine anlaşılır.
Yirmi dokuz yerine on iki yıl cezada anlaşırlar. Bunu hâkime söylerler. Hâkim de “işbirliği” olayını esas alıp üzerinde anlaşılan cezayı bastırır.
Rıza akıl edemese de pahalı avukatları “işbirliğini” akıl edecektir. Buna ihtiyaç olduğu da görülüyor. Zaten Rıza gözaltına alındığında FBI adamı “Bu operasyon birilerine mesaj olmalı” dedi.
Kılıcını Miami’den toprağa soktu, ucunu bizim memleketten çıkardı. Hep beraber “Haydaaa” çektik.
Ortağı Babek, hakkında verilen idam hükmünü ağlayarak dinlemişti. Rıza Sarraf da belli ki yolun sonuna geldi.
Bunu kendisi idrak etmese bile kuvvetli avukatları anlatacaktır. İşbirliği yolunu önereceklerdir.

 

* * *

 

Rıza Sarraf için artık iki yol var. Ya delikanlı tavrı gösterip mahkemede susacak, otuz üç yaşında girdiği cezaevinden Allah ömür verirse yüz sekiz yaşında çıkacak veya işbirliği yapacaktır.
Hukuki “işbirliği” lafının düz vites karşılığı şöyledir.
Kimlerden yardım gördüyse, buna karşılık ayakkabı kutusu yolladıysa tek tek isimlerini vermek. Tabii bir de lafı dolandırmadan suçu kabul etmek.
Bunları yaparsa altmışlı yaşlarında dışarı çıkar, Türkiye’deki parasının, tabii kaldıysa, tadını çıkarır.
Ben “Yüzde yüz konuşacak” ve ne kadar dostu varsa hepsini satacak derim.

Yazının devamı...
Derbinin galibi kim?
21 Mart 2016

Kan dökmek için her yolu deneyen teröre, barışçı insanların eliyle sıkı bir ders vermiş olacaktık.


Yazının sonunda söyleyeceğimi başında söyleyeyim de kafalarda “Öyle mi demek istedi, böyle mi demek istedi?” ikilemi yaşanmasın.
Galatasaray-Fenerbahçe maçının oynanmaması iyi olmadı. O maç ne pahasına olursa olsun oynanmalıydı?
Maç öncesinden gelen ihbarları da toplanan istihbaratları da ciddiye alıyorum. Mutlaka gerçeklik payı vardır ancak bütün Türkiye’nin odaklandığı bir etkinliği ertelemek çare değildir.


Hele bütün bir ülke “morali yerine gelmiş bir geri dönüş için” bu maçın coşkusuna bel bağlamışsa, ülkenin üzerine çöken kara bulutların bir nebze dağılmasını bu maçın coşkusundan bekliyorsa...


*  *  *


Ev sahibi Galatasaray’ın stadyumu da ortada duruyor. Maçtan önce o stadyuma girer, didik didik ararsın. Bir çakmak düşürülmüşse dahi bulursun.
Maçtan saatler önce stadyumun etrafını koca bir güvenlik çemberi ile çevirirsin. Gelenin üzerini ciddiyetle ararsan, fazladan bir de manyetik taramalardan geçirirsen içeriye tek kullanımlık tıraş bıçağı dahi sokamazlar.


“KENDİM ETTİM”


Maçtan sonrası için aynı “stadyum dışı güvenlik çemberini” dağıtmadan korursun ki gözünü karartmış terörist, sırtında bomba çantası ile aralarından geçip maç sonu kalabalığını bekleyemez.


Başı sonu belli metro hattı ve istasyonları da aynı sıkılıkta koruma altına alınabilir, sinek uçmaz. Ve bütün Türkiye’nin üzerine kilitlendiği Galatasaray-Fenerbahçe maçı da çatır çatır oynanır.


Türkiye’nin moralini yerine getirmesi beklenen bir futbol şölenine “kendine güvensizlik” yüzünden böyle bir damga vuruldu.
Vuruldu da ne oldu? Terörün yaratmaya çalıştığı korku atmosferini kendi elimizle, bizzat yaratmış olduk. Sanki ek yerimizi düşmanlarımıza kendimiz göstermiş gibi olduk.
Terörün bundan sonra bu yapay fobiden yararlanmak üzere “kanlı plânlar” üretmesinden korkarım.


* * *


Maçı oynatmadık, şimdi pratik sonuçlarına bakalım. Fenerbahçe ve Galatasaray’da dünya yıldızı diyebileceğimiz futbolcular var.
Daha önce tanık oldukları kanlı eylemlerden sarsılmış olan bu insanlar ülkelerine dönmeyi ciddi ciddi düşünürken, sen onlara “Kalın, bir şey olmaz” diye sesleniyorsun.
Bunun tartışmasını açana da sosyal medya üzerinden saldırıyorsun.


DERS VERİRDİK


Evdeki karısı “korkuyorum” diye sızlandıkça durumunu tartışmaya açan yabancı futbolcuya sosyal medya üzerinden “Defol git ülkene” diye babalanmak kolay.
Hele ki adam sosyal medya şirretliğinden sinip, susuyorsa mesele yok. Peki ya gerçekten ülkesine dönen biri çıkarsa ne olacak? Adam barhanasını toplamış giderken, diğerleri “biz niye duruyoruz” diye birbirlerine bakmayacaklar mı?


Aha basketbolda yaşanan durumumuz! Hafta sonu gelmesi beklenen yabancı takımlar aralarında “gitmesek mi?” muhasebesi yapıyorlar. Maazallah biri niyeti bozarsa zincirleme reaksiyon yaşanır. Kimseyi tutamazsın.


Beşiktaş Başkanı Fikret Orman “Futbolda Katar’dan önceki son durak sayılmamızı” içine sindiremeğini söylerken haklıdır. Türkiye elbet bir Katar değildir.
Ancak ülkesine savaş halindeki Irak ve Suriye’den bir tek “din kardeşini” sokmayan Katar, yabancıya verdiği güven açısından bizden on durak ötededir.


* * *


Lafı uzatmayayım. Galatasaray-Fenerbahçe maçının oynanması her hâlükârda oynanmamasından iyi olurdu. Dilimizden düşmeyen “Biz büyük devletiz” söyleminin icabı buydu.

Yazık oldu. Gözü dönmüş teröre, barışçı dünyanın eliyle “bir ders verilmesi” fırsatını kaçırdık.
Ben bundan sonra eğilip bükülmeyelim, derim.

 

Yazının devamı...
Gelecekteki baş belamız
20 Mart 2016

Taksim’de patlatılan türden “hunhar bombalardan” söz etmiyorum. Amerika cihetinden gelip bütün dünyayı vuracak, en fazla da bizim bölgeyi darmadağın edecek olan “Trump Bombasından” söz ediyorum.

Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adaylığına adım adım yaklaşan Donald Trump ihtiyacı olan delege oylarının yarısını toplamış durumda ve partisinin adayları arasında birinci sırada.

 

* * *

 

Emlakçı Donald Trump aday olduğunda Cumhuriyetçi Parti’nin aklı erenlerini “Zaten beni seçmezler, hiç değilse dikkati partimize çekerim” diye ikna etmişti.
Kimse de adaylığına karşı çıkmamıştı.
Bir baktılar ki “Varsın biraz kendi reklamını yapsın” dedikleri Emlakçı birinci sırayı almış. Yasal olarak da seçime girmesini engelleyecek bir güç yok.

 

‘YOK CANIM, SEÇMEZLER

 

Donald Trump‘ın dün aday olabileceğine ihtimal vermeyenler bugün de “Herhalde seçmezler, Amerikan halkı bu kadar şaşkın olamaz” deyip, kendilerini teselli ediyor.
Peki ya yine yanılıyorlarsa?
Daha iki gün önce Hollywood’un çok itibarlı yıldızlarından birinin “Benim oyum Trump’a” başlıklı röportajını okuduk. Onun gibi Trump yanlısı onlarca ünlü kanaat önderi var.
Donald Trump “maazallah” bir seçilirse en çok bizim başımız ağrıyacak. Adam Müslümanlardan nefret ettiğini uluorta söylüyor. Dolayısıyla bizim yöneticilerden de nefret ediyordur.
Diğer taraftan bizim şu sıralar birinciye gelen hasmımız Putin’e de bayılıyor. Putin’i çok değerli bir devlet adamı olarak gördüğünü her yerde söylüyor.
Seçilir seçilmez “Gel kardeşim, elini ver bana” türküsünü çağıracağı kesin. Kötüsü başımıza gelirse Ankara’nın işi var.

 

* * *

 

Lafın burasına gelmişken şunu da hatırlatayım, Amerikan seçmeninin sağduyusuna filan sakın ola güvenmeyin.
Bir gurup dil uzmanının yaptığı araştırmalar, o seçmenin “On bir ile on altı yaş gurubu arasındaki” çocukların konuştuğu dilden etkilendiğini gösteriyor.
Araştırmayı yapanlar da sosyal bilimler dalında Amerika’nın itibarlı eğitim kurumlarından biri olan Carnegie Mellon Üniversitesi’nin akademisyenleri.

 


TRUMP ON BİR YAŞINDA

 


Demokrat ve Cumhuriyetçi aday adaylarının yaptıkları seçim konuşmalarını önlerine alıp, dil açısından incelemişler. Akademik deyimle “Okunabilirlik Analizi” yapmışlar.
Ülke siyasetini kasıp kavuran Donald Trump’ın on bir yaşındaki bir oğlan çocuğu gibi konuştuğu hükmüne varmışlar. Kullandığı dilin seviye olarak karşılığı bu.
Bu ölçü Donald Trump‘ın zekâ seviyesini göstermiyor. Amerikan seçmeni ile hangi yaş aralığının diliyle ilişki kurup, başardığına ölçü oluyor.
Demokratlar’ın birinci sıradaki adayı Hillary Clinton ise on altı yaş seviyesinde konuşuyor. Amerikan seçmeni de onları böyle anlıyor. Kimi iyi anlarsa onun peşinden gidiyor.
Amerika’nın başkan adayları seçmenin kapasitesini çözmüşler anlayacağınız. O yüzden Donald Trump meselesinde seçmene güvenmeyin diyorum.
Bizimkilerin böyle bir ön araştırması var mı, böyle bir teknik kullanıyorlar mı bilemem.
“Bazı sanatçı arkadaşlar konuşmak bilmiyor” cümlesi ile meslektaşlarına dil eleştirisi getiren türkücüler gördük.
“Durması gereken makamlar durar. Sorması gereken makamlar sorur” gibi cümleler kurup, fiillerin tipini kaydıran meclis başkanları gördük. Hâlâ piyasadalar.

 

* * *

 

Benim birincim, Demirel döneminin bir milletvekilidir. Meclis kürsüsünde, eline verilen metni okurken, bir cümlenin sonunda “iki noktaya” denk gelip şaşırmıştı.
Biraz durakladıktan sonra “İki nokta üst üste, biri altta biri üstte” deyip devam etmişti. Sanırım bizdeki seçmen tipini en iyi çözen oydu. Çünkü dört dönem üst üste seçildi.
12 Eylül olmasaydı bir dört dönemi daha garantiydi. Trump’tan ise kaçış yok gibi.
Kıssadan Hisse: Bir kral soytarının işini yapmaya kalkışırsa foyası bir dakikada ortaya çıkar. Bir soytarı kralın işini yapmaya çalıştığında yıllarca fark edilmeyebilir. 

Yazının devamı...
Bizi asıl vuran beylik laflardır
19 Mart 2016

Neredeyse bu cümlelerle büyüdük, bu cümlelerle yaşlandık, bu cümleleri dinleye dinleye öldük. “Dökülen kan yerde kalmaz” cümlesini ilk kez duyduğumuzda Demirel başbakandı.

Taksim’de dün bir bomba daha patladı. Kesin sayısı ancak üç-beş gün sonra belli olacak nice masum canlar gitti.
Savaşla, silahla, kavgayla ilgisi olmayan yeni canların kaybından birkaç saat sonra lisaniyatımıza, beylik olmaya aday yeni bir cümle girdi:
“Terörle yaşamaya alışmayacağız.”

 

* * *

 

Sanki terörist hunharca eylemini yapmak için dilekçe ile vilayete başvurup izin alıyor. O izin verilmezse bomba patlamayacakmış gibi.
Tabii ki alışmayacağız.
Kim ölümle kucak kucağa bir yaşam ister ki? Kim okula ya da eğlenmeye giden evladının arkasından, işe giden kocasının veya karısının ardından “Acaba geri gelecek mi?” diyerek bakmak ister?

 

 


HAVADAKİ ÖLÜM KOKUSU

 

 

Almanya’nın Ankara’daki büyükelçilik ile İstanbul’daki başkonsolosluk binalarının “saldırı beklentisi” ile kepenk indirdiği Taksim’deki bombanın patlamasından iki gün önce duyulmuştu.
Gazetelerin birinci sayfalarına bir gün sonra geçen bu “diplomatik kepenk indirme” olayı, tehdit hedefi olan diplomat misafirlerimize ne yaşattıysa, cumartesi günü sokağa çıkmak zorunda kalan vatandaşlarımıza da aynı duyguları yarattı.
Aradaki fark, kordiplomatik hizmetlerinin verildiği görkemli binaların iyi korunmasıydı. Kapı önlerinde çelik bariyerler, polis nizamiyeleri, demir parmaklıkları vardı.
İstihbarat birimleri diplomat konuklarımızı olası bir eyleme karşı uyarmıştı. Vatandaşı ise tek tek uyarmak teknik olarak mümkün değildi. Onlar Allah’a emanetti.

 

* * *

 

Günlük yürüyüşümü yapmak üzere sokağa çıktığımda bu “ölüm tedirginliğini” hissettim. Hafta sonu hareketliliği yoktu. Yemeli içmeli mekânlar masalarının beşte birini bile dolduramamıştı.
Uğradığım alışveriş merkezlerindeki sıra dışı tenhalık ise pazar gününün gazete haberlerinde rakama dökülmüştü:
“AVM ziyaretçilerinin oranı dün yüzde 10’a düştü”
Demek ki her on kişiden dokuzu kendini eve kapatmış.

 

 


BEŞ POŞETLİ BİR ŞÜPHELİ

 

 

Buna karşılık güvenlikçi miktarı üçe katlanmış. Kapılarda girene çıkana uzaktan bakan güvenlik elemanı bir iken üç olmuş.
Elleri telsizli adamlar her yerde. Ellerindeki telsizden gelen sesin verdiği “Bir yetmiş boyunda, siyah montlu, esmer tenli” şeklindeki eşkâl tarifine uyan birini bulmak için koşturuyorlar.
O lafları duyanların ruh haline aldırmadan.
Teyakkuz halindeki güvenlikçileri elinde beş poşetle dolaşan bir kadın çok zorladı. Operasyonel bir coşku ile oradan oraya koşuşturdular. Ben de merakla peşlerinden gidiyorum.
Sonunda dördü siyah biri beyaz alışveriş poşeti ile dolaşan şüpheli, başını beyaz tülbentle örtmüş bir Arap turist çıktı. Üstelik kadındı.
Arapçayı söktüremedikleri belli olan güvenlikçiler poşetlere bakmak istediklerini “vücut diliyle” anlatmaya çalışırken, kadın sebebini bilmediği bu can sıkıcı ilgiye yaptığı alışverişin fişlerini göstererek karşılık veriyordu.
Sonunda kadının kendini patlatmak isteyen bir terörist değil, kocasının cüzdanına savaş açmış bir ev kadını olduğu anlaşıldı. Arap turist vitrinlere bakması için kendi haline bırakıldı.

 

* * *

 

Hafta sonları gişelerinin önünde izdiham yaşayan sinemalar “tenhalıkla” tanıştılar. İlk dayağı vizyona yeni giren filmler yedi.
İki damla yağmur çiselediğinde “müşteri almaktansa” oradan oraya boş gidip gelmeyi seçen taksiler, duraklarında sıra sıra olmuş müşteri bekliyordu.
Bir önceki kanlı eylemde yaralanan ve hastaneye götürsünler diye taksi bulmaya çalışan o vatandaşın ahı tutmuş gibiydi.
Terör, masumların dökülen kanlarına parmak batırarak tahtaya yazıyor dersini, acı içinde okuyoruz.
Patlayan her bombadan sonra “Bu son olur inşallah” diyoruz. Son olacağını bilsek belki katlanacağız ama ağızlardan çıkan “içi boş” her beylik laf canımızı daha beter yakıyor.

Yazının devamı...