(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Reşat Kutucular" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Reşat Kutucular" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Reşat Kutucular

Reşat Kutucular

Evet, kesinlikle çığlık atıyorlar
14 Aralık 2016

 

Şimdi neden diye sormayacaksak ilelebet susalım!  Aramızda fısıldaşıp vah vahlarla geçiştirelim bu faciaları.     

 

Şimdi paniklemeyeceksek oturalım oturduğumuz yerde, haberlerini gazetelerde okuyalım. Efendim bunalıma girmişti de, zaten sessiz bir insandı da diye kendimizi avutalım. 

 

Çok değil bundan iki ay önce yazdım. “Gençler çığlık mı atıyor” diye.  

 

O günlerde denk geldiğim zorlanan, zorlandığını da dışa vuran gençler gördüğüm için yazmıştım.

 

Sonra iç siyaset alevlendi, Kültürpark projesine odaklandım, dolar yükseldi falan filan. 

 

Utanıyorum.  Utanmalıyız. 

 

Pedagoglar, psikologlar, sosyologlar, intihar üzerine araştırma yapanlar neredesiniz?

 

Sesinizi ben mi duyamıyorum? 

 

Ey ilgili bakanlık, olan bitenin farkında mısınız, size diyorum! 

 

Yoksa bu vakaların yüzdesi normal sınırlar içinde mi?  Oluyor mu böyle şeyler!  

 

Öyle olsa bile konunun içindeki herkes mümkün olduğu kadar çok konuşmalı.  Yüksek sesle konuşmalı. Gidişat hiç iyi değil.  

 

Her hafta yazmalıyım.  Hatta abartmalıyım.  Sosyal medyada etiket açmalıyım. Bir şeyler yapmalıyım.

 

Ne bileyim henüz adını duymadığım bir genci belki yolundan çevirebilirim. Çevirebiliriz.

 

Bu ara susan yanlış yapıyordur.

 

***

 

BABAMIN KANATLARI

 


 

Karaca Sineması İzmir’de kent hafızasına dahil mekanlardan...  Geçen yıl bir ara kapandı sonra yeniden açıldı. 

 

Biz de oraya destek vermek amacıyla Facebook İzlenim grubu olarak her ay bir filme topluca gidiyoruz.  Yetmiş kişi kadar oluyoruz.

 

Geçen Pazar günü yönetmen Kıvanç Sezer’in “Babamın Kanatları” filmini izledik.

 

Zamanında inşaat işiyle ilgilenmiş olmamdan mıdır nedir filmin başından sonuna kadar her karede filmin içindeydim. Menderes Samancılar gerçekten bir tuğla kalfasıydı. Her sahne çok sahiciydi.

 

İnşaat işinin mekanikliğinden çelişkilerine kadar pek çok katmana dokunuyordu yönetmen.  İş cinayetleri, işverenin halleri, işçinin sıkışmışlığı abartılmadan yansıtılmıştı.

 

Gişe kaygısı yüzünden komediden başka bir şey üretmeyi aklına getirmeyen sinemamız böyle “ciddi” meselelere dokunan filmlere hasret.

 

1982 doğumlu Kıvanç Sezer’in yolu açık olsun..

 

 

***

 

 

HEDİYE OLARAK KİTAP

 


 

 

Ne hediye alayım diye zorlananlar için idealdir.  Kişiye uygun kitap uygun fiyata mutlaka bulunur.

 

İnternet üzerinden rahatlıkla alınır ancak kitapçıdan alındığında alana da keyif verir.

 

Dükkan dükkan gezmek gerekmez.  Aynı dükkanın rafları arasında dolaşırsınız.  Kendinizi de güncellemiş olursunuz.

 

Memnuniyet aşağı yukarı garantidir:

 

Hediyeyi aldığınız kişi sıkı okursa hemen heyecanlanacak ve coşkuyla teşekkür edecektir.

 

Ortalama bir okursa yine hoşlanacak, teşekkür edecektir.  Asıl coşkusunu kitabı okuduktan sonraya saklayabilir.  

 

Okuyucu değilse belki ilk anda yadırgayacak, kibarca teşekkür edecek ama mesajı alacaktır.   Büyük teşekkürü öteki hediye kitaba kadar gösteremeyebilir.

 

Kitap ümit verir, heyecan vaat eder.

 

Kalıcıdır.  Büyük ihtimal de göz önünde olacaktır.

 

Aile içi paylaşıma açıktır.

 

Güzel kokar.

 

Daha ne olsun? 

Yazının devamı...
Yangın merdivenine varana kadar...
4 Aralık 2016

Yangın merdiveni önemli.  Ancak ondan önce projesinden kullanılacak malzemeye kadar pek çok mimari detay ve mühendislik adımı var. Binanın tasarımı ona göre olur.  Elektrik altyapısına özen gösterirsiniz. Yanmayan malzemeler kullanabilirsiniz.  

 

Başka yangın riskleri varsa onlara karşı tedbir düşünürsünüz.  Yalnız bunların hepsi artı maliyettir.  

 

Bu standartta yapıları devlet olarak yapabilirsiniz.  Ya da bu standartta inşaatı ihale eder, denetlersiniz.

 

Bina hizmete girdikten sonra da işletmenin kurallarını koyar ve yine ona göre denetlersiniz.

 

Bunların bazılarını yapar, “bir şey olmaz ya” deyip bazılarını sallarsanız gün gelir yangın sizi vurabilir.

 

İyi mühendisliğin gereksiz maliyet unsuru olarak görülebildiği bir ülkeyseniz böyle facialar kaçınılmaz olur. 

 

Ama yangın olur, ama deprem, ama toprak kayması… Pisipisine çocuklar ölür,  işçiler toprak altında kalır,  binalar çöker.   

 

Kötü mühendislik kaderiniz olur.   

 

 

***

 

 

YENİ ÖZNEMİZ OLARAK ABD 10 YILLIKLARI

 

Hazır laf kaderden açılmışken bu ara ekonomik kaderimiz de Amerikan 10 yıllık tahvillerinin faiz oranlarına bağlı görünüyor.  

 

Dünyanın en güvenli yatırım aracı olarak görülen bu tahvilin faizi artınca oraya doğru sermaye akışı olması doğal.  Bu da dolar talebi demek.

 

Trump’ın seçilmesiyle oranlar %1,50lerden %2,40’lara geldi.  Seçim öncesi analistler %1,85’in üzerini bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için alarm olarak yorumluyordu.  

 

Çok uzun vadeli ortalamalar %5 seviyesinde. Oralara gidecek olursa TL’deki kanama devam eder.

 

Bu arada son önemli belirsizlik olarak az önce deklare edilen Başkanlık referandumu hayırlısı olsun.  Bölgedeki ve ülkedeki bilumum risklere ilaveten…

 

Burada asıl altı çizilmesi gereken nokta:  Uzun yıllar düşük seyreden dolar faizinin artık yükseliş eğilimine girmiş olması.  Bu yükselişin ne kadar süreceği, faizlerin hangi seviyeye kadar yükseleceği belli değil.  

 

Brexit’in, Trump’ın, AB’deki gelişmelerin bu süreci nasıl etkileyeceğini yaşayarak göreceğiz.  

 

Böyle bir küresel iklimde de yabancıların ilk gelecekleri ülke maalesef biz değiliz.

 

Bari çıkmalarına neden olacak bir iklim yaratmasak!

 

 

***

 

 

SOSYAL MEDYA YORGUNLUĞU

 

Genç, işi teknolojiyle ilgili bir arkadaşım Facebook hesabından sosyal medya manifestosu sayılabilecek bir metin paylaştı.  Adeta duygularıma tercüman oldu.   

 

Tüm metni paylaşmıyorum.  Benim de önemsediğim noktaları öne çıkarıyorum:  

 

“Yapmacıklıklardan,

 

Sorgulamadan teslim oldukları cehaletten,

 

Hayatlarına dair enstantanelerden,

 

Yüzünüze gülüp arkanızdan konuşmalarından,

 

Olmadıkları bir kişi gibi görünmeye çalışmalarından,

 

Önemsediğim şeyleri hırpalayıp, karşı olduklarımı öne çıkarmalarından,

 

Kendi reklamları için duyarlılık gösterisi yapmalarından bıktığım için Twitter, Snapchat ve Instagram hesaplarımı kapattım. FB’u tutuyorum çünkü pek çok uygulamaya buradan giriş yapıyorum.”

 

Darısı başıma diyorum.  Şu olağanüstü günler geçsin, normalleşelim de…

 

Bugünlerde en sağlıklı haber kaynağı yine de Twitter.   

 

Yazının devamı...
Dertlerimiz çeşit çeşit
25 Kasım 2016

Nedenleri belli: İç siyasi gerilim ve belirsizlikler, uluslararası ilişkilerdeki gerginlikler, bölgesel riskler, kırılgan makroekonomik yapımız…

 

Kısa vadede yapabileceğimiz iyileştirmeler belli: İç siyaseti normalleştirebiliriz. AB ile ilişkileri yumuşatabiliriz.  Bu iki adım bana göre Merkez’in 400 baz puanlık faiz artırımına denk etki yapar.

 

Aynen devam edersek de hangi faizle kurun nerede dengeleneceğini yaşayıp göreceğiz.

 

 

***

 

Avrupa Birliği: Dünyada cennet köşe pek az.  Hayran olunacak ülke varsa da sayısı üçü beşi geçmez.  

 

Bu ara memlekette yine “bizim bizden başka dostumuz yok” rüzgarları esmeye başladı.  Bu iklimin de en kolay ve sıradan faaliyeti Avrupa Birliğine çakmak oluyor. 

 

Oysa o Avrupa Birliği herkesin pek şikayetçi olduğu bu kapitalist sistemi ehlileştirmek için 35 dosyalık müktesebat hazırlamış.  Sistem için yazılmış en güncel “el kitabı” bu. 

 

Birliğe girmesek bile bu düzenlemelerden kopya çekerek, bünyemize uygun olanları hayata geçirerek biz de kendi başımıza bu sistemi iyileştirmeye çabalayabiliriz.

 

Ya da siz de bir müktesebat hazırlayın görelim.

 

Ya pardon tabii, benim saflığım, sizin derdiniz böyle iyileştirmeler falan değil ki!

 

 

***

 

Kuleler: İzmir’de Büyükşehir Belediyesinin de %30 ortak olduğu Basmane’deki arsaya önerilen 3 kule seçeneği internette halkın oylamasına sunuldu.

 

Kuleseverlerin alkışlarını bir kenara bırakırsak öneriler genelde tepki çekmiş görünüyor.

 

Şahsen ben de böyle içine girdiği dokuyu hiçe sayan, hatta o dokuya meydan okuyan projelere sıcak bakamıyorum.  

 

Tabii Büyükşehir’in bahse konu arsanın mal sahiplerinden olması nedeniyle Başkan Kocaoğlu’nun bu tepkiler karşısında ne yapacağı merakla bekleniyor.

 

***

 

İzmir futbolu: İzmir’in süper ligde bir futbol takımının olmaması yıllardır konuşulur.

 

Bana göre ana neden semt takımlarının yetersiz mali durumlarıydı. Büyükşehir de futbola destek vermeye pek niyetli değildi.

 

Şimdilerde hem Göztepe hem Altınordu bütün ülkeye örnek olabilecek modellerle süper lige çıkmaya çalışıyor.

 

Gelecek bir iki yılda süper ligde İzmir’in takımları olacak hatta belki altıncı yedinci büyük olmaya oynayacak gibi duruyor.

 

Bu arada döviz kurunun bu haliyle, yani Euro 3,60’lardayken hangi süper lig kulüplerinin ne sıkıntılara girdiğini tam bilemiyoruz ama yakında dışa vurmaya başlar.  

 

 

***

 

Bar cinayeti: Geçen hafta Karşıyaka’da bir barda çıkan kavga sonucu 4 kişi hayatını kaybetti. Yazıldığına göre kavganın nedeni “istek şarkısı”.

 

Böylesine dehşet verici bir haber gündemin yoğunluğu arasında kaynadı gitti.

 

Bunu münferit bir olay gören var mı bilmiyorum?

 

Her gün hayatın akışı içinde insanların ne kadar tahammülsüz hale geldiğini bizzat yaşıyoruz. Öfkelenin de ne kadar kolay silah çektiğini ve “sıktığını” biliyoruz.

 

Kültürel bir kırmızı alarm hali bu…

  

 

Yazının devamı...
Kentin içine stat sığar mı
21 Kasım 2016

İtiraz edenlerin itiraz noktaları belli. Zaten sıkışık olan kentin içine ek yük getirmenin sakıncalarını sayıyorlar. Haklılar.

 

Etrafta oturanlar istiyor mu, soruldu mu diyorlar. Haklılar.

 

Buna karşılık statların yapılmasını savunanlar da var.

 

Başka seçenek olmadığı için kent içine razı olan acelecileri bir kenara bırakıyorum.

 

Dikkat çekici yaklaşım olarak sevgili Tanzer Kantık'ın Kent Stratejileri Merkezi Facebook grubundaki yazısını not etmek isterim.

 

Sevgili Tanzer orada semt stadının yaratacağı kültürel aidiyetin önemini vurguluyor. Ayrıca biraz da iyimser bir bakış açısıyla bu aidiyetin zamanla futbol açısından da kent insanı için de olumlu dönüşümler sağlayabileceğini söylüyor.

 

Sorunun statta değil, kentte olduğuna vurgu yapıyor. Onun da haklı olduğu yanlar var.

 

Ben ortada bir yerlerdeyim.  Kent dışına yapılmasına biraz daha yakınım.  Zor bir karar diyorum.

 

Ama bu statlar zaten yapılacaksa:

 

 

Sadece proje ve inşaat sürecinin değil, 

 

Stadın işletilmesinin de şeffaf, katılımcılığı önemseyen, kamuoyu ile iletişimi doğru kuran bir çizgide olması şart.

 

Yoksa herkese baş ağrısı olarak geri döner.

 

***

 

TRAMVAY İNŞAATI

Bu Büyükşehir'in müteahhitleriyle yıldızım yıllardır barışmaz.

 

Şantiye düzenlerine aklım ermez, güvenlik önlemlerini son derece yetersiz bulurum, çevreye verdikleri dolaylı zararlar konusunda pek hassas olmadıklarına inanırım.

 

Bu düşüncelere muhtelif şantiyelerde bizzat yaptığım gözlemler sonucu vardım. Ne anlatsanız boş. Gördüğüme, yaşadığıma inanırım.

 

Hemen her gün içinden iki kez geçtiğim tramvay inşaatı da düşüncelerimi teyit ediyor. Daha bir saat önce geçtim.

 

İnşaatın hızıydı, etrafa verdiği rahatsızlıktı, yarattığı tehlikelerdi falan o konulara girmeyeceğim. Sadece haftalardır kullandığım yol zeminin berbatlığının altını çizmek istiyorum. Yeteri kadar gidip geldim. Kimsenin umuru değil.

 

Mazgal çıkıntıları ayrı çukurlar ayrı. Amortisör ya da lastik hasarı alıp almamak tamamen şans meselesi.

 

Biz buna mecbur değiliz. Daha iyi bir yol zemini mümkün.

 

Evet, bu büyük kitleleri ilgilendiren bir sorun değil. Evet, bu kentin çok daha büyük dertleri var. Ama o berbat zemin de bir şeylerin göstergesi!

 

***

 

EGE TV'NİN GELECEĞİ

 

2000'li yılların başı olsa gerek. Cnbc-e yayına yeni başlamış. Başka bir ekonomi kanalı yok.

 

Biz Ege TV'de teknik işlerden sorumlu sevgili Öztekin'in çabası ile dizüstü bilgisayardan TV ekranına grafik aktarmayı başarmıştık. Ekonomi yorumlarına görsel boyut katmıştık. O günlerde yerel bir televizyon için oldukça yenilikçi bir adım sayılırdı.

 

Sonrasında EGE TV ile ilişkim kesik kesik olsa devam etti. Efsane program Ege Finans'a defalarca konuk oldum. En son Nihat Demirkol ve Burcu Atatür ile üç yıl devam eden ve bu yıl sonlanan İki Dirhem Bir Çekirdek programını yaptık.

 

Şimdi duyuyorum ki Ege Tv el değiştirme sürecinde. Anladığım kadarıyla da el değiştirme gerçekleşmezse sonlanacak. Birileri işsiz kalacak.

 

Böyle bir durum olursa İzmir'de yerel Tv kanalı kalmamış olacak. Bunun nedenlerini de gelecek yazıda ele alalım. 

 

 

GERÇEKÜSTÜLÜK DEVAMSA 

 

An itibariyle dolar kuru 3,3840 TL'de.  Tabii ki dünyanın sonu değil ama çok önemli bir uyarı bu. 

 

Böyle bir ekonomik ortamda ülkenin gündemine bakın bir de.  Tartışılması gereken onlarca önemli konu beklerken...  

 

Çok acilmiş ve çözümmüş gibi olmadık bir kanun metni ve yarattığı haklı infialle meşgulüz.   

 

Bu akıl dışı, bu insan hakları dışı, bu evrensel ilkeler dışı uygulamalar ülkeye olan güveni sarsıyor, dolar kurunu besliyor.  İçeride fay hatlarını derinleştiriyor.  Dış mihraka ne hacet! 

 

Bu gerçeküstülük, bu bozuk odaklanma devam ederse bunun faturasını hep birlikte ödeyeceğiz. 

Yazının devamı...
Siz henüz zehirlenmeyenlerden misiniz?
11 Kasım 2016

”Çok arttı Reşat” diye cevapladı.

 

”Beni bilgilendirsen de bu konuyu köşeme taşısak” diye devam ettim.

 

”İstersen iki gıda mühendisi arkadaşımı da davet edeyim bir messenger grubu kurayım, konuşalım” dedi.

 

Yarım saat sonra ben ve gıda işinde müdür seviyesinde çalışan üç gıda mühendisi ile sohbetteydik. İşte konuştuklarımızdan cımbızladığım bölümler:

 

*** Zehirlenme sebebi, hijyen şartlarına uyulmaması... Pişirme ve saklama usulüne göre yapılmayınca bakteri üremeye başlıyor ve gıdalar zehire dönüşebiliyor. İnsan hatasından kaynaklanıyor.

 

*** Yemeklerin hazırlandığı yerlerde ciddi kirlenme riskleri mevcut ve önlem alınmıyor

 

*** Gıdanın satın alınması, depolanması, işlenmesi, ve sunularak tüketilmesine kadar uyulması gereken kurallara uyulmadığında riskler oluşuyor.

 

*** Gıda mühendisi çalıştırma zorunluluğu sadece fabrikalarda ve toplu yemek yapan yerlerde var ancak küçük işletmeler başıboş

 

Dayanamayıp soruyorum tabii: ”Peki siz günlük hayatınızda ne yapıyorsunuz riski azaltmak için?”

 

Birisi ”ben mümkün olduğu kadar bildik yerlerden yiyorum ama risk her zaman var”, diğeri ise ”ben yememeye çalışıyorum zorunlu kaldığımda da riski minimum bir şeyler yiyorum” diyor.

 

Dört işletmeden birinin kayıtlı ve onaylı işletme olduğunu düşününce aslında potansiyele göre az bile zehirlenme mi oluyor?” diye soruyorum. ”Evet, öyle de denebilir” diye cevaplıyorlar.

 

Mühendislikte örnek ülkem olduğu için Almanya'da bu işi nasıl yapıyorlar diye soruyorum.

 

Almanya'nın çok detaylı üç aşamalı bir gıda güvenliği denetleme sistemi varmış. ”Hiç bize göre değil” diye mırıldanıyorum.

 

Cımbızlamaya devam ediyorum:

 

*** Ülkemizde gıda güvenliği ile ilgili gereklilikler AB uyum sürecinde açılan 12. paket ile mevzuattaki eksiklikler tamamlandı. Fakat uygulamada sorunlar var. Geçen yıl yayınlanan raporda da siz mevzuatınızı uyumlu hale getirdiniz fakat uygulamıyorsunuz yazdılar.

 

*** Mutfak çalışanlarına baktığınızda riskleri bilmiyorlar ve gıdaları doğru saklama koşullarında saklamıyorlar, işlemiyorlar, sunmuyorlar. Kişisel hijyen eksik. Bunun bulaşıcı etkisi var.

 

*** Aslında genel hijyen gerekliliklerini yerine getirdikten ve gıda güvenliği sistemlerini uyguladıktan sonra çözüm basit .

 

Tabii gıda güvenliği çok boyutlu bir konu. Ben burada gündemdeki haberlere istinaden işin içinde olanlarla bir durum tespiti yapmaya çalıştım.

 

Zincirin her halkasının, doğadan mideye varana kadar her aşamanın iyi denetlenmesi gerekiyor. Ancak bunlar hep maliyet. Gıda enflasyonuyla başa çıkamayan iktidarın gıdada maliyet arttırıcı tedbirler konusunda ne kadar istekli olacağı belirsiz.

 

Mühendislerden birinin et işinde çalıştığını öğrenince dayanamayıp soruyorum: Ne olacak bu et fiyatları?

 

Cevap çok net: Türkiye'de hayvancılığı bitirene kadar yükselmeye devam. İthal hayvancılıkta dünya 2. siyiz! Sorun tüm tarımsal ürünlerde aslında...

 

Evet böyle işte... Tarım ve hayvancılık politikalarından başlayıp gıda güvenliğine kadar her alan sorunlu.

 

Peki, bireysel olarak gıda zehirlenmesi riskini nasıl azaltırız? Güvenilir kanallardan alışveriş ederek... Bildik, kayıtlı ve onaylı işletmelerde yemek yiyerek...

 

***

 

GÜZEL İZLER

 

Hissetmiş gibi saat 5:30 gibi uyandım. Twitter'a göz attığımda gördüm Leonard Cohen'in vefat haberini.

 

Sonra New Yorker dergisinde Ekim ayında yazılmış bir yazıya denk geldim. O yazının kısa bir bölümünü de paylaşmak istedim:

 

Bob Dylan ve Leonard Cohen ara sıra görüşüyorlarmış. Müzikleri farklı olsa da ortak noktaları vardı tabii. Museviydiler, edebiydiler...

 

Bir gün Dylan Cohen'e soruyor. "Hallelujah"yı ne kadar zamanda yazdın diye. Cohen "iki yıl" diyor. Aslında Cohen beş yılda bitirmiş şarkıyı.

 

Cohen de Dylan'ın "I and I" şarkısını sevmiş o ara. O da ona sormuş "bu ne kadar zamanda çıktı" diye. Dylan "on beş dakikada" demiş.

 

Daha sonra bu diyalog Cohen'e sorulduğunda üstat yeteneğe vurgu yaparak şöyle cevap vermiş: "eeee kartların dağıtılma şekli bu...."

 

Böyle çok güzel izler bırakarak gitti.. Elli yıl sonra da hatırlanacak eminim...

 

 

Yazının devamı...
Gençler çığlık mı atıyor
2 Kasım 2016

 

Beş gençten biri işsiz ama olsun. Zar zor girdikleri üniversitelerden emek emek mezun olduktan sonra hiç de hayal etmedikleri işlere razı olanlar şanslı sayılır!

 

Güneydoğudaki gençlerin daha büyük dertleri var ama o kadar da mühim değil.  Karadenizdekilerin, Orta Anadoludakilerin kaygıları ayrı. Metropollerdekiler başka risklerle boğuşmakta.

 

 

Bir yandan sistemin yoğun bombardımanı altındalar. Daha çok al, daha çabuk tüket, daha başarılı ol, daha daha daha... Diğer yandan yerel kültürel kodlar da bedenlerine sinmiş.  Gelenekleri sürdür, maneviyatı koru, ülkeye inan!

 

Yeteri kadar spor yapamazlar. İstedikleri kadar sanatla ilgilenemezler. Kaçış alanları az, dar. Kendini gerçekleştirmek meşakkatli. Cinsellik hala mesele. Uyuşturucu var, yokmuş gibi yapılıyor!

 

Kolay değil bu farklı rüzgarların ortasında ruhen sağlıklı kalmak. Hele hele bakıyor ve görüyorsan. Farkındalığın fazlaysa. Ülkede yaşanan travmalar gençlerde misliyle hissediliyor sanki. 

 

Psikriyatriste gidecek kadar şanslı olanlardan birine denk geldim mesela geçen gün. Makine mühendisi genç bir kadın. İşinden istifa etmiş. Bir ay kendine izin vermiş. Toparlanmam lazım diyordu. Henüz 27sinde. 

 

Bir başka genç uyku sorunu yaşadığını anlatmıştı. O da ilaç kullanıyordu. Bakarsanız cıvıl cıvıl enerjik bir genç.

 

Bir arkadaşım anlattı. Pırıl pırıl bir başkası pes etmiş geçen hafta. Bitirivermiş hayatını. Ne bir işaret ne bir not. Haber olsaydı, ”girdiği bunalım sonucu hayatına kıydı” denir geçilirdi.

 

Bunlar hep kırmız alarm aslında. Pek çok genç farklı farklı şekillerde imdat butonuna basıyor.

 

Bu seslere acilen ve öncelikle kulak vermek şart. Bu meselede de top yekün, uzun vadeli mücadele gerekiyor. Hiç tarzımız değil!

 

”Ne kadar şanslıyız, nüfusumuz genç” noktasında değiliz, ”kim duyacak bu gençlerin çığlığını” noktasına gelmiş durumdayız.  Bari bu konuda kendimizi kandırmayalım.

      

***

 

İKİ TEKERLİKLİLER

 

 

Bundan on yıl kadar önce motosikletlerin trafikte yarattığı risklere dair bir yazmıştım. O zamanlar internet bugünkü gibi yaygın değildi ancak yazı www.motordelisi.com sitesinde paylaşılmış ve felaket tepki çekmişti.

 

Ben de gidip onların forumlarına üye olmuş, karşılıklı yazışmalardan sonra da ”Reşat Abi” noktasına gelebilmiştim.

 

Bizim ülkede iki tekerliliklerin karşı karşı kaldığı riskler öyle böyle değil. Dikkate alınmamak ayrı iki tekerlilikler yer yer dört tekerlekli araçların kasti tacizine maruz kalıyor.

 

Sevgili Selim San'la yaz hafta sonlarında bisikletlerle attığımız büyük Çeşme turlarında biz de tehlikeler atlatırdık. Üzerinize gelirler, sıkıştırırlar, umursamazlar... En önemlisi sizin darbelere açık kırılgan bir araç olduğunuzu düşünemezler, düşünmezler.

 

Geçenlerde bir arkadaşımdan bir bisikletlinin bir taksinin çarpması sonucu ağır yaralandığını duyunca bu yazıyı yazmak şart oldu.

 

Yollardaki iki tekerlekli araç sayısı son yıllarda çok arttı. On yıl önce köşemde yer verdiğim Tolga Büyüköner'in ”motosikletten mektubunu” tüm iki tekerlikler için biraz kısaltarak burada yeniden paylaşmak istedim.

 

”Mektubuma başlarken, önce büyüklerim olan, otomobil, jeep, minibüs, midibüs, otobüs, kamyonet, kamyon ve tırları saygıyla selamlarım,

Beni soracak olursanız pek iyiyim diyemeyeceğim. Aranızda telef olmadan yürümeye çalışıyorum, biliyorsunuz ben içinizdeki en küçük plakalı aracım.

 

Nihayetinde iki tekerlekli; denge sistemiyle giden küçücük bir aracım, üstümde taşıdığım insanları koruyan bir kabinim bile yok. Beni tehlikeye sokup düşürürseniz, açıkta seyahat eden bu insanların canlarına yazık olur. Aslında hala bana yaptıklarınızda kasıt aramıyorum. Beni tanımadığınızı düşünüyorum.

 

Ben, sizlerden çok farklı bir teknikle kullanılırım. Bu farkı bilmediğiniz için, sizlere çok da kızamıyorum. Bazen benden çok tekerlekli bir araç, bana yol verdiğinde, aramızda pozitif bir elektriklenme olur. Beni tanıdığınızı ve sevdiğinizi hissederim.

 

Yoğun trafikte sizler çok teker üzerinde bekleme cezası aldığınızda, ben aranızdan sizler için üzülerek süzülür giderim. Köprü ve otoyol gişelerinde yada feribot kuyruklarında bekleme zorunluluğum yoktur.

 

Çabuk ulaşıma çözüm olduğumdan geçiş iznim vardır. Bütün bunlar olurken, size bir saygısızlığım yoksa, sizlerle hiç bir problemim de yoktur. O halde niçin çok tekerleklilerle, motosiklet arasında zaman zaman huzursuzluklar oluyor.

 

Ben kendi ülkemde ilkokulda okurken herkesin içtiği andı unuttuğuna bağlıyorum. Andın bizi ilgilendiren bölümü aynen şöyleydi; "Büyüklerimizi saymak, küçüklerimizi korumak." Dünya genelinde de kaza istatistiklerini incelediğimizde, benim kazalarımın çoğu, sizlerle birlikte oluyor. Çok az bir bölümü de kendi hatamdan kaynaklanıyor.

 

Can kaybı ve hasara gelince de benim taşıdıklarım telef oluyor. Tabii bütün bunlardan yakınırken, bizde hiç hata yok mu?

 

Elbette benim bazı arkadaşlarımın kusurlar var. Lütfen bir kaç illegal hareketi, genele mal etmeyin. Benimle ilgilenirseniz, eminim ki seveceksiniz. Belli mi olur, belki de makine parkınıza beni de ilave edeceksiniz. Benimle dünyayı başka boyutta yaşayacak, bugüne kadar farketmediğiniz güzellikleri göreceksiniz.

 

Mektubuma son verirken bir gerçeği daha hatırlatmak istiyorum. Makine parkının en pratik, en ekonomik ve en hızlı aracı benim ve ben sadece güler yüzlü, mutlu, özgür insanların tercihiyim.

 

Sevgilerimle

 

Herhangi bir motosiklet”

 

***

 

Bu hafta denk geldiğim güzel söz: ”Hasmın sitemine aldırmamak hasma en büyük sitem”

 

Yazının devamı...
Kültürpark güncelleme 1.0
20 Ekim 2016

 

Bu hangarlar kalksın orası da yeşil olsun istiyoruz. Çok şey mi istiyoruz? 

 

İlk başlarda bir kaşık suda fırtına kopardığımızı söyleyenler oldu. 

 

Biz Kültürpark İzmir'in maddi manevi en büyük değeridir dedik. Yeni proje bazında oraya yapılacak her türlü müdahale önemliydi, tüm muhtemel etkileri yakından izlenmeliydi.

 

Bizim bilgi eksikliğimiz olduğunu iddia edenler oldu. Oysa biz dersimize çok sıkı ve dikkatli çalışıyorduk. Gördüğümüze, anlatılana tam not vermiyor sorguluyorduk. Kültürpark'ın kırk elli yıl sonrasını garanti alma derdindeydik.

 

Bizim kaygılarımızı marjinal sızlanma olarak küçümseyenler gördük. Biz buna TMMOB'un bilimsel raporlarıyla cevap verdik. Şehir plancıları ayrı, mimarlar ayrı, peyzaj mimarları ayrı yeni projeyle ilgili eleştirilerini dile getirdiler.

 

Konunun daha iyi anlaşılması için peyzaj mimarları şöyle bir video da hazırladı:

 

https://www.facebook.com/pmoizmir/videos/1128156347267654/

 

Biz 80 yıllık bu ekosistem zedelenmesin dedik. ”Ama ticaret ne olacak, İzmir Enternasyonal Fuarı ne olacak?” dediler. Bunlar ”yeter ama hayırcı” dediler.

 

Biz Kültürpark yemyeşil bir kent park olarak İzmir'e değer katsın dedik. Ayrıca siz buraya bu kadar büyük bir bina yaparsanız Gaziemir boşa çıkmaz mı diye sorduk.

 

Başlarda az kişiydik, çok dikkate alınmadık. Ancak insanların ”park hassasiyeti”sayesinde dört ayda sayımız 20 bin kişiyi aştı. Ana akım medyayı pek kullanamadık maalesef. Ama yerel medyada yer bulduk. Uzaklardaki Açık Radyo'ya da ulaşabildik.

 

Kim ne derse desin Kültürpark Platformu olarak hep haklı olduğumuzu, doğru olduğumuzu bildik, üslubumuzu koruduk. Kamu yararını önemsedik. Hukuka bağlı kalınsın istedik. Bilimselliği hep önde tuttuk. Nitelikli muhalefetin iyi bir örneğini verdik.

 

Ara ara gerildik. Ara ara gerdik.

 

Bütün bu akışın sonucunda da 17 Ekim Pazartesi günü İzmir Büyükşehir'den davet aldık. Başkan Aziz Kocaoğlu'yla iki saate yakın görüşme imkanı bulduk.

 

Tüm hassasiyetlerimizi, tüm önerilerimizi Reşat Yörük, mimarlar Hülya Arkon ve Tevfik Tozkoparan'ın da hazır bulunduğu toplantıda doğrudan Başkan'a iletmiş olduk.

 

Sayın Başkan da kendi düşüncelerini paylaştı. Hem Hülya hanım hem Tevfik bey görüşmeye önemli katkılar yaptılar.

 

Bu bir milat mıdır? Söylemek için erken. Bir diyalog kapısı aralandı. Bir yere varır mı? Zaman gösterecek. Şahsen aşırı temkinli iyimserim.

 

Biz Platform olarak anlatmaya devam edeceğiz. Kalkacak hangarların yerine 25 bin m3'ten fazla beton metrajı olan devasa Sergi Alanı ve Kültür Merkezi inşaatından vazgeçilmesi için elimizden geleni yapacağız. Bir Kültürpark anayasası oluşturulması için bastıracağız. Projede istediğimiz diğer tadilatların takipçisi olacağız.

 

Koruma Kurul'un bu ay sonuna doğru projeyle ilgili vereceği karar önemli olacak.

 

Bizim umudumuz Koruma Kurulunun burada Koruma Amaçlı İmar Planı gerektiğine karar vermesi.

 

Güncellemelerimiz devam edecek. 

Yazının devamı...
Aslında
6 Eylül 2016

Türkiye'de olur böyle şeyler. Belediye ne yapsın? Ha yazın sıkıntı çektiyse de esnaf biraz daha sıkacak dişini. Benim gibi bunu mesele etmeye ne hacet! Hayırlısıyla kışa tamamdır her şey...

 

Aslında İzmir Büyükşehrin Kültürpark’a yapmak istediği yenileme çalışması da güzel, hoş. Yani henüz avan proje üzerinden konuşuyoruz. Proje daha bütçelenmemiş ama olsun. Belli ki sunumlar için çok çalışılmış. Neyse, oraya ille de yapılmak istenen kültür ve sergi binasından tırsmamız ben ve benim gibilerin paranoyası olsa gerek.

 

Biliyor musunuz aslında İzmir'in bir takım sponsorların itmesiyle tanıtımının yapılması da iyi bir şey. Bu sponsorlukların arka planında başka şeyler aramak bizim şüpheciliğimiz. Yoksa duruşu belli, tarihsel kimliği belli bu kenti kolay kolay satın alamayacaklarını herkes bilir.

 

Aslında farkındayım; hem bu kent, hem bu ülke benim gibi müzmin karamsarlardan çok çekiyor. Her şeye muhalefet, her şeye itiraz... Sürekli şeytanın avukatlığı!

 

Oysa bakın hem kent hem ülke nereden nereye gelmiş. Nasıl da gelişmiş... Evler arsalar değerlenmiş, kuleler dikilmiş. Şahsen gözlerime diyorum ki, bakın ve görün artık! İyimser olmak için çok çabalıyorum. Medyayı izliyorum, okuyorum. Sonra elimde değil aklım yine sorular üretiyor. Arıza kesin bende!

 

Misal geçenlerde Bloomberght televizyonu "Türkiye İyi Gelecek" başlığıyla pek çok Ceo ve banka genel müdürünün katıldığı bir toplantı düzenledi. Oradaki banka müdürlerinin söylediklerini okuyunca kendimden iyice şüphelendim.  

 

Bir banka genel müdürü "Türkiye istikrar abidesi bir yıldız gibi orta yerde duruyor" demiş.  Bense ortada istikrarsızlığın ağa babasını görüyorum. Onu yazıyorum çiziyorum. Ne büyük bir yanılgı… 

 

Teröre giden canlar, darbe girişimi sonrasında yaşananlar, dış politikadaki zigzaglar bono faizlerini yükseltmiyor, borsayı düşürmüyor, doları fırlatmıyor ya... Ben onu atlıyorum işte, kalkıp istikrarsızız diyorum. Kendimi bir an önce düzeltmem lazım.

 

Aslında dünya da iyi gidiyor. Merkez Bankaları’nın yarattığı 10 trilyon dolar ekstra para iyi oldu. Ben ve benim gibiler bu durum sürdürülemez dese de, ne var sürdürülüyor işte. Biz bu "yeni normali" kavrayamıyoruz galiba… Tamam; bu kadar paraya gelinen nokta bu ama olmadı bir 10 daha verirler. “Geniş düşünmemiz lazım; teoriler falan bir yere kadar...”

Öyle diyor kanaat önderlerimiz.

 

Tamam, bu ara pek moda olduğu üzere itiraf ediyorum: siz aslında cennetin içinde olmasa bile cennete yakın bir yerlerde yaşıyorsunuz da ben ve benim gibiler ortamı cehennem olarak göstermeye çalışıyoruz. Riskleri abartıyor, güçlü yanları görmüyor, zayıflıkları öne çıkarıyor, fırsatları tehdit olarak sunuyoruz.

 

Yerel ya da küresel iktidarların genelde doğruları söylemediğini bile iddia ettiğimiz oluyor.

 

Haddimizi bilmemiz, kendimize gelmemiz gerek.

 

Ama bakın yine de kafama takılıyor.

 

Çok çok ufak bir ihtimal olsa da ya biz haklı çıkarsak? Hem de çoğu zaman... 

 

Yazının devamı...