(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Levent Seğmen" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Levent Seğmen" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.

Levent Seğmen

Süs havuzunda olimpik kulaç
29 Haziran 2011
Doğrusunu isterseniz, eğlenmiştim de..
Olayın özeti şuydu:
Çayyolu Park Caddesi’nde bulunan Atabilge Sitesi, buradaki restoranlardan rahatsızdı ve hukuki bir mücadele başlatmıştı.
Belediye de Atabilge Sitesi’nin içindeki yüzme havuzu ve içkili lokali, yasal şartları taşımadığı gerekçesi ile incelemeye almıştı.
Yani..
Hukuğa başvuranların, kendilerinin hukuksuz olduğu iddia ediliyordu.
Komikti..
Yazının ardından bu konuda, tanımadığım iki kişiden, iki ayrı e-posta aldım.
Birisi, anladığım kadarı ile Atabilge Sitesi’nin Park Caddesi ile mücadelesinde aktif rol alan Tuğrul Turhan’dan geliyordu.
Tuğrul Bey, son derece zarif bir şekilde Park Caddesi esnafından sadece Atabilge Sitesi’nin değil çevredeki bütün sitelerin rahatsız olduğunu anlatıyor ve Yenimahalle Belediyesi’ni ağır bir dille suçluyordu.
İkinci yazı ise bir başka Atabilge Sitesi sakini olan Yıldırım Yılmazoğlu’ndan geldi./images/100/0x0/55eaa483f018fbb8f88d601b
Yıldırım Bey, içinde kendisi ile ilgili tek bir kelime ya da ima bile geçmeyen yazımı ‘tekzip’ ediyordu.
‘Sözde tekzip’, “Belediye Atabilge Sitesi’nin havuzunu ve lokalini kendi kendine değil, beni orada dövdükleri için, benim şikayetim ile incelemeye aldı” şeklinde özetlenebilir.
Teferruatı gereksiz..
Yıldırım Bey, “Amacım belediyeye avukatlık yapmak değil” diyor, ama ‘bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü’ misali, durduk yerde avukatlık yapıyordu.
Yedi yıldır engelli olduğunu ve tekerlekli sandalyeye mahkum olduğunu anlatan Yıldırım Bey’le daha sonra telefonla da görüştük. Daha ilginç bir şey söyledi. Diğer e-posta’yı gönderen komşusu Tuğrul Turhan Bey, siteye ilk taşındığında engelli olduğu için Yıldırım Bey’in havuza girişini yasaklamak için de mücadele etmişti.
Başka başka ne tuhaflıklar ortaya çıkacak diye beklerken, Yıldırım Bey’in önümde duran yazısında en tuhaf şeye takıldı gözlerim..
Buna göre, yaklaşık 10 yaşında olan Atabilge Sitesi’nin yüzme havuzu ile içkili lokali, imar planlarında ‘süs havuzu’ olarak görünüyordu.
Devlete ‘süs havuzu’ yaptım diyen site, kimselere haber ve bilgi vermeden ‘yüzme havuzu ve lokal’ işletiyordu.
Hatta yarı olimpik bir yüzme havuzu demek bile mümkündü.
Yenimahalle Belediyesi’nin önceki yönetimleri buna nasıl göz yumdu..?
Maliye Bakanlığı kaçak bir ticari işletmeyi nasıl vergilendirdi..?
Standardı hayli yüksek bir yüzme havuzunun Sağlık Bakanlığı ya da diğer ilgili sıhhi kurumlar tarafından izni nasıl verildi, denetimi nasıl yapıldı..?
Anlayacağınız, bu işler çok karıştı..
Park Caddesi’nin verdiği rahatsızlık bir tarafa, Çayyolu’nun en lüks ve gözde sitelerinden birisi olan Atabilge Sitesi’nin verdiği vicdani ve hukuki rahatsızlığa içtenlikle üzüldüm.
Kulaç kulaç utanç..

En tarihi belediye

Bugün doğacak çocuğa verilecek isimler, hava durumu, yemek tarifleri, özlü sözler..
Saatli Maarif Takvimi’ne ve ona gönül verenlere her zaman sempati duydum..
Bizden iki kuşak öncesinin en önemli rehberlerinden birisidir.
Bu yüzden Anadolu Ajansı’nın her hafta başında abonelerine gönderdiği ‘Haftanın Tarihine Bakış’ derlemesini de zevkle okurum. Bir nevi Saatli Maarif Takvimi geleneğidir çünkü..
Bakın bu hafta tarihte, Anadolu Ajansı’na göre yaşanan bazı önemli olaylar hangileriymiş..
27 Haziran 1363: Türk devletinde ilk düzenli ordu kuruldu.
28 Haziran 1914: Avusturya tahtının veliahdı Arşidük Franz Ferdinand ve eşi Hohenburg Düşesi, 19 yaşındaki Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip tarafından Saraybosna’da öldürüldü. Avusturya, bu olayı gerekçe göstererek Sırbistan’a savaş ilan etti ve I. Dünya Savaşı başladı.
29 Haziran 1995: Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi, “Hitit Güneşi” amblemini değiştirdi.
30 Haziran 1913: II. Balkan Savaşı başladı.
1 Temmuz 1839: Padişah II. Mahmut öldü; yerine Sultan Abdülmecit geçti.
2 Temmuz 1556: Fransız astrolog, fizikçi ve kahin Nostradamus öldü.
3 Temmuz 1462: Midilli Adası, Osmanlı ordusu tarafından fethedildi.
Başkanımız Melih Gökçek’in Ankara amblemini 1995 yılında değiştirmesinin, tarih şeridinde yanyana anıldığı olaylara bakar mısınız..?
Fransız kahin Nostradamus ile birlikte tarihe geçmiş bir belediyemiz var..
Hatta ilk Türk ordusu, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması, İkinci Balkan Savaşı, Abdülmecit’in tahta oturması, Midilli Adası’nın Osmanlı tarafından fethi..
Gurur duymalıyız..
Ne tarih yazmışız ama..?
Yazının devamı...
Mışlarla muşların renkleri
22 Haziran 2011

Bu hafta dost sohbetlerinde, kent yaşamında ve özellikle Çayyolu’ndaki ‘mış’larla ‘muş’ların izleri takip ettim.
Konut olarak inşa edilen binalarda, ticari işletmelere ruhsat verilmeyeceği ne zamandır konuşuluyordu.
Çayyolu’nda değişik bir uygulama gündeme gelmiş.
8. Cadde ve Türkkonut’a giden bulvar üzerinde bulunan binaların ticari işletme olarak kullanılabileceği kararı verilirken, meşhur Park Caddesi’ne bu izin çıkmamış.
Bitmedi..
Park Caddesi’nin göbeğindeki Atabilge Sitesi uzun süredir burada bulunan bar ve restoranlara karşı yoğun savaş veriyordu.
Gerekçe ise canlı müzik, sokak köpekleri ve araba gürültüleri idi..
Sonra Atabilge Sitesi’nin içinde bulunan 5 yıldızlı otel havuzu kıvamındaki içkili sosyal tesisin ruhsatsız olduğu ortaya çıkmış.
Hemen ardından tesisin ruhsatlı olduğu ve ruhsatını eski belediye başkanı Ahmet Duyar’ın verdiği belirlenmiş.
10 Haziran’da bir belediye görevlisi gelip, “Ahmet Duyar’ın verdiği ruhsatı ruhsat kabul etmeyiz, 14 Haziran’da tesisi yıkarız” demiş.
Bir diğer deyişle Park Caddesi’ne kızan Atabilge Sitesi’ne, belediye “yıkarsam ben yıkarım” diye karşılık vermiş.
Sonra sorun çözülmüş, çünkü Park Caddesi hakkındaki ölüm fermanını zaten Büyükşehir Belediyesi çok daha önce imzaya açmış.
Atabilge Sitesi ile Park Caddesi soğuk savaş dönemini yaşarken, Çayyolu’nda kırmızı çizgi tartışmaları, rengi kırmızı rant hesaplarına dönüşmüş.
Mafya özentisi yöneticiler, sivil toplum örgütü başkanlarına yaşlı kadınlar aracılığı ile tehdit mesajları bile göndermiş.
Tam da bu noktada, “Nükleer santral Çayyolu’na kurulacakmış” iddiasını ortaya atmak mümkün.
Ama Çayyolu, James Bond filmlerindeki o gizli görev talimatları gibi ‘kendi kendini yok ediyor’ zaten..
Bir zamanlar Çayyolu, şehircilik örneği olarak gelişen bir bölge idi..
Bugün ise kim ne yap’mış’, neler ol’muş’ sorularının cevabında, “Ben yaparım olur” keyfiyetinin izleri geziniyor.
Mışlarla muşların cumhuriyeti..
Hayırlısı olacakmış..

Polise dikkat

SÖZ Çayyolu’ndan açılmışken, asayiş ve Ankara Emniyeti’nin bu bölgedeki çalışmalarına da dikkat çekmekte fayda var. Bölgenin Jandarma’dan Polis’e devredilmesinin ardından, Yenimahalle İlçe Emniyet Müdürlüğü asayiş olayları ve özellikle hırsızlık açısından önemli bir başarı sağlamış gibi görünüyor.
Üstelik polisin bu başarıyı, vatandaşı bunaltan klasik denetim/baskı yöntemleri yerine çok daha stratejik bir yaklaşım ile sağladığı konuşuluyor.
Son on yılın istatistikleri ne gösteriyor bilmiyorum ama, sokakta Ankara Emniyeti’nin Çayyolu’ndaki başarısına dair konuşulanlar doğru ise bilimsel açıdan incelenmesinde fayda var.
Park Caddesi’nde ‘sosyal terör’ estiren polisten, huzuru ve güvenliği sağlayan polis noktasına gelinmesi sevindirici..

Yazının devamı...
Ustalık döneminde ASKİ’nin ustaları
15 Haziran 2011
Literatüre giren kavram ‘kalfalık-çıraklık-ustalık’ dönemi, gelenekselleşen tarz ise ‘balkon konuşması’ oldu.
Balkon konuşmasını bir tarafa bırakırsak, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın başladığını ilan ettiği ‘ustalık dönemi’ ve bu kavram benim daha çok ilgimi çekiyor.
Merkezi yönetim; yani hükümet olmak, hizmetin yanı sıra devlet adına siyaset üretmeyi, strateji geliştirmeyi de gerektiriyor.
Belki de bu yüzden, ‘dönem kavramı’nı yerel yönetimlere daha çok yakıştırıyorum. Çünkü yerel yönetimler siyasetten farklı bir noktada, sadece hizmet üretmesi beklenen bir yapıya sahipler.
Zaten Başbakan’ın hizmet açısından esinlenip ortaya koyduğu dönemler, Mimar Sinan’ın mesleki kariyerini anlatan özgeçmişin kronolojisinden başka bir şey değil.
* * *
Bundan yola çıkarak Büyükşehir Belediyesi’nin Melih Gökçek başkanlığındaki üç dönemine ‘çıraklık-kalfalık-ustalık’ olarak bakmak mümkün..
Başkan Gökçek bir dönem daha; yani dördüncü defa görev almak istediğini açıklamış olsa da, ne Başbakan Erdoğan’ın lügatinde ne de Mimar Sinan’ın kariyerinde dördüncü bir dönemden bahsedilmiyor.
Mimar Sinan’ın ustalık dönemi eseri olarak sunduğu yapı, 86 yaşında inşa ettiği Edirne Selimiye Cami..
Beni endişelendiren ise, Başbakan’ın mantığı ile Başkan Gökçek’in ustalık dönemine denk gelen bu dönemde, ‘Biz hep birlikte Ankarayız’ denilebilen bir balkon konuşmasının yıllardan beri yapılamamış olması..
Seçim sandığından alınan gücün, yerel yönetimleri olgunlaştırmak yerine, kalfalık dönemlerinin çocuksu ve kindar cüretkarlığına geri götürmesi de bir başka endişe nedeni..
Son beş yılda Ankara adına yapılan hatalara bakıldığında, endişe etmek için bir çok neden, onlarca yanlış karar ve inatla savunulan yanlışları görmeniz mümkün..
* * *
Arkadaşımız Gamze Kolcu’nun 28 Mayıs’ta yayınlanan ‘Fareli Köyün Kanalları’ başlıklı haberinden sonra yaşanan gelişmeler ‘güç ile hizmet etmek’ ve ‘ego ile eziyet etmek’ arasındaki ince çizginin ve yukarıda sıraladığım endişelerin izlerini taşıyor.
Haberi hatırlayalım..
Dikmen Akpınar Mahallesi’nde yaşanan kanalizasyon sorunu, mahalleyi basan lağım suları, cirit atan fareler ve bu konuda Manolya Apartmanı’nın kadın yöneticisi Leman Yıldız’ın iki yıldır ASKİ nezdinde verdiği mücadele anlatılıyordu.
Haberin yayınlanmasının ardından, ASKİ’nin ‘işgüzar’ işçilerinden örtülü bir mesaj geldi:
“Biz aslında yapacaktık ama, gazeteye vermişsiniz. Cezalısınız ve sorununuz asla çözülmeyecek.”
Bazı çalışmalarını beğeni ile izlediğim ASKİ Genel Müdürü Kamil Kılıç’ın bu ilkel ve insanlık dışı yaklaşımların ne kadarından haberi var bilmiyorum.
* * *
Demek ki bazı ASKİ çalışanları, yıllardır ihmal ettikleri görevlerini, ‘CHP’ye oy veren Çankaya’ için bir lütuf olarak görüyorlardı.
Demek ki bu hizmetleri babalarının parası ile değil, bizlerin vergileri ile yerine getirmek zorunda olduklarını unutmuşlardı.
O işçilerin ustalık döneminden anladıkları, hizmet etmek yerine dördüncü defa görev isteyen başkanlarından aldıkları güçle, vatandaşa meydan okumaktı.
Akpınar Mahallesi’ndeki binaların balkonlarından, seçim zaferine dair konuşmalar yapılmıyor. İstense bile yapılamaz, çünkü kokudan durulmuyor.
Kalfalık, çıraklık, ustalık..
ASKİ’nin kalfaları, ustalaşmış.
Başkan yetkisiyle mahalleyi farelere teslim ediyorlar, ustaca siyaset yapıyorlar.
Ve diyorlar ki..
“Biz hep birlikte değil, sadece bize oy verenlerle Ankarayız..”
Bize de ustaları tebrik etmek düşüyor..
Yazının devamı...
Ortaya karışık az biberli yazı
8 Haziran 2011
Konuştuğum insanların neredeyse tamamı, saatinin alarmını 13 Haziran sabahına kurmuş, tavşan uykusunda dönüp duruyor bir o yana, bir bu yana..
Böyle bir ortamda; öyle bir yazı yazmak istedim ki, konuyu atayım ortaya isteyen istediği sonucu çıkarsın..
Sınırsız esinlenme imkanı bir anlamda..
Konu: Kargalar..
İlk önce, çok değer verdiğim bir ağabeyimin kargalar hakkında anlattıklarını aktarayım..

İnsanoğlu en fazla 29 yıl yaşayanını tespit etmiş olsa da, biyolojik ömürlerinin 400 yıl olduğu iddia ediliyor..
50-60 yaşına gelene kadar çiftleşmedikleri bir başka iddia..
Yaşadıkları sürece kin ve nefretlerini asla unutmuyorlar..
Bir diğer deyişle, gördüğünüz herhangi bir karganın 300 yıldan fazla bir zamandır aynı yerde dolanıyor olma ihtimali var..
Karganın kılavuzluğu ve tuvalet adabı ile ilgili atasözleri var..
Bunların dışında, besleseniz bile gözünüzü oyuyorlar..
Eskimoların ayrı bir saygı gösterdiği kuşa, yani kuzguna akrabalar..
Yavrusunu şahin gibi gören hayvanlar..
Antik Yunan ve Roma’da uzun hayatı sembolize ediyorlar..
Hatta ölüleri, ölüler diyarına onların taşıdığına dair mitolojik bir kayıt da var..
Van Gogh’un intihar etmeden önce çizdiği tablodaki kargalar ayrıca dikkat çekici..

La Fontanie öykülerinde, peyniri tilkiye kaptıran sersem/geveze rolünde oynuyorlar..
Alex Proyas’ın 1994 yapımı unutulmaz filmi..
The Crow..
İnsan zekasına en yakın hayvan olduğunu düşünenler var, belki de bu yüzden üstat bir hırsız olarak da kabul ediliyorlar..
Haydi şimdi etrafınızdaki kargalara bir bakın..
Hepsinin de ya yüzyıllık rezilliklere şahitliği, ya da yeni yetme rezilliklere esin kaynağı olmuşluğu var..
Sadece iddia elbette..
Rivayete göre, yeryüzünde işlenen ilk cinayetten sonra cesedin nasıl gömüleceğini gösteren bile onlar..
Kekliği taklit edeyim derken, kendi yürüyüşünü unutan kuşlar..
Doğrusu yanlışı bir yana..
Ne çok karga var..
Yazının devamı...
Dışişleri kadar bizim iç işimiz
1 Haziran 2011
Hürriyet Treni’ne misafir olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun dış politikanın yanı sıra, ‘yerel vizyonu’na dair önemli ipuçları veren sıcak ve keyifli sohbetine de bu sayede tanıklık ettik.
Diplomasi üzerine kurulu kariyerinden mi kaynaklanıyor bilinmez, Bakan Davutoğlu’nun yerel yönetimler konusunda ‘bataklık detayları’ yerine tablo bütününden yola çıkarak yaptığı tespitleri, ilgi ile dinledik.
Davutoğlu ulaşım, kültür sanat ve enerji eksenlerinde, özellikle yapılan ve yapımı planlanan Yüksek Hızlı Tren güzergahı üzerinden sağlanacak faydaları, büyük heyecan içinde anlattı.
Ben sadece bir cümlesine takıldım..:
“Ankara-Konya arasındaki YHT seferleri başladığında, Ankara’da yapılacak bazı toplantıların Konya’ya kaydırılması mümkün olacak.”

Dünya üzerinde kentsel gelişim stratejileri açısından aslında çok uzun zamandır süregelen bir tartışmanın, belki de en can alıcı noktalarından birisi gizlenmişti bu cümleye..
Ne yaparsanız yapın, bir kenti uluslararası sistemin bir parçası haline getirmediğiniz sürece, o kentin vizyonunu zenginleştirmeniz mümkün olmuyor.
Davutoğlu, haklı olarak kendi seçim bölgesini bu sisteme dahil etmenin yollarını arıyor.
Ankara ise sistemde varla yok arasında bir noktada duruyor.
İşte İstanbul örneği..
İstanbul’u İstanbul yapan boğaz manzarasında içilen rakı ya da belediyesinin yaptığı sulu/kuru parklar değil.
İstanbul’u İstanbul yapan en önemli neden, kimsenin açıkça dile getiremediği ‘gizli başkent’ nosyonu..
Yıllarca Ankara Hürriyet sayfalarında yer alan haberlerde, verilen demeçlerde hep bu suskunluğun izlerini gördük.
Ankara’ya gelen turist, bir günden fazla konaklamadı.
İstanbul’da yapılan uluslararası toplantıların, olsa olsa kırıntıları Ankara’ya lütfedildi.
Avrupa Birliği’nin eşiğindeki Türkiye, Avrupa’da başkentine doğrudan uçuşun en az olduğu ülkeler arasında yer aldı.
Taşınan finans kurumları, taşınması istenip de açıklanmayanlar, vesaire, vesaire..

Dışişleri Bakanı’nın Anadolu’yu dünyaya ve Avrupa’ya açma heyecanı gerçekten takdire değer.
Ancak ben bu projeksiyonda, Ankara’ya ‘ara istasyon’ muamelesi yapılacağı/yapıldığı hissine kapıldım.
Ankara’ya 2009 yılında verilen Avrupa Ödülü’nün gerekçesini de en iyi analiz edecek kişi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bana göre, bilmiyorum bu ödülle ilgili detayları tekrar hatırlatmama gerek var mı..?
Finans kurumları İstanbul’a, toplantılar Konya’ya, turistler Kapadokya’ya..
Ankara’ya kalan..?
Ankara’ya en az bir Ankaralı kadar gönül veren Valimiz Alaaddin Yüksel ve tam 17 Vali Yardımcısı ile (bir ara mevcut 20’nin üzerinde idi) Uluslararası Tavla Turnuvası düzenlemek..
Şeş, beş..
Dü-beş atarsak, ne mutlu bize..
Biz daha Kültür Bakanımızı bile Roma Hamamı’na götüremedik..
‘Hürriyet Hakkımızdır’ Treni’nde Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile sohbetimizden yola çıkıp, nerelere geldi konu..
Hürriyet Treni gittiği her kent merkezinde, ‘Türkiye Ne İstiyor?’ sorusunun cevabını arıyor.
Suçum yok..
Ankara’ya ne istediğini ise kimse sormuyor..
Yazının devamı...
Çirkin Çengel
23 Mayıs 2011

1. Dünya Çocuk Oyunları..
24 Nisan - 1 Mayıs tarihleri arasında 90 ülkeden 3 bin çocuğu Ankara’da ağırladık. Görkemli açılış töreninde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da vardı.
Başbakan, konuşmasının bir yerinde şunları söylüyordu:
“Dünyanın neresinde olursa olsun çocuk her yerde çocuktur. Dünyanın her yerinde çocuklar masumdur. Çocukları üzen bir dünya asla masum değildir.”
Başbakan’a katılmamak mümkün değil..
Gerçekten de çocuk, dünyanın neresinde olursa olsun ‘çocuk’tur..
Gerçekten de, dünyanın her yerinde çocuklar ‘masum’dur..

* * *

Organizasyonun resmi internet sitesinde çeşitli video görüntülerini incelerken, gözlerim Kültür ve Turizm Bakanlığı Ankara Çok Sesli Çocuk Korosu’nun verdiği açılış konserine takıldı.
Erkek çocuklarında siyah pantolon, siyah yelek, beyaz gömlek ve papyon..
Hepsi güzel, güneş yüzlü çocuklar..
Kız çocukları üç farklı elbise giymişti..
Pembe bluzlu uzun etekli çocuklar, gri bluzlu uzun etekli çocuklar, uzun siyah elbiseli çocuklar..
Kız çocukları da güzeldi..
Sonuçta Başbakan Erdoğan’ın dediği gibi hepsi de çocuk, hepsi de masum..
Ancak en arkada duran uzun siyah elbiseli kız çocuklarında bir gariplik vardı. Daha doğrusu elbiselerinde..
Hepsinin de yakaları farklı farklı, eğreti duruyordu. Küçük bir araştırma yaptığımda, korktuğum şeyin doğru  olduğunu gördüm..

* * *

Sanatın içine tüküren, Barbie bebeği tahrik edici bulan zihniyet, bu sefer de kendini ‘Dünya Çocuk Oyunları’nda göstermişti.
Çocuk korosunun çocuk koristlerinin bir omzu düşük kostümleri, “sakıncalı” bulunmuştu.
Bacak kadar çocukların “dekoltesi”ni örtmek için, apar topar çengelli iğneler bulundu. Uzun siyah elbiseli kız çocuklarına dağıtıldı ve talimat verildi:
“Derhal omzunu örtün..!”
Geleceğin sanatçıları küçük kız çocukları, omuzlarını çengelli iğne ile ‘örttü’ çaresiz.. Bazıları da bir şal ile çözmeye çalıştı durumu.
Çengelli iğneler ile çirkinleştirildiler..
Oysa Başbakan bambaşka şeyler söylemişti:
“Dünyanın neresinde olursa olsun çocuk her yerde çocuktur. Dünyanın her yerinde çocuklar masumdur. Çocukları üzen bir dünya asla masum değildir.”

Yazının devamı...
‘Kanal Ankara’
27 Nisan 2011

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan dün ‘çılgın projem’ olarak nitelediği projesini en sonunda açıkladı. ‘Kanal İstanbul’ isimli projeye göre, kentin Avrupa yakasında Marmara ile Karadeniz arasına bir su kanalı açılacak ve İstanbul, içinden deniz geçen iki kente dönüşecek.
Başbakan Erdoğan konuşmasının bir yerinde, “Dünyada içinden nehir geçen nice şehirler vardır. İçinden deniz geçen yegane şehir İstanbul’dur. Başlattığımız projemizde, İstanbul artık içinden iki deniz geçen bir şehre dönüşüyor” ifadesini kullandı.
Projeyi ve Başbakan’ın bu sözlerini duyduğum anda, aklıma 3-4 yıl önce haber ve köşe yazıları ile Ankara Hürriyet sayfalarına taşıdığımız ‘kayıp dereler’ geldi.
Venedik, Amsterdam, Viyana, New York, Londra, Tiflis, Üsküp, Paris ve içinden su geçen sayısız dünya kentini örnek göstermiştik..

***

Ve Ankara..
Genç Cumhuriyet’in dereler üzerine kurulmuş Başkent’i..
Kavaklıdere, Dikmen, İncesu, Bademlik, Kıbrısköyü, Hacı Kadın, Hoşdere, Bentderesi, Bülbülderesi, Hatip, Ankara ve Çubuk çayları..
Neredeyse hepsinin üzerini hunharca kapatıp, yok etmişiz..
Yok edemediklerimize yıllarca pisliğimizi döküp, başımıza dert haline getirmişiz..
Yakın tarihin belgelerinde, Ankara’nın her deresi için farklı ve hazin bir öykü bulmak mümkün..
2007 yılının Kasım ayında Ankara Hürriyet’te yayınlanan yazımda, şu temennide bulunmuşum:
“Umarız bir gün ‘içinden su geçen kent’ olan Ankara, ‘suyu içinden geçiren kent’ haline gelebilir.”

***

Ve yıllar sonra bugün..
Başbakan benim bu hayalimi Ankara için değil, İstanbul için açıkladı..
İçinden su geçen İstanbul’un, suyu içinden geçiren kent olacağını söyledi..
Geçmişte Ankara’nın da çılgın projeleri olmadı değil işin doğrusu..
Burada o projeleri sayıp, proje sahiplerini utandırmanın bir anlamı yok..
Su denildiğinde aklıma gelen iki atasözü oldu. Birisi “Su akarken testiyi doldur”, diğeri ise “Su akar yatağını bulur”..
Biraz dikkatli düşündüğünüzde, Ankara’da yıllardır suya dair neler yapıldığını hangi atasözü tanımlıyor kolayca bulacaksınız..
Hep doldur, hep doldur..

Yazının devamı...
Mahallede çifte standart isyanı
20 Nisan 2011
Aradan geçen zaman içinde trafikte yeni düzenlemeler yapıldı. Radarlı kameralarla tanıştık, bugüne kadar park etmenin kesin biçimde yasaklandığı caddelerin üzerinde resmi/seyyar açık hava otoparkları ile karşılaştık.
Dikimevi kavşağındaki saçma sapan sinyalizasyondan tutun, Cevizlidere kavşağında projesi başlı başına trafik canavarı olan geçitlere kadar, aklın ve bilimin kabul etmeyeceği kadar ilkel yaklaşımlarla yerleştirilen radarlardan tutun, Çorum’da tarlasında çalışan traktöre Kızılay’da kırmızı ışık cezası kesen MOBESE’ye kadar her türlü rezilliğe şahit olduk..
Bugün hala, daha önce söylediğim noktada, savunduğum görüşteyim.
Devlet trafikte vatandaşına tuzak kuruyor.

Kısa süre önce okurlarımızdan Bülent Bey, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne de gönderdiği bir şikayet metnini bizlerle paylaştı.

Trafik ekiplerinin, çekiciler ile birlikte yeni gözdesi, Kennedy Caddesi’ndeki 4 apartman olmuş. Sözkonusu bölgede tanıdığım tek bir kişi bile oturmadığı için, gönül rahatlığı ile Bülent Bey’in şikayet yazısından bir bölümü aktarabiliyorum:
“13 Nisan 2011 tarihinde saat 14.00 civarında Ankara / Gazi Osman Paşa mah./ John F. Kennedy cad. ile Attar sokağın kesişme noktasına 5 - 6 adet araç çekici aynı anda gelmiş, Attar sokak köşesindeki ev ile John F. Kennedy caddesi 150 numaradan başlayarak 148, 146 ve 144 numaralı ev önleri ile karşı kaldırım tarafındaki bütün araçlar sırayla çekilmeye başlanmıştır. Bu arada görev yerinde kendisinin yetkili olduğunu belirtmek istercesine tavırlar içerisindeki bağırıp çağıran, sağa sola koşuşturan, zayıf yapılı, kısa boylu bir trafik polisi bayan memur da çekilmek için sırası gelmemiş araçlara ceza yazıp ön camlarına koymaya başlamıştır. Mahalleli bugüne kadar, tek bir aracın dahi herhangi bir çekici araç ile park ettikleri yerden kaldırma işlemine rastlamadığı için (kayıtlarınızdan kontrol edebilirsiniz) (yalnız ara sıra Attar sokak ile John F. Kennedy caddesinin kesişme yerinde görüş açısının kötü olması nedeniyle trafik kazaları yaşanmakta olup belki birkaç kez kaza yapan araçların kaldırılması için çekici gelmiş olabilir) sanki bir terör saldırısına uğramış gibi şaşkınlıkla ne olduğunu anlamaya çalışmış, yine de mantıklı bir açıklama bulamamıştır.”

Bülent Bey’in yazısından, trafik ekiplerinin trafik düzeni sağlamaktan çok, ceza yağdırıp çekicileri zengin etme dürtüsü ile hareket ettikleri gibi bir izlenim almak mümkün..
Hatta komplo teorisi geliştirirseniz, insanların araçlarını evlerinin önüne park etmek yerine Tunalı Hilmi Caddesi’ndeki resmi/seyyar açık hava otoparkına para ödemeye mecbur bırakılmak istendikleri bile düşünülebilir.
Bunun adı tuzak değilse, nedir..?
Hele hele üç beş değnekçiyle bile başa çıkamayan devlet, trafik düzenini bozmayan vatandaşa ceza yağdırmaya başlamışsa..
Kızılay’da, Çankaya’da, Keçiören’de, Söğütözü’nde, Ulus’ta, Aydınlıkevler’de, özetle Ankara’nın hemen her yerinde yüz binlerce insan her gün trafikte inim inim inlerken, çekici filoları ile 4 apartmana yapılan ‘çıkarma’nın neyi çözdüğünü bilen varsa, seve seve dinlemek isterim..
Yazının devamı...