Madam B.
Ona bizim buralarda Sinyora Afet derler.
Çok güzel bir kadındır, kadındı. Kadın işte...
Bizim gibilerin yaşadığı bir sokakta güzel kadın olmak mı?
İşte bu çok zor bir şeydir, bir şeydi. Bir şey işte...
Her neyse, her nasılsa Madam B. bizim sokağın güzel kadınıydı.
Madam B. gibi bir kadının yaşadığı sokakta diğer kadınlardan biri olmak mı? İşte bu çok zor bir şeydir, di’si, işte’si yok!
Madam B. ya da hadi ben de ona Sinyora Afet diyeyim, güle gül demesek başka mı kokar hem? Böyle demez mi rahmetli Şekspir?
Her neyse, her nasılsa, bizim Afet, sabah saat 10 gibi sokağın başındaki evinin kapısını açar, hafifçe dışarı iki adım atar, şöyle bir kafasını kaldırıp göğe bakar, böyle bir kafasını indirip yere bakar, sonra kafası yerde, gözleri yerde, öylece orada, kapısının eşiğinde dururdu. Ne düşünürdü kim bilir?
Onunla birlikte bütün sokaktaki hayat, üzerinde ne varsa o an -Afet’in değil sokağın üzerinde- insanı, kedisi, köpeği, elektrik direği, tezgahı, camı, penceresiyle beraber dururdu.
Ona bakan o kadar göz, bir tane Afet,
Sanki Afet bütün sokağın neden durmuş da ona baktığını, o gözlerin ağırlığını nasıl taşıyacağını bilemediği için her sabah öyle kafasını yere indirip, gözleri yerde, dalıp kalır, bir cevap düşünürdü. Sanki!
İki soru, bir cevap, bir afet.
Sonra hızla arkasını döner, kapı koluna uzanır, bütün gücüyle kapıyı çeker ama kapı kapanmazdı.
Kapı kapanmayınca kaşlarını çatar, güç almak için sağ bacağını ileri atıp kapının eşiğine dayardı.
Her sabah o bacak ileri doğru atılır atılmaz, üzerindeki elbisenin ne olduğunu umursamadan sıyrılır, gözler önüne çıkardı. Kaç göz olurdu o bacakta onu da siz tahmin edin.
O bacak gözler önüne teşrif edince sokaktaki hayat, üzerinde olan her şeyle birlikte, Afet’in değil sokağın üzerinde, bir daha dururdu.
Duran bir şey bir daha durduğunda neler olacağını bilemezsiniz. Fizik bunu açıklayamaz.
Tanrı ise açıklamaz.
Bir Afet, bir bacak, bir büyük sır.
Keramet kapıda mıydı, bacakta mıydı yoksa elbisede miydi bilemesem de bu hep böyle olurdu.
İşte bizim sokakta hayat, her sabah Afet’in kapısını bir ayin gibi kapatırken eteğinden hafifçe sıyrılan o meşhur sağ bacağıyla durur, bacak gözden kaybolunca tekrar başlardı...
Afet’in kalçaları mı?
Onu da sonra anlatırım.
“ Çok özledim, buluşalım “
“Olur, “ diyorum “ akşam detayları konuşalım “
Bu arada içeri giren bir hastanın sesini duyuyorum. Bizimki “ birazdan alacağım sizi “ diyor.
“Seni tutmayayım, hastalar beklemesin “ diyorum.
“Yok, yok “ diyor “ anlat bakalım neler yapıyorsun ? “
Yahu dışarıda hasta beklerken ben neler yaptığımı anlatmaktan hicap duyarım. Desem ki artık günün son saatleri de bizim doktor çok yoruldu, biraz ara vermek iyi gelir. E, öyle bir durumda yok.
“Anlatırım, uzun uzun konuşuruz. Akşam beni ara mutlaka “ diyorum.
Bu arada hasta yeniden içeri giriyor ve doktor arkadaşım bu kez sert bir tavırla “ alacağım dedim ya, biraz bekleyin lütfen “ diyor.
Hissettiğim duygular kelimelerle ifade edilemez. O’na da ifade edemiyorum ki şarjım bitmiş gibi telefonu bir anda kapatıyorum kıvranıp duracağıma.
Medeni bir davranış olmadığının farkındayım ama bazen böyle kilitlenip kalıyorum.
Geçen gün İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 1971 yılı mezunlarından, Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şef Yardımcısı, UEÇG üyesi Dr. Aydemir Yalman’ın vefatından önce meslektaşlarına yazdığı mektubu okuyordum. Türkiye’de tıp bilimine, doktorlara tutulan bir ışık niteliğinde olduğunu düşündüğüm bu önemli satırları mesleğine gönül veren, idealist , saygın doktorların da, işini sadece ticarete dökmüş insan kasabı olanların da okumasını dilerim.
Kanser olduktan sonra hastanelere doktor olarak değil hasta olarak giden Aydemir Yalman o süreçte yaşadıklarına inanamamış adeta, şok üstüne şok yaşamış.
Bedeni zorlu radyoterapi ve kemoterapileri alırken ruhuyla kimsenin ilgilenmediğini anlatan Yalman’a bir sınıf arkadaşının tavsiyesi üzerine kanser hastalarıyla çalışan bir psikolog evinde terapi yapmış. Ne yazık ki hayatını kaybeden bu değerli doktorumuz ölümünden önce “doktora bir de hasta olarak gidin “ diyor meslektaşlarına. Yapılan davranış hatalarını anlamanın başka yolu yok çünkü. İşte O’nun, doktora hasta olarak gittiği dönemde yaşadıklarından bazı önemli satırlar:
DOKTORA BİR DE HASTA OLARAK GİDİN
“1. Bir hekimin önce bir hasta olarak bir doktora başvurmasını, sonra da hasta yakını olarak hastanede bulunmasının önemini bir kez daha anladım.
2. Bir hekimin hastasına, hele de kanserli hastasına daha duyarlı yaklaşması gerektiğine inandım.
3. Her hastanın bir birey, bir insan olduğunun asla unutulmaması, en azından kendisiyle konuşurken yüzüne bakılması ve yazılı onama için yapılan bilgilendirmelerin gerçek anlamına uygun yapılması gerektiğine inandım. Doktor olmama rağmen kemoterapinin yapacakları açık açık anlatılmadığı için ilk tedaviden sonra panik atak geçirdim “
4. Başta kanser hastaları olmak üzere, eğer mümkünse tüm hastalara psikolojik destek sağlanmasının çok önemli olduğunu anladım.
Tuhaf bir çelişki görünse de biz bir yandan millet olarak doktorları pek sevmeyiz; bir yandan da millet olarak çocuğumuz doktor olsun hayalleri kurarız, o da olmazsa çocuğumuzun evleneceği kişinin doktor olmasını tercih ederiz. Oysa arada küçük bir fark vardır.
O fark nedir derseniz; insan hayatının söz konusu olduğu noktada, bir doktorun iki dudağının arasından çıkacak kelimelere odaklanmışken, yüzümüze bakılmasını, bize kasaptaki çengele asılı kendisine ne yapılacağını bilmeyen bir et parçası değil duyguları düşünceleri çarpan bir kalbi olan insan olduğumuzun hatırlanmasını isteriz.
Bunu yapabilen, idealist, hasta psikolojisinin ne olduğunu bilen, Hipokrat yemininin gereğini özümsemiş doktorlara saygı, yapmaması bir yana kendisini yarı tanrı mertebesine ulaştırmış doktorlardan nefret duymamızın sebebi olacak bir farktır bu.
Çünkü biz doktorlara saygı duymak isteriz minnettarlık değil.
“Bir şey bulabildin mi geçmişten “ diye sorarsanız “ buldum “ derim.
Ama bu çok da memnuniyet duyulan bir “ buldum “ değil...
Serçelerin gruplar halinde dallardan düştüğü, insanların kirli havayı solumamak için maskeyle dolaştığı, bir an önce evlerine dönmeye çalıştığı yılları hatırlatıyor kirli gökyüzü.
Ankara hava kalitesini ölçen Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkez Başkanlığının günlük verileri gösteriyor ki bazı semtler artık Allaha emanet. Eşik değerler çoktan aşılmış.
Kimse ölçümlerden, grafiklerden, istatistiklerden bahsetmesin diyorsanız, boğazını ve gözlerinizi yakan yakan havaya, çocuğunuzu öksürten dumana, yan komşunuz olan yaşlı teyzenin akşam üstü yürüyüşünden sonra şiddetlenen kronik astımına bakın derim.
Eve döndüğümde üstüme sinen is, kömür kokusundan kurtulmak için giysilerimi çamaşır makinesine yerleştirsem de soluduğum zehiri, ciğerlerime çektiğim, kömür,egzoz, ağır metal kokusunu nasıl temizleyeceğimi bilmiyorum.
Yaz kış demeden her sabah evimi havalandıran ben, son zamanlarda nükleer serpinti varmış gibi dışarının kirli havasını eve sokmamak için mümkün olduğunca pencereleri açmaktan imtina ediyorum.
Elimden gelse evdeki oksijenle yaza kadar idare etmeye çalışacağım.
İyi güzel de bu şikayetleri modern dünyanın neresinde yapsanız sormazlar mı adama “yok mu bu şehrin bir sahibi, vatandaşın soluduğu zehirin hesabını verecek bir vicdan sahibi ? “
Sosyal yardım adı altında dağıtılan kalitesiz kömürler, doğalgaz fiyatlarına yetişemeyen vatandaşın ucuz yakıta yönelmesi, otobüs, minibüs ve kamyonların kullandığı kirli yakıtlar, hava koridorlarını kapayacak şekilde inşaa edilen çok katlı binalar ve konumları ya da tüm bunların denetiminin doğru dürüst yapılmaması mıdır bunun sebebi ?
Sebebi ne olursa olsun her insanın temiz hava soluma hakkına engel midir bunlar ?
Bu manzara karşısında belediyelerin üstüne düşeni yeterince yapıp yapmadığına dair onlarca soru oluşuyor insanın aklında.
Siyaseti ağır, psikolojisi ağır başkentin havası ağır olmasın hiç olmazsa.
Ankara’nın Türkiye’nin en yaşanabilir ili olduğu saptamasını yapanlar Ankara’nın karasından da haberdar mı acaba ?
Daha doğrusu anahtarı çevirip iterdim ben kapıyı, kapı da açılırdı, o anda da öyle olması gerekiyordu, her zamanki gibi.
Ama öyle olmadı. Dönmedi anahtar kilidin yuvasında. Yanlış anahtar! Yuvasını yadırgayan bir anahtar! 3 yıl sonra kapının kilidine ilk defa başka bir anahtar sokmuştum.
“Allah kahretsin! Allah kahretsin! Allah kahretsin! ”. Ağzımdan çıkan tek cümle buydu.
Kahrolan bir anahtar canlandı gözümün önünde. Başını olmayan ellerinin arasına almış, ağlayan ve gözyaşları kendine özgü çıkıntılarından aşağıya doğru akan bir anahtar.
Her şey üst üste geliyordu. Kapanan kapılar, açılmayan kapılar, yanlış kararlar, yanlış anahtarlar, nafile denemeler, mutlak başarısızlıklar.
O an kendi kapımın önünde uğuldayarak akan bilincime sessizce seyircilik yaparken, bir muhabir ordusu tarafından etrafımın sarıldığını hayal ettim, “...sizi nelerin mutlu ettiğini bizlere anlatabilir misiniz?”, “Hayattan beklentileriniz nelerdir?”, “Geleceğe dair planlarınızdan biraz bahseder misiniz?”, “Bilmem kaç yıl sonra kendinizi ne yaparken görüyorsunuz?”
Muhabirleri azarlardım herhalde: “Bu saçma sapan soruları bulmak için çok uğraştınız mı? Cevap vermek istemiyorum, şimdi müsaade ederseniz yetişmem gereken çok önemli bir şeyim var”.
HANIMIN İSYANI
Çok önemli bir neyim olabileceğini bile bilmiyordum şu anda. Sonra bu çok özel röportajımın tv’de ana haber bültenlerinden birinde şu alt yazıyla ekrana getirildiğini düşünüp, cep telefonumdan beni ilk hangi sevgili dostumun arayabileceğini tahmin etmeye çalıştım: “...Hanımın isyanı!”
Anahtarlığıma bakıp, doğru anahtarı seçtim. Arabamın anahtarı, evimin anahtarı, apartman kapısının anahtarı, yatak odamdaki küçük kutumun anahtarı. Toplam dört anahtar. Demek ki başkalarının benden habersiz açmaması gereken çok fazla şey yoktu hayatımda.
Tekrar baştan başladım. Anahtarı kapının kilidine soktum. Anahtarı çevirirken aynı zamanda da kapıyı ittim. Alıştığım gibi kapı ardına kadar açıldı.
İçeri girdim, kapıyı kapadım, ayakkabılarımı çıkarttım. Doğruca salona gidip, yemek masasının sandalyelerinden birini çekip oturdum. Cep telefonunu elime alıp, arayabileceğim arkadaşlarımın isimlerinin üzerinde dolaştım.
Kimseyi arayamadım. Başımı ellerinin arasına aldım. O hayalimdeki muhabirlerin sorularını tekrar düşündüm, daha dürüst cevaplar verdim aklımda:
BEKLENTİLERİNİZ NELER
“...sizi nelerin mutlu ettiğini bizlere anlatabilir misiniz?”
- Şu anda beni en çok bugün işten çıkarılmamış olmak mutlu ederdi.
“Hayattan beklentileriniz nelerdir?”
- Bu haberi dostuma verdiğim zaman, “Üzülme ya, hayat böyle işte... Bak fırsat versem beni de işten çıkartırlardı ama ben...” gibi boş akıllar vermesi ve en sonunda konuyu yine kendisine bağlaması yerine beni sadece dinlemesini, üzüntüme gerçekten ortak olmasını beklerdim.
“Geleceğe dair planlarınızdan biraz bahseder misiniz?”
- İş arayacağım.
“... yıl sonra kendinizi ne yaparken görüyorsunuz?”
- Umarım şu an olduğum yerde olmam. Umarım.
Bazen yılda bir kez de olsa, yanlış bir anahtara gerek kalmadan sorabilmeli insan kendine bu soruları galiba, ne dersiniz ?
Sonra ardına bakmalı, ilerlemiş mi , hedeften sapmış mı, nasıl kararlar almış, kimler yürümüş, kimleri silip geçmiş, en önemlisi hayallerine, olduğu yerde tozlanmadan, koşar adımlarla da olsa kaplumbağa adımlarıyla da, ulaşmak için bahanesiz, savunmasız, samimi olarak ne yapmış...
Çok değil, yılda bir kez...
-Kadın-Erkek eşitliği için: İzlanda
-Siyasetçi olmak için: Ruanda (Dünyada kadınların parlamentoda çoğunluğu oluşturduğu tek ülke)
-Anne olmak için: Norveç (Ülkede 7 bin 600 doğumda bir bebek ölümü gerçekleşiyor)
-Okumak ve yazmak için: Lesoto (Kadınların yüzde 95’i okuryazar)
-Devlet Başkanı olmak için: Sri Lanka (23 yıldır kadınlar tarafından yönetiliyor)
-Sanat yapmak için: İsveç (sanat alanında kadınlara yönelik teşviklerde bulunuyor)
-Üst düzey yönetici olmak için: Tayland (kadınların yüzde 45’i kurumsal şirketlerde üst düzey yönetici olarak çalışıyor)
-Çocuk doğurmak için: Yunanistan (doğum sırasında anne ölümü konusunda riskin en az olduğu ülkelerden biri)
-Ekonomik katılım için: Bahama Adaları
-Seçme hakkı için: İsveç (kadınlara hamileliğinin ilk 18 haftasına kadar resmi olarak kürtaj hakkı sunuyor ve kürtaj için herhangi bir zorunlu neden istemiyor)
-Gazeteci olmak için: Karayip adaları (televizyon, radyo ve gazetede yayımlanan haberlerin yüzde 45’ i kadınlar tarafından hazırlanıyor.)
-İş gücüne katılım için: Burundi (kadın istihdam gücü oranının yüzde 92)
-Para kazanmak için: Lüksemburg (Ülkede kadınların yıllık geliri ortalama 40 bin dolar. Kadınlar ve erkekler aynı oranda kazanıyor)
-Üniversiteye gitmek için: Katar
Katar’da okula giden kadınların erkeklere oranı altıya bir gibi bir orana denk geliyor.
-Uzun yaşamak için: Japonya (kadınların ortalama ömrünün 87 yıl)
-Boş zaman için: Danimarka
-Atlet olmak için: ABD (spor dünyasının en fazla para kazanan on kadın atletinin 5’inin ABD’li)
-Boşanmak için: Guam (dünyada boşanma oranının en yüksek olduğu ülke ve kadın boşanma sonrasında psikolojik destek alıyor)
-Taksi şoförü olmak için: Hindistan (erkek egemen taksi şoförlüğü dünyasında en fazla kadının yer aldığı ülke. Bu konuda en kötüsü ise kadınlara araba kullanmayı yasaklayan Suudi Arabistan)
-Üst düzey işler için: Jamaika (Kadınların yüzde 60’ı düzenleyici, üst düzey yönetici ve müdür gibi mesleklerde işlerde çalışıyor)
NAMUS CİNAYETLERİ
Liste devam ediyor.
Türkiye listenin neresinde derseniz, maalesef olumlu yanıt veremeyeceğim. Türkiye listede hiçbir şekilde yer almıyor.
Bizim kadınımız dünya basınında en çok töre ve namus cinayetleriyle yer buluyor.
Peki, dünyanın başka yerlerinde kadına yönelik şiddet, cinayet, taciz, tecavüz suçları işlenmiyor mu diye sorabilirsiniz, haklısınız.
Evet, işleniyor.
Ancak suçlunun karşısına onu hayatı boyunca inim inim inletecek ve bu suçları işlemeyi düşünenlere de gözdağı verecek yargı kararları çıkıyor.
Kendi adıma konuşacak olursam, yaşanması için tercih edilebilecek pek çok özelliği olan bu ülkelerin hiçbirini Türkiye’ye değişmem. Gönlüm sadece, bu listedeki bütün güzellikleri toplayacak bir Türkiye’de yaşamak istiyor.
Zor mu böyle bir sistem kurabilmek ?
En azından, her gün 5 kadının öldürüldüğü bir düzen oluşturmaktan çok daha kolay bundan eminim.
Yediklerimizin fiziksel ve ruhsal sağlığımızı şekillendirdiği anlamına gelir bu söz ki bence tartışılır.
Daha fazla et yiyenlerin, daha agresif ya da sağlıksız olup olmadığını bilmiyorum ya da sebze ağırlıklı beslenenlerin birer iyilik meleği olduğu ya da çok huzurlu hayatlar kurdukları tezinin pek de doğru olmadığını çevredeki gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim.
Çok daha kesin, en az gıdalar kadar hayatınızı etkileyecek bir yaşam felsefesi de benden gelsin:
“Ne düşünüyorsan, osun “
Apple’ın kurucusu Steve Jobs’ın yaşam hikayesini okurken geldi aklıma.
Evlatlık olduğunu komşunun çocuğundan öğrenir Steve Jobs.
Çocuk O’na terk edilmiş biri olduğunu söyler, çocuklara özgü acımasız kelimelerle “ istenmediği için “ evlatlık verildiğini.
“Ailem tarafından evlatlık verildim“ fikri O’nu çok sarssa da asıl canını yakan “ istenmeyen bir çocuk “ olduğu fikridir.
Steve yıkılmıştır. O güne dek sevgiyle büyütüldüğü, gerçek ailesi sandığı insanlara koşar ağlayarak.
O’nu kendi çocukları olarak benimseyip, sarıp sarmalayan ailenin cevabı ise nettir: “ evlatlık değil, özellikle seçilmiş olansın, bütün çocukların arasından seni seçtik “
Kafasındaki “ istenmeme “ inancı “ seçilmiş olan” ile yer değiştirir Steve Jobs’un.
Time Dergisinin eski editörlerinden Walter İsaacson bu durumu : “Terk edilmek, Seçilmek. Özel olmak. Bu kavramlar Jobs’un benliğinin, kendine bakışının parçası haline geldiler” diye özetliyor.
İstenmeyen çocuk olduğuna inansa idi, bugün ölümünün ardından milyonların gözyaşı döktüğü bir teknoloji dehası Steve Jobs olur muydu acaba, bu fikrin yarattığı travma ömür boyu yapacaklarının, yaratıcılığının önünde bir set gibi durur muydu ?
“Evet “ diyemediğimiz gibi “ hayır “ da diyemiyoruz.
Hayatı biraz da kendimiz çiziyoruz galiba, kendimizi nasıl hayal ediyorsak ve bunun için ne yapıyorsak öyle yaşanıyor birçok şey.
İnsanın önündeki en büyük ve tek engelin kendisi olduğunu hepimiz biliyoruz çünkü.
Yaptıklarımıza ve yapamadıklarımıza bahaneler uydurmadan önce şu soruyu sormamız gerekiyor kendimize:
“ Ne düşünüyorum... “