(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Tolga Tanış" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Tolga Tanış" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Tolga Tanış
DEAŞ’ın Türk malı potasyum nitratları
17 Aralık 2016

Arada ‘Türk simsarlar var, DEAŞ, petrolünü Türkiye üzerinden satıyor’ denildi. Ankara’ya yönelik eleştiri de bu yüzdendi. Hem bu petrol kaçakçılığının önlenmesinde hem de DEAŞ’ın Türkiye-Suriye sınırını yabancı savaşçı ve lojistik destek için kullanmasının önüne geçilmesinde yeterince önlem almadığı için.

 

Dolayısıyla Türk Dışişleri, Rusların şimdiye kadar dilemediği özrün neden Wasington’dan geldiğini iddia etti, bilmiyorum. Karışık işler. Ama biz şimdi bunu bir kenara bırakıp asıl konuya geçelim. Dün Kayseri’de olduğu gibi Türkiye’nin her gün şiddet eylemine sahne olduğu bir ortamda, ülkeyi hedef alan örgütlerden DEAŞ’ın Türk malı malzemeler kullanarak nasıl geniş çaplı bir silah üretimine giriştiğine gelelim.

 

*

 

OLAY, Musul Operasyonu’nun sonrasına uzanıyor. Irak Ordusu, hem kentin doğu girişindeki Gökçeli Mahallesi’ni hem de güneydoğusundaki Karakuş Kenti’ni ele geçiriyor. Irak Ordusu’yla birlikte buralara giren, ihtilaflı bölgelerdeki silahlanmayı araştıran İngiliz sivil toplum kuruluşu Conflict Armament Research (CAR) de, DEAŞ’ın silah üretim tesislerini buluyor. Kuruluşun, kasım ayında bu tesislerde yaptığı araştırmada ise DEAŞ’ın sanıldığından çok daha sofistike, tıpkı bir devlet gibi standartlar içeren silah ve cephane üretimi yürüttüğü ortaya çıkıyor. Tesislerde kullanılan malzemelerin de büyük oranda Türk malı olduğu anlaşılıyor. Roket yakıtında kullanılan şeker... Patlayıcı yapımına uygun alüminyum... Mühimmat ve silah bakımında kullanılan gres... Havan mermisi yapımında kullanılan çimento... Ve yine roket yapımında kullanılan potasyum nitrat gübre. Hepsi Türk malı.

 

*

 

İŞİN iki çarpıcı boyutu var. Birincisi, şubat ayında da DEAŞ’ın patlayıcı yapımında kullandığı malzemelere dair bir rapor hazırlıyor CAR. Orada da 13 Türk şirketinin DEAŞ’ın kullandığı malzemelerin tedarikçisi olduğunu tespit ediyor. Ve dokuz ay sonraki Musul araştırmasında, bu şirketlerin mallarının halen DEAŞ’ın tedarik zincirinde kalmaya devam ettiğini görüyor. İkincisi de, CAR yetkilileri konuyu araştırmak için üretici şirketlere ve Türk resmi makamlarına ulaştığında, hiçbir ilerleme sağlayamıyor. Çünkü kimse bilgi vermiyor.

 

Hafta içi CAR Direktörü James Bevan ile görüştüm. Araştırmada elde ettikleri bulguları konuşmak için. Ve bahsedilen malzemelerden potasyum nitratla ilgili detayları alıp incelemeyi genişlettim. Niye potasyum nitrat? Çünkü diğerlerinin hepsi sanayi üretiminde de kullanılan, ticareti serbest olan ürünlerdi. Ancak potasyum nitrat, patlayıcı yapımında kullanıldığı gerekçesiyle hazirandan beri Türkiye’de de satışı yasak olan ve diğerlerine göre DEAŞ’ın tedarik zincirine nasıl girdiği daha kolay bulunabilecek bir üründü.

 

*

 

ÖNCE üzerinde Doktor Tarsa şirketinin amblemi olan paketlerin numaralarını edindim. 18258, 21019, 18745, 100427, 12657, 120215 11407, 240412, 18472. Sonra Doktor Tarsa şirketiyle iletişime geçtim. Akdeniz ve Ege’de üretim tesisleri olan, yabancı ortaklı, saygın bir firma. Öğrenmek istediğim, bu paketleri hangi bayiye sattıklarıydı. Satış iletişim sorumlusundan yazılı yanıt geldi. Önce bunları niye sorduğumu sordu yetkili. Sonra da şöyle dedi: “Bu bilgilerin resmi yazı ile talep edilmesi halinde resmi olarak cevap verebileceğimizi ya da Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı ile doğrudan paylaşabileceğimizi bildirmek isterim.” Polis de değil. Direkt MİT. Sonra şirketin üst düzey yöneticilerine ulaşmaya çalıştım. Bu sefer cevap, genel müdür Ali Behzat Özman’dan geldi. Suçlayıcı ifadelerle “T.C. devletiyle temasa geçilmesini” öneren bir mesaj.

 

*

 

BUNUN üzerine devlet birimleriyle temasa geçtim ben de. İlgili bilgilerin Tarım Bakanlığı’nda olduğu bildirildi. Ancak görüştüğüm Tarım Bakanlığı yetkilisi, veritabanının paket numaralarını içermediğini söyledi. Hangi bayiye ne kadar satıldığının bilindiğini ama hangi paketin kime gittiğinin takip edilmediğini anlattı. Şirket, elindeki bu bilgiyi sadece MİT’e vermeye hazır olduğunu söylediği için de potasyum nitrat Musul’da DEAŞ’ın eline nasıl geçti, bir gazeteci için yol tıkandı.

 

*

 

MİT bunu sordu mu, Doktor Tarsa onlara söyledi mi bilmiyorum. Şirket bu soruma da cevap vermeyi reddetti. Ancak size durumun ne olduğunu gösterecek bir veri aktaracağım. Potasyum nitrat gübre DEAŞ tarafından roket yakıtı yapımında kullanılıyor. Hani Kilis’e de düşen roketlerde. Amonyum nitrat gübreyi ise DEAŞ doğrudan bomba yapımında kullanıyor. Açın, Türkiye İstatistik Kurumu’nun web sitesindeki ihracat rakamlarına bakın. Türkiye’nin iç savaştan önce Suriye’ye amonyum nitrat ihracatı ne zaman olmuş biliyor musunuz? Sadece ike sene, 2003 ve 2008’de. Peki savaştan sonra? Suriyeli “çiftçiler” birden amonyum nitratın önemini hatırlamışlar. Ve 2013’ten itibaren Türkiye’den amonyum nitrat ithal etmeye başlamışlar. İlk sene 1195 ton, 2014’te 9 bin 542 ton, 2015’te 2 bin 576 ton. 2016’da yasak gelinceye kadar doldurmuşlar. Sizin bunları bilmeye hakkınız var diye düşündüm.

Yazının devamı...
İki müttefik El Bab’da kilitlendi
10 Aralık 2016

Kürtler 12 Ağustos’ta Gaziantep Karkamış’ın karşısında, Türkiye sınırından 35 km içerideki kenti DEAŞ’tan aldılar. Afrin ve Kobani kantonlarını birleştirmek için 50 km batıdaki El Bab’a doğru yürümeye başladılar. Tam 12 gün sonra, 24 Ağustos’ta, Türkler tek taraflı olarak Cerablus’tan Suriye’ye girdi. Amerikalılar beklemiyordu. Rakka operasyonuna odaklanmıştı Washington. Ve Kürtler önce kantonları birleştirecek... Menbiç’in 130 km doğusundaki Rakka’nın Türkiye sınırına erişimini kapatacak... Sonra da Rakka’ya yürüyecek diye hesaplıyordu. Ancak Cerablus operasyonu yüzünden bu plan bozuldu. O yüzden de Türklerin Suriye’ye girişine destek vermedi.

 

Ancak ne zaman ki Türk askeri Cerablus’a girdikten dört gün sonra YPG’yle çatışmaya başladı. Devreye girdi Amerikan Yönetimi. Ankara’yı durdurdu. Sonra da, bari bir tampon bölgede anlaşalım ve Türkiye güneyde YPG’nin aldığı bölgeler yerine batıya ilerlesin diye yeni bir pozisyon belirledi. Böylece Cerablus’ta başlayan Fırat Kalkanı Harekâtı’na hem havadan hem de karadan destek vermeye başladı.

 

Sorun, bu da işe yaramadı. Çünkü Türkler, DEAŞ’ın elindeki 98 km’lik Cerablus-Azez hattını kapattıktan sonra sınırdan en fazla 20 km derinliğe inmesi konusunda anlaşılan tampon bölgeyle yetinmedi. Cerablus’la başlattığı fiili durumu, Kilis’in karşısında, sınırdan 20 km içerideki Dabık’a girip tampon bölge için de denedi. Ve Dabık’tan geçip Türkiye sınırından yaklaşık 30 km içeride, Kilis Çobanbey’in karşısına denk gelen El Bab’a ilerlemeye başladı. Böylece Ankara ve Washington, Suriye’de iç savaşın başladığı 2011’den beri iki müttefik ülke arasında şimdiye kadar yaşanan en keskin görüş ayrılıklarından birinin içine düştü. Dört temel sebep rol oynadı.

 

1-RAKKA: 17 Ekim’de başlayan Irak Musul Harekâtı’ndan önce DEAŞ’ın Suriye’deki merkezi Rakka’nın da aynı anda kuşatılması Pentagon’un başından beri üzerinde çalıştığı plandı. Bu yüzden de YPG’nin ana unsur olduğu Suriye Demokratik Güçleri’ni Arap çoğunluklu Rakka’ya yürümesi için iknaya çalışıyordu Amerikalılar. Anlaşma sağlandı. Buna göre Kürtler Rakka’yı alıp sonra yerel Araplara teslim ederek Obama Yönetimi’ne bir zafer hediye edecek... Bunun karşılığında da Afrin ve Kobani kantonlarını birleştirecekti. Bu birleşme hem Rakka kuşatmasına da katkı sağlayacaktı. Çünkü DEAŞ, Türkiye sınırına erişimini kaybedecekti. Türkiye’nin 15 Temmuz’u daha yeni atlatmasına rağmen 24 Ağustos’ta alelacele Cerablus’a girmesi de işte bu yüzden oldu. Kürt kantonlarının birleşmesini önlemek için. Ancak bu amaçla girişilen iş, Amerikalıların Rakka planlarını da bozdu.

 

2 KOORDİNASYON: Cerablus’la birlikte Türkiye ve ABD arasında DEAŞ’la süren mücadeledeki koordinasyon da zorlaştı. Amerikalılar önce Cerablus’ta, sonra Dabık’ta olduğu gibi her seferinde idare etmeye çalışsalar da, Türkler Suriye’deki stratejilerini fiili durum yaratarak belirlemeye başladı. Amerikalılarla konuşarak değil, yapacaklarını Amerikalılara bildirerek. Koalisyon Sözcüsü Albay John Dorrian, bölgedeki hava saldırılarında koalisyonla bir ihtilaf yaşanmaması için Türkiye’nin bilgi paylaşıp paylaşmadığını sorduğumda bana yazılı olarak aynen şöyle yanıt verdi: “Türk Hava Kuvvetleri planlanan saldırıların bölgesi ve zamanını bize bildiriyor. Bildirim saldırıyı düzenleyecek hava aracının tipini içeriyor ama spesifik hedefin ne olduğunu içermiyor.”

 

3-ABD-YPG İŞBİRLİĞİ: Türkiye’nin müttefik ABD’ye rağmen izlediği strateji, ABD ve YPG arasındaki işbirliğini de olumsuz etkiledi. Çünkü ABD’nin verdiği sözlerle 5 Kasım’da Rakka operasyonuna başlayan Kürtler, ABD’nin verdiği güvenceye rağmen Türkiye’nin El Bab çevresinde Kürtlere yönelik hava saldırılarının devam ettiğini gördü. Gerçi Dorrian, Afrin’den El Bab’a yürüyen YPG güçleriyle ABD arasında bir iletişim kanalı olup olmadığını sorduğumda, “Koalisyon son aylarda Afrin Kürtleriyle aktif olarak çalışmadı. Ancak onlar da SDG birimi olduklarından General (Cemil) Mazlum (ABD’nin temasta olduğu kişi) komutasındalar. Şu anda Afrin Kürtleriyle doğrudan bir iletişimimiz yok” diye cevap verdi. Ama Türkiye’nin El Bab’daki saldırılarının nasıl bir sonuç doğurduğunu hafta içi AFP’ye konuşan üst düzey bir Pentagon yetkilisi söyledi ve Kürtlerin bu yüzden Rakka’ya doğru ilerlemelerinin yavaşladığını açıkladı. Yetkili “(Kürtlerin) En büyük endişeleri, arkalarındaki Türklerin saldırı tehdidi” dedi.

 

4 ORTAK DÜŞMAN: En sonunda, yaşanan görüş ayrılığı, Türkiye ve ABD’nin Suriye’de 2014 yazından beri anlaşamadıkları “ortak düşman” konusunu da yeniden masaya getirdi. DEAŞ mı, Esad mı, YPG mi meselesi. Ve Rakka kuşatması, koordinasyon, ABD’nin yerel ortaklarla yürüttüğü işbirliği bu farklılıklar yüzünden zarar görünce Beyaz Saray, hafta içinde gerginliği bir üst aşamaya taşıdı. Başkan Obama, Suriye’deki özel kuvvet operasyonlarına “terörizme destek sağlayan ülkelere para ve silah aktarımı yapılmasını yasaklayan kanunlar” için muafiyet verdi. 8 Aralık’taki 2017-05 sayılı kararla, YPG’ye silah yardımı yapılması önündeki yasal engelleri kaldırdı.

Yazının devamı...
Harikasınız, müthişsiniz
3 Aralık 2016

Sayın Başbakan, sizinle konuşurken, uzun süredir tanıdığım biriyle konuşuyormuş gibi hissediyorum. Ülkeniz olağanüstü fırsatlar içeren, inanılmaz bir ülke. Pakistanlılar en zeki halklardan biri. Pakistan, şahane insanların şahane yeri. Şahane ülkenizi ziyaret etmek istiyorum. Lütfen Pakistan halkına, onların inanılmaz olduğunu düşündüğümü ve tanıdığım tüm Pakistanlıların müstesna insanlar olduğunu iletin.”

*

ŞAKA değil. Hiçbiri uydurma sözler değil bunların. Pakistan Başbakanı Navaz Şerif’in, ABD başkanlığına seçilmesini kutlamak için Donald Trump’la 30 Kasım’da yaptığı telefon görüşmesinin dökümü. Ve Pakistan tarafından açıklanan resmi tutanağa göre Trump’ın Şerif’e söylediği sözler.

 

Uzun uzun aktarmak istedim. Çünkü şimdiye kadar seçimden sonra Trump’ın yabancı liderlerle yaptığı görüşmeler içinde dışarı en fazla detay sızan hikâye bu. Trump’ın 9 Kasım’da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la yaptığı telefon görüşmesinden sonra Ankara’nın da görüşmenin “çok iyi” geçtiğine dair bir yorumu olmuştu gerçi. Ama o temastan sonra ayrıntılı bir açıklama yayınlanmamıştı. Trump nasıl konuşuyor, neler diyor, nasıl davranıyor... Pakistanlılar sayesinde biz de ilk defa öğrendik. Peki ne demek bu?

*

ŞİMDİ bu konuşmayı aklımızın bir kenarında tutalım. Ve Trump’ın hafta içi Savunma Bakanlığı’na atadığı, emekli Orgeneral James Mattis’e bakalım.

 

Trump’ın, ulusal güvenlik danışmanlığına atadığı emekli Korgeneral Mike Flynn’den sonra ulusal güvenlik ekibine kattığı ikinci asker Mattis. Ve o da tıpkı Flynn gibi dört ay önce bir kitap yazarak dünyayı nasıl gördüğünü anlatmış biri.

 

Ancak fark... Flynn’in “Savaş Alanı” kitabı uluslararası politika ve terörle mücadeleye odaklanıyorken, Mattis’in “Savaşçılar ve Vatandaşlar” kitabı ABD Yönetimi’ndeki sivil-asker ilişkilerini ele alıyor. Ve Flynn’in kitabı Trump dönemi Amerikan dış politikasına dair ipuçları veriyorken, Mattis’in kitabı Amerikan yönetiminde bundan sonra askerlerin nasıl ağırlık kazanacağını gösteren, hükümetin iç işleyişine dair detaylar içeriyor. Şunları yazıyor Mattis:

 

- “Politikacılar komutanlığı üstlendiklerine inanıyor olsalar da, gerçekte, bizde askeriye ve sivil yeterliliği arasında keskin bir ayrım vardır ve üst kademelerdeki sivil-asker gerginliği ulusal güvenlik politikalarımızı zayıflatır.” (Sayfa18)

 

- Birçok üst düzey sivil, askeri bir organizasyonun yapısı, emir-komuta zinciri ya da askeri planlama süreci konusunda hemen hemen hiçbir şey bilmez. (Sayfa 40)

 

- Anketlere göre Amerikalılar, 1990’ların sonuna kıyasla sivil liderlerine daha az güveniyorlar. Afganistan ve Irak savaşları sonrası, sivil politikacıların dış politikayı askeri liderliğe bırakmaları gerektiğini düşünüyorlar. (sayfa 115)

 

- Yazık ki, şimdiki kuşak Amerikan politikacılarının, hem savaş zamanı hem de bugünkü “vahşi barışı” idare ederken liderlik eksikliği sergiledikleri görülüyor. (sayfa 214)

 

*

 

SERT adamlardan bir ekip kurmaya devam ediyor Trump. Ulusal güvenlik ve savunma konularında, Obama Yönetimi’ne kıyasla daha atak ve hızlı davranacak, Obama Yönetimi tarafından dışlanmış isimleri toplamayı sürdürüyor. (Mattis de Flynn gibi Obama tarafından 2013’te emekli edildi).

 

Ve asıl önemlisi, Obama Yönetimi sırasında Beyaz Saray’da yoğunlaşan karar alma süreçlerini merkezden uzaklaştırmaya hazırlanıyor. Mattis gibi iddialı, inisiyatif üstlenmeye yatkın insanları seçiyor. Bunu yaparken de Obama Yönetimi döneminde düşük profilli tutulan ulusal güvenlik ekibinin asker kanadını en öne yerleştiriyor.

 

*

 

BAŞA dönersek. Trump’ın sözlerine. Peki bu durumda başkan olarak Trump nasıl bir rol üstlenmeye hazırlanıyor?

 

Birincisi, öğreniyor. Kampanya sırasında terör şüphelilerine işkenceyi geri getireceğini söylerken, 19 Kasım’da Mattis’le görüştükten sonra generalin işkencenin işe yaramadığı yönündeki cevabından etkilendiğini söylemesindeki gibi.

 

İkincisi ise, tıpkı Ronald Reagan (1980-1988) dönemindeki gibi, Amerikan başkanını, muhataplarından Amerikan menfaatlerinin gerektirdiği tavizleri alacak bir yüz haline getirmeye çalışıyor.

 

O yüzden de, bu seçimi kazanmak için nasıl davrandıysa... İşkence konusunda olduğu gibi sonradan çark edecek olsa bile kazanmasına yarayacak şeyleri nasıl söylediyse. Şimdi de istediğini elde etmek için karşısındakine karşı nasıl bir dil kullanması gerekiyorsa öyle davranıyor. Böylece hakkındaki yolsuzluk iddiaları ve baskı rejimi kurduğu suçlamalarına rağmen Pakistan Başbakanı’na “Çok iyi bir repütasyonunuz var” diyebiliyor.

 

İş yapacak Mattis’i arkaya oturtuyor. Kendi önde, bir işadamı gibi idare ediyor: Harikasınız, müthişsiniz...

 

Yazının devamı...
California’daki bir terör davası
26 Kasım 2016

“Bakın şimdi yeni bir adım daha atıyorlar. Onu da söyleyeyim. Yine Amerika. Kuveyt Türk ve Kuwait Foundation. Bunların bankalarıyla ilgili teröre destek verdikleri düşüncesiyle şimdi bunlara yönelik de aynı oyunu, aynı numarayı çevirmek istiyorlar.”

 

Türk kamuoyu meseleyi ilk defa haziran ayında öğrenmişti. Iraklı ve Suriyeli Süryanilerin üye oldukları St. Francis Assisi adlı, yeni kurulmuş (aynı ay) bir sivil toplum örgütünün açtığı davayla. Kuruluş, California’da verdiği bir dilekçeyle Kuveyt Türk Katılım Bankası’ndan (KTKB) şikâyetçi olmuş...

 

Ve bankanın Suriye’deki Süryanilerin ölümüne neden olan radikallerin finansal faaliyetlerine yardım ettiğini iddia etmişti. 700 bin Süryani’yi temsilen, kişi başı 75 bin dolar tazminat talep etmek için mahkemeye deliller sunmuştu.

 

Dilekçedeki iddialara göre, bankadaki bir hesaba bağış çağrısı yapan ve sonra bu paraları Suriye’deki radikal örgütlere ileten kişi de 2014 Ağustos’unda Birleşmiş Milletler tarafından terör listesine alınan Hajjaj al-Ajmi adında 28 yaşında bir Kuveytliydi. Devasa bir terör finansmanı davası.

 

*

 

Böylelikle davanın aslında sıradan bir mesele olmadığı Cumhurbaşkanı’nın nezdinde de tescil oluyor.

 

Nitekim hikâyeyi ele aldığım 19 Haziran 2016 tarihli “Türkiye ve Terör Finasmanı” başlıklı yazıda ben de bunu dile getirmeye çalışmış ve dosyadaki iddiaların St. Francis Assisi’yi temsil eden San Francisco’daki avukat Mogeeb Weiss’i aşan büyük bir boyutu olduğunu vurgulamıştım. Dosyaya delil toplayan kişinin, uzun süre Birleşmiş Milletler adına kara para takibi yapan dünyaca ünlü Tom Creal olduğunu duyurarak...

 

Haziranda iş için bulunduğum San Francisco’da Weiss’la olan yüz yüze görüşmemde de durumu teyit etme imkânı buldum. Önce ofisine gittim. Bir iş merkezinde tek başına kullandığı ufacık bir oda. Sonra Alameda’da bir cafede uzun uzun görüştüm. Terör finansmanı, El Kaide, Nusra... Bu tür konularda fazla bilgisi olmayan sıradan bir yerel avukattı.

 


Mogeeb Weiss

 

YAZ sonunda ise dava tam da Cumhurbaşkanı’nın işaretini verdiği ölçüde ciddileşmeye başladı. Kuveyt Türk, iddianamenin verildiği sulh yargıcının yetkisi olmadığını öne sürünce davaya bakan hâkim değişti. Ve Amerikan adalet sistemi, tıpkı Zarrab Davası’nda olduğu gibi, Kuveyt Türk dosyasına da ABD Başkanı tarafından atanan federal bir bölge yargıcı tayin etti.

 

Bu arada davaya ilk bakan yargıcın dosyayı bırakmadan önce hazırladığı 30 Eylül 2016 tarihli kararda da, St. Francis Assisi’nin şikâyetçi olduğu Hajjaj al-Ajmi’nin “banka hesapları vererek Twitter ve sosyal medya üzerinden terör örgütleri için para topladığı” bilgisi dosyaya girdi.

 

*

 

BU işin bir boyutu. Ancak Kuveyt Türk meselesinin gündeme geldiği hafta, ondan çok daha kritik başka bir gelişme daha yaşandı ve Zarrab Davası’nda önemli bir eşik daha geçildi. Zira Başsavcı Preet Bharara’nın ofisi, Zarrab’a yönelttiği banka dolandırıcılığı suçlamasında şimdiye kadar ilk kez banka adı telaffuz etti: Deutsche Bank ve Bank of America. Peki bu neden önemli?

 

İran’da idam cezası alan Babek Zencani, İran devleti adına çalışıyorken, Zarrab, İranlı özel şirketlerin parasını işletiyordu. İkisinin işleri, 2013 Ocak’ında İstanbul’a gelen Gana altınlarındaki gibi olaylarda zaman zaman kesişse de büyük oranda ayrıydı. İşin işleyiş kısmında ise Zarrab, Amerikalıların yaptırım rejimini aşındıran, bazen İran Devrim Muhafızları’nın paravan olarak kullandığı İranlı özel şirketlerin her 100 liralık ticareti için, aşağı yukarı 5 lira komisyon alıyordu. Sisteme dahil edilecek paralar çok yüklü olduğundan her 100 lira için 1 lira komisyon verdiği taşeronlar da kullanıyordu.

 

İşte Bharara’nın iddiasına göre bu para transferleri yapılırken Zarrab, arada kullandığı aracı bankalar üzerinden, şimdilik sadece ikisinin adını verdiği New York merkezli bankalara yanlış bilgi verdi. Bu yüzden de Amerikan finans sistemini zarara uğrattı.

 

Bharara’nın bunu gündeme getirmesinin sebebi ise Zarrab’ın avukatlarından bazılarının aynı zamanda bu Amerikan bankalarını temsil ediyor olmaları. Çıkar çatışması var, diyor Bharara. Ve bu yüzden söz konusu avukatların davadan azledilmelerini istiyor.

 

İşbirliği yapmadı halen Zarrab. İran’daki bağlantılarını açıklamaya hazır olduğunu söylediği halde, başsavcılık bunu yeterli bulmadı. Ve Zarrab, Türkiye’ye dair henüz bir bilgi paylaşmadı. Ancak dava ilerledikçe, bilgiler kamuoyuna açık hale gelmeye başladıkça, şimdiye kadar perde arkasında süren çekişme de iyice ön plana çıktı.

Yazının devamı...
Washington’ın yeni sert adamları
19 Kasım 2016

- Bu (Obama) yönetim, bizi düşmanımızı layıkıyla tanımlamaktan men etti: Bunlar radikal İslamcılar. (Sayfa 3)

 

- Kamuoyu önünde bizimle dost olduklarını söyleyen ama düşmanımızla ortak çalışan ülkeler tarafından aptal yerine konulmaya artık tahammülümüz kalmadı. (Sayfa 9)

 

-Dünyanın acilen bir İslami Reform’a ihtiyacı var ve buna şiddet karışırsa şaşırmamalıyız. (Sayfa 10)

 

- Nasıl kazanacağız? Düşmanımızı destekleyen rejimlerle doğrudan yüzleşip, onları zayıflatıp mümkün olduğunda da devirerek. (Sayfa 113)

 

***

 

BU alıntılar, Donald Trump’ın hafta içi Ulusal Güvenlik Danışmanlığına atadığı Savunma Bakanlığı eski İstihbarat (DIA) Direktörü Mike Flynn’in dört ay önce çıkan kitabı “Savaş Alanı”ndan. Alt başlığı, “Radikal İslam ve onun müttefiklerine karşı süren küresel savaşı nasıl kazanabiliriz”. Amerikan dış politikasının yeni dönemki rehberinden.

 

Bu kısımlar dışında, Flynn’in Kürtleri övdüğü (sayfa 139)... Mısır’da 2013’te Müslüman Kardeşleri deviren Sisi’ye methiyeler düzdüğü (sayfa 134)... Mısır’ın İsrail ve Ürdün’le birlikte ABD’nin bölgede asıl ortağı olması gerektiğini savunduğu (Sayfa 177)... Putin’in buna yanaşacağını düşünmese de “ABD ve Rusya’nın radikal İslamcılara karşı savaşta ortak bir zemin bulabileceklerine inandığını” söylediği (sayfa 174) bölümler var ki... Trump Yönetimi dış politikasının bölgeye dair yeni parametreleri.

 

***

 

ÇOK katı değil mi? Şimdiye kadar Obama Yönetimi’nden hiç duymadığımız şeyler... Hatta ondan önce Bush Yönetimi’ndeki neo-conları bile aşan bir söylem. Nitekim neo-conlardan çok farklı, diktatörler ve Rusya gibi Washington yerleşik düzeni için tabu sayılan bir ülkeyle bile işbirliğini öngören yepyeni bir konsept bu.

 

İşin başka bir çarpıcı yanı, Flynn, yeni şekillenen Trump kabinesinde bu çizgisinde yalnız değil. Ve hafta içi Adalet Bakanlığı’na atanacağı açıklanan Alabama Senatörü Jeff Sessions ile CIA Direktörü olacağı duyurulan Kansas milletvekili Mike Pompeo da aşağı yukarı aynı türden bir söyleme sahip. Pompeo’nun 15 Temmuz darbe girişimi sırasında attığı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı “İslami totaliter bir diktatöre” benzettiği tweet mesajı, Flynn’in diplomatik bir dille yazdığı kitabın Trump kampanyasına uyarlanmış şekli sadece.

 

***

 

GEÇEN hafta Flynn’den hemen önce Trump Tower’da gördüğüm Sessions’la olan konuşmamızda da aynısını fark ettim. Yeni dönemde Türkiye ile ilişkileri nasıl değerlendirdiğini sordum. On the record sadece şunu söyledi: “Türkiye’nin olduğu yer, dünyanın önemli bir bölgesi. Türkiye’yle tarihsel iyi ilişkilerimizi yola koyup iyileştirmeyi, genişletmeyi dört gözle bekliyoruz.” Yola koymak... İyileştirmek. Ne demek bu? Onun cevabı da Sessions’ın, 21 Ağustos tarihinde Fox kanalına söylediği sözlerde: “Türkiye daha İslami bir ideolojiye kayıyor gibi görünüyor. Bu çok tehlikeli ve umarım devam etmez. Bu (Obama) Yönetim, bu kaymayı durdurmak için hiçbir şey yapamadı. Bu da sorun yaratıyor. Türkiye çok büyük bir müttefik ve Türkiye’nin yanlış istikâmette hareket etmesi çok sorunlu. On yıllardır Türkiye’yle olan iyi ilişkimizi devam ettirmeliyiz.”

 

***

 

BU alıntıları şunun için aktardım. Geçen hafta da değindiğim gibi Flynn ve bu ekibin Trump’ın yeni ulusal güvenlik ekibini oluşturması Fetullah Gülen için kötü bir haber. Ama öte yandan, Gülencilerin bu yönetimle yaşayacağı sıkıntının altında yatan bakış açısı, Ankara’nın mevcut politikalarını dikkate alırsanız Türkiye ve ABD arasında da problemli bir dönemin yaşanabileceğinin habercisi.

 

Erdoğan şimdi Trump’la kuracağı kişisel ilişkiye ağırlık verecekmiş gibi görünüyor. Nitekim Obama’nın Ocak’ta görevi devretmesini beklemeden Trump’la Aralık’ta New York’ta yüz yüze bir görüşme yapmak istediğini öğrendim. Ama Trump’ın vaktinin çoğunu başkanlığın protokol kısmıyla geçireceğini... Mitingler yapmaya devam edeceğini... Ayrıca dış politikayla ilgili hiçbir bilgisi olmadığını düşünecek olursanız... İki lider arasındaki ilişki, aşağıda işi yürütecek, “Radikal İslam”la savaşa hazırlanan ekibin yaklaşımlarına nasıl etki edecek emin değilim. Zira hem Flynn’in hem diğerlerinin ‘terörist’ kabul ettiği Müslüman Kardeşler unsurlarının, Hamas üyelerinin, Ankara için nasıl bir yüke dönüşeceğini öngörmek pek zor değil.

 

***

 

DAHA devam edeceğiz tartışmaya. Ama önemli olan, bu yeni ekibi doğru okumak gerek. Her şey Ankara’nın istediği gibiymiş gibi bir görüntü sunmak, Gülencilerin yaşayacağı sıkıntının iki ülke arasında her konuda bir mutabakata dönüşeceği izlenimi vermek doğru değil.

 

Şahin değiller. Her zaman müdahale yanlısı bir çizgiyi savunmuyorlar çünkü. Irak Savaşı’nı, Libya’da Kaddafi’nin devrilmesini yanlış bulan insanlar bunlar.  Ama sertler. Sekiz yıllık Obama Yönetimi’nde dünyaya karşı hükümetin yüzü olmuş kimsenin olmadığı kadar sertler. Çok farklı dinamikler var artık Washington’da. Farklı bir oyun planı, farklı bir ton ve en önemlisi farklı yöntemlerin devreye gireceği yeni bir dönem bu.

Yazının devamı...
Mike Flynn hikâyesi
12 Kasım 2016

Hafta içi Trump’ın geçiş dönemi ekibinde başkan yardımcılığına getirildi. Şimdi Trump’ın ulusal güvenlik ekibini oluşturuyor. Ve 20 Ocak’tan sonra da Ulusal Güvenlik Danışmanı ya da Ulusal İstihbarat (DNI) Direktörü olması bekleniyor. Önümüzdeki dönem Türk-Amerikan ilişkilerini de yönlendirecek Flynn’in öyküsü, aslında Trump’ın nasıl başkan seçildiğinin de bir özeti.

 

Adını ilk kez, bazı gazete yazılarından sonra yazıyı yazan kişilere telefon ettiğini öğrendiğimde duydum. O sıra DIA Direktörü’ydü. Ama ona rağmen beğendiği bir yorum olduğunda açıyor, uzun uzun fikir alışverişi yapıyordu. Afganistan ve Irak’ta yürüttüğü istihbarat operasyonlarıyla Pentagon’da bir efsane gibiydi. Ama aynı zamanda aksiydi. Bildiğini söylemekten çekinmeyen sert bir asker. Bu yüzden de 2014’te işinin başından gönderildi. Gönderen de, Türklerin iyi tanıdığı, 15 Temmuz’dan sonraki daha ilk hafta, gazetecilere darbe girişiminde Fetullah Gülen’in parmağı olduğuna dair suçlamaların “koku testini” geçmediğini söyleyebilen, Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper’dı.

 

*

 

HEP merak ettim. Neydi Flynn’in içeride yarattığı tartışma, niye uzaklaştırdılar diye. Onun cevabını da 2015’te öğrendim. 2012 Bingazi saldırıları için açıklanan DIA belgelerini gördüğümde. Amerikalıların Libya’daki büyükelçileri dahil dört personelinin radikal gruplar tarafından öldürüldüğü olay. Çünkü DIA’yı Flynn’in yönettiği dönem üretilen belgeleri incelediğimde, Amerikan askeri istihbaratının Bingazi’de o gece neler yaşandığını dönemin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın olayı örtbas etme çabalarına rağmen daha hemen başında doğru tespit ettiğini ve dahası, Suriye ve Irak’ta yaşanan çöküntüyü de ta 2012 sonbaharında öngördüğünü fark ettim. Kusursuz bir çalışmaydı. 100 sayfa tutan belgeleri detaylı bir biçimde inceleyip 24 Mayıs 2015’te “Libya belgeleri” başlığıyla bir yazı haline getirdim. İsim yazmadım. Ama Flynn’di.

 

Sonra uzun süre adını duymadım Flynn’in. Ta ki, Rusya’ya gidip Rusya Devlet Başkanı Putin’le aynı masada yan yana oturduğunu ve Rusların televizyon kanalı RT’ye bir mülakat verdiğini okuyuncuya kadar. Washington’daki neo-conlar köpürüyorlardı. Ve ABD Ordusu’na 33 yıl hizmet veren, sayısız madalya alan bir askerinin sadakatini sorguluyorlardı. Ancak sorun, 17 bin kişinin çalıştığı, 142 ülkede temsilciliği olan ABD askeri istihbaratını yönetirken, Flynn’in Beyaz Saray’ın onayıyla Rusya’ya gidip Rus istihbarat binasına ilk giren Amerikalı yetkili olduğunu, içeride Rus analistlere bir brifing verdiğini atlıyorlardı. Ayrıca başka bir çarpıcı ayrıntı Flynn, Türkiye’nin Kasım 2015’te Rus uçağını düşürmesi konusunun tartışıldığı, Aralık 2015’teki RT mülakâtında, Türkiye’yi de DEAŞ’ın yabancı savaşçılarının geçişini ve karaborsada petrol satmasını yeterince engellemediği için eleştiriyordu. Yani bu konuda da Obama Yönetimi’yle paralel bir çizgideydi.

 

*

 

NEO-conların o Rus seyahati yüzünden Flynn’e saldırmalarının asıl başka bir nedeni vardı tabii. Çünkü Cumhuriyetçi Parti’de başkan adaylığı için önseçim sezonu yaklaşıyordu. Flynn de 2105 yazından beri ekibinden gelen bir teklifle Trump’a dış politika danışmanlığı yapıyordu. Yani politikaya girmişti. Nasıl buldu tüm bu insanları, kim akıl verdi bilmiyorum. Ama Trump, Washington’daki düzen yanlıların sevmediği, dışladığı, işinden ettiği ne kadar adam varsa toplamış, maverick’lerden (genel kabul gören kurallara uymayan) oluşan bir ekip kurmuştu kendine. Flynn de işte bu ekibin ulusal güvenlik lideri olmuştu. Sonra öyle alıştı ki Flynn de. O sert asker siyasete öyle bir giriş yaptı ki. Yüz yüze görüşemedik. Ama Cumhuriyetçilerin kurultayı için Cleveland’da olduğum hafta kürsüye çıkıp son derece provokatif bir konuşma yaptığına tanık oldum. Değişmişti. İçerideki insanlara “Hillary’yi hapsedin” diye tezahürat yaptırıyordu. Niye mi? Hayır, kişisel e-posta adresinde devletin gizli bilgilerini tuttuğu için değil. Bingazi yüzünden.

 

*

 

HERKES bir tercihte bulundu bu seçimde. Gülenciler nasıl Hillary Clinton’ın kampanya direktörü John Podesta’nın kardeşi Tony Podesta’yı “Alliance for Shared Values” adlı örgütleri üzerinden 12 Mayıs 2016’da Kongre’de kendileri için lobi yapsın diye tuttularsa, Türk-Amerikan İş Konseyi’nin Başkanı Ekim Alptekin gibi işadamları da Flynn gibi Trump’ın ekibinden isimlerle anlaştı bu dönem. Flynn’in emekli olduktan sonra kurduğu Flynn Intel şirketiyle 15 Eylül 2016’da yaklaşık 100 bin dolarlık bir anlaşma yaptı Alptekin. Nitekim o anlaşmayı da, Flynn’in 8 Kasım’da Kongre yayın organı Hill’de yazdığı Gülen makalesinin ardından, neo-conları yayın organı Daily Caller duyurdu herkese. Lobicilere savaş açma vaadiyle gelen Trump’ın sağ kolu, Türklerle ticari anlaşma yapıp yazı yazıyor, suçlamasıyla.

 

*

 

FLYNN’le çarşamba akşamı görüştüm. New York’taki Trump Tower’da. Ve yaklaşık 10 dakika kadar konuştuk. Yine son derece mütevazı, son derece kontrollüydü. Ama Gülen yazısını konuştuğumuzda hissettim. Seçimi kazanacaklarını bilseydi, o yazıyı yazar mıydı, emin olamadım. Hayır, içerikte hiçbir tereddütü yoktu. Flynn, Obama’nın uyarılarına rağmen “radikal İslam” ifadesini kullandığı için uzaklaştırıldı. Gülencileri de başından beri bir “terör ağı” olarak değerlendiriyordu. Ve şimdi Ankara’dakiler çok mutlu ama Suriye ve Irak’ta DEAŞ’ı büyüten faktörler konusunda da fikirleri hiçbir zaman değişmedi. Ama işte doğrusu Flynn gibi birinin de, parayla politik etki satın almaya çalışanlara daha farklı yaklaşması gerekirdi. Şimdi Flynn’le birlikte bambaşka bir dönem başlıyor Washington’da. Trump’ın kendine bir hanedanlık kurmasını, damadını, çocuklarını geçiş ekibine eklemesini, işin magazinini sonra konuşuruz. Ama öyle bir dönüşüm yaşanacak ki, o kadar insan Washington’da işsiz kalacak ki... Asıl hikâye, Flynn’in bu kentten alacağı intikam. Portresi de o yüzden önemli.

Yazının devamı...
ABD ile 7.62 ve Gülen dosyası
5 Kasım 2016

Savunma sanayiinin buluşma yeri, Türk-Amerikan Konseyi’nin yıllık konferansı. Washington’daki Ritz Carlton Oteli’nin toplantı odalarından biri. İki ülke savunma işbirliğinin tartışıldığı bir panelden sonra ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkili, bir Türk askeri yetkilinin yanına geldi. ‘Yanlışlık oldu, çözeceğiz’ dedi. Türk yetkili de nazik biçimde karşılık verdi. Sorunca, ‘Bir randevu anlaşmazlığı’ dediler. Ama sonra konferans boyunca iki ülke temsilcilerinin sürekli ayak üstü hararetli konuşmalarına tanık olduğumda, biraz daha üzerine gidip detaylarını öğrendim. Amerikalılar şimdiye kadar Türkiye’ye sorunsuz bir şekilde sattıkları, hiçbir stratejik önemi olmayan, 7.62 mm’lik bir makineli tüfeğin satışına izin vermeyeceklerini açıklamışlardı. Bununla ilgili resmi bir cevap yazısı hazırlamış ve gerekçe olarak da “politik sebepler” olduğunu söylemişlerdi. Türkler de olayın şokuyla bu cevaba sert biçimde karşı çıkıyor, bunun sonuçları olacağını söylüyorlardı.

 

*

 

BİRÇOK farklı açı bulabilirsiniz elbette. Türkiye’de Cumhuriyet Gazetesi’ne düzenlenen operasyon ve en son HDP milletvekillerinin tutuklanmasına Washington’ın ne tepki verdiğini aktarırken, konuyla ilgili yapılan resmi açıklamalara bakarak Amerikan Yönetimi’nin ifade ettiği derin endişeyi vurgulayabilirsiniz. Fakat bir yandan da, geçmiş örnekleri düşünüp bu açıklamaların pragmatik Amerikalılar için çoğu zaman lafta kaldığını da savunabilirsiniz. Ancak başta anlattığım 7.62 krizi, bana kalırsa bugün iki ülke ilişkilerinin hangi boyutta olduğunu gösteren, tartışmaya kapalı en çıplak örnektir. Savunma Bakanı Fikri Işık, sorunun çözüldüğünü söylüyor gerçi... Ancak çözülmüş olsa bile, Amerikan Yönetimi bugün stratejik füze sistemleri ya da İHA’ların yanında basit bir silahın satışını bile politik sebepleri gerekçe gösterip engellemeye kalkıyorsa, bu Ankara ve Washington’ın ne durumda olduklarını anlatmaya yeter.

 

*

 

BU karamsar gelişmeler sürerken işin başka bir boyutu. Başka bir risk... Fetullah Gülen dosyası ilerliyor. Amerikalılar, 15 Temmuz’dan sonraki anlaşılmaz tutumlarını sonunda rasyonel bir zemine çektiler. Ve Amerikan Dışişleri’nin en etkili, Dışişleri Bakanı John Kerry’ye en yakın isimlerinden biri hafta içi adını vermeden Amerikan medyasına konuşup ilk defa Türkiye’nin Gülen konusundaki tezlerinin haklı olabileceğini söyleyerek bunun işaretini verdi. ‘Dini bir yardım kuruluşundan çok organize suç örgütüne benzetti’ yetkili Gülencileri. Peki bu ne demek? Dosya yakında mahkemeye intikal edebilir demek. Nitekim sadece Dışişleri değil, ABD Adalet Bakanlığı’nda da aynı yönde şüpheler oluşmuş durumda ki, onlar da bu yüzden dört soru üzerinde duruyorlar:

 

1- Hareket geçmişte güç kullandı mı, hedef aldıklarını korkutma, sindirme çabası içine girdi mi?

 

2- Kendi aralarında gizliliği olan bir mesajlaşma yöntemleri var mı? İletişimleri açık mı?

 

3- Finansal şeffaflık var mı? Para hareketlerini nasıl gerçekleştiriyorlar? Her şey makbuzlu mu?

 

4- Bu hareketin siyasi, dini ve ekonomik amacı ne? Bu üç amaç arasında bir ilişki var mı? Bu amaçlar için stratejileri ne?

 

*

 

PEKİ risk ne? Şu: Dediğim gibi işaretler sonunda bu dosyanın Amerikalı bir yargıcın karşısına gideceği yönünde. Yani ABD Adalet Bakanlığı’ndan bir savcı, Türkiye’nin iade talebini alacak ve Amerikalı bir hâkime götürüp savunacak. Ama işte bahsettiğim sorun da tam bu noktada yaşanacak. Çünkü o hâkim neye göre mi karar verecek? Hem dosyadaki bilgilere hem de Gülen’in iade edileceği ülkedeki koşullara. Âdil yargılanabilir mi, kötü muamele görebilir mi, diye düşünecek.

 

Şimdi tüm ön yargılarınızdan sıyrılıp kendisine şu soruyu sorun. Sizce Amerikalı bir yargıcın, hapse atılan gazetecilere...  Uluslararası saygın örgütlerin Türkiye’de şüphelilere kötü muamele uygulandığı yönündeki raporlarına bakıp Gülen’in iade dosyasını kabul etmesi mümkün mü? Burada sıkıntı olabilir.

 

O zaman ne olacak? Gülenciler çıkacaklar, ‘Aklandık’ diyecekler. Ankara haklı olarak tepki gösterecek. Ama Amerikan Yönetimi de, haklı olarak, ‘Bizim yapabileceğimiz bir şey yok’ diyecek. Türk-Amerikan ilişkileri de tamiri zor büyük bir krize girecek.

Yazının devamı...
DEAŞ’tan Gülen’e görünenler ve gerçekler
29 Ekim 2016

 Gülencilerin bir görünen yüzü olduğunu, bir de gerçekler olduğunu söyledi. Doğru. Ama sadece Gülenciler için değil, birçok konu için geçerli bu. DEAŞ’la savaştan Türkiye’nin Gülen konusunu ele alışına kadar birçok meselede aynı problem mevcut. Şöyle:

 

 GÜLEN

 

- Görünen: Türkiye, Gülen’in iadesini birinci öncelik kabul ettiğini söylüyor, ABD de 6 savcı atadığı iade dosyasına ne kadar önem verdiğini.

 

- Gerçek: Bozdağ, Amerikalı mevkidaşı Loretta Lynch ile 1.5 saat konuştu. Ağırlıklı konu Gülen’di. Ama toplantının sonunda birden Reza Zarrab konusunu da açtı. Ve davanın siyasi olduğunu savundu. Hiçbir şey söylemedi Lynch. Sadece dinledi. Türkiye, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın geçen ay Başkan Yardımcısı Joe Biden ile New York’ta yaptığı görüşmede Zarrab Davası’nı gündeme getirmesinden beri, Zarrab dosyasını birinci elden takip ediyor. Ve Bozdağ’ın toplantısında olduğu gibi Gülen’in iadesi ve Zarrab Dosyası’nı bir arada ele alma eğilimi sergiliyor. Buna içeriden itiraz edenler de var. Bu stratejinin Türkiye’ye zarar vereceğini düşünen uzmanlar görüşlerini sundular. Ama Gülen cemaatinin ABD’deki faaliyetleri için Ankara’nın anlaştığı avukat Bob Amsterdam, bu yeni stratejide kritik bir rol oynuyor. Amerikalılar ise her ne kadar Gülen dosyasına ne kadar önem verdiklerini söyleseler de, örneğin ABD’deki Gülen okulları hakkında 2011’den beri geçerli olduğu bilinen FBI soruşturmasının neden halen bir davaya dönüşmediğini, yapılan onlarca okul baskınında elde edilen bilgilerin bir kısmının neden kamuoyuna açıklanmadığını izah edemiyorlar.

 

 DEAŞ

 

- Görünen: Cumhurbaşkanı Erdoğan, çarşamba günü ABD Başkanı Obama ile yaptığı telefon görüşmesinin ardından Türkiye’nin El Bab, Menbiç ve Rakka’da harekâta hazır olduğunu söylüyor.

 

- Gerçek: O telefon görüşmesi, Musul Operasyonu ve Amerikalıların bastırdığı Rakka kuşatması sırasında Türkiye’nin tek taraflı bir eyleme kalkışma ihtimalinin Washington’da yarattığı endişe üzerine gerçekleşti. Tam da Erdoğan’ın bahsettiği türden bir durumun oluşmaması için. Türkiye Musul’da rol üstlenmiyor. Pentagon Sözcüsü Jeff Davis, iddia edildiğinin aksine Türk F-16’larının “Irak’taki görev gücü kapsamında yer almadığını” söyledi. Üst düzey bir Savunma Bakanlığı yekilisi de, 26 Ekim’de PYD’nin askeri kanadı YPG’nin ana unsuru olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin Rakka Operasyonu’na katılacağını açıklayan Korgereneal Stephen Townsend’in toplantısından sonra bir şey değişmediğini söyledi. Yönetimden başka bir yetkili ise Türkiye’nin Afrin’de YPG hedeflerini vurması konusunda, Afrin Kürtleriyle ABD’nin koordinasyonu olmadığını, Afrin’de Amerikan Özel Kuvvet unsurları olmadığını, hem Türklerin hem de Afrin Kürtlerinin eylemlerinin bağımsız olduğunu aktardı. Erdoğan’ın sözlerini yazılı olarak yorumlayan başka bir yetkili de “Koalisyonun hareketlerini koordine etmesi önemli” dedi. Uzlaşma yok.

 

 RAKKA

 

- Görünen: Amerikalılar, Suriye Demokratik Güçleri’nin desteğiyle Rakka’da operasyon başlayacağını söylüyor.

 

- Gerçek: Rakka’daki en belirleyici unsur olan ABD ve YPG işbirliği, Türkiye’nin hamleleriyle zemin kaybediyor. Çünkü Türk Ordusu Afrin’de YPG unsurlarını vurdukça, Erdoğan, Menbiç için YPG’ye yönelik çekilme çağrısında bulundukça YPG için öncelik değişiyor. Rakka’dan evvel, kendilerini Türkiye’ye karşı sağlama almaya çalışıyorlar. Townsend, geçen ay Wall Street Journal’a Türkiye’nin Cerablus harekâtının Rakka Operasyonu’nu sekteye uğrattığını söylemişti. Halen geçerli. En somut kanıtı. Amerikalılar 2014 Eylülü’nden beri Suriye’de DEAŞ’a hava saldırıları düzenliyorlar. Ve 28 Ekim’de, iki yıldır ilk defa Suriye’de hiçbir hedefi vurmadılar. Sıfır saldırı.

 

 HALEP

 

- Görünen: Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta Rusya Devlet Başkanı Putin’e “Artık Halep halkını huzura kavuşturalım. Halep Haleplilerindir” dediğini söyleyip Rus liderle uzlaştığı izlenimi veriyor.

 

- Gerçek: Türkiye’nin bir dönem birlikte çalıştığı El Nusra Cephesi, temmuzda adını Fethu’ş Şam Cephesi yapıp El Kaide ile bağlarını koparttığını açıklamıştı. Örgüt, Türkiye ile birlikte çalışan ve Reyhanlı’daki sınır kapısının Suriye tarafını kontrol eden Ahrar El Şam ile birlikte cuma günü Halep’te Suriye rejiminin kuşatmasını kırmak için büyük bir saldırı başlattı. Bu ikinci girişim. 28 Temmuz’daki ilk denemelerinde kuşatmayı kırmışlardı ama rejim, 6 Ağustos’ta Rusların desteğiyle, Halep’in doğusunda 300 bin kişinin yaşadığı muhalefetin elindeki bölgeyi yeniden çevrelemişti. Güneyden saldırıyorlar. Ve kuzeyde Türkiye’nin desteklediği bir diğer grup Nureddin Zengi Tugayı harekâta destek için zaman kolluyor. Uzlaşma yok.

 

*

 

DAVID Leonhardt 2011’de New York Times’ın Washington büro şefliğine atandığında bir şey söylemişti. “Bizim okuyucularımıza Washington’ın ne dediğini değil ne yaptığını anlatmamız lazım” demişti. Elimden geldiğince bunu yapmaya çalıştım.

Yazının devamı...