(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"O' Yazar" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "O' Yazar" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
O Yazar

O' Yazar

Ak Saray'ın orijinal planı yetmiş altı bin metrekareydi, ben üç yüz bine çıkarttım
15 Mart 2015

ÖZETLERSEK, bir önceki yazıda lafıma, Ak Saray’ın ilk hazırlık projesini ilk kez ne zaman gördüğümü anlatarak başlamıştım. Büyük Usta, taslak projeyi bana ilk kez gösterdiğinde yanımızda Yiğit de vardı.

Laf uzadı, Yiğit’i nasıl danışman yaptığımı yerlere kadar gitti. Detayda yoğunlaştığım için bizim makale “su basman seviyesini” çoktan geçti. Böylece konu elimizde olmadan bölündü. Ak Saray’ın yapılması içi bu yazıya kaldı.

Şimdi, tarihe tanıklık etmiş biri olarak Ak Saray olayını anlatacağım ve yaratıcılığımı o günlerde nasıl devletin hizmetine verdiğimi arz edeceğim.

***

Bunun mimarları oturmuş, yeni başkanlık sarayını yetmiş altı bin metrekare olarak çizmiş.

Tamam, o da iyi ama Büyük Usta’nın burada yapmak istediği şey başka. Memleketin itibarını bir AVM gibi havaya dikip, dosta düşmana göstermek istiyor. Batı medeniyetlerinin dili şeylerine kaçsın istiyor.

Mimar dediğin bunu hissedecek, anlayacak. Anlamadı mı o proje büyükşehir belediyelerinden birine çizilen Anayasa Parkı Projesi gibi olur. Bizim partinin mimarları bunu maalesef anlamamış.

ÖRNEĞİ BİZİM TÜRKİLER’DEN VERDİM

“Büyük Usta!” dedim. “Sen Nursultan Nazarbayev’in sarayının kaç metrekare olduğunu biliyor musun?”

Bilmediğini yüzüme boş boş bakmasından anladım.

“Yarın gelip misafirin olur bu sarayda. Hepsi bu kadar mı diye sana hava atar. Böyle bir şeyi kaldırabilir misin?”

Sinirlendi, seyrek bıyıkları oynamaya başladı. Demir tavında dövülür, deyip devam ettim doldurmaya:

“Türkmenistan pırezidantı Gurbanguli’nin sarayı da bundan büyük kalacak. Senin gibi bir dünya liderinin, culuk çağırır gibi (Gulu gulu) diye sesleneceği adamdan geri kalması revamı. Ver talimatı o mimarlarına, sayayı daha büyütsün” dedim.

Hak verdi, Yiğit yandan lafa karışacak oldu. Ekonomi sıkıntıdayken, diye başladı ağır masrafa getirdi lafını. Büyük Usta bir sinirlendi, bir dellendi. Yiğit’i yakasından tuttuğu gibi yere çalması bir oldu.

Altına almış, nasıl dövüyor. Keçeciler imalat sırasında keçeyi bu kadar dövmezler. Yiğit altta ciyaklıyor. Bir müddet karışmadım ki oğlan dersini iyice alsın. Lakin feryadı Dolmabahçe sarayının avizelerini zangırdatıyor.

İsveç ile Afrika Ginesi’nin yeni büyükelçileri de dışarıda. Adamlar itimatnamesini törenle takdim edecek. Feryadı duyunca ikisi birden titremeye başlamışlar. “Ya bize de girişirse?” korkusuyla birbirlerine sarılmış ağlıyorlar.

O DAYAK İŞE YARADI, SARAY BÜYÜDÜ

Biraz daha dövsün istiyordum ama baktım ki Büyük Usta bizimkinin kravatına sarılmış oğlanı boğmaya çalışıyor. Maazallah ölüp gidebilir. Ölmesi gitmesi kayıp sayılmaz ama muhalefet rahat durmaz.

“Saraydan Kız Kaçırma” operası gibi bunun da operasını yaparlar. “Sarayda Danışman Öldürme” adını verip, internette oynatırlar. O saatten sonra interneti yasaklasan bir türlü, yasaklamasan bir türlü, memlekete bir faydası olmaz.

“Ustam dur, aklı başına gelmiştir” deyip Yiğit’i elinden aldım.

Şekeri düşsün diye ağzına bir şeker tıktım, dışardakilere de “Bir muhallebi kapıp getirin” diye seslendim. Bu muhallebi işlerine Yalçın bakıyor. Koştu bir kap getirdi. Eliyle yedirdi.

Büyük Usta sakinleştiği zaman yeniden projeye döndük. “Bence bu saray en az iki yüz bin metre kare olmalı” diyecek oldum Büyük Usta lafı ağzıma tıkadı.

“Üç yüz bin metre kare olacak.”

Yiğit’e kızdı ya acısını projeden çıkarıyor. Ben de ne yapayım artık “İyi düşündünüz” diye gazı verdim. Ortaya üç yüz bin metrekarelik dev bir eser çıktı.

İnşallah ileride bir punduna getirip Fransa Başkanı’nı buraya davet edeceğiz. Ak Saray’da ağırlayacağız. Onların meşhur Elysee Sarayı sağdan topla, soldan topla 11 bin metrekare.

O ziyaret sırasında lafı Elysee Sarayı‘na getirip, sizinki kaç metrekareydi, diye soracağız. On bir bin metrekare cevabını aldığımızda da “Eh! Çok da fena değilmiş. Bizim sarayın müştemilatı kadar varmış” deyip lafı sokacağız.

O anın tadını düşündükçe şimdiden zevklenip, keyifle titriyorum.

***

Meraklısına not: O dayaktan sonra Yiğit epeyceakıllandı, bir daha Büyük Usta ile benim lafıma karışmadı. Beni gördüğü zaman boynunu büküp öyle mahzun duruyor.

O dayağı yemeden gösterseydin ya bu saygıyı, daha iyi değil miydi benim saçı jöleli oğlum?

ÖZETLERSEK, bir önceki yazıda lafıma, Ak Saray’ın ilk hazırlık projesini ilk kez ne zaman gördüğümü anlatarak başlamıştım. Büyük Usta, taslak projeyi bana ilk kez gösterdiğinde yanımızda Yiğit de vardı.

Laf uzadı, Yiğit’i nasıl danışman yaptığımı yerlere kadar gitti. Detayda yoğunlaştığım için bizim makale “su basman seviyesini” çoktan geçti. Böylece konu elimizde olmadan bölündü. Ak Saray’ın yapılması içi bu yazıya kaldı.

Şimdi, tarihe tanıklık etmiş biri olarak Ak Saray olayını anlatacağım ve yaratıcılığımı o günlerde nasıl devletin hizmetine verdiğimi arz edeceğim.

***

Bunun mimarları oturmuş, yeni başkanlık sarayını yetmiş altı bin metrekare olarak çizmiş.

Tamam, o da iyi ama Büyük Usta’nın burada yapmak istediği şey başka. Memleketin itibarını bir AVM gibi havaya dikip, dosta düşmana göstermek istiyor. Batı medeniyetlerinin dili şeylerine kaçsın istiyor.

Mimar dediğin bunu hissedecek, anlayacak. Anlamadı mı o proje büyükşehir belediyelerinden birine çizilen Anayasa Parkı Projesi gibi olur. Bizim partinin mimarları bunu maalesef anlamamış.

ÖRNEĞİ BİZİM TÜRKİLER’DEN VERDİM

“Büyük Usta!” dedim. “Sen Nursultan Nazarbayev’in sarayının kaç metrekare olduğunu biliyor musun?”

Bilmediğini yüzüme boş boş bakmasından anladım.

“Yarın gelip misafirin olur bu sarayda. Hepsi bu kadar mı diye sana hava atar. Böyle bir şeyi kaldırabilir misin?”

Sinirlendi, seyrek bıyıkları oynamaya başladı. Demir tavında dövülür, deyip devam ettim doldurmaya:

“Türkmenistan pırezidantı Gurbanguli’nin sarayı da bundan büyük kalacak. Senin gibi bir dünya liderinin, culuk çağırır gibi (Gulu gulu) diye sesleneceği adamdan geri kalması revamı. Ver talimatı o mimarlarına, sayayı daha büyütsün” dedim.

Hak verdi, Yiğit yandan lafa karışacak oldu. Ekonomi sıkıntıdayken, diye başladı ağır masrafa getirdi lafını. Büyük Usta bir sinirlendi, bir dellendi. Yiğit’i yakasından tuttuğu gibi yere çalması bir oldu.

Altına almış, nasıl dövüyor. Keçeciler imalat sırasında keçeyi bu kadar dövmezler. Yiğit altta ciyaklıyor. Bir müddet karışmadım ki oğlan dersini iyice alsın. Lakin feryadı Dolmabahçe sarayının avizelerini zangırdatıyor.

İsveç ile Afrika Ginesi’nin yeni büyükelçileri de dışarıda. Adamlar itimatnamesini törenle takdim edecek. Feryadı duyunca ikisi birden titremeye başlamışlar. “Ya bize de girişirse?” korkusuyla birbirlerine sarılmış ağlıyorlar.

O DAYAK İŞE YARADI, SARAY BÜYÜDÜ

Biraz daha dövsün istiyordum ama baktım ki Büyük Usta bizimkinin kravatına sarılmış oğlanı boğmaya çalışıyor. Maazallah ölüp gidebilir. Ölmesi gitmesi kayıp sayılmaz ama muhalefet rahat durmaz.

“Saraydan Kız Kaçırma” operası gibi bunun da operasını yaparlar. “Sarayda Danışman Öldürme” adını verip, internette oynatırlar. O saatten sonra interneti yasaklasan bir türlü, yasaklamasan bir türlü, memlekete bir faydası olmaz.

“Ustam dur, aklı başına gelmiştir” deyip Yiğit’i elinden aldım.

Şekeri düşsün diye ağzına bir şeker tıktım, dışardakilere de “Bir muhallebi kapıp getirin” diye seslendim. Bu muhallebi işlerine Yalçın bakıyor. Koştu bir kap getirdi. Eliyle yedirdi.

Büyük Usta sakinleştiği zaman yeniden projeye döndük. “Bence bu saray en az iki yüz bin metre kare olmalı” diyecek oldum Büyük Usta lafı ağzıma tıkadı.

“Üç yüz bin metre kare olacak.”

Yiğit’e kızdı ya acısını projeden çıkarıyor. Ben de ne yapayım artık “İyi düşündünüz” diye gazı verdim. Ortaya üç yüz bin metrekarelik dev bir eser çıktı.

İnşallah ileride bir punduna getirip Fransa Başkanı’nı buraya davet edeceğiz. Ak Saray’da ağırlayacağız. Onların meşhur Elysee Sarayı sağdan topla, soldan topla 11 bin metrekare.

O ziyaret sırasında lafı Elysee Sarayı‘na getirip, sizinki kaç metrekareydi, diye soracağız. On bir bin metrekare cevabını aldığımızda da “Eh! Çok da fena değilmiş. Bizim sarayın müştemilatı kadar varmış” deyip lafı sokacağız.

O anın tadını düşündükçe şimdiden zevklenip, keyifle titriyorum.

***

Meraklısına not: O dayaktan sonra Yiğit epeyceakıllandı, bir daha Büyük Usta ile benim lafıma karışmadı. Beni gördüğü zaman boynunu büküp öyle mahzun duruyor.

O dayağı yemeden gösterseydin ya bu saygıyı, daha iyi değil miydi benim saçı jöleli oğlum?

Yazının devamı...
Adamı ekonomik danışman yaptık, tuttu tepemize çıktı.
14 Mart 2015

Büyük Usta’yı hiç rahat bırakmadılar ki sarayında şöyle yayılarak otursun, makamının tadını çıkarsın.

Yok, tanesi bin liradan bardak alınır mıymış? Yok, teee İsrail’den lale ithal edilir miymiş? Yok, o avizelere kaç para verilmiş?

Hele “Üç yüz bin metrekarelik saray mı olurmuş?” diye bilip bilmeden laf sokanlar var ki boğazlarına sarılasım geliyor.

Niye mi bu kadar hassasım? Çünkü o sarayın her metrekaresinde benim fikri emeğim var. Mimar değilim ama mimarlardan çok emeğim geçmiştir.

Daha iş proje aşamasındaydı. Büyük Usta, Yiğit, bir de Dolmabahçe’deki çalışma ofisinde oturuyorduk. Bilal oğlan da gelip geçen gemilerin fotoğrafını çekiyordu. Demek ki armatörlük çocuğun genlerinde varmış.

Büyük Usta gitti dolaptan bir rulo kâğıt çıkardı. Masaya yayıp bize gösterdi. Yiğit bir şeyden anlamadığı için öyle bakıyor. Benim çok mimar arkadaşım olmuştur. Proje çizgisine aşinayım.

“Bu görkemli bina nerede yapılacak?” diye sormamla Büyük Usta’nın yüzündeki gülümsemenin genişlemesi bir oldu.

“Sen mimarlık işlerine uyanıyorsun anlaşılan” dedi. Ardından da “Nasıl buldun?” diye sordu.

Üçümüz birden plânın üzerine abandık. Sanki Akşehir’de karargâh toplamışız, harita üzerinden büyük taarruz için çalışıyoruz. Aslında Büyük Usta ile ben planı inceliyoruz. Yiğit de arkamızdan abanmış, inceler gibi yapıyor.

Ben parmağımı nereye koyarsam biraz sonra o da oraya koyuyor.

***

Bu Yiğit’i huzura getiren, el öptürüp Büyük Usta’ya affettiren benim. Uyduruk kaydırık bir muhasebeci eğitimi var, kendini ekonominin Adam Smith’i zannediyor.

Affedersiniz, övünmüş gibi olmayayım ama ben ekonominin akademik ortamında Karl Marks’ı fikirlerimle yerin dibine sokarken, bu çocuk çarpım cetvelini ezberlemeye çalışıyordu.

Sonra bir gazetede çalışmaya başladı. Adettir ya! Köşesi olan illa ki birilerine saldıracak. Bu şuursuz da Büyük Usta’ya saydırmaya girişti. Ama ne saydırıyor. Yazılarında bir “sinkaf filini” kullanmadığı kaldı.

Bir de kulaktan dolma birkaç ekonomik deyim belleyip, defterine not etmiş. Yazılarına o deyimleri sokuşturup, kendisine “iktisat uzmanı” süsü veriyor.

AZ DAHA ELİMDE KALIYORDU

Bir gün Yiğit’in eniştesi bana geldi, bunun durumundan yakındı. Enişte Bey iyi bir adamdır. Takkesiz gezmez. Beş vakit namazındadır. Beş vakit tarifi de yetmez on beş vakit namaz kılar.

Lakin kendini ahiret işlerine çok verdiğinden dünya işleri kötü gitti, şirketi zarar etti, kendi de piyasaya çok borçlandı.

Alacaklıları ne zaman kapıya gelse Yiğit’in eniştesini namazda buluyorlardı. Namazını bir türlü bölemediklerinden alacaklarını tahsil edemediler, hepsinin üzerine yattı.

İşte o enişte bana geldi ve “Bu Yiğit’in aykırı yazıları yüzünden ailemizi laik bellediler, iş yapamıyorum, aman suna bir el at” dedi.

Bilirsiniz, insanları topluma kazandırma en sevdiğim iştir. Ben de bunu telefonla arayıp iş teklif eder gibi yaptım, gazeteye çağırdım. Bu zıplayıp geldi. Odaya kapattım bunu. Ondan sonra yer misin yemez misin?

Odaya girerken kronometreye basmıştım. Bunu imana getirdiğimde yine bastım. Baktım ki Yiğit’i tam beş saat, yirmi sekiz dakika 23 saniye dövmüşüm.

Sonra “Düş önüme” deyip doğruca Dolmabahçe’ye götürdüm. Büyük Usta’ya tanıştırdım.

“Laiklerin etkisinde kalmış, paraleller çorbasına ilaç atmış, şuursuzluğu ondan. Bundan böyle kapınızda kul olacak” deyip Büyük Usta’ya teslim ettim. Saray’dan çıkarken de “Ekonomistliğe çok hevesi var, idare et işte” dedim.

Ekonomik danışmanlığı o gün, bu laflarımdan sonra başladı.

***

Ama danışman kısmı makamda durduğu gibi durmuyor. İlla ki bir yerleri kalkıyor. Bu da öyle yaptı. Vara yoğa karışmaya başladı.

Kurnaz da! Büyük Usta’nın şekeri var. Şekeri yükseldi mi önüne kim gelirse ona saldırır. Bu da cebinde sürekli nane şekeri taşıyor. Büyük Usta gazaba geldi mi hemen ağzına bir tane tıkıyor.

Büyük Usta bunu o sebepten yanından ayırmaz oldu. Yiğit’in kıymete binmesinin aslı budur. Yarım yamalak bilgisiyle Büyük Usta’nın aklını bakkal defterine çevirip, doları azdırması başka iş.

Benim bunu fabrika ayarlarına döndürmek için bir daha dövmem lazım ama Saray’dan çıkmıyor ki kerata? Bak yerimiz de bitti. Ak Saray olayının gerisini bir sonraki yazıda anlatırım.

GELECEK YAZI: AK SARAY’A RUHUNU VEREN AMATÖR DEHA KİMDİ?

Yazının devamı...
Bedri Baykam'ın kulaklarını kepçe gibi yapan büyük aşk!
23 Şubat 2015

Geçenlerde Brigitte Bardot beni cepten aradı. Şaşıracağınızı, Brigitte Bardot ne alaka diyeceğinizi biliyorum. Bu güzel Fransız aktristi teee eskiden tanırım.

Tabii o zamanlar şimdiki gibi değildi. Suratı kırış kırış olup, çamaşır makinasından yeni çıkarılmış nevresime dönmemişti. Bütün dünyayı güzelliği ile çıldırtıyordu. Pablo Picasso ile Bedri Baykam’ın bu güzel kadın için tekme sille dövüştüklerini bilirim.

Pablo ileri yaşına rağmen domuz topu gibiydi, Bedri ise genç bir ressam adayı olarak daha narindi. Bunların ikisi de o vakitler Brigitte Bardot’a asılıyor. Gerçi kız ikisine de yüz vermiyor ama bunlar gayretli.

Cafe Fleur’da karşılaşıyorlar. Pablo buna el kol işareti yapıyor. Bedri Baykam da “Sen önce doğru dürüst kadın resmi çiz ressam eskisi. Çizdiğin bütün kadınlar kamyonla ezilmiş gibi görünüyor. Nedense gözleri hep aynı tarafta” diyor.

Pablo Picasso böyle bir lafın altında kalacak adam değil.

“Sen de altmış ikiden bir tavşan çizebilirsen ben de kendimi bütün aleme..”

Daha lafı bitmeden Bedri Baykam bunun kafasına kül tablasını fırlatıyor. Pablo da koşup Bedri’nin kulaklarına yapıştırıyor. Öyle bir çekiştiriyor ki iki kulak birden kopup elinde kalıyor.

Bedri Baykam’ı hemen Paris SSK hastanesine kaldırdılar. Bereket Pablo Picasso, kopan kulakları bunun gömlek cebine tıkmış. Kulakları orada bulup yerine diktiler ama dikiş yeri iyi tutmadı. Kulaklar çanak anten gibi dışarı baktı.

***

Tesadüfen o günlerde ben de Paris’teydim. Sinema ile ilgilenenler bilir. Bataklı Sazın Kahpesi Ayşe filminin senaryosunu ben yazmıştım. Senaryoyu İstanbul’da kitap yapmıştık.

Fransızlar çok beğendiler. İşte o kitabın Fransızca baskısının imza günü için Paris’e gitmiştim. İmza gününde kimler yoktu ki. Jean Paul Sartre bile gelmişti. Bir gözü içeri, bir gözü dışarı bakan tuhaf bir adamdı.

BU KİTABI BANA İMZALAR MISINIZ?

İmza günü Champ Elysee’nin sonundaki Küçük Saray’da yapıldı. Ben diyeyim beş bin, siz deyin on bin kişi imzaya geldi. Baktım devlet başkanları Mitterrand dahi sıraya girmiş.

Hemen kalkıp yanıma buyur ettim. Sevmezdim ama yine de itibar ettim.

O sırada küçük bir el bana kitabımı uzattı ve “Bunu benim için imzalar mısınız?” diye sordu. Başımı kaldırdım, emsalsiz güzellikte bir genç kız bana kitabını uzatıyordu.

Gözlerimiz birbirine kilitlenmiş. Birbirimize bir şey söylemeden 17 dakika 43 saniye bakmışız. Süreyi gece haberlerinde, görüntülerimizi veren televizyondan hesapladım.

Ben imzadan sonra Brigitte Bardot kaptığım gibi ortamlara akmışım. Bir ay mı desem, beş hafta mı desem, birbirimizden ayrılmadık.

İşte tanışmamızın hikâyesi budur.

Sonra bu Brigitte Bardot kafanın kayışını koparıp hayvan sever oldu. Dünyanın herhangi bir yerinde hayvana eziyet edilse, başlarına bitti. Suratının aşırı buruşması da o iklimden bu iklime koşuşturmasındandır.

***

Telefonu açtım. Brigitte Bardot’nun yüzü ihtiyarlamıştı ama sesi gençti. Biraz cilve yaptıktan sonra ana konuya geldi. “Kutup ayılarının nesli tükeniyor, ne yapabiliriz?” diye sordu.

Bak şimdi! Sanki kutup ayılarını ekmek arası yapıp, ben yiyorum. Yine de kadını bozmak istemedim. Aklıma gelen ilk çareyi söyledim.

“Bizim burada Kastamonu diye bir ilimiz var. Oranın kırsalında ayı boldur. Bunları toplayayım. Tüylerini saç boyası ile beyaza boyayalım. Kutuplara götürüp doğaya salalım. Çiftleşsinler, üresinler. Ama doğaya salmadan önce en az üç yavru yapma eğitimi verelim.”

Brigitte Bardot bu fikrime bayıldı. Haziran’da gelecek, birlikte Kastamonu’ya gideceğiz. Tarım Bakanı Mehdi’yi de belki yanımıza alırız.

Yazının devamı...
Bedri Baykam'ın kulaklarını kepçe gibi yapan büyük aşk!
23 Şubat 2015

Geçenlerde Brigitte Bardot beni cepten aradı. Şaşıracağınızı, Brigitte Bardot ne alaka diyeceğinizi biliyorum. Bu güzel Fransız aktristi teee eskiden tanırım.

Tabii o zamanlar şimdiki gibi değildi. Suratı kırış kırış olup, çamaşır makinasından yeni çıkarılmış nevresime dönmemişti. Bütün dünyayı güzelliği ile çıldırtıyordu. Pablo Picasso ile Bedri Baykam’ın bu güzel kadın için tekme sille dövüştüklerini bilirim.

Pablo ileri yaşına rağmen domuz topu gibiydi, Bedri ise genç bir ressam adayı olarak daha narindi. Bunların ikisi de o vakitler Brigitte Bardot’a asılıyor. Gerçi kız ikisine de yüz vermiyor ama bunlar gayretli.

Cafe Fleur’da karşılaşıyorlar. Pablo buna el kol işareti yapıyor. Bedri Baykam da “Sen önce doğru dürüst kadın resmi çiz ressam eskisi. Çizdiğin bütün kadınlar kamyonla ezilmiş gibi görünüyor. Nedense gözleri hep aynı tarafta” diyor.

Pablo Picasso böyle bir lafın altında kalacak adam değil.

“Sen de altmış ikiden bir tavşan çizebilirsen ben de kendimi bütün aleme..”

Daha lafı bitmeden Bedri Baykam bunun kafasına kül tablasını fırlatıyor. Pablo da koşup Bedri’nin kulaklarına yapıştırıyor. Öyle bir çekiştiriyor ki iki kulak birden kopup elinde kalıyor.

Bedri Baykam’ı hemen Paris SSK hastanesine kaldırdılar. Bereket Pablo Picasso, kopan kulakları bunun gömlek cebine tıkmış. Kulakları orada bulup yerine diktiler ama dikiş yeri iyi tutmadı. Kulaklar çanak anten gibi dışarı baktı.

***

Tesadüfen o günlerde ben de Paris’teydim. Sinema ile ilgilenenler bilir. Bataklı Sazın Kahpesi Ayşe filminin senaryosunu ben yazmıştım. Senaryoyu İstanbul’da kitap yapmıştık.

Fransızlar çok beğendiler. İşte o kitabın Fransızca baskısının imza günü için Paris’e gitmiştim. İmza gününde kimler yoktu ki. Jean Paul Sartre bile gelmişti. Bir gözü içeri, bir gözü dışarı bakan tuhaf bir adamdı.

BU KİTABI BANA İMZALAR MISINIZ?

İmza günü Champ Elysee’nin sonundaki Küçük Saray’da yapıldı. Ben diyeyim beş bin, siz deyin on bin kişi imzaya geldi. Baktım devlet başkanları Mitterrand dahi sıraya girmiş.

Hemen kalkıp yanıma buyur ettim. Sevmezdim ama yine de itibar ettim.

O sırada küçük bir el bana kitabımı uzattı ve “Bunu benim için imzalar mısınız?” diye sordu. Başımı kaldırdım, emsalsiz güzellikte bir genç kız bana kitabını uzatıyordu.

Gözlerimiz birbirine kilitlenmiş. Birbirimize bir şey söylemeden 17 dakika 43 saniye bakmışız. Süreyi gece haberlerinde, görüntülerimizi veren televizyondan hesapladım.

Ben imzadan sonra Brigitte Bardot kaptığım gibi ortamlara akmışım. Bir ay mı desem, beş hafta mı desem, birbirimizden ayrılmadık.

İşte tanışmamızın hikâyesi budur.

Sonra bu Brigitte Bardot kafanın kayışını koparıp hayvan sever oldu. Dünyanın herhangi bir yerinde hayvana eziyet edilse, başlarına bitti. Suratının aşırı buruşması da o iklimden bu iklime koşuşturmasındandır.

***

Telefonu açtım. Brigitte Bardot’nun yüzü ihtiyarlamıştı ama sesi gençti. Biraz cilve yaptıktan sonra ana konuya geldi. “Kutup ayılarının nesli tükeniyor, ne yapabiliriz?” diye sordu.

Bak şimdi! Sanki kutup ayılarını ekmek arası yapıp, ben yiyorum. Yine de kadını bozmak istemedim. Aklıma gelen ilk çareyi söyledim.

“Bizim burada Kastamonu diye bir ilimiz var. Oranın kırsalında ayı boldur. Bunları toplayayım. Tüylerini saç boyası ile beyaza boyayalım. Kutuplara götürüp doğaya salalım. Çiftleşsinler, üresinler. Ama doğaya salmadan önce en az üç yavru yapma eğitimi verelim.”

Brigitte Bardot bu fikrime bayıldı. Haziran’da gelecek, birlikte Kastamonu’ya gideceğiz. Tarım Bakanı Mehdi’yi de belki yanımıza alırız.

Yazının devamı...
Siz istemeseniz de özgürlüklerinizi koruyacağız. Gerekirse döve döve!
21 Şubat 2015

Adım gibi biliyorum. Duygusal bir insan olan liderimizi Gezi olayları tetikledi. Orada kendini bilmez bazı paralelci polislerin, kendi halinde bağırmakta olan vatandaşların gözüne gözüne biber gazı tutması liderimizi sinirlendirdi.

Kamuoyunun önünde bunu belli edemezdi.

Mecburen polise sahip çıkar gibi yaptı ileri geri konuştu. Bu arada kurmaylarına da “Bana öyle bir yasa hazırlayın ki ahalinin özgürlüğü yüzde yüz korunsun” dedi.

Ben bu tarihi talimata tesadüfen tanık oldum.

Liderimiz tarafından iftara davetliydim. Tesadüfe bakın ki iftarın yapıldığı beş yıldızlı otelin balo salonunda tam da onun masasının yanına düşmüşüm. Sağ elimde bıçak, sol elimde çatal, hafiften bateri çalar gibi yapıp, müezzini bekliyorum.

İşte tarihi konuşma tam o sırada cereyan etti. Liderimizin ağzından “Bana öyle bir yasa hazırlayın ki ahalinin özgürlüğü yüzde yüz korunsun” lafları çıktı. Masadakilerin surat ifadesini görmek için başımı çevirdiğimde liderimizle göz göze geldim.

Bana başıyla “Ne dersin?” işareti yaptı.

Ben önce “Ne yersin?” diye anladığımdan “Çorba ile başlayacağım” demek için kaşığı ağzıma götürdüm. O yine aynı işareti yapınca soruyu anladım.

Hemen sağ elimin parmaklarını birleştirdim. Onları aşağıdan yukarıya doğru tutup “Lokum gibi karar” niyetine salladım.

Tam da bu sırada Bülent Arınç ağlamaya başlamasın mı? Bu adamın derdi nedir bilmiyorum, vara yoğa ağlıyor. Sanki gözlerine bağlı bir su tesisatı var. Borular çatladığından devamlı kaçak yapıyor.

Liderim, durduk yere ağlayan Bülent Arınç’a ters ters baktı. Mübarek iftar sofrasında olmasak belki de yüzüne beşkardeşi yapıştıracaktı. Buna da ağla, diyecekti.

Ben yine liderimize “Sinirlenme, sakin ol. Attığın tokatı başka yerlere çekerler” işareti yaptım. Biraz yatıştı. O sırada istemeden önündeki zeytinlerin birini ağzına attı.

O güzelim oruç bozulmasın mı? Gözü liderimizde olan mümin vekiller ne yapacaklarını şaşırdılar. Ben hemen cep telefonuma sarıldım. Ayarlara girip, zil seslerini buldum. Orada “Ezan-ı Şerif” zil sesi olarak kayıtlıydı. Tuşa bastım, onu çalmaya başladım.

Daha liderimiz kazara ağzına attığı zeytin tanesini yutmamıştı ki ben ezanı yetiştirdim. O zaman diğer konuklar da masadan birer zeytin alıp ağızlarına attılar. Böylece imanları da oruçları da battal olmaktan kurtuldu.

Liderimiz cebinden telefonunu çıkardı. Oracıkta baba şu mesajı attı:

“Beni yine sen kurtardın. Bu orucumun sevabı sana gelsin”

***

İşte özgürlüklerimize sahip çıkan İç Güvenlik Yasası böyle filizlendi. Muhalefetin binamaz vekilleri oruç filan tutmadıklarından, bizim oradaki samimi hallerimizi görmüş değiller.

Yasaya direnmeleri de ondan.

İki gündür Meclis’e bunlara döve döve yasanın faziletini anlatmaya çalışıyorlar. O kadar dayak yediler, yine kafalarına girmiyor. Onlar dayak yedikçe benim içim kıyılıyor ama demokrasi için katlanıyorum.

Bülent Arınç ise zırıl zırıl ağlıyor. Bu adam muhalefete geçse de kurtulsak. Hiç değilse attığımız dayakların boşa gitmediğini görmüş oluruz.

Yasaya gelince. İsteseler de istemeseler de çıkarı, özgürlüklerini koruyacağız. Onlara kendilerini esir gibi hissetme fırsatı vermeyeceğiz. Tarafsız bir köşe yazarı olarak söyleyeceğim budur.

Ağlama artık be! Yemin ediyorum sana da ben girişirim.

Yazının devamı...
Federasyon Başkanımız, şimşeğimiz, beni az daha ağlatacaktı
15 Şubat 2015

Futbol Federasyonu Başkanımız Yıldırım Demirören’in Lig TV tayfasından Şansal Büyüka ile yaptığı konuşmayı izledim. İçimden “Helal olsun!” dedim.

“Zengin çocuğu ama halktan biri gibi konuşuyor.”

Şansal Büyüka’yı pek beğenmedim. Ne bileyim, bana “Süt dökmüş kedi pozisyonunda” kalmış gibi geldi. Ezile büzüle soru sormalar. “Başkanım, Başkanım!” diye dişi konuşmalar.

Ben bu Şansal Büyüka’yı tanıyorsam bu işin içinde yüzde yüz bir şeyler var. Ya bu Yıldırım’dan borç para aldı, ödeyemedi. Yahut iki vakte kalmadan borç isteyecek.

***

Bu Yıldırım Demirören’in ailesini tanırım. Babaları Erdoğan Demirören, talimhanede tamirciydi. Dört kardeş birlikte tamirci dükkânı açmışlardı. O zaman yerli araba yok. Amerikan arabası var ona da parça yok.

Bunların tamirhanede hep parça bulunurdu.

İkinci Şube’ye kayıtlı ne kadar adam varsa bunlara yedek parça taşırdı. Tamire gelen arabayı en az ü ay zapt ederlerdi. Bütün parçaları değiştirmeden geri vermezlerdi. Sonradan biriktirdikleri parayla tüp işine girdiler.

BAŞKAN KENNEDY İÇİN ÇALIŞTIM

Ben o günlerde J. F. Kennedy için akademik bir çalışma yapıyordum. Daha doğrusu sivil toplum kavramına tarif getiren bir çalışma içindeydim.

Siparişi bizzat Başkan Kennedy vermişti.

Tez olarak işlediğim konu “Ku Klux Klan adındaki hayır cemiyetinin siyahların siyasal yapılanmasına olumlu etkileri” şeklindeydi. Amerika Başkanı benim bilimsel çalışmalarımı Harvard mektebinin hocalarından duymuş.

Bizzat mektup yazarak yardım istediydi.

Bir yıl içinde yapıp bitirdim. Kennedy çok yararlandı. Siyahlar, siyasetten Ku Klux Klan sayesinde uzak durup sağlıklarını koruyabildiler. Kafalarını gözlerini yardırmadılar.

İşte bu tez yüzünden Amerika’ya gidiş gelişlerimde dünyanın yedek parçasını memlekete taşıdım. Demirören ailesine verdim.

Erdoğan Demirören bu parçaları tek tek elden satmasa, biriktirip montajlasa “Türkiye’nin ilk otomobil fabrikasının” sahibi olabilirdi. Demek ki kısmet değilmiş.

***

Erdoğan Demirören birgün bana geldi. O zamanlar rahmetli Abdi İpekçi ile birlikte Milliyet’i idare ediyoruz, aynı zamanda ben New York Times’a Türkiye ikinci ve üçüncü liginden maç sonuçlarını yazıyorum.

Ek iş olarak da Martin Scorsese için senaryo bitirmeye çalışıyorum. Adı “Taksi Şoförü” gibi bir şeydi. Sinemadan anlar diye konusunu anlatan bir özeti Sefa Önal’a göstermiştim. “Bu film iş yapmaz, göbek atanı yok, ezan okuyanı yok” deyince Hollwood’a yönlendim. O senaryo ne oldu, sonra çektiler mi çekmediler mi hâlâ bilmem.

Neyse, gazetedeki odama gelen Erdoğan bana “Abi, sanayici olmak istiyorum. Hangi sektörü tavsiye edersin” dedi.

AYNAYA BAK CEVABI SANA O VERSİN

Şimdi buna ben ne diyeyim? Gerçek sanayiye yönlendirip, memleketin gerçek girişimcilerinin başına bela etmek istemiyorum. Tavsiyede bulunmasak “Oğlum bak git!” desem o da bana yakışmaz.

Sen arada sırada hiç aynaya bakıyor musun, diye sordum. Ne alâkası var, der gibi bakınca veresiye aklı araya sıkıştırdım.

“Aynada biraz kendini seyret, hangi işin sana uygun olacağını ayna sana söyler”

Bu gitti. Birkaç ya geçti ya geçmedi, bunların “tüp gaz işine” girdiğini duydum. Demek ki aynaya bakıp durdu. Bunların kafaları ailece hacimlidir. O kafanın şekli, kendisine “tüpgaz ilhamı” verdi ve o hızla piyasaya daldılar.

O günden beri de yürü ya kulum, vaziyeti.

Haaa! Bana on iki litrelik bir mutfak tüp alıp ziyaretime geldiler mi bir teşekkür ettiler mi derseniz, orada yoklar. Sağlık olsun.

***

İşte Şansal’ın karşısında Federasyon Başkanı olarak konuşan Yıldırım, bu babanın en büyük çocuğudur. Hatırşinastır, kibardır. Babası ve amcaları tarafında futbolu çok iyi bildiğine ikna edilmiştir.

Tuttuğunu koparan bir insandır. Beşiktaş’ın yakasını bir tuttu, takımı elinden kurtarana kadar 500 milyonluk hasar verdi. Üzerinde emeğim çok olduğundan adının geçtiği yerde tarafsız olamam, çünkü severim keratayı.

Yıldırım’a verdiğim emekleri başka bir yazıda anlatırım inşallah.

Yazının devamı...
Ekonomik mucizenin sırrı "üç çocuk" politikası
7 Şubat 2015

Bu muhalefet yine kudurdu.

Kılıçdaroğlu bir yandan Bahçeli bir yandan milleti fiştikleyip duruyorlar. Amaç, on iki yıl içinde, bin bir fedakârlık ile kurulan bu huzur düzenini bozmak, yerine kaos getirmek.

Bu arada “Kaos” sözcüğüne Google’dan baktım, çok kötü bir şey. Allah kimsenin başına “Kaos gibi dert” vermesin. Hani kişinin mabadında fistül çıktığında, şeyi nasıl acıyla tutuşursa bu ”Kaos” başa geldiğinde beteri yaşanıyor.

Kaos’u 77 milyona çıkan nüfusumuzdan bir örnekle izah edeyim. Kaos, aynı anda 77 milyon insanın mabadında fistül çıkması gibi bir şey oluyor.

Kaos’un merhemi de yok ki sürelim geçsin.

Kılıçdaroğlu’na, Bahçeli’ye, Demirtaş’a sormak isterim. Başımızdaki dünya lideri gitsin de başımıza Kaos mu gelsin? İnsanlar sokaklarda Kaoslu Kaoslu yürüyüp, birbirlerine atarlansınlar mı?

Çarşı karışsın, esnaf birbirine düşsün, sonunda Yunanistan’daki gibi kravatsızın birini bulup başbakan mı yapalım?

Geçen gün kendini muhalif sanan salağın biri demeç vermiş. Bu hükümet vatandaşı dinlemeyip, kafasına göre iş yapıyormuş. Yalancının kızı “Bu tarz benim” yarışmasından elensin mi?

İşte İçişleri Bakanımız Efgan Ala’nın açıklaması. Geçtiğimiz yıl 250 bin kişi için dinleme kararı alınmış, onlar dinlenirken yaklaşık beş milyon insan da teknik açıdan kayda girmiş.

Bir yılda beş milyon insan konuşuyor, hükümetin adamları teker teker dinliyor.

Bunu ben kafadan sallamıyorum. Erzurum’u âlâsı, balaların balası Efgan Ala söylüyor.

Sorarım şimdi akl-ı perişan muhaliflere. Bu güne kadar hangi hükümet vatandaşını böyle can kulağıyla dinlemiş?

Vatandaş cepten konuşuyor. Teee Dudullu’daki Hamide Teyze’nin evlenen komşu kızına çeyrek mi taktı yarım altın mı taktı, hükümetin haberi oluyor. Ekonominin nabzını tutmak budur.

***

İki yıl önce Etiyopya’daki Afrika Demokrasileri Üzerinde Tarzan’ın Etkileri ve Ekonomik Bilişimler konulu platforma izleyici olarak katılmıştım. Herkes Türkiye’yi, Türkiye’nin demokratik ve dünyaya ayar veren liderini merak ediyordu.

Benim de Saray’a yakın olduğumu duymuşlar, herkes peşimde dolaşıyordu. CIA bile peşime adam takmıştı. Obama’yı cepten arayıp “Adamlarını çek” dedim.

“Ne öğrenmek istiyorsan bana delikanlı gibi sor. Büyükelçin gelsin, anlatayım” diye payladım onu. Obama özür diledi, adamlarını çekti.

İşte o platformda yaptığım konuşmadan sonra, dünyanın ne kadar önde gelen ekonomisti varsa yanıma koştular. Herkesin elinde bir akıllı telefon, benimle selfi çektirme yarışına girmişler.

Aralarında öyle çekiştiler ki Adam Smith adındaki ünlü bir iktisatçı ezilip, ambulansla hastaneye kaldırıldı.

O fasıl bittikten sonra liderimizin bu ekonomik mucizeyi nasıl yarattığını sordular. O kadar çok soru geldi ki kürsüye yeniden çıkmak zorunda kaldım ve başarımızın sırrını açıkladım:

“En az üç çocuk politikası!”

“Siz de bizim gibi çok çocuk yaparsanız Allah rızıklarını verecektir, ülkeleriniz o rızıkların rüzgârıyla kalkınacaktır” dedim.

Gerisini hatırlamıyorum. Çünkü alkışların şiddetinden kürsüde bayılmışım. Hastanede gözlerimi açtığımda büyük ekonomist Yiğit Bulut başucumdaydı, ağlıyordu.

Yazının devamı...
Lafım muhalefete! Sıkıyorsa gel, bana iftira at!
19 Ocak 2015

Köşe yazarının bir işi de eğri oturup doğru yazmak, yiğidin hakkını yiğide vermektir. Buna sosyoloji biliminde “Şık şık eden nalçadır, niyeti belli eden kalçadır” kuramı derler ki yaratıcısı benim.

Kalça neden önemli? Orası burası oynayan, oturduğu yerde kıvırtandan hayır gelmeyeceğini gösterdiği için.

Kısa bir süre önce “ahlâk imtihanından” geçtik.

Malûm paralel yapı, kabinemizin aslan gibi dört üyesine paralel yapı “Bunlar para yedi, size koklatmadı” iftirası attı.

Evlerini sanki IŞİD hücresiymiş gibi bastırdı. O baskınların birinde eski İçişleri Bakanımızın oğlunun evinde “para sayma makinaları” çıkmasın mı?

O dört makinayı şuursuz basınımıza gösterip “İşte!” dediler. “O kadar çok para götürüyorlar ki saymaya kol gücü yetmediğinden para makinası kullanıyorlar.”

Medyamızın muhalifleri de “geri zekâlının önde gideni” olduklarından bunları dillerine dolayıp, demediklerini bırakmadılar.

Ardından “Ayakkabı Kutuları” iftira zinciri patlak verdi.

Güya o kutularda neler taşınıyormuş neler? Rıza Zarrab gönderiyormuş, Sayın Bakanım kutuyu teslim alıyormuş. Suçlanan bakanı yakından tanırım. Dini bütün bir şahıstır.

Takipçilerine her gün bir “ayet” seçip “twitt olarak” atar. En çok da “Bakara” ayetini sever. Dili Arapçaya dönmediğinden o ayetin adını da “Bakara Makara” diye bilir. Çocuğu içi boş olarak teslim aldığı ayakkabı kutuları yüzünden perişan ettiler perişan.

Üç gece benim evde kaldı. Sabaha kadar hem ağladı, hem namaz kıldı.

Namazı kılarken sessiz kılıyordu ama ağlarken evi başımıza yıkıyordu. Sade biz değil bütün apartman uykusuz kaldı. Bir gece kalktım. Bunun ense köküne şaplağı yapıştırdım.

Şaşkınlıkla zıplayıp kalktığında sordum:

“Sen erkek misin?”

“Evet”

“Bağırarak söyle. Sen erkek misin?”

“Evet”

“Bir daha söyle, sen erkek misin?”

“Eveeeet” diye bağırınca lafı gediğine koydum:

“O zaman bayan gibi ağlama. Biraz metin ol. Allah senin gibi dürüstlere yardım eder”

Bir arkadaşı da 240 bin Euroluk saat takıyor, diye suçladılar. Güya saati de Ebru Gündeş hanımefendinin tombul eşi Rıza Zarrab Bey hediye etmiş. “Namaz vakti geldi mi diye baktıkça beni hatırlarsın” demiş.

Bütün muhalefet ayağa kalktı. Arkadaş ben böyle şirret basın görmedim.

Rıza Zarrab Bey ne hediye etseydi. Taksim meydanında Nijeryalıların tanesini on liradan sattığı saatlerden mi götürseydi? Veya koskoca devlet adamı yanındaki diğer devlet adamlarından mı sorsaydı?

Bunlar Meclis Komisyonu’nda ifade verdiler.

Ben saat yüzünden başı belaya giren Bakan’a akıl verdim. “Yavrum” dedim. “Bak Hüseyin Bey’in fetvası var. Yolsuzluk hırsızlık değildir. Başın dik, alnın açık olsun.”

Koskoca adam elime sarılıp öpmeye kalkıştı.

“Abi, karım bile benimle konuşmuyor. Sana saat geliyor da bana niye gelmiyor, deyip surat yapıyor. Günlerdir bana moral veren tek kişi sen oldun” deyip ağladı.

Ben de saati satın al, dedim.

“Param yok” deyince, şehadet parmağımı büküp başını dürttüm.

“Parasını ödediğine dair bir kâğıt al” deyip ekledim. “Sorarsa parayı sonra veririm. Borcumuz borç. Biz namusumuz için yaşarız dersin”

Gitti o kâğıdı aldı. Allahı var Rıza Zarrab da efendi insan. Lafımı ikiletmemiş. O sırada lokantada olduklarından bir peçetenin üzerine “Saat bedeli olan 240 bin lirayı teslim aldım” diye yazmış.

Bizimki biraz saf, o peçeteyi bana getirip gösterdi. Ben peçete olmaz, deyince de aynı lafları bu kez bir A4 kâğıdına yazdırdı. Rıza da altına imzasını çaktı. Tapu senedi kuvvetinde bir dürüstlük belgesi oldu.

Komisyondaki muhalif milletvekillerinin dahi dili tutuldu. İçerden haber sızdırdılar. CHP’nin en aşırı giden üyesi “Bu belge varken ben bu arkadaşları suçlayamam. Bunları yüce divana gönderirsem evde karımın yüzüne bakamam” demiş.

İş neticelendikten sonra beni Saray’dan aradılar.

“Keşke her köşe yazarı sizin gibi sorumluluğunu bilse” deyip taltif ettiler. Telefonu kapadığımda gözümden bir damla yaş süzüldü.

Duygusal insanım işte!!

Yazının devamı...