(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Ayşe Arman" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Ayşe Arman" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Ayşe Arman
Hepimiz Saadet Öğretmen olmalıyız!
20 Aralık 2016

Hepiniz biliyorsunuz. Diyecek bir şey yok, Allah sonumuzu hayretsin dışında!

Mümkün olduğu kadar ruh halimizi sağlıklı tutup, sakin olup, hayata devam edeceğiz. Bugün sizinle bir güzellik paylaşmak istiyorum...

Saadet Öğretmen’i hatırlıyor musunuz? Hani, İzmir yakınında görev yaptığı bir köy okulunda, okul müdürünün küçük çocuklara cinsel istismarını ortaya çıkarmıştı. Sayesinde, karambole gelen dava tekrar açıldı ve o müdür şimdi cezaevinde.

Saadet Öğretmen, Türkiye’nin çeşitli yerlerinden, çeşitli kurumlarından ödüller aldı, ben de tebrik edip, son durumları öğrenmek istedim...



Tüm Türkiye seninle gurur duydu Saadet Öğretmen, bizi aydınlat, dava ne durumda? Sapık tutuklandı mı? Çocuklar rahat mı?
O korkunç varlık -insan demeye dilim varmıyor- hâlâ içeride! Ama dava bitmedi, 9 Şubat’a kaldı. Dava günü, mahkemelerde gerginlikten, üzüntüden, stresten kalp krizi geçiren insanları daha iyi anladım. Ben bile bir ara kalbime yenik düşeceğimi sandım. Çocuklardan birinin Adli Tıp raporu yetişti. “Ruh sağlığı bozuk” raporu vermişler, bizim iddiamızı güçlendiriyor ama tabii canım çok yandı. Cinsel istismara uğramış olan o küçük yavru için çok üzüldüm. Hâlâ sürekli korku yaşıyorlar ve tedirginler, rahat etsinler diye, “Çıkmayacak, korkmayın!” diyorum. Çünkü hepsi ya çıkarsa korkusu, ya yeniden başımıza gelirse korkusu yaşıyor...


Sen çocuklarla görüşmeye devam ediyorsun yani?...
Elbette. Onlar benim minik kahramanlarım! Onlarsız bir hayatım olmayacak. Seslerini duyunca gücüm artıyor. İnsan olduğumu hatırlıyorum. Bütün acıya, kedere ve iğrençliğe rağmen, dünyanın güzel bir yer olduğunu hatırlıyorum.


Senin hayatında ne tür değişiklikler oldu?
Saadet Özkan artık “Saadet Öğretmen”. Beni arayan, yardım isteyen her kadına güç verebilmek için mücadele ediyorum. Bayraklı Belediyesi Sosyal Yardım İşleri Müdürlüğü’nde çalışmaya başladım. Kişisel gelişim ve danışmanlığa da devam. Odak noktam kadınlar ve kız çocuklar. Birbirimize destek oluyoruz, birlikte pek çok şey üretiyoruz.


SİZİN ÇOCUĞUNUZ OLSA SUSAR MIYDINIZ


Cesaretinle, basiretinle, pes etmeyişinle, “Bana ne? Beni ne ilgilendirir!” demeyişinle, pek çok insana rol model oldun... Bir de üstelik ödüllendirildin. Ne hissediyorsun?
Valla, bana “Cesursun!” diyenlere, “Değilim, yapmam gerekeni yaptım” diyorum. Hatta daha da ileri gidip, “Senin çocuğun olsa susar mıydın?” diyorum. Herkes benim gibi davranmalı, normali, doğrusu bu. Evet, birkaç yerden ödül aldım. Müteşekkirim, çok duygulandım. Ama keşke güzel şeyler için ödüllendirilsek. Keşke çocuklarımız adliye koridorlarında değil, parklarda, bahçelerde, güzel yaşam alanlarında olsalar. Duygularım hâlâ çok karışık, tam sevinemiyorum. Çünkü bu miniklerin yaşadığı travma anlatılır gibi değil...


Ne önerirsin öğretmenlere, insanlara?
Pedofili hastası bu sapıklar çocukları tuzaklarına, güvenlerini kazanarak düşürüyor. Ve kendilerini suçlu hissetmelerini sağlayarak onlara zarar veriyorlar. Öğretmenler çocukları hep iyi gözlemlesin. “Beni aşar, beni ilgilendirmez, işimden olurum, öğretmenlik kariyerim biter ihbar edersem!” demesinler, vicdanlarını susturmasınlar. Ve çocukları bu konuda mutlaka bilinçlendirsinler...


VAZGEÇMEYECEĞİM


Farkındalık yaratmaya devam edecek misin?
Elbette. Bu benim hayatımın bir parçası oldu. Çocuklara koruyucu projeler oluşturmaya çalışanlarla hep iletişim halindeyim. Bununla ilgili okullara, söyleşilere, toplantılara gider oldum. Dokunduğum her hayat bana güç veriyor. Beni yolda görenler boynuma sarılıyor. Bana çocukken yaşadıkları istismarı anlatanlar da var, “Sakın vazgeçme öğretmenim!” diyorlar. Vazgeçmeyeceğim...


Sen bir tür “kahraman” ilan edildin. Peki çevreden gelen tepkiler ne yönde oldu. Sadece destekleyenler mi var? Kıskananlar, haset yapanlar yok mu?
Vardır ama ben negatif enerjiye odaklanmıyorum. Görmezliğe, duymazlığa geliyorum. Benim için hiyerarşi önemli değil. Bana “Konuşma! Dikkat çekme, ortalıkta olma! Seni yıpratırlar!” diyenler var ama bu da benim umurumda değil. Ben kafasını kuma gömen, kendisini sürekli koruyan biri hiç olmadım. Zaten onların öğütlediği gibi davransaydım, bu mücadeleyi kazanamazdım. Ben izleyen ve seyreden olmak istemiyorum hayatta, müdahil olmak istiyorum. Benden hazzetmeyenlere söyleyebilecek tek şeyim var: Beni boş verin, gelin birlikte olup bu ülkenin çocuklarını kurtaralım...

Yazının devamı...
Değer Deniz’in sapık katili hak ettiği cezayı aldı!
20 Aralık 2016


Hepimizin tüylerini ürperten korkunç bir vahşetti.

 

Tinerci sapık, gecenin bir yarısı Değer Deniz’in evine tırmandı ve genç kadına işkence yaptı, tecavüz etti, sonra da boğarak öldürdü.

 

Değerli bir müzisyendi Değer.

 

Evinde uyuyordu.

 

Bu vahşetin herhangi bir sebebi de yoktu, önceden tanışıklıkları da yoktu.

 

Gerçi iğrenç mahluk, “O benim sevgilimdi!” gibi klişe yalanlara sığınmaya çalıştı.

 

Ama mahkeme heyeti itibar etmedi.

 

Gerekçeli kararı geçen hafta, 14 Aralık’ta açıkladı.

 

Tam da Değer Deniz’in doğum gününde...

 

Şahane bir şey oldu...

 

Şa-ha-neeeeeeeee...

 


 

Ders niteliğinde bir karar.

 

Ne indirim...

 

Ne iyi hal.

 

Ne de Değer’i kötü bir duruma ya da şaibeye düşürecek bir tek kelime. Tam 38 sayfalık, üzerinde çok düşünülmüş, çok çalışılmış bir karar! Emsal bir karar!

 

Genellikle şikâyet ediyoruz, isyan ediyoruz, “Suçlular hak ettikleri cezayı almıyor!” diyoruz, “Kravat takıp iyi halden yırttılar!” diyoruz...

 

Ama bu sefer öyle olmadı, tecavüzcü sapık katil, hak ettiği cezayı aldı!

 

Bu meseleler üzerine yazan bir gazeteci olarak, bu ülkede yaşayan bir kadın olarak, bir kız çocuğu annesi olarak, mahkeme heyetine ve heyet başkanı kadın yargıcımıza teşekkürü borç bilirim. Yürekten bir teşekkür bu. Kalabalık avukat heyetini de kutlarım. Evet, çok fena şeyler oluyor bu ülkede ama bakın adaletin yerini bulduğu da oluyor.

 

Bugün teybimi Değer Deniz’in erkek kardeşi Orhan Deniz’e uzattım...

 

 

GÖRDÜK Kİ ADALET VARMIŞ!

 

Hiçbir şey Değer Deniz’i geri getirmez... Ama mahkeme sonuçlandı! Ne indirim ne iyi hal ne de ablanız Değer Deniz’i kötü bir duruma düşürecek bir tek kelime. Ders niteliğinde bir karar... Biz havalara uçtuk! Siz neler hissettiniz?

 

Tabii ki çok mutlu oldum! Ama aynı zamanda gurur duydum. Kendi adıma ya da birlikte çalıştığım muhteşem insanlar adına değil de Değer adına çok gurur duydum! İnsan bu hayatta birçok şey yaşar, yaşatır, yaratır. Fakat öldükten sonra, binlerce insanın sesi olabilmek herkese nasip olmaz! Değer oldu...

 

Haklısınız! Davanın sonucunu alınca, “Hak yerini buldu!” dediniz mi?

 

Elbette, hak yerini buldu! Biz başından beri adalet dışında hiçbir yolu düşünmedik. Katil ya da hırsız değiliz çünkü. Adalet üzerinden sonuç bekledik. Başımıza neler gelirdi bilmiyorduk. Malum, bu ülkede insanlar tecavüzcüleriyle evlendirilmek bile isteniyor. Biri de çıkıp bizi suçlayabilirdi. Ama şaşırtıcı bir şekilde inanılmaz modern ve açık fikirli insanlara denk geldik ve bu güzel sonuç doğdu. Emeği geçen herkese teşekkür ederim.

 

EMSAL BİR KARAR

 

Bu verilen, emsal bir karar! Bütün kadın cinayetlerine örnek olacağını düşünüyor musunuz?

 

Elbette. Artık katiller, sapıklar kafasına göre yalan söyleyemeyecek! 38 sayfalık gerekçeli kararımız bunun önüne geçecek. Bu dava, şu anda Amerika’da hukuk okuyan birinin tez konusu. Arayıp izin aldılar bizden. Bu kadar önemli, bu kadar ciddi bir karar bu. Avukatlarımız Hülya Gülbahar ve Selin Nakipoğlu’nun deyimiyle, “Ders niteliğinde bir karar”! Amacımız katilin indirim almaması ve kararın emsal olmasıydı. İkisi de oldu. Biz yaşadıkça bu karar ile yolumuza devam edeceğiz...

 

Peki sizce bir gariplik yok mu? Biz bu ülkede kadın cinayetlerinde, verilmesi gereken cezalar verilmediği için, isabetli bir kararda sevindirik oluyoruz. Oysa olması gereken zaten buydu!

 

Doğru. Ama işte, bu ülkenin de gerçeği bu. Zaten değiştirmek istediğimiz de bu. Ablamın katilinin indirim almamasına seviniyorum. Ne kadar zavallı bir durum aslında! Bu ülkede bir şeyler olması gerektiği gibi olunca seviniyoruz. Halbuki evinde uyuyan bir insana tecavüz edip, boğup, işkence ederek öldürüyorsun. Yetmiyor, az hapis yatıyım diye, “Sevgilimdi!” deyip ikinci kez tecavüze kalkışıyorsun. Ve biz bu tecavüzcü katil hapse girsin diye Türkiye’nin konularında en iyi avukatları ile çalışıp, günlerce uyumadan mücadele veriyoruz, sadece adalet olduğuna inandığımız için. Ama bazen gerçekten de adalet varmış, bunu gördük! Tamam, biraz şanslıydık ama onun haricinde pırlanta gibi değerli avukatlarla çalıştık. Bu, onların ve kadın mücadelesi veren tüm dostların başarısıdır...

 

YAZIKLAR OLSUN Kİ… SABETAYİST AYİNDE ÖLDÜRÜLDÜ DİYE BİLE YAZABİLDİLER!

 

Siz ailecek başından beri inanılmaz sabırlı ve metanetli davrandınız… Bunun da etkisi var mı sence?

-Doğru, başından beri metanetli olmaya çalıştık. Bu duruş, olanları da daha iyi anlamamıza sebep oldu aslında. Böyle acılı zamanlarda insan haliyle panik olup şok etkisiyle fevri davranabiliyor. Değer'i kaybettik ben iki gün sonra bir gazetede, “Değer Deniz, Sabetayist ayinde öldürüldü!” diye bir haber okudum! İnsanın avazı çıktığı kadar bağırası geliyor ama durmak ve izlemek, olayları çözmenize sebep oluyor. Biz Değer'in varlığını devam ettiriyoruz. Onun gibi sakin gururlu ve dimdik durduk. Öyle de durmaya devam etmek istiyoruz…

Yazının devamı...
Yaşamak istiyorsan yaşat!
17 Aralık 2016

Başka bir enerji...

 

Başka bir kafa...

 

Başka bir bakış açısı...

 

İleri, çok ileri...

 

Bilgili, donanımlı, hızlı, zeki...

 

Fişek gibi bir kadın...

 

Resmen nehirler gibi akıyor, çağlıyor...

 

Ağzınız açık kalıyor!

 

O bilgi âşığı bir öğrenci, o bir modern zaman filozofu...

 

Bu, benim onunla ikinci röportajım.

 

‘Fi’, ‘Çi’, ‘Pi’ çıktığında da sohbet etmiştik.

 

O zaman da zekâsından ve birikiminden çok etkilenmiştim, şimdi de etkilendim.

 

Kendini yazar olarak tanımlamıyor ama hayatında yazdığı ilk üç kitapla Forbes ve D&R’a göre Türkiye’de 2015’in en çok satan yazarı oldu.

 

O ise “Çok okunmam değil, anlaşılmam önemli” diyor.

 

Gezegene katkı sağlamak için yazdığını söylüyor.

 

Yeni kitabı ‘Aeden-Bir Dünya Hikâyesi’ de yeni çıktı. Bu kimselere benzemeyen kadın, katman katman açılan bir kitap yazmış. Hikâye, çok renkli fantastik bir dünyada başlıyor, günümüze uzanıyor. Azra Kohen fena halde yaşadığımız zamanlara ayna tutuyor...

 

Okuyun, pişman olmayacaksınız...

 


Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu

 

Ve Azra Kohen karşımda... Sen, kimselere benzemeyen bir yazarsın... Yazar ya da edebiyatçı olmak için yola çıkmadığını söylemiştin önceki röportajımızda ama Forbes’e ve D&R’a göre 2015’de en çok satan kitap seninki olmuş. Üstelik Türkiye’de basılan tüm kitaplar arasında... Ne hissettin?

 

-Sorumluluktan kaynaklanan tedirginliğin huzuruyla harmanlandım desem...

 

 Peki nasıl açıklıyorsun bu durumu? Hem yazar olmak isteme, hem de ortalığı toz duman et!

 

-Estağfurullah! İhtiyaç... Bir ihtiyaca cevap vermekten daha doğal ve kolay bir şey yok aslında. Okullara gittiğimde genç insanlara hep, “Mızmızlanmayı bırakın ve eksikliğini çektiğiniz şeye dönüşün!” diyorum. Sanırım, kitap yazmak benim eksikliğini çektiğim şeyin bir parçası olma çabam. Edebiyat ödülleri beklemiyorum, hayata katkısı olsun yeter!

 

BİLMEK VE ANLAMAK ZORUNDAYIZ

 

 Neden bu kadar çok okunuyorsun? Sence bir ‘ihtiyaca’ karşılık veriyor olman mı durumu açıklayan?

 

-İnsanlar bilgilenmek istiyorlar, öğrenmeye açıklar ama bilgi edinmek okul yıllarından itibaren keyif veren bir ritüel olmaktan çıkarılıp öylesine eziyetli bir işkenceye dönüştürülmüş ki, ‘eğitim travması’ olan varlıklar haline gelmişiz. Ben de o yüzden, bilinmesinin fark yaratacağı, otoriteler tarafından onaylandığına emin olduğum bir sürü bilgiye hizmet edecek hikâyeler, karakterler yazıyorum...

 

 Amacın yaşadığın gezegene katkı sağlamak! Bunun için mi yazıyorsun?

 

-Bilmek ve anlamak zorundayız. Dünya, ortasında bir çekirdeği bulunan, çekirdeğin etrafı suyun dördüncü formu olan hydroxyl ile çevrelenmiş, elmas gibi dayanıklı termal iletkenlerle bezenmiş dev bir mekanizmaya sahip, canlı bir hücre! İnsan, anlamadığı şeyi koruyamaz. Bize hayat veren bu gezegeni önce anlamakla başlıyor her şey. Buna aracı olabilirsem ne âlâ! Belki de Yaradan bizi buraya, bu gezegeni yok etmeyecek zekâda olup olmadığımızı test etmek için koydu. Ancak yaşatıyorsan yaşıyorsun belki de...

 

 Derdin okunmak değil, anlaşılmak mı?

 

-Kesinlikle!

 

 Peki yazdığın türün adı ne? Seni, bir kalifikasyona sokamıyorum ben... Ama yazdıklarını, kafanın çalışma biçimini, bana düşündürdüklerini çok çok beğeniyorum. Hadi söyle, sen, büyücü müsün, kimsin, nesin? Bu kitapları niye yazıyorsun?

 

-Çok sevindim zihnine girebilmiş olmama! Çok sıradan biriyim. Öğretmen olmak isteyen bir öğrenciyim. Ama yanlış anlaşılmasın, öğretmen falan olmuş da değilim. Dört kitap yazdın diye bir şey olmuyorsun. İnsanlık için çalışan gerçek bilim adamlarının, mühedislerin, Leonardo da Vinci gibi gerçek sanatçıların yanında kim olabilirsin ki! Çaresizlikten yazıyorum. Keşke başka yöntemler de geliştirebilsem ama şimdilik hissettiğim çaresizliği bir tek yazmak hafifletiyor.

 

 Şimdi de yeni kitabın ‘Aeden’ çıktı. İnsanlar deliler gibi okuyor. Kitap, katman katman açılıyor. Üstelik insanın kendini alamadığı çok renkli bir fantastik dünyaya açılıyor... Ve sonra her şey yaşadığımız dünyaya uzanıyor. Seninki nasıl bir hayal gücü?

 

-Çok bilimsel bir hayat gücü! Aeden’in güneşi mor, çünkü astrofiziksel bir nedeni var. Kitabımın kahramanları Numi incecik bir kız olmasına rağmen 350 kilo, Sonje 400 kilo... Ama hepsinin mantıklı, bilimle örtüşen açıklamaları var. Çok araştırıp, özellikle benim gibi astrofiziğe, fiziğe, kimyaya, biolojiye pek meraklı olunca hayal gücün malzemelerle dolup taşıyor.

 

‘Aeden’, cennete gönderme mi? Bir tür kendi cennetini mi tarif ediyorsun?

 

-’Aeden’ sözcüğü, Kuran-ı Kerim’de cennet olarak geçiyor. Herkesin cenneti kendine göredir diye düşünüyorum. Benim için cennet bir bilim düzeyi. Önemli olan bir yerin ne kadar güzel olduğu değil, ne kadar bilinçli olduğu. Muhteşem bir gezegende bilinçsiz varlıklarla yaşamak, cehennemde yaşamak gibi de olabilir.

 

MAALESEF BİLİNÇ DÜZEYİMİZ ÇOK DÜŞÜK

 

 Dünya, başka bir gezegenin cehennemi mi yani?

 

-Muhteşem bir gezegen burası... Ama maalesef bilinç düzeyimiz çok düşük. Bu bilinçle nereye gidersek gidelim, cehennemi yanımızda götüreceğimizi düşünüyorum. Yine de karamsar değilim, ileride cana sahip çıkılan ve nefes kaynağımız ağaçları kesmenin yasak olduğu bir uygarlık kurabildiğimizde, cennetle de tanışacağımıza eminim. Cennet, ancak biz var edebiliyorsak, içine girmeye hak kazanacağımız yer.

 

Kitabın her sayfasında da bilgi var. Seni yakından tanıyan birine sordum, “O sabahları, 7 ile 10 arasında bilimsel makale okur” dedi. Bu doğru mu?

 

-Evet, doğru. Oğlumla her sabah 6’da kalkarız, onu 6.45’te servis alır ve ben 10’a kadar limonlu çayımı içer, makalelerimi okurum. Çünkü bu zaten, benim eğitimimin de bir parçası.

 

 Laureate Kütüphanesi’ne üyeymişsin, makale ve tez okumaya bayılırmışsın. Nasıl bir şey bu? Aklından zorun mu var?

 

-Yoo hiç değil. Bilimdeki her şey önce teori. Ve bilim dünyası, bu teorilerin gerçekliğini ortaya koymak için hayatlarını buna adayan matemetikçiler, fizikçiler ve biyologlarla dolu... Onları izlemek ve okumak, dizi film izlemekten daha keyifli geliyor bana.

 

 Eşin bilgisayar mühendisi, ailende de mühendisler var. Senin kafan da sanatçı kafası gibi ama aynı zamanda mühendis kafası. Sence, seni en iyi tanımlayan özellikler neler?

 

-İşlevselcilik... İşlevi olan şeyleri çekici buluyorum ve ediniyorum. Bütünleştirici bir bakış... Her şeyin birbiriyle bağlantısı olduğunu bilmek bana huzur veriyor. Dev bir evrende yapayalnız küçük bir ‘tek’ olmaktansa, dev evrenin küçücük bir parçası olmayı seviyorum!

 

Biz, gerçekte doğduğumuz andaki evrenin resmi miyiz?

 

-Astrolojiyi, falcılıkla eşleştirmiş, küçümseyen bir kültürden geliyoruz. Ama aslında nasıl bu gezegendeki tüm memelilerin yumurtlaması bile bir gök cismi olan uydumuz aya bağlıysa, yani ürememizi bir gök cismi etkiliyorsa, başka nelerimiz evredenden etkileniyor olabilir? Biz evrenin bir parçasıyız ve kendimizi dünya gezegenine sanki uzay dışından düşmüş varlıklar olarak görmeyi bırakıp, evrenin parçası olduğumuzu, güneşteki bir patlamanın o yıl içinde alınacak buğday hasatını nasıl etkiliyorsa, evrende olan her şeyin bizi etkileyeceğini anlamak zorundayız.

 

 Sen bize “İnsansı olmaktan vazgeç, insan ol!” mu diyorsun? Nasıl hücreler bir araya geliyor organ oluyor, hizmet ediyor? Bizim de öyle mi yapmamız gerekiyor?

 

-Ben kimim ki! Ben söyledim diye değil tabii. Fark ettiklerimi, fark etmenizi istiyorum. Tarihten aldığımız dersleri birlikte çalışmak ve bilinç seviyemizin bir olmasını diliyorum. Çabada olmak istiyorum ama hep birlikte. Nedenini de ‘Aeden’de anlattığım gibi, evren bilinçtir, madde değil...

 

Aeden-Bir Dünya Hikâyesi/Azra Kohen (Destek Yayınları/616 sayfa-34 TL)

 

BOYUTLAR ALGILADIĞIMIZ KADAR DEĞİL

 

İki boyutlu canlılar var, üç boyutlu canlılar var, bir de dört boyutlular... Açar mısın bunu?

 

-Varoluş, katman katman. String Teori, 10. boyutun var olduğunu sunuyor bize. Bizse şu anda boyutların sadece üç tanesini algılayabiliyoruz. ‘Aeden’de anlattığım gibi, bizler üç boyut algısında, derinliğin, genişliğin, yüksekliğin içinde hareket edebilecek kadar algılayabilen varlıklarız ama boyutlar sadece bizim algıladığımız kadar değil!

 

Peki dördüncü boyut?

 

-Dördünce boyutun, zaman olduğu düşünülüyor. Ama biz zamana tabi olduğumuzdan, zamanın içinde hareket edemiyoruz, akıştayız ama kontrolde değiliz.

 

Şunu anlamaya çalışıyorum: Eğer bir dördüncü boyut varlığı beni görseydi, babamın bedeninde var olduğum o ilk anımdan, ölüp toprakta hücre hücre parçalandığım o son anıma kadar her halimin her anını, katman katman bir bakışta görebilirdi. Yani bir bakışta benim tüm olasıklar içindeki, tüm zamanlardaki, tüm hallerimi görebilirdi. Üç boyut algısında bir varlık olarak ben bir karıncadan ne kadar üstün isem, dördüncü boyut algısında bir varlık da benden en az o kadar üstün!

 

 Ve sen hayata, yaşama saygısı olmayan, etrafındaki her canlıyı yağmalayan bir organizmanın dördüncü boyut algısına çıkamayacağını söylüyorsun...

 

-Evet aynen öyle! Tekamülüne izin vermeyeceğini düşünüyorum. Belki de biz, bunun testindeyiz. Sanki sistem, “Bakalım bu varlık ne olursa olsun neyin önemli olduğunu hatırlayabilecek mi?” diye sorguluyor .

 

 Sen bütün bunları anlatınca, “Bu kadın delirmiş!” diyenler olmuyor mu?

 

-Bilmem, sanırım umursamayı bırakalı çok oldu!

 

 

YAŞADIĞIMIZ ŞEYİN ADI TEKAMÜL

 

Biz, şu anda ne yaşıyoruz?

 

-Tekamül. Dünyadaki kutuplaşma, cana sahip çıkanlar ve çıkmayanlar olarak iki ana kanada ayrılana kadar devam edebilir. Cana sahip çıkmayanlar, çıkanlardan daha aktif olduğunda, tarihten de biliyoruz ki, medeniyetler çöküyor! Mısır, Roma gibi medeniyetler bile, en üst tabakada çokluk içinde yaşayanlar, en alt tabakada yokluk içinde yaşayanları umursamadığında çöktüler. Çokluktakilerin, yokluktakileri ırk, din, kültür farklılıkları gibi bahanelerle dışlaması ile başlıyor tüm çöküşler. Umarsamazlık, cehennemin kapısıdır.

 

 Peki neyin bocalaması, neyin kavgası bu? Hem Türkiye’de hem dünyada?

 

-İnsanlık, evren saatine göre, yaklaşık 11 saniyedir dünya gezegeninde. Hepimiz genç organizmalarız. İnsan değiliz, insansıyız!

 

 Nasıl yani?

 

-İnsan potansiyelleriyiz, insan olmaya aday bebekleriz. Bir bebeğin, anlayış kıtlığı içinde, kendine ve diğer bebeğe zarar vermesi gibi zarardayız. Oğluma hep söylediğim bir şey var: “Yaşamak istiyorsan, yaşat! Bugün yaptığın şey, yarın sana dönecek. İşte şimdilerde bunun dersini alıyoruz. Hayat, yaşamı hak edip etmediğimizi sınıyor. Kendini güçlü zannedip başkasını ezen, uzun vadede varoluşta yer edinemiyor. İnsanlık tarihi, bunun dersleriyle dolu. Çok zeki olmaya gerek yok, azıcık ucundan başından tarih okusak yeter!

 

SADECE 11 SANİYE!

 

 Şu 11 saniyeyi iyice açıkla bana! Nasıl yani sadece 11 saniyedir varız? Neye göre böyle değerlendiriyorsun? 4.5 milyar yıldır var bu gezegen diye biliyorum...

 

-Evrendeki en eski yıldızların yaşına ve evrenin genişlemesine bakarak, başta NASA olmak üzere, astrofizikçiler tarafından yapılan hesaplamalarda, evrenin yaklaşık olarak 14 milyar yıldır var olduğu sanılıyor. Dünya ise 4.5 milyar yıldır var. Modern insan ise 200 bin yıl önce ortaya çıkmış. Evrenin varoluş zaman çizelgesine insanın var oluşunu yerleştirdiklerinde, ancak 11 saniyedir var olduğumuzu görüyorlar.

 

Çok acayipmiş!

 

-Evet. Mesela dünya, 10 saat 35 dakikalıkken ilk bitkiler çıkmış, 11 saat 25 dakikalıkken dinazorlar, sonra kuşlar, memeliler, derken dünya yaklaşık 12 saatlikten insanlar ortaya çıkmış. Ve uzun lafın kısası, modern insanın varoluşu, evren ve dünyanın varoluş periyodunun yanında 11 saniye kadar bir şey. Yanlış anlaşılmasın bunu ben söylemiyorum. Bilim dünyasında kabul görmüş bir görüş bu. Ünlü asro fizikçi Carl Sagan ve Neil Degrasse Tyson bunu çok güzel anlatmışlardır.

 

 Yani var olan tüm kültürler ve insana dair bildiğimiz her şey, dünya gezegeninden uzaya çıktığımızdaki zaman akışıyla kıyaslandığında 11 saniye içine sığıyor.

 

-Aynen öyle! Ama biz, kendimizi ne kadar önemli zannediyoruz değil mi? Aslında hızla çoğalan ve tüketmekten başka bilinci olmayan bakteriler gibiyiz, eğer tükettiğimizi üretip bir başka amaca hizmet edemezsek... Yaşadığı gezegendeki tüm yaşamı köleleştirmiş ve bunu üstünlük sanan bir varlık, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi yüce bir varlık olabilir mi? Kendimizle yüzleşmeden başlamıyor bu insanlık yolculuğu. Cana sahip çıktığın kadar insansın, yoksa parazitsin! İnsan olmak, sadece bedenlenmekle olmuyor. İnsan potansiyeline sahip, emek verirsek, insan olma yolunda ilerleyebilecek varlıklarız ama henüz insansıyız!

 

BİR MASALCI TEYZE!

 

 Derdimiz gücü elde etmek mi? Bunun için mi kavga ediyoruz?

 

-Evet. Korku, güç tutkusunun kaynağı bence. Korkan insan güçlenmek ister. Güçlenen insan da, hâlâ korkuyorsa, çevresini ezer hale gelir! Peki nedir güç? Her şeye rağmen insanlığını korumak mıdır, yoksa her şeye rağmen hayatta kalabilmek mi? Açlık zamanında bebekleri yesek hayatta kalmış olurken güçlü mü oluyoruz, yoksa doğruda durup açlıktan ölsek mi güçlüyüz? 11 saniyedir gezegene yayılmış insansı, korkak bebekleriz, evet güç için kavga ediyoruz çünkü başka türlü sorunlarımızı çözmeyi henüz bilmiyoruz. Öğreniyoruz.

 

 Sence hepimizin dünyaya gelme nedeni mi var?

 

-Bizler, bir organın hücreleriyiz. Ancak birleştiğimizde vücut oluşabiliyor. Çünkü ne olursak olalım, işlevsel olmak zorundayız, ama başına buyruk hücreler olarak sistemsiz bir şekilde birbirimizle savaşır haldeyiz. Yaşama savaş açmış, kanserli hücreler gibiyiz!

 

 Yani görevlerimiz mi var?

 

-Olmalı.

 

 Seninki ne?

 

-Sanırım öğrenci bir masalcı teyzeyim ben. Masal anlatıyorum. Pek karizmatik bir görev değil ama keyifli. Çünkü anlattığım her şey, köklerini gerçeklerden almak zorunda. O yüzden de hep öğrenci kalmak zorundayım.

 

 Modern zaman filozofu musun sen?

 

-Düşünen biriyim. Filozof büyük kelime.

 

 Peki insanların en çok neyi anlamasını istiyorsun?

 

-Candan daha değerli hiç bir şey olmadığını, kimin ve neyin canı olursa olsun!

 

 

HER ŞEYİ HAK ETMEMİZ GEREKİYOR

 

Öğrenemiyorsak, işe yaramıyorsak, bilinç olarak yükselemiyorsak, yükselinceye kadar o dersler tekrar tekrar önümüze mi geliyor?

 

-Etrafına, kendi hayatına, tarihe bak Ayşe. Aynı senaryo, farklı karakterlerle ulusların bile başına geliyor. Sadece bireysel farkındalığımız değil, toplumsal farkındalığımız da teste tabi. Ya diğerlerinin yaşanmışlıklarından dersler alabiliyoruz, ki bu kolay yol ya da yaşayarak öğrenmek zorunda kalıyoruz.

 

 Hayatı, hak etmemiz mi gerekiyor?

 

-Bence sahip olduğumuzu sandığımız her şeyi hak etmemiz gerekiyor.

 

 Şimdi artık bunları konuşma zamanı mı?

 

-Kesinlikle! Alttan öyle bir nesil geliyor ki kimse onları tutamayacak! Birini öldürsen 10 tane doğacak yerine. ‘Pi’de dediğim gibi, hayat hepimizden daha akıllı!

 

 Türkiye, cehennem kapısı mı? Neden?

 

-Evet. Çünkü bizden sonrası kaynıyor. Batı’nın sözde uygar ama özde umursamaz insanıyla, Doğu’nun sözde gelişmemiş ama özde umursanmaz insanı arasında Türkiye. Bu topraklarda olanlar dünyayı etkileyecek.

 

 Bu topraklar özel topraklar mı?

 

-Bu toprakların insanı rengârenk aslında. Amerika da çok renkli ama kültürler kaynaşmış değil. Mahallelere bile ayrılmış durumdalar. Böylesine rengi bir ülke içinde barındırıp bu kaynaşmışlıkta olmak büyük başarıyken, şimdi bizim ayrılmamızı, iyice ayrışmamızı, mahallelere ayrılıp apayrık kalmamamızı daha kârlı bulanlar var. Bu toprakların özelliği, birleşme konusunda dünyada benzersiz olabilmemiz. Zamanı gelince dünyaya örnek olacağımızı biliyorum.

 

 İnsan olmak için harekete geçin diyorsun, ne yapacağız?

 

-Önce her birimiz ne için dizayn edildiğimizi, en iyi yaptığımız işi bulacağız ve her türlü gelişmeyi kaynağından takip edebilmek için mutlaka İngilizce öğreneceğiz.

 

 Peki sen nereden hükmediyorsun bu anlattıklarının doğru olduğuna? Bu, ego olamaz mı? Bu kendine aşırı güven nereden kaynaklanıyor?

 

-Hiçbir şeyin iddiasında değilim aslında. Tarihin bize sunduğu tekerrürleri, insan organizmasının neden-sonuç ilişkisi içindeki hallerini, istatistiksel verileri, ekonomik analizleri sentezlemeye çalışıyorum ve olguları hangi köşesinden tutmaya çalışırsam çalışayım var olan her şeyin nasıl da zincirleme bir reaksiyonla birbirine bağlı olduğunu fark ediyorum. Kafama göre değil tabii. Benden çok daha zeki insanların yaptığı araştırmaları, analizleri kullanarak. Anlamsızlığa anlam bulmaya çalışınca buralara kadar geliyorsun, insanlar seni aşırı güvenli falan sanabiliyorlar. Ben kendime değil, araştırdığım bilginin doğruluğuna güveniyorum. “Hayat utandırmasın!” diyeyim.

 

 Neredeyse evrenin sırrını çözdüğünü düşünen bir kadın var karşımda. Bu nasıl olur?

 

-Yok Ayşe! Evrenin sırrı yok, bizim bilmediklerimiz var ve aslında karşında, evrenin sırrını çözmüş biri değil, kendi cehaletini kabul etmiş biri var. Cahilliğimi kabul edince, yorumlarım belki kulağa daha iddialı geliyor ancak iddia değil, arayışımın açlığının hissi bu.  

Yazının devamı...
Zaman, sakin olma, dayanışma, kaygı, korku ve umudu paylaşma zamanı
16 Aralık 2016

Psikiyatr.

 

Ama bana daha çok...

 

Başını omuzuna dayayabileceğin, dert anlatabileceğin ve bir sürü konuda fikir alabileceğin bir dost gibi geliyor.

 

Bana verdiği enerji bu. İnsanlarla eşit ilişki kuruyor.

 

Bilgi satmıyor. Sizinle konuşuyor, konuştuklarından da yaşanmışlık, dinlemişlik ve tecrübe akıyor...

 

Pek çok şey öğreniyorsunuz.

 

Şimdi de içinde bulunduğumuz travmatik durumu konuşmak istedim.

 

Kapısını çaldım...

 


Fotoğraflar:  Fethi KARADUMAN

 

Bir travma yaşadığımız kesin... Nasıl bir travma bu?

 

-Önce şu konuda anlaşalım: Bu coğrafya, travmayla, evvel ezel tanışıktır. Kaderi, kederlerle dolup taşmıştır. Alışıktır. Belki de efsunludur. Coşar taşar ve unutur. Hayat devam eder... Bizim ezberimiz budur. Amaaaaa hayat gerçekten devam ediyorken, travma, çok da tanıdığımız bir mesele değildi. Ne var ki bir yılı aşkın bir süredir, istikrarlı bir şekilde her yerde, bombaların patlaması, güvenlik hissimizi darmaduman etti! Üstelik bu, sürekli kendini tekrarlayan bir travma. Umulmadık bir anda, yaşamsal güvenliği hedef alıyor ve hayatları söndürüyor.

 

  Ne tür etkiler yaratıyor insanda?

 

-Başta çaresizlik... Fiziksel, ruhsal ve ilişkisel çaresizlik. Travma sonrası stres tepkileri, “Anormal bir olaya verilen normal tepkiler” olarak tarif edilir. Çaresizlik, ümitsizlik, kızgınlık, suçluluk, öfke, duygusal donuklaşma, güvensizlik, çatışma eğilimi, uykusuzluk, fiziksel gerginlik, çarpıntı... Bu belirtiler böyle uzar gider. Çoğumuz mutsuz ve çaresiziz. Ama “Hayat devam ediyor!” tadında yaşıyoruz. Kimimiz, “Çalışmaya devam! Üreterek iyileşeceğiz!” umuduyla yaşarken, kimimiz de, gündelik hayatımızı sürdüremiyor, kaygı denizinde boğuluyoruz. Travma sonrası stres bozukluğu yaşıyoruz. Bunu yaşayanlar illaki destek almalı! Çünkü tekrar eden bir travmadan söz ediyoruz;her yeni bombada, kanayan yaraya tuz basılıyor.

 

  Gerçekten de son iki yıldır durmadan bombalar patlıyor. Yüzlerce insan ölüyor. Birinden çıkıyoruz, diğerinin acısı oturuyor içimize. Sıradaki biz de olabiliriz, bir yakınımız da... Peki bunu bile bile yaşama devam etmek, aynı coşkuyla hayata sarılmak mümkün mü?

 

-Elbette değil! Ne hayat aynı, ne coşku aynı... Gerçek bu! İnsanın, yaşamsal hiyerarşisinde ‘güvenlik’ daima ilk üçtedir. Güvenlik tehdidi yok sayılamaz, pas geçilemez! Travmadan, “Bana bir şey olmaz!” repliğiyle çıkma vakti geçti. Güvenlik duygumuzu sarsan olayları tekrar tekrar yaşadık ve “Benim da başıma gelebilir, benim çocuğumun da başına gelebilir!” günleri başladı...

 

ÖNCELİKLERİ VE İHTİYAÇLARI YENİDEN SIRALAMAK LAZIM          

 

Tam da bu! Peki n’apacağız?

 

-Hayatı tekrar yazıp, dizayn etmemiz, kişisel güvenliği önemseyip, dramatize etmeden yaşamaya çalışmamız lazım. Haz çağındayız; ama zaman, sakin olma, dayanışma, kaygı, korku, umut ve paylaşma zamanı...

 

Ben de “Kafayı yemeden böyle bir dönemin içinden nasıl geçilir” diye soracaktım!

 

-Valla, vaat edilen bir gül bahçesi yok! Sıkıntılı günler... Çok konuşmak, çok dinlemek, duygularda bonkör olmak, ötekileştirmemek, bilgilenmek ama şiddetin görüntülerinden uzak durmak, aile ve dostları arayıp sormak, sıkça bir arada olmak, yaş alanların sükûnetinden faydalanmaya çalışmak. Benim önerebileceğim şeyler bunlar!

 

 Acılı yas dönemlerinde, insanlardan iki farklı görüş ortaya yükseliyor: “Empati yapalım, her şeyi iptal edelim, hayatı sınırlayalım. Her şey normalmiş gibi davranmayalım. Bu yaşanan acıya saygısızlık olur!” Bir de tam tersini savunanlar var,  “Hayat devam ediyor. Onların istediği zaten bu, hayatı erteletmek, durdurmak... Bu fırsatı vermeyelim, işimize, gücümüze devam edelim” mesajını verelim. Hangisi doğru, ne yapmalı?

 

-Yas, beş basamaktan oluşur. İnkâr, öfke, pazarlık, depresyon, kabullenme. Terör, bombalar, yanı başımızda ölümler, ölebilirliğimiz, çocuklarımızın yaşamsal tehlikede oluşu, yarın ne olacak, dün kayıp, bugün kayıp... Önünde, arkasında ölümü, kaosu barındıran bu duyguların sonu daima yas! Olayı yaşayan, ilk elden tanık olan, haberlerde ve sosyal medyada tanık olan herkes, aslında irili ufaklı yas yaşıyor. Yas ve kayıpla baş ederken de tüm bu katmanlardan geçiyoruz. Kimi, yaşananları inkâr edip, yok sayıp yaşıyor, kimi ise depresyona demir atıyor!

 

 Burada, belirleyici olan ne?

 

- Kişisel olarak kayıpla nasıl baş edileceği... Sağlıklı yas, basamakları yaşayarak ilerler ve kabullenmeyle defteri kapar. Ancak bizim mevzuda, defter kapanmıyor; çünkü olaylar devam ediyor, yas da devam ediyor. Bu durumda da, “Yakala coşkuyu!” durumunda ısrar etmek, gerçek değil, gerçekçi de değil...Her dakika mutlu olmak şart değildir. İnsan, üzgün olmak, kederli olmak, çok fena üzülmek duygularıyla da tanışmalı ve bunları sükûnetle yaşamayı öğrenmeli. Yaşamı durdurmamak ama öncelikleri ve ihtiyaçları yeniden sıralamak lazım.

 

 Söylediklerinizi anlıyorum da, bu, bizden nasıl çıkar? Maskeli depresyon olarak mı, panik atak olarak mı, obsesif bozukluk olarak mı?

 

-Travma sonrası en yaygın duygu, kaygı ve çaresizlik. En sık rastlanan psikiyatrik tablo da, kaygı bozuklukları. Kaygı, “Bana bir şey olacak!”, “Yakınlarıma bir şey olacak!”, “Her an hepimize kötü bir şey olabilir!” üçgeninde dolaşır ve sonunda orayı işgal eder. Panik atak, obsesyonlar, depresyon, öfke kontrolünde sıkıntı, alkolün kötüye kullanımı, konsantrasyon  bozuklukları, hayata dair anlam kaybı... Sonuçları böyle uzar gider.

 

 

“KADERİMSE YAŞARIM” DEMEK VİCDANI YOK SAYMAKTIR

 

  Peki ya bünye alışıyor olabilir mi? Bunca acıyı, travmayı yaşaya yaşaya, tanıklık ede ede, ölümü ve öldürmeyi normalleştiriyor olabilir miyiz?

 

-Olabiliriz! En fenası da budur! Olumsuz uyaranı devamlı ve benzer şiddette verdiğinizde, uyaranın  olumsuz etkisi azalır. Türkçesi, her hafta bomba patlarsa, bombanın kaygı verici etkisi giderek azalır. Bakınız, Ortadoğu!

 

 “Alışmayacağız!” çığlıkları yükseliyor! Bu tarz ölümlere alışmak neden tehlikeli?

 

-E çünkü alışmak, duyarsızlaşmak demek, kanıksamak demek, kabul etmek, “Kaderimse yaşarım!” demek, vicdanı yok saymak demek... Kişisel olarak da, toplumsal olarak da bu mevzunun en vahşi ve gayri insani sonucu alışmaktır!

 

 Peki çözüm ne? Güzel, tatlı filmler izlemek mi, bir süre sosyal medyadan, Twitter’den uzak durmak mı, bir yerlere gidip uzaklaşmak mı, kendi kozana girmek mi, her zamankinden daha fazla çalışmak mı ya da normal hayata devam etmek mi?

 

-Dediğim gibi yeni bir ‘normal’ yaratmak lazım. Muhtemel yeni normal, işe güce gidilen, bilgiye temkinli yaklaşılan, şiddet içeren bilgiden kaçınılan, sıkıntıların, kaygıların konuşulduğu ama kaygı fanatiği olunmayan, alternatif düşünceler üreten, iyi senaryoları dışlamayan,  alışmayan, umut eden bir normal. Ama tabii, memleket güvenliğinin siyaseten sağlanması da çok mühim. Yoksa, insanlar içinde yaşadığı coğrafyaya, memleketine güvenmez, aidiyeti sınırlı hale gelir, ki bu da çok fena!

Yazının devamı...
İyi ki tansiyonum çıktı
15 Aralık 2016

30 yıllık bir hekim çıktı, üstelik iç hastalıkları ve nefroloji profesörü, “İyi ki tansiyonum çıktı!” diye bir kitap yazdı...   

Aslında bir “oksimoron” gibi duruyor, değil mi? 

“Yüksek tansiyonun nesi iyi olabilir ki? Çok korktuğumuz bir hastalık, felç bırakır, hatta öldürür!” diye düşünüyor insan.

Ama kendisi de yüksek tansiyon hastası olan Profesör Tekin Akpolat’ın kitabını okuyunca anlıyorsunuz ki, yüksek tansiyon tedavisi olan bir hastalık.

O, kendi hayatımızın ve bedenimizin doktoru olmamız gerektiğini söylüyor.

“Farkında ol, sorumluluk al, dersini çalış ve kendine bak...” diyor.

Bugüne kadar 144 uluslararası yazısı yayınlandı ve 13 kitap yazdı. Sonuncusu da “İyi ki Tansiyonum Çıktı.” 


Tekin Hocam, sizi tanıyalım...
1960 Gaziantep doğumluyum. Dolayısıyla, tatlıya bayılırım! Çocukluğum Mersin’de geçti. Tarsus Amerikan Lisesi’nde okudum. Kebap yemeyi çok severim, hatta tantuniyi de! Tıp fakültesi ve iç hastalıkları ve nefroloji uzmanlık eğitimlerimi Hacettepe Tıp Fakültesi’nde aldım. Ah orada da çok abur cubur yedim! Uzun süre Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nde çalıştım. Samsun’da da çok güzel pideler götürdüm! Amerika Birleşik Devletleri’nde Baylor College of Medicine’de (Houston, Texas) bulundum. Orada da “Texas size” denen dev porsiyonlarla tanıştım! Kiloları aldım, sonunda da tansiyon hastası oldum! Şimdi ise, insanlara pozitif enerji veren bir ortamda çalışıyorum. Ben bir yürüme delisiyim. Her fırsatta yürürüm. Pozitif hormonları depolarım. Her dönem yürüyüş arkadaşlarım olur. En güzel sohbetleri yürürken yaparım. Eşimle de her fırsatta yürümeye çalışırım. Birlikte yürüyünce moralimiz daha iyi olur. Bu aralar özellikle yürümeye çalışıyoruz...


Ne güzel! Ne kadar pozitifsiniz! Her şeye böyle mizahi mi yaklaşırsınız?
Valla, yaşım ilerledikçe mizahın önemini daha iyi fark ettim! Pozitif olmanın da hem kendime hem çevreme ama daha da önemlisi hastalarıma çok yarar sağladığını gördüm.


30 yıllık hekimsiniz... İç hastalıkları ve nefroloji uzmanısınız. Bizi şaşırttınız, çünkü kitabınızın adı “İyi ki Tansiyonum Çıktı!”... Tansiyon hastası olmanın neresi iyi?
Tabii ki tansiyon hastası olmamak, tansiyon hastası olmaktan daha iyi ama ülkemizde hastaların yarısı hastalığının farkında bile değil! Farkında olanlar da korkuyor ama onlara şunu söylemek istiyorum: Hiiç korkmayın! Çünkü hipertansiyon, tedavisi olan bir hastalık. “İyi ki Tansiyonum Çıktı” aslında hastalığın farkına varılmasının da göstergesi. Tedaviden mahrum kalmıyorsunuz yani. Bu kitap aynı zamanda sağlıklı yaşamın da ipuçlarını veriyor...


Peki hipertansiyonu nasıl tedavi edeceğiz?
Çok basit, yaşam düzenindeki küçük değişikliklerle. Bu değişiklikler, sadece hipertansiyonla sınırlı değil, aynı zamanda kanser, şeker, kalp, böbrek hastalığı, yüksek kolesterol gibi günümüzün yaygın hastalıklarını da önlüyor. Üstelik bu küçük uygulamalarla, ilaç bile kullanmadan hipertansiyon tedavisi mümkün...


İyi de insanları korkutan bir hastalığın neresi iyi olabilir? Yüksek tansiyon aynı zamanda öldürücü ve felç yapan bir şey değil mi?
İşte bu algı yanlış! Ve artık değişmesi gerekiyor! Doğru, yüksek tansiyon, insanı öldürebilir, felç yapabilir, kalp ve böbrek hastalıklarına neden olabilir ama 30 yılı aşkın meslek hayatımda gördüğüm hipertansiyonla ilişkili sorunları olan hastalar ya hastalıklarının farkında değildi ya tedavilerini düzgün yapmamışlardı ya da yeterince araştıramamışlardı...


Çaresizlikten ya da moral vermek için böyle yaklaşıyor olabilir misiniz?
Yok hayır! Çaresizlik eskidendi. Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Günümüzde, hipertansiyon hastalarının ne kadar şanslı olduğunu anlamak için sadece 1945 yılında 2. Dünya Savaşı’ndan sonra toplanan Yalta Konferansı’na bakmak bile yeterli olabilir. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Roosevelt’in konferansa gelirken kan basıncı 260/150 mmHg idi ve sadece sakinleştirici alıyordu. Roosevelt, konferanstan 8 hafta sonra beyin kanamasından öldü. Tarihçiler arasında Roosevelt’in kontrolsüz hipertansiyonunun yani bozuk sağlığının konferansa etkisi tartışma konusu olmuştur. Sovyetler Birliği Başkanı Stalin’in de hipertansiyonu vardı ve sülüklerle tedavi edilmeye çalışılıyordu. Stalin de konferanstan 8 yıl sonra beyin kanamasından yaşamını yitirdi. Yani çok değil, 1940’lı yıllarda, dünyayı yöneten iki büyük liderin bile hipertansiyonları için etkili ve güvenilir bir ilaç yoktu...


Peki günümüzde yaygın olarak kullanılan ilaçlar ne zaman keşfedildi?
1950’li yıllardan itibaren. Tamamına yakınını da en az 20 yıldır tanıyoruz. Kullandığımız ilaçlarla ilgili risk de çok fazla olsaydı bugün piyasada olmazlardı. Günümüzde hipertansiyon hastaları, ilaç yönünden de şanslılar. Ayrıca, hastaların çoğunda ilaçlara bile gerek kalmadan kan basıncını kontrol altında tutmak mümkün. Bu mu çaresizlik?



8 T KURALI NEDİR?

1-)
Tekin Akpolat kitabı: Valla, kitabımı okuyacaklar! Hipertansiyon çok yaygın olduğu için neredeyse herkes bu hastalık konusunda fikir sahibi. Bu bilgilerin de bir kısmı, ne yazık ki kafa karıştırıcı ve yanlış! Tedaviye doğruları bilerek başlamak önemli. Ayıptır söylemesi, benim kitabım da iyi bir kılavuz.  

2-) Tuzu azaltmak: Ülkemiz, dünyada en çok tuz tüketilen ülkelerden! Tuz konusunda Türk Hipertansiyon ve Böbrek Hastalıkları Derneği tarafından yapılmış 2 çalışma var. 2007 yılında günde 18 gram, 2012 yılında 15 gram tuz almışız. Yani 5000 yıl önceki atalarımızın 100-150 katı! Tüm dünyada ilk hedef, günde 5-6 gram. Bu hedef bile atalarımızın aldığı tuz miktarından 50-60 kat fazla. Ülkemizde ekmek de önemli bir tuz kaynağı...    

3-) Tabanvay: Yürüyüş, gerçekten ilaç! Hem kan basıncının kontrol altına alınmasını sağlıyor hem de stresimizi azaltıyor. Ha babam yürüyün yani! 

4-) Tartıdan kaçma: Kilo vermek, kan basıncı kontrolünü kolaylaştırır. Ne yapın edin, fazla kilolarınızdan kurtulun.

5-) Tansiyon ölçmeyi öğren: Tansiyon ölçmek, kolay bir işlem. Günümüzde güvenilir, koldan ölçen çok sayıda otomatik alet var. Ölçülen ve kaydedilen kan basıncı değerleri kolaylıkla doktora gönderilebilir. Gönderin. 

6-) Tatil: Harekete geçmek için, yıllık izinler ve hafta sonu tatilleri iyi bir fırsattır. Değerlendirin. 

7-) Tatlıdan uzak dur: Tatlıyı, şekeri azaltmak gerekiyor. Ben her türlü tatlıyı, tümden bıraktım. Olağanüstü durumlar hariç asla şekerli gıda yemiyorum. Beni yakından tanıyanlar tatlıya ne kadar düşkün olduğumu bilir, gençliğimde 1 kilo tatlı alıp tek başıma yerdim. Artık senede iki ya da üçü geçmiyor. 15 kilo vermenin dışında, böyle kendimi çok daha iyi hissediyorum. 

8-) Takip: Doktor kontrolü, tedavinin önemli bir parçası. Kontrollerini aksatmayan hastaların tedavileri daha başarılı...    

Yazının devamı...
Böyle eğitimciler olmaz olsun!
13 Aralık 2016

İstanbul’da bir ilkokul öğretmeni, ilkokul öğrencilerinin eline idam ipi tutuşturup, çocuklarla fotoğraf çektirdi ve bunu bir marifetmiş gibi internette herkesle paylaştı...

Tepkiler yükselince de sildi ve hesabı kapattı...

Tek kelimeyle olacak şey değil! Yuh artık! Bu mudur yani?

Milli Eğitim’in eğitim politikası bu mudur? Küçücük çocukları alet ederek idam propagandası yapmak, üstelik kendisine “öğretmen” diyen, “öğretmen” sıfatıyla onurlandırılmış birinin bunu yapması daha da felaket!!!!

Bu, hem idamı normalleştirmek hem de ölümü... Yazıklar olsun...

Böyle eğitimciler olmaz olsun!


TÜRKAN SAYLAN SONSUZA KADAR
DÜN o büyük kadın, 81 yaşına girdi...

Evet, bir kere daha Türkan Saylan, bin kere daha Türkan Saylan...

Doğum gününü kutluyorum Türkan Hoca’nın çünkü o ölmedi.

Öldüremediler!

Kalbimizden silemediler!

Yıllar geçtikçe de değeri daha çok anlaşılıyor.Kendisinde yapılan haksızlıklara karşı direnme biçimiyle de efsane olmayı hak eden bir kadın o...

Yaptıklarını düşündükçe önünde saygıyla eğilmek dışında hiçbir şey yapamayacağımız bir kadın o...

Türkiye’ye kendini adamış bir kadın o...

Cumhuriyet’in önemli sağlık savaşçılarından biriydi bir kere. Cüzam hastalığına karşı verdiği mücadele inanılmaz. Türkiye’nin her bölgesini, köy-kasaba demeden dolaşıp hastalara yardımcı oldu. Bu çabasıyla Hindistan’da uluslararası Gandhi Ödülü bile aldı. Değerli bir profesör ve vizyonerdi. Bu ülkenin geleceğinin gençler olduğuna inandığı için Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni kurdu.

Ama biz o kadını öldürdük!

Oysa, o Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği aracılığıyla 27 yıl boyunca binlerce gence burs verdi. Onlara ışık oldu. Ama sanki kötü bir şey yapıyormuş gibi itibarsızlaştırılmaya çalışıldı, PKK’lı dendi, siyonist dendi, ajan dendi, darbeci dendi, bu müthiş kadına “devlet düşmanı” sıfatı bile takıldı!

Ve fakat Ergenekon ve Balyoz davalarının nasıl yalan ve kumpas olduğu ortaya çıktıysa ÇYDD’ye yönelik dava da aynı biçimde bitti. İddianın dayandırıldığı CD’lerin sahte olduğu ve özel olarak dijital tekniklerle üretildiği anlaşıldı.

ÇYDD, 2 Ekim 2015’te beraat etti, temyiz sonucunda da ikinci kez aklandı. Ama Türkan Saylan aklandığını göremedi! Olsun, biz bu ülkenin kadınları ve gençleri olarak, Türkan Hocamızı kalbimizde yaşatmaya devam ediyoruz. O, bu ülkedeki kadınların gelmiş geçmiş en büyük rol modellerinden biridir, hep de öyle kalacak...


DAHA NELER!
AKP Ankara Milletvekili Aydın Ünal, Yeni Şafak gazetesindeki yazısında diyor ki, “CHP kimi zaman solcu maskesiyle, kimi zaman da mezhep taassubuyla Türkiye’deki sol terör örgütleriyle arasına mesafe koymuyor. Tam da terör örgütlerinin planladığı çerçevede DEAŞ, PKK, DHKP-C ve FETÖ eylemi sonrasında hükümeti, Cumhurbaşkanı’nı suçlayarak, teröre siyasi lojistik sağlıyor!”

Resmen CHP’nin teröristlerle aynı şey olduğunu söylemeye getiriyor. El insaf artık!

Sapla samanın karışmasına bundan daha güzel bir örnek olamaz! Elinden gelse bütün siyasi partileri ortadan kaldıracak ve sadece AKP ile Türkiye’yi yönetecek.

Nitekim Bakan Ömer Çelik, Meclis’te bir açıklama yaparak bunun kabul edilebilir bir şey olmadığını, CHP’nin anamuhalefet partisi olarak 15 Temmuz’da doğru tavır takındığını söyledi. Doğrusu da budur...

CHP’ye kafa atacağım diye saçmalamanın manası yoktur!

Yazının devamı...
Umudu öldürüyorsunuz
12 Aralık 2016

 

Harika bir güne...

 

O uyku sersemliğinde bir an mutluydum, ama sonra birden hatırlayıverdim...

 

Tam 40 küsur kalp durdu bu ülkede ve biz 70 milyon yastayız!

 

Hemen ruh halim değişti.

 

Yaşam sevincim kayboldu.

 

Birden utandım her şeyden.

 

Mutlu olmaya hakkım yok diye düşündüm.

 

Güzel şeyler anlatmaya, paylaşmaya, gülmeye, kahkaha atmaya...

 

Zaten olan biten aklımıza düştüğünde enerjimiz bitiveriyor, mecalimiz kalmıyor...

 

Hepimiz yavaş yavaş ölüyoruz.

 

Evet, istedikleri bu ve başarıyorlar.

 

“İnadını yaşam, inadına hayat!” dememiz gerekiyor ama içimizden bir şeyler çekilmiş oluyor.

 

19 yaşındaki o tıp öğrencisi Berkay geldi aklıma, sadece o anda, oradan geçtiği için ölen.

 

Göksel Kortay’ın eşi Kerem Yılmazer gibi.

 

O da HSBC’nin önündeki patlamada, sadece ışıklarda arabasıyla durduğu için hayatını kaybetmişti.

 

Artık her an oluyor.

 

Her yerde.

 

Hepimizin geçtiği yollarda.

 

Şehrin kalbinde, içinde.

 

Beyrut’takiler diyormuş ya, “Burası güvenli, buraya gelin”, alay eder gibi.

 

Beyrut’tan beter olduk yani.

 

Hissettiklerimi en iyi Cem Adrian ifade etti.

 

Ondan alıntı yapmak istiyorum:

 

“Bir insan ölmüyor... Onun tüm sevdikleri.... Onu sevenler... Doğacak çocuklar... Olacağı aşklar... Göreceği yollar... Tutacağı eller... Sarılacağı herkes... Biz... Umut ölüyor.... Umudu öldürüyorsunuz!”

 

Tam da bu.

 

Umudu öldürüyorlar!

 

 

KALABALIK YERDE BOMBA KORKUSU TENHA YERDE TECAVÜZ KORKUSU

 

Valla, bu bir sosyal paylaşım. Hepsine itibar etmiyorum. Ama buna şapka çıkardım! Tam da bu. Yeni Türkiye bu: Kalabalık yerde bomba korkusu, tenha yerde tecavüz korkusu...

 

BERKAY’IN BABASI

 

Helal olsun o babaya!

 

Salim Akbaş’a...

 

Tarifsiz acılar içindeyken bile kalbinden geçeni söylediği için...

 

“Oğlum şehit olmadı, katledildi!” dedi.

 

O, kendine göre haklı.

 

Nokta.

 

Ötesi yok.

 

Çektiği acının tarifi var mı? Nefes aldıkça, oğlu Berkay Akbaş’ın artık olmadığını, bu dünyada yaşamadığını hissedecek. Onun kokusunu bir daha hiç duyamayacak. Gülen gözlerinin içine bakamayacak. Hiçbir şeyle alakası olmayan evladının, sadece orada taksiyle geçtiği için öldürüldüğünü bilecek. Hep ama hep bu acıyla yüreği yanacak.

 

Bir sürü saçma sapan yorum okuyorum.

 

Biraz saygı ya.

 

Nasıl polis gençlerimizin ailesi, “Evladımız şehit oldu!” diyorsa ve biz, onların da tarifsiz acılarını paylaşıyorsak...

 

Berkay’ın babası da “Şehit edilmedi, katledildi!” diyorsa, onun görüşüne saygı duyacağız.

 

Kimi, evladını şehit olarak değerlendirir vatan sağ olsun der, kimi demez.

 

Kimse kimseye, canından çok sevdiği evladı öldüğünde ne hissetmesi gerektiğini empoze edemez!

 

Bu da mı bizim için bir bölünme gerekçesi...

 

Artık yeter, lütfen olmasın...

 

N’olur, bari yasımızı birlikte tutalım!

 

Zaten dışarıdan bizi yemeye çalışıyorlar, bir de biz birbirimizi içeriden yemeyelim!

 

BUNCA BOMBA BUNCA ÖLÜM

 

Tüm bu patlamaların tarihlerini bir arada görünce, içim oyuldu. Ama büyük resmi de gördüm. Bu felaketlerin ne  kadar sık yaşandığını gördüm.

 

Bunca olay, bunca bomba, bunca ölüm...

 

Şöyle bir göz gezdirin lütfen, 2015’ten beri yaşadıklarımıza bakın. Kaç insan hayatını kaybetti, kaç aileye ateş düştü...

 

Ama bir tane suçlu yönetici yok, bir tane ihmalkâr görevli yok. Önlemek için ne yapılıyor bilmiyoruz, çünkü şeffaflık da yok. Ve bombalar yağmaya, patlatılmaya devam ediyor... Ve günahsız insanlar ölmeye!...

 

*

 

5 Haziran 2015-Diyabakır patlaması... 20 Temmuz 2015-Suruç patlaması... 10 Ekim 2015-Ankara patlaması... 23 Aralık 2015-Sabiha Gökçen patlaması... 12 Ocak 2016-Sultanahmet patlaması... 17 Şubat 2016-Ankara patlaması... 13 Mart 2016- Ankara patlaması... 19 Mart 2016- Taksim patlaması... 27 Nisan 2016- Bursa patlaması... 1 Mayıs 2016- Gaziantep patlaması... 12 Mayıs 2016-Diyarbakır patlaması... 7 Haziran 2016- Vezneciler patlaması... 8 Haziran 2016- Mardin Midyat patlaması... 28 Haziran 2016-Atatürk Havalimanı patlaması... 10 Ağustos 2016- Mardin Kızıltepe patlaması... 17 Ağustos 2016-Van patlaması... 18 Ağustos 2016-Elazığ patlaması... 20 Ağustos 2016-Gaziantep patlaması... 6 Ekim 2016-Yenibosna patlaması... 16 Ekim 2016-Gaziantep patlaması... 4 Kasım 2016-Diyarbakır patlaması... 24 Kasım 2016-Adana patlaması... 10 Aralık 2016-İstanbul patlaması...

 

ÜRKÜTÜCÜ TABLO

 

Koray Çalışkan’da okudum. Bakar mısınız şu tablonun vahşetine! Bakar mısınız saldırıların ve ölü sayılarının nasıl hızla arttığına... Nereden nereye geldik...

 

 

 

Yazının devamı...
Tokat atmayı seviyorum
10 Aralık 2016

Bu ülkede kadına ve çocuğa uygulanan şiddeti anlatıyor. Cinselliğin ne kadar sıkıntılı yaşandığını yüzümüze çarpıyor. Cinselliğin her kesimden kadının başının belası olduğunu gösteriyor. Çünkü erkeklerin cinsellik anlayışı bu ülkede sağlıklı değil, hatta hastalıklı!

 

İstanbullu genç bir psikiyatr Şehnaz’la, küçük yaşta, mahkemede yaşı büyütülerek zorla evlendirilen ve sonunda ağır bir travma yaşayan Elmas’ın hikâyesi... Şehnaz, Elmas’ın doktoru... Şehnaz, narsisist mimar kocasıyla sağlıksız bir cinsellik yaşarken, küçük kız çocuğu Elmas da kendisinden çok büyük kocası tarafından her gece tecavüze uğruyor. Bu iki kadının konumları, eğitimleri, sosyal statüleri farklı.

 

Ama yaşadıkları özünde aynı.

 

Yeşim Ustaoğlu, pek çok kadın örgütünün, STK’nın, feministlerin, hatta yazarların anlatmaya çalıştığı şeyi bir filmle çarpıcı bir şekilde ortaya koymuş.

 

Bence tarihe kalacak bir film.

 

Ama sert bir film. Derinden sarsıyor insanı. Hatta yumruk atıyor. Huzursuz oluyorsun, uzun süre etkisinden kurtulamıyorsun. Ama ben sevdim.

 

Ustaoğlu’nun senaryosunu yazıp yönettiği filmde Ecem Uzun, Funda Eryiğit, Mehmet Kurtuluş ve Okan Yalabık oynuyor. Hepsi de sıkı performans sergiliyor. Ama kadın oyuncular inanılır gibi değil. Zaten Ecem Uzun, Altın Portakal’da ‘En İyi Kadın Oyuncu’yu aldı. Fena halde hak etmiş! Filmdeki sevişme sahneleri de bugüne kadar görmediğimiz türden. Alışık olmadığımız kadar sahici ve başarılı.

 

Filmin iki kurgusu var. Yönetmen kurgusu olan, film festivallerinde ve özel gösterimlerde seyirciyle buluşacak. Sevişme sahneleri, yönetmen kurgusunda duruyor.

 

Ama vizyona girecek artı 15 olan kopyada, bu sahneler kısaltıldı. Filmden tamamen vazgeçmemek için bu yola gidildi. Sevişme sahnelerinin biraz kısalmış olması hiçbir şeyi değiştirmiyor, filmin mesajına sekte vurmuyor. Mutlaka izleyin.

 


Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu

 

Yine başarmışsın, yine şahane bir işe imza atmışsın! Üstelik bu ülkenin kanayan bir yarasına parmak basmışsın. Hem bu ülkede yaşayan bir kadın olarak hem bir anne hem de gazeteci olarak teşekkür ediyorum. Aslında sen, feministlerin, kadın derneklerinin, STK’ların, sosyal medyadaki protestoların ve bugüne kadar tecavüze, cinsel istismara uğrayan, yakılan, gömülen, hiçe sayılan bir sürü kadının sesi olmuşsun.

 

-Ne güzel iltifatlar bunlar.

 

 Bu his sana ne zaman geldi, ne zaman “Böyle bir film yapayım” dedin?

 

-Türkiye’de muazzam bir kadın şiddeti var. Ama aynı zamanda çocuk şiddeti. Çocuklar da kadınlar kadar istismara maruz kalıyor ama daha az gündeme geliyor. İnsanın kayıtsız kalabilmesi, etkilenmemesi mümkün değil. Hele bir yönetmensen. Birkaç yıl önce Elmas karakteri gelip yokladı beni.

 

 Karakterler, roman kahramanları gibi bir yerlerden çıkıp geliyor mu? Yokluyorlar mı seni?

 

-Evet. Kenarından köşesinden kendini göstermeye başlıyor. Bir fotoğraf gibi bir imge oluşuyor aslında zihnimde. Ve ben, o imgenin peşinden koşmaya başlıyorum. Bu filmde de bir fotoğraf gibi, bir renk gibi iki kadın zihnimde oluşmaya başladı.

 

SORUN SİSTEMİN KENDİSİNDE

 

 Birbirinden farklı ama aslında aynı iki kadın.

 

-Tam da bu! Bu farklılık ama aslında ‘aynılık’ imgesi yavaş yavaş gelişti. Önce Elmas karakteri şekillendi. Elmas, mahkemede yaşı büyütülerek, henüz çocukken babası tarafından zorla evlendirilen bir kız. Evlendirdikleri adam ondan çok büyük. Elmas, evli bir kız çocuğu olarak her gece tecavüze uğruyor, acılar içinde. Bir lodos fırtınası sırasında sobadan gelen ters dumanın etkisiyle kocası ve kayınvalidesi ölünce, onda film kopuyor. Kızı hastaneye götürüyorlar. Orada tedavisini üstlenen genç psikiyatr da Şehnaz. Bu sosyolojik anlamda çok farklı iki kadının hikâyesini izlerken, Şehnaz’ın psikolojik şiddete maruz kaldığını görüyoruz. Kısacası, başarılı, işini çok iyi yapan, insanlarla çok iyi empati kurabilen bir kadının kendi özel hayatındaki dökülen pulları da görüyoruz.

 

 Bu bir kadın filmi mi? Misyon filmi mi? Dava filmi mi? Kadın cinselliği üzerine bir manifesto mu?

 

-Bunları ben söyleyemem, izleyenler söylemeli. Bu film benim içimden çıkan bir şey. Kimi kendini Şehnaz’da bulacaktır, kimi Elmas’ta; kimi kendince bir manifesto olarak algılayacaktır, kimi de bir kadın filmi olarak... Beni ilgilendiren, bu hikâyenin onlara değmesi, bu hikâyeden etkilenmeleri. Biri şu yorumu yaptı: “Öyle bir film yapmışsın ki, derimden girdi, damarlarımda dolaşıyor. Şu an karnımda yumru olarak duruyor. Ve ben günlerdir etkisinden kurtulamıyorum!”

 

 Aslında sen, “Özgecan, Yeşim Ustaoğlu, Ayşe Arman... Yok aslında birbirimizden farkımız” mı diyorsun?

 

-Tabii ki yok. Vahşice öldürülen Özgecan’ın haberleri canımızı yakarken ben bu filmi çekiyordum. Hepimiz çöktük. Günlerce etkisinden kurtulamadık, bu etkiler kaybolan etkiler değil. Özgecan’ın maruz kaldığı o vahşetin, bu filmi de tetiklediğini söyleyebilirim. Benim, hiçbir şeyi sakınmadan anlatma dürtümü kamçıladı onun başına gelenler. Öfkemi de kamçılamış olabilir!

 

 Sorun bizde mi erkeklerde mi? Neticede bu erkekleri de kadınlar yetiştiriyor...

 

-Sorun, sistemin kendisinde. Bir taraftan ataerkil bir sistemin içinde yaşıyoruz ama bir taraftan da sonuçlarını görmemeye çalışıyoruz. Görmezden gelmeyi kadınlar da bir sürdürülebilirlik haline getiriyor. Görmemeyi tercih ediyor. Sadece kadınların değil, erkeklerin de bu sistem içinde bir çeşit ‘kurban’ olduğunu düşünüyorum. Karısını, kızını tahakkümü altında yaşatan erkek, baba evine gittiğinde ana kuzusu oluyor. Bu çok çetrefilli, çok komplike bir durum aslında. Ya da genç yaşta zorla evlendirilmeye maruz kalmış bir kadın, yaşlandığı zaman, kızına, kendisine yapılanların bir benzeri yapıldığında, sesini çıkarmıyor. “Bu böyle olmasın!” demiyor, seyirci kalıyor. Ya da kendi oğlunu kendi tahakkümü altında tutuyor, dolayısıyla gelinine eziyet ediyor, bir zamanlar kendisine edildiği gibi. Bu bütün ilişkiler o kadar komplike ilişkiler ki, tek bir şeyle söyleyip çözmek mümkün değil.

 

 “Bu derin yaraya, benim de sanatsal bir katkım olsun, böyle bir film yapayım!” mı dedin?

 

-Yani böyle cümleler pek kurmuyor insan. Hevesler geliyor. Hevesler dediği de imgeler, renkler, karakterler. Onlar gerçekten canlanıyor ve benimle yaşar hale geliyor. Ben de sonra onları realize ediyorum.

 

Ben nefessiz kalarak izledim ama sonra kötü rüyalar gördüm. Kızım için de endişelendim. Amaç bu muydu?

 

-Evet tabii... Biraz dürtüklemek.

 

Cuma günü vizyona girecek ‘Tereddüt’te başrolleri Funda Eryiğit ve Ecem Uzun paylaşıyor. 

 

HAYATIN İÇİNDEN GELİYORUM

 

 Bir film yaptığında bunun için mi yapıyorsun? İnsanı sarsmak için mi?

 

-Evet.

 

 Öyle iki saat güzel vakit geçirelim değil yani...

 

-Hayır, değil.

 

 Senin “Güzel, eğlenceli bir film izlesinler!” diye bir şey yapman ayıp mı? Bu sana yüzeysel mi geliyor?

 

-Yüzeysel mi bilmiyorum ama ben buyum. Yani benim yapabildiğim bu, elimden gelen bu. Derdim bu. Bundan haz alıyorum, bundan tatmin oluyorum. Sarsmayı, dürtmeyi, tokat atmayı seviyorum.

 

 Film harika ama hazmetmesi kolay değil. “Ya hazmedemezlerse” diye bir endişen oldu mu? Keşke daha basit, daha anlaşılır anlatsaydım diye düşündün mü?

 

-Böyle kaygılarım olmuyor. Tam tersine, çok izleyicim olduğunu düşünüyorum. Dünyada da Türkiye’de de. Bir taraftan da, hayatın içinden geliyorum ve hayatı anlatmaya çalışıyorum, dolayısıyla çok da anlaşılması zor bir şey yaptığımı zannetmiyorum. Elmas’ın ve Şehnaz’ın hikâyesi hepimizin bildiği, sıradan bir hikâye. Çok komplike hikâyeler anlatmıyorum ben. Basit hikâyeler ama onların içindeki karmaşanın yoğunluğunu yakalamaya çalışıyorum.

 

 

BABAANNEM GECE YATMADAN İZLEDİĞİ FİLMLERİ ANLATIRDI

 

Sinema merakın nereden?

 

- Babaannem Trabzon’a geldiğinde, biz üç kız kardeş ve babaannem aynı odada kalırdık. O da tam bir İstanbul kadınıydı. Çok sinemaya gidermiş, o yıllar öyle yıllarmış. Geceleri bize izlediği filmleri anlatırdı. Sahne sahne, senaryoyu yeniden kurarak. Uykuya dalarken, anlattığı her şeyi kafamda canlandırırdım. Yaşardım bir de. Böyle böyle hayal gücüm gelişti. Zaten Trabzon kaçık bir yerdir. Orada hayal gücü güçlü olmayan bir çocuğa rastlamak mümkün değil. Üniversitede, politik iklimin içinde büyürken bir gün amfide Bergman’ın ‘Sessizlik’ini izledim. Büyülendim. Bu nasıl bir erk, nasıl bir güçtü? İşte o gün sinema kanıma girmişti. Koşa koşa İstanbul’a geldim, artık benim için sinemadan başka çare yoktu...

 

 Ama mimarsın...

 

-Doğru, mimar ve restoratörüm. Bütün kısa film sürecinde de mesleğimi sürdürdüm. Kazandığım parayı oraya akıttım. Kısa filmleri böyle yapabildim. Ödüller kazanarak takviyeler buldum. Kısa film, çok büyük bir eğitim süreciydi. Uzun metraja geçtiğimde artık uluslararası ortaklıklar bulabilir hale gelmiştim.

 

 Hiç senin, “Daha piyasaya hitap eden işler yapsam da daha fazla para kazansam!” diye düşündüğün olmuyor mu?

 

-Yok, öyle bir duygum yok.

 

 Peki “Dizi çeksem ve daha çok insana hitap etsem...”

 

-Allah korusun!

 

 Mimarken sinema ne alaka?

 

-Çocukluğumdan beri istediğim bir şeydi...

 

 Niye mimarlık okudun?

 

-Sinemanın okunabilir bir şey olduğunu bilmiyordum.

 

 Nasıl bir aile?

 

-Babam göz doktoru, annem edebiyatçı. Babamın işi nedeniyle Sarıkamış’ta doğmuşum. Bir süre Ankara’da yaşadık, sonra Trabzon’a tayin oldu. Ortaokul, lise ve üniversiteyi Trabzon’da okudum. Müthiş etkiledi o coğrafya beni...

 

 Nesi etkiledi?

 

-Çok vahşiydi. Dağını da bilirim, denizini de, insanını da.  Karadeniz’e çok bağlıydım, çok sevdim ama kendimi hep boğuluyormuş gibi de hissettim. Büyüme evresinde hep oradan kaçıp kurtulma isteğim vardı. İstanbul’a geldik. Gelir gelmez babam vefat etti.  “Keşke gelmeseydi” dediğim zamanlar çok olmuştur. Burası onu yuttu. Burada fazla duramadı. Ama annem hâlâ hayatta...

 

 Annenin edebiyatçı olmasının sinemacılığında etkisi var mı?

 

- Çok kitap okunan bir evdi bizimki. Felsefeci bir dede, müzisyen başka bir dede ve tarihçi bir anneanne... Böyle bir aile...

 

 Sen hep derin miydin?

 

-Bilmiyorum... Herkes biraz tuhaf olduğumu düşünürdü.

 

 

FUNDA VE ECEM ŞAHANE BİR PERFORMANS GÖSTERDİ

 

Psikiyatrlardan yardım aldın mı bu filmi çekerken?

 

-Aldım, evet. Dolayısıyla narsisizm üzerine ahkâm kesiyorum veya başka konularda...

 

 Oyuncuların muhteşem... İkisi de... Nasıl seçtin?

 

-Funda, filmi yazarken aklımdaydı. Karar verdiğimiz andan itibaren olağanüstü bir sürecin içine gittik ve bence muhteşem bir Şehnaz oldu.

 

 Ecem’in performansı da olağanüstü. Seni de büyüledi mi?

 

-Tabii ki. Ama bu başarının arkasında uzun bir çalışma ve yoğun bir emek var. İkisi de, “Ben bu rolü nasıl oynarım?” dedi. Korktular. Korkuyu alıp başka türlü bir varoluşa aktarmak gerekiyor. Öyle de yaptık. Bir yıl role hazırlandık. İkisi de rollerinin hakkını verdiler. Müthiş bir dayanışma örneği gösterdiler.

 

 Elmas’ın yaşadığı travmanın, oyun yöntemiyle çözülmesi sahnesi muhteşem... Nasıl aklına geldi?

 

-O, bir monodrama seansı. Orijini psikodrama. Tiyatroyu, psikolojik tedavide kullanan teknik. Yani gerçeğin, dramatizasyonla yeniden keşfedilmesi. Ben bu konularla ilgilendim, ilgileniyorum. Profesör Arşaluys Kayır’la da aynı apartmanda oturuyoruz. Çok uzun yıllardır en yakın dostlarımdan biri. Zaten projenin içinde yer aldı, filmin jeneriğinde de ismi geçiyor. Psikodramayla epey ilgilendim. Onun seanslarına da katıldım. Vajinismus seanslarına da. O monodrama sahnesini çok severek ve isteyerek yazdım.

 

 Şehnaz’a psikiyatr olarak gelen vakalar da ilginç... Hayvanları öldüren ve vicdan yapmayan bir çocuk, erkek olmak isteyen bir kız ve “Beni rezil ettiniz!” diyen bir baba ve babası yaşında bir adama satılan Elmas... Bu vakaları özellikle mi koydun?

 

-Elbette. Bunların hepsi Türkiye’yi yansıtan gerçeklerden...

 

 Hiçbir Türk filminde rastlamadığım kadar estetik ve gerçekçi sevişme sahneleri var. Bazı sahneler magazine malzeme olur diye korkuyor musun?

 

-Yok, hayır. O konuda şöyle düşünüyorum: Muhteva önemli. İçerik yani. Filmin konusu kuvvetliyse, içeriği sağlamsa, sevişme sahneleri sorun yaratmaz. Sanatın gücü böyle bir şey...

 

 İşin içine sanat girince, akan sular duruyor mu yani?

 

-Biraz öyle. İçerik o kadar değerli bir şey çünkü. Zor buna dokunmak. Ama biz de ciddi bir şekilde oyuncularımızı koruma altına alıyoruz.

 

 Oyuncular, “Dünyayı dar ederler bize!” filan diye korkmuyor mu?

 

-Hayır. Zaten korksalardı böyle bir projede yer almazlardı. Senaryo net. Böyle bir psikolojiye girmiyorlar, ben de girmiyorum.

 

 

SORUN SEVMEYİ BİLEMEMEK

 

Yani aslında, her şeye sahip olduğunu düşündüğümüz, eğitimli-donanımlı Şehnaz, çocukken kendisinden çok büyük bir adamla zorla evlendirilen Elmas’la madalyonun iki yüzü gibi... Yaşadıkları farklı olsa da, sorun özünde aynı...

 

-Evet.

 

 Sorun ne?

 

-Sevememek. Sevebilmeyi bilememek. Mesela Şehnaz’ın kocası Cem. Sevme yetisine sahip olmayan narsisistik bir karakter.

 

 Şehnaz, başta eşinin ne mal olduğunu anlamıyor mu?

 

-Hayır. Narsisistik bir insanla ilişki içinde olduğunuz zaman, belki de hayatınızın en coşkulu, en ayaklarınızın yerden kesildiği başlangıç ilişkisini yaşayabilirsiniz. Bu rüzgârla, ona tutkuyla da bağlanabilirsiniz. Tüm o manipülasyonlarına aymanız bayağı vaktinizi alabilir.

 

 Cem’in geceleri porno izlemesi ne anlama geliyor? O ne arıyor hayatta?

 

-Cem sevmesini bilmeyen bir adam. Kendine dönük. Kendiyle ilgili. Şehnaz var ama aslında yok hayatında. Kendi yaptığı her şeyi çok seviyor. Yemeğini de çok seviyor. Şarabını da çok seviyor. Kendisine ait olan o kadını çok seviyor. Onun mükemmel olmasını da seviyor. Bedensel arzularına yönelik bütün fantezilerini ve fetişlerini çok seviyor. Hatta bu anlamada obsesif. Vahşi ve hoyrat davranıyor, sevişirken Şehnaz’ın duygularını hesaba katmıyor. Bu şartlar altında yaşadıkları her şey de psikolojik şiddet anlamına geliyor.

 

KADIN CİNSELLİĞİNİ KADIN YÖNETMENLER DAHA İYİ ANLATIR

 

 Sevişme sahnelerini çok başarılı ve gerçekçi buldum. Kadın cinselliğini en iyi kadın yönetmenler mi anlatabilir?

 

-Evet, bence kadın cinselliğini, kadın bedenini, arzularını, hazzını bir kadın yönetmen daha iyi anlar ve anlatabilir. Güven ilişkisini inşa etmede bir kadın daha ikna edici olabilir. Erkek gözüyle çekilen filmlerde, erkeğin, kadını tatmin etmesi üzerine bir denklem olduğu için iş biraz farklılaşıyor. Oysa kadın yönetmen, arzusunu, hazzını kavrama konusunda kadın daha paydaş olabilir. Camille Paglia, cinsel fantezilerin büyük çoğunluğunu erkeklerden ödünç aldığımızı söylüyor. Yani onlar bile erkeklere ait aslında. 

 

Sinemada cinsellik sahnelerinde de mi erkek dili hâkim?

 

-Biraz öyle, evet. Seçici kurullar öyle, bakış açısı da öyle...

 

 Peki o zaman bunların arasında sen nasıl var oluyorsun? Zor değil mi?

 

-Her zaman gerçekten iyi olanın yeri olduğunu düşünüyorum. Bunu hiçbir şey değiştiremez. Bir eser, etki gücüne sahipse ve kalıcı bir yoğunluktaysa, onun var olmasını kimse engelleyemez.

Yazının devamı...