(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Naci Cem Öncel" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Naci Cem Öncel" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Naci Cem Öncel

Naci Cem Öncel

Yeniden sahnede…
17 Aralık 2016


ÖNCE AYIR, SONRA AYRIL

Pan-Slavist ideallerle bağımsız bir Bulgaristan kurulması için yola çıkan ayrılıkçı-isyancı örgütlerin faaliyetleri 1850’lerden itibaren yoğunlaşsa da aslında halktan yeterli destek görmüyordu. Bu durum karşısında ayrılıkçılar iki hedef belirlediler: Hristiyan halkı Müslümanlarla bir arada yaşanmayacağına ikna etmek ve yabancı güçlerin müdahalesine zemin oluşturacak bir ortam yaratmak.

 

Çeteciler düzenledikleri saldırılarda hem Türk-Müslümanları öldürüyor, hem de Bulgar halkını baskı altına almaya çalışıyordu. Bu doğrultuda sadece Müslüman tarlalarını ve evlerini değil Bulgar köylülerinin mülklerini de yakıyorlardı. 1876 yılındaki ayaklanma sırasında Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın vahim yanlışları sonucunda gerekli askeri ve idari tedbirler sağlanamayınca Müslüman halk canını ve malını korumak için silahlanmaktan başka çare kalmadığı fikrine kapıldı. İşte bu, tam da ayrılıkçıların istediği şeydi. Türk-Müslüman halk, Bulgar ayaklanmacılara karşı saldırıya geçti ve bazı köylerin kontrolünü ele geçirdi. ‘Resmî’ Osmanlı askeri bölgeye ancak gecikmeyle intikal ederek kontrolü sağlayabildi. İsyancılar öldürülmüş; böylece isyan bastırılmış görünüyordu. Ne var ki isyanın liderlerinden Benkovski’nin kaçarken “seni yendim Türkiye, Avrupa görecek ve fikrini söyleyecektir” dediği rivayet edilir.

 

KIZGIN GÜÇLER İÇİN GÜÇLÜ BİR BAHANE

 

Gerçekten de ayrılıkçıların hayalini kurduğu gibi kısa zamanda Batı Avrupa’da çok güçlü bir Osmanlı-Türk karşıtı rüzgâr esmeye başladı. Aslında buna yol açan etken doğrudan Bulgar Ayaklanması değil, Osmanlı’nın Batılı finans kurumlarına olan ödeme vaatlerinde indirime gideceğini açıklamasıdır. (Mahmud Nedim Paşa’nın bu kararında Rus Elçisi İgnatief’in etkisi olduğu söylenegelir). Hal böyleyken o zamana dek Rus genişlemesi karşısında Osmanlı’nın bütünlüğünden yana olan Britanya, politika değişikliğine giderek Avrupa’daki anti-Osmanlıcı (anti-Türk) dalganın önünü açmıştır. Finans çevrelerinin kızgınlığıyla uluslararası politikanın kesiştiği işte bu noktada Avrupa gazeteleri, ‘Türklerin Bulgar köylülerine uyguladığı baskı ve zulüm’ haberleriyle dolar. Öldürülenler ve çatışmalarla ilgili haberler -tümüyle asılsız olmasa bile- büyük ölçüde abartılıydı. Üstelik öldürülen Türk-Müslüman yerli halktan bahseden pek çıkmıyordu. Bunu takiben başlayan 1877-78 Rus-Osmanlı Savaşı’yla Bulgarlar Osmanlı’dan kopmayı başardı. Elbette bu ayrılık, Bulgar isyancıların marifetiyle değil Rus işgali sayesinde gerçekleşmişti.

 

TEKRARLANAN BİR MODEL

 

Halkı ayrılıkçı örgütün tarafına çekip, ‘devletten yana olan’ halkla doğrudan çatışmaya sokma; çıkacak iç kargaşayı öne sürerek dış güçleri göreve çağırma yöntemi önce Doğu Rumeli vilayetinde ardından da Makedonya’da denendi. Anadolu’da ise ayrılıkçı Ermeni örgütlerinin benzer bir stratejiye yöneldiği görülür.

 

Ne gariptir ki tüm bu süreçte, ‘sıradan’ halkta süregelen derin bir karşılıklı husumetten / nefretten söz etmek zordur. Hal böyleyken ayrılıkçıların en fazla yararlandığı konuların başında yönetimdeki yolsuzluklar, haksız ve keyfi uygulamalar geliyordu. Yöneticilerin yanlışları aslında etnik-dini köken ayrımı gözetmeksizin tüm halka yönelik olsa da farklı dini-etnik kimliğe sahip gençleri ‘devlet karşıtlığı’ etrafında toplamak daha kolaydır. Etno-dinsel çatışmalar genellikle devlet-yönetim karşıtı olarak başlamış, ardından ‘halklar arası’ çatışmaya dönüşmüştür. Olaylar bu noktaya ulaştıktan sonraysa kontrolü sağlamak ve acıları dindirmek çok güçleşir. Böylece iki halk / iki grup arasında kolay kolay unutulmayacak bir nefret dili hâkim olur.

 

Söz konusu terörist eylemlerin bir diğer ortak noktası da Batı’daki iş-finans çevrelerinin dikkatini çekmeye yönelik oluşudur. Örneğin Ermeni komitacılar 1896’da İstanbul’da Osmanlı Bankası’nı işgal ederken, Bulgar-Makedon teröristler 1903’teki Selanik’teki Osmanlı Bankası binasını havaya uçurmuştur. Ayrıca aynı yılda, Osmanlı sularındaki bir Fransız gemisine ve demiryoluna saldırırlar.

 

AYRILIKÇILARIN ‘İSYAN ETTİRDİĞİ’ BİRLİKÇİLER

 

Bugün Türkiye, Osmanlı’nın 19.Yüzyıl’da ve 20.Yüzyıl başında karşılaştığına benzer bir ortama çekilmeye çalışılıyor. İçimiz yanarak tanık oluyoruz: Terör örgütleri, büyük infial yaratan katliamlarla halkı ‘isyan ettirecek’ noktaya getirmenin peşinde. Elbette nihai amaç, doğrudan hiçbir düşmanlığı olmayan ‘sivil’ halkı öfkelendirip karşılıklı çatışmaya sürüklemek; yüzyıllardır yan yana yaşayan Kürtlerle Türkleri birbirine; hatta farklı görüşteki Türk’ü Türk’e, Kürt’ü Kürde geri dönülemez şekilde düşman etmek. 

 

Tarih, bize son dönemde yaşadıklarımızın ‘Sevr paranoyası’ olarak görülemeyeceğini, saldırıların ciddi tehditler barındırdığını gösteriyor. Dolayısıyla tüm oyunlara, tüm yıkıcı eylemlere karşın toplumsal barışı korumak, ülke bütünlüğünü korumakla doğrudan bağlantılı. Unutmayalım ki tarih, yalnızca ahmaklar için tekerrür eder.

 

Yazının devamı...
Avrupa’nın Türkiye’yle ne derdi var?
3 Aralık 2016


Açıklamalara göre AB Parlamentosu geçtiğimiz günlerde, ‘demokratik standartlardan uzaklaşan Türkiye’yi protesto’ amacıyla üyelik müzakerelerinin dondurulması yönünde karar aldı. Bunu Avusturya ve Hollanda’da aynı doğrultudaki kararlar izledi. Pek çok siyasi yorumcu için bu hamleler, Batı’dan bağımsız hareket etme eğilimindeki Türkiye’yi durdurmak, ‘ayar vermek’ amacını taşıyor. Öte yanda Avrupa’nın tepkisini yerinde bulanlar da var. Tabii tüm bunları yüzyıllar ötesine taşıyıp Müslüman-Osmanlı-Türk korkusuyla ilişkilendirenler de... Ne var ki bu kararların Avrupa’nın kendi dinamikleriyle yakından ilişkisi gözden kaçıyor.

 

MUAZZAM İŞGÜCÜ KAYBI

 

Aslında her şey II.Dünya Savaşı’nın ardından başladı. Almanya toplam nüfusunun en az %8,5’ini, Avusturya ise %5,5’ini büyük savaşta kaybetmişti. Fransa’nın kaybıysa nüfusun %1,5’i kadardı. Öte yandan işgücü kaybı bu oranların kat be kat üzerindeydi, çünkü en ağır kayıp, gençler ve donanımlı erkeklerdi.

 

Savaş sonrasında Batı Avrupa’da hızlı sayılabilecek bir ekonomik toparlanma görüldüyse de işgücü kaybı kapanmadı. 1950’lerin ortasında Fransa’daki Cezayirli göçmen işçiler 200 bini geçmişti bile. 1970’lerde bu sayı 700 binin üzerindeydi. Bugün ise Paris’te yaşayan her 5 kişiden biri göçmen. Ayrıca 20 yaş altındaki çocukların %41’inin annesi veya babası göçmen!

 

MİSAFİRLİKTEN YERLEŞİKLİĞE

 

Batı Almanya savaştan sonra diğer ülkelerden milyonlarca etnik Alman’ın göçüne sahne olsa bile işgücü açığını kapanmadı ve ‘Misafir İşçi’ uygulaması başlatıldı. 1960’lardan itibaren Almanya’yı mesken tutanlar arasında -bildiğimiz üzere- aslan payı Türklerin oldu.

 

Almanya bugün 12 milyonla (nüfusun %15’i) -ABD’den sonra- dünyanın en fazla göçmen barındıran ikinci ülkesi. Elbette bu sayı sadece Müslümanlardan oluşmuyor. AB’nin genişleme süreciyle -Eski Doğu Bloku ülkelerinin vatandaşları başta olmak üzere- yüksek bir nüfus hareketliliği yaşandı. Londra, Paris, Amsterdam gibi şehirler, hiper-kozmopolit merkezler oldular. Son 15 yıl içinde İtalya’da yaşayan yabancı ülke vatandaşları 1,3 milyondan 5 milyona çıktı. Avusturya’da ise nüfusun %15’i başka ülke doğumlu.

 

Sonuçta 1950’lerden bu yana AB’nin işgücü açığı hem Müslüman ülkelerden hem de ‘küçük’ AB ülkelerinden göçmenlerle kapatıldı. Ama bu çözüm başka sorunların kapısını açtı…

 

YABANCILAŞMAYA YERLİ TEPKİ

 

Aslında son döneme kadar çok kültürlü ‘çoğulcu’ Avrupa tablosu zenginlik olarak değerlendiriliyor ve en fazla iş dünyasına yarıyordu. Malum… Göçmenler, işçi maliyetlerini düşüren/sınırlayan etkenlerin başında gelir. Ne var ki 2008 Krizi işleri zorlaştırdı. İşsiz ve işleri sarsılan ‘yerli’ yığınların, ‘yabancılara’ iyi gözle bakması daha da zorlaştı. Örneğin İspanya’nın Endülüs bölgesinde 2008 yılında ‘yerli’ halkın %37’si göçmenleri olumsuz bulurken, bu oran 2013’te %64’e çıktı! Elbette bu duygu siyasi karşılık da buldu. Hollanda’da göçmen (dolayısıyla Müslüman) karşıtı Özgürlük Partisi (Partij voor de Vrijheid), 2006’da %5,9 olan oy oranını, 2010’da %15,5’e çıkardı.

 

ENERJİ AÇIĞININ DOLAYLI ETKİSİ

 

Ne gariptir ki kamuoyunda yabancı karşıtı algıya yol açan nedenlerden biri de Avrupa’nın enerji açığı! Kritik enerji ihtiyacı nedeniyle Libya, Irak ve dolayısıyla Suriye’deki sınır ötesi askeri operasyonlar, AB’nin büyüklerine kaçınılmaz göründü. (Daha öncesinde Cezayir’deki gelişmeleri de unutmamak gerek.) Bu harekatlar, ‘diktatörlükleri yıkmak’ ve ‘terörizme’ son vermek gibi politik söylemler etrafında yürütülse de İslam-Müslüman ve Arap karşıtlığı, aynı sürecin kaçınılmaz uzantısı olarak yükselişe geçti. Avrupa’daki terörist saldırılar ardından da tepkiler iyiden iyiye güçlendi.

 

AVUSTURYA’NIN SEÇİMİ

 

Geldiğimiz noktada AB’nin ‘çoğulculuk’ kavramı, kendi sınırlarındaki yabancı ve Müslüman düşmanlığıyla başa çıkmakta zorlanıyor. Özellikle de Batı Avrupa’nın ileri karakolu konumundaki Avusturya’da. Bu ülkedeki yabancı karşıtı Özgürlük Partisi’nin oyları 2010’da %10 iken 2013’te 20’yi aştı. Özgürlük Partisi’den Norbert Hofer bugünkü (4 Aralık Pazar) cumhurbaşkanlığı seçimini kazanırsa II.Dünya Savaşı’ndan sonra bir Avrupa devletinin seçilmiş ilk aşırı sağcı başkanı olacak.

 

İDEAL BİR KARŞIT İMGE

 

Peki ama hal böyleyken Avrupa’da ‘rahatsız yerlilerin’ kızgınlığı nasıl giderilecek? AB sınırlarındaki milyonlarca Müslümanla, milyonlarca göçmenle nereye kadar gidilecek? Günün birinde, ‘hadi bakalım herkes kendi memleketine’ noktasına gelinecek mi? Bu ülkelerdeki ikinci-üçüncü kuşak gençlerin durumu ne olacak?...

 

İşte tüm bu çözümsüzlük halinin kamuoyu nezdinde en iyi ilacı, Türkiye! ‘Göçmen deposu’ Türkiye’nin AB için ‘ideal kötü kahraman’ imgesi oluşturduğu açık. Üstelik olayların hiç bitmediği Türkiye, kurgusal bir karşıtlığa ihtiyaç duyan AB’ye bolca malzeme sunuyor. Böylece AB ülkeleri, kendi içinde söndüremediği kızgınlığı, yabancıların izdüşümü olarak görülen Türkiye’ye yöneltiyor (örneğin Fransa seçimlerindeki veya Brexit’teki tartışmalar). Türkiye’yle yaşanan her gerilim, AB’nin kendi içindeki toplumsal gerilimleri örten bir perde gibi. Günün birinde o kalın perde kalkarsa nasıl bir sahneyle karşılaşacağız acaba?

Yazının devamı...
Avrupa’nın Türkiye’yle ne derdi var?
26 Kasım 2016

Açıklamalara bakarsanız AB Parlamentosu, demokratik standartlardan uzaklaşan Türkiye’yi protesto amacıyla üyelik müzakerelerinin dondurulması yönünde karar aldı. Pek çok siyasi yorumcu için bu karar, aslında Batı’dan bağımsız hareket etme eğilimindeki Türkiye’yi durdurmak, ‘ayar vermek’ amacını taşıyor. Ama bir de ‘iç etkenler’ var. Yani Avrupa’nın Türkiye’ye hiç de dostane görünmeyen yaklaşımına yol açan, kendi meseleleri… 

 

MUAZZAM İŞGÜCÜ KAYBI

 

Aslında her şey II.Dünya Savaşı’nın ardından başladı. Almanya nüfusunun en az %8,5’ini, Avusturya ise %5,5’ini büyük savaşta kaybetmişti. Fransa’nın kaybıysa nüfusun %1,5’i kadardı. Öte yandan işgücü kaybı bu oranların kat be kat üzerindeydi, çünkü ölenler ağırlıklı olarak gençler ve donanımlı erkeklerdi.

 

Savaş sonrasında Batı Avrupa’da hızlı sayılabilecek bir ekonomik toparlanma görüldüyse de işgücü kaybı kapanmadı. 1950’lerin ortasında Fransa’daki Cezayirli göçmen işçilerin sayısı 200 bini geçmişti bile. 1970’lerde bu sayı 700 binin üzerindeydi. Ayrıca bu süreçte, Afrika’daki eski Fransız sömürgelerinden gelenlerle çok sayıda siyasi mültecinin yeni vatanı da Fransa oldu.

 

MİSAFİRLİKTEN YERLEŞİKLİĞE

 

Batı Almanya ise savaştan sonra diğer ülkelerden milyonlarca etnik Alman’ın göçüne sahne oldu. Ama bu bile sanayideki işgücü açığını doldurmaya yetmediği için ‘Misafir İşçi’ uygulaması başlatıldı. 1960’lardan itibaren Almanya’yı mesken tutanlar arasında -bildiğimiz üzere- aslan payı Türklerin oldu. Bugün 2,8 milyon dolayında Türkiye vatandaşı Almanya’da yaşıyor (ki bunların bir kısmı Kürt kökenli).

 

Avrupa Birliği’nin genişleme süreci ise bambaşka bir göçmen hareketliliğine sahne oldu. Eski Doğu Bloku ülkelerinin vatandaşları başta olmak üzere tüm Avrupa’da muazzam bir işgücü transferi yaşandı. Ayrıca küreselleşme, kendini Avrupa’nın metropollerinde güçlü şekilde gösterdi. Londra, Paris, Amsterdam gibi şehirler, ‘bin bir’ milletin buluştuğu hiper-kozmopolit merkezler oldular. Son 15 yıl içinde İtalya’da yaşayan yabancı ülke vatandaşları 1,3 milyondan 5 milyona çıktı. Avusturya’da nüfusun %15’i başka ülke doğumlu. Türkler yaklaşık %3’le bu ülkedeki en kalabalık göçmen azınlık.

 

GENİŞLEYEN SORUNLAR

 

Bir yanda 1960’lardan bu yana yerleşikliğe geçen Müslüman yabancılar, diğer yandan hemen her iş kolunda yer bulabilen AB ülkelerinden taze yabancılar… Bu iki topluluğun hukuki durumları ve kültürel dinamikleri birbirinden farklı ve bir bakıma rekabet halindeler. Tabii onlara ev sahibi ülkelerde giderek artan genç işsizliğini ve yaşlanan nüfusu katmalıyız.

 

Aslında bu tablo 2008 yılında kadar ‘çoğulcu Avrupa’ şemsiyesi altında zenginlik olarak değerlendiriliyor ve en fazla iş dünyasına yarıyordu. Malum göçmenler, işçi maliyetlerini düşüren/sınırlayan etkenlerin başında gelir. Ne var ki 2008 Krizi işleri zorlaştırdı. İşsiz ‘yerli’ yığınların, bankalarda milyarlarca Euro’su birikmiş iş-güç sahibi ‘yabancılara’ iyi gözle bakması daha da zorlaştı.

 

ENERJİ AÇIĞI

 

AB’nin işgücü açığı zamanla kapatılsa da enerji açığını kapaması hiç kolay değil. Kritik enerji ihtiyacı nedeniyle Libya, Irak ve dolayısıyla Suriye’deki sınır ötesi askeri operasyonlar, AB’nin büyüklerine kaçınılmaz göründü. (Daha öncesinde Cezayir’deki gelişmeleri de unutmamak gerek.) Bu harekatlar, ‘diktatörlükleri yıkmak’, ‘özgürlük getirmek’ ve ‘radikal terörizme’ son vermek gibi söylemler etrafında yürütüldü. İslam-Müslüman ve Arap karşıtlığı, aynı sürecin uzantısı olarak yükselişe geçti. Terörist saldırılar ardından iyice görünür hale geldi.

 

İDEAL BİR KARŞIT İMGE

 

Geldiğimiz noktada AB’nin ‘çoğulculuk’ kavramı, kendi sınırlarındaki yabancı ve Müslüman düşmanlığıyla başa çıkmakta zorlanıyor. Özellikle de Batı Avrupa’nın ileri karakolu konumundaki Avusturya’da. Hal böyleyken ‘rahatsız yerlilerin’ kızgınlığı nasıl giderilecek? Avusturya’nın sandık tercihleri nereye kadar ötelenecek? AB sınırlarındaki milyonlarca Müslümanla nereye kadar gidilecek?...

 

Tüm bu çözümsüzlük halinin kamuoyu karşısındaki en iyi ilacı ise Türkiye! Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin AB için ‘ideal bir kötü kahraman’ imgesi ortaya koyduğu açık. Erdoğan’ın eleştirilerini en üst perdeden seslendirmekten çekinmemesi, AB için adeta biçilmiş kaftan! Türkiye, kurgusal bir karşıtlığa ihtiyaç duyan AB’ye bolca malzeme sunuyor. Böylece AB ülkeleri, kendi içine yöneltemediği kızgınlığı, yabancıların izdüşümü olarak görülen Türkiye’ye yöneltiyor (öreğin Fransa seçimlerindeki veya Brexit’teki tartışmalar). Türkiye’yle yaşanan her gerilim, AB’nin kendi içindeki toplumsal gerilimleri örten bir perde gibi. Günün birinde o kalın perde kalkarsa nasıl bir sahneyle karşılaşacağız acaba?

Yazının devamı...
Sessiz Çoğunluk ve Trump: Ne Sürprizi?
12 Kasım 2016

HANİ BANA, HANİ BANA?

 

Kaliforniya’da tasarlandı, Çin’de üretildi, her ülkede satıldı…

 

Seattle’da kuruldu, Kolombiya’da üretildi, tüm dünyada içildi…

 

New York Borsası’nda kazanıldı, ‘vergi cenneti’ olan küçük bir ülkede bankaya yatırıldı…

 

Son yıllarda gelirini ve istihdamı bu şekilde eloğluna kaptırdığını düşünüyor ‘yurdum Amerikalısı’. Özellikle de 2008 finans krizinden beri. Bu ‘rahatsız ama sessiz’ çoğunluğun sesini en iyi duyansa Donald Trump oldu. Seçim kampanyasında dev şirketlere kükredi: “Bana bak Tim efendi! Yok öyle telefonları Çin’de üretip benim Amerikalımı işsiz bırakmak!”. Üstüne, ‘hakiki’ Amerikalıların yerine üç kuruşa çalışan göçmenleri durduracağını da vaat etti. Yurdum Amerikalısı da doğal olarak oyunu küreselgil ablaya değil, ‘kükreyen, yeleli aslan’a verdi.

 

  

YURDUM AMERİKALISI DEDİĞİN…

 

Yukarıdaki karikatürize özet, elbette Trump’ın başarısının yegâne sebebi değil. Gelin, ABD’de son seçimlerde oy kullananların profiline bakalım:

 

-Büyük şehirlerde Demokrat, orta-küçük şehirlerle taşrada Cumhuriyetçi ağırlığı var.

 

-Bekar kadınların %66’sı Demokratlara, evli erkeklerin %58’si Cumhuriyetçilere oy verdi.

 

-Eşcinsellerin %78’i Demokratlara oy vermiş.

 

-Beyazların %58’i Cumhuriyetçi. Zenci, Asyalı ve Hispanik seçmen ise büyük ağırlıkla Demokrat.

 

-Üniversite ve yüksek lisans mezunlarında Demokratlar, lise mezunlarında Cumhuriyetçiler güçlü.

 

-Hristiyanların yaklaşık %60’ı Cumhuriyetçi. Hristiyan hakları hareketini savunanların %81’i de öyle. Diğer dinlerden olanlarsa seçimde açık farkla Demokratları destekledi. Tabii dinsizlerin/ateistlerin %68’i de Demokrat.

 

-Cumhuriyetçilerin %56’sı haftada bir kez veya daha fazla ibadet ederken, Demokratların %62’si bu soruya “hiçbir zaman” diye cevap veriyor.

 

-Demokrat seçmenin önceliği dış politika ve ekonomi iken, Cumhuriyetçilerin göçmenler ve terörizm. 

 

NERESİ SÜRPRİZ?

 

Elbette bu tablo son üç-beş ayda şekillenmedi. Zaten Trump da yıllardan beridir başkan adaylığını kolluyordu. Bu süreçte toplumsal verileri dikkatle incele(t)memiş olması düşünülebilir mi? Pazarlama iletişiminde başarının ilk adımı “hedef kitleyi” doğru analiz etmektir. Ve ardından onların ihtiyaçlarına en uygun ürünleri sunmak. Trump da aynen böyle yaptı. Doğrudan “sessiz çoğunluğa” odaklandı. ‘Yurdum Amerikalısı’ ne düşünüyorsa aynı yalınlıkta dile getirdi; neye kızıyorsa aynen kızdı. Tabii onların dertlendikleri her mesele için keskin ve net çözümler vaat etti.

 

Trump’ın siyasete ‘profesyonel bir pazarlamacı’ anlayışıyla yaklaştığı çok açık. Yoksa, hayatı New York’un ve küresel sermayenin mega-zenginleriyle iç içe geçmiş bir emlak kralının ne işi olur küresel ticaret karşıtlığıyla? Araplar ve Müslümanlar dahil yedi düvelle ortak iş yapmış; karısı ancak 2001 yılında ABD vatandaşı olmuş uluslararası bir medya figürü, ne yapsın 1930 model yabancı düşmanlığını?

 

Peki ama tüm bunları alt alta sıraladığımızda, Trump’ın başarısına “sürpriz” demek, “şok geçirmek” mümkün mü? Elbette değil.

 

ŞAŞIRTMAYAN EĞİLİM

 

Trump’ı bir kenara koyarsak… Bu seçimi Cumhuriyetçi bir adayın kazanması da şaşırtıcı sayılmamalı. Çünkü II.Dünya Savaşı sonrasında ABD’de aynı parti, başkanlık seçimlerini üst üste 3 defa kazanamıyor. Bunun tek istisnası ise, Sovyetler’in yıkıldığı kritik yıllarda, Reagan dönemi ardından ‘baba’ Bush’un seçilmesi. Bu tarihi eğilime bakınca, Demokratların başkanlığı üst üste üçüncü kez kazanması zaten daha düşük bir ihtimaldi.

 

Tabii ABD’nin iç seçim dinamiklerinin yanında bir de “sessiz çoğunluğun” 20.Yüzyıl’dan gelen tarihi eğilimleri var.

 

TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA SESSİZ ÇOĞUNLUK

 

Türkiye, “Sessiz Çoğunluk” kavramı ve sloganıyla 1999 seçimlerinde tanıştı. Siyasi kariyeri yokuş aşağı giden Mesut Yılmaz ve Anavatan Partisi, “Sessiz Çoğunluğun Sesi” olmaya çabalasa da, bunu başaran 2002’de Erdoğan ve AK Parti oldu. Üstelik Erdoğan, Yılmaz veya Trump gibi sadece sözde değil, özde de alt-orta kalabalıklardan geliyordu. Dolayısıyla hem sandıktan güçlü çıktı, hem de seçmenleriyle hızla özdeşleşti.

 

Türkiye’de 2002’de gördüğümüz üzere, sessiz çoğunlukların demokratik seçimlerde çok net bir tavrı var: Ekonomik kriz vurduysa, keskin muhalefete yöneliyor. Bakınız, 1929 Büyük Buhran sonrası 1933 Almanya; 2001 Krizi ardından 2002 Türkiye; 2008 Küresel Finans Krizi sonrası 2010 Macaristan, 2015 Yunanistan, 2016 ABD… Hatta 2016 İngiltere’nin AB’den çıkışı. Listeyi uzatmak mümkün…

 

Aslında, birbirinden çok farklı kültürlerden ve zamanlardan söz ediyoruz. Bunca değişkene rağmen tarih, demografik ve ekonomik veriler, ‘sessiz çoğunlukların’ benzer eğilimlerine işaret ediyor. Dolayısıyla… Ya sosyal bilimin bulgularını ve öngörülerini dikkate alırsınız, ya da kendi kendinize (sosyal ve geleneksel medyanızla) gaz verir; kaçınılmaz olanla yüzleşince de “şok, şok, şok!” yaşarsınız. Tercih sizin.

Yazının devamı...
Nefes almaya devam etmek
5 Kasım 2016

“Keep Breathing” (Nefes Almaya Devam Et) başlıklı şarkısında böyle söylüyor Amerikalı şarkıcı Ingrid Michaelson:

 

Fırtına yaklaşıyor ama ben umursamıyorum

 

İnsanlar ölüyor, ben perdelerimi kapıyorum

 

Tek bildiğim, şu anda nefes aldığım

 

Dünyayı değiştirmek istiyorum

 

Ama onun yerine uyuyorum

 

Senle benden fazlasına inanmak istiyorum

 

Ama tek bildiğim, nefes aldığım

 

Tek yapabildiğim, nefes almaya devam etmek

 

Tek yapabildiğimiz, nefes almaya devam etmek

 

Eğer bu sözleri Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan; ya da o kadar uzağa gitmeyelim Türkiye’den biri söyleseydi nedenini kolayca anlardık. Oysa bu protest-hüzün, dünyanın süper gücünden, ‘karnı tok, sırtı pek’ birilerinden geliyor. Olaylar karşısındaki çaresizlik hissi, sadece büyük acıları yaşayanlarda değil, onlarla duygudaşlık (empati) kurabilen herkeste mevcut. İşin garibi, bu ‘acıda ortaklık’ halinin varlığı bile insanlık namına bir avuntu nedeni…

 

BÜYÜK UMUTLARDAN ÇARESİZLİK HİSSİNE 

 

Son yıllarda en güçlü görünen ülkelerde dahi insanları etkileyen bir “çaresizlik-etkisizlik hissi” var. Oysa on yıl kadar önce küresel algıda iyimser rüzgarları esiyordu. 2008’de, köklerinde Müslümanlık olan, “Hussein” isimli bir zenci ABD başkanı seçilmişti… Teknoloji gündelik yaşantımızı kolaylaştırıyor, neredeyse sınırları kaldırıyordu… Sosyal medyanın yayılmasıyla kitlelerin sesinin çok daha iyi duyulacağı tahminleri yapılıyordu. Herkes düşüncesini özgürce paylaşacak, “sessiz çoğunluklar” sesini aracısız duyuracaktı… Ne yazık ki, durum hiç de öngörüldüğü yönde gelişmedi. Sosyal medyanın kendisi, düzeysizliğin ve nefret söylemlerinin bir virüs gibi yayılmasına tanıklık etti. Üstelik kitlelerin biriktirdiği kızgınlık, negatif enerjiden beslenen politikacıların yükselişini de beraberinde getiriyor. Tüm dünyada keskin politikalar, dışlayıcı söylemler sesini daha fazla duyuruyor.

  

ÇARESİZLİĞİN VE KARAMSARLIĞIN YAKIN TARİHİ

 

Kültürel karamsarlığın, geleceğe umutla bakılan dönemlerde yaşanan krizlerin hemen ardından yükseldiğini görüyoruz. Örneğin 1960’larda esen değişim ve umut rüzgarları sonrasında 20.Yüzyıl’ın en karamsar dönemlerinden biri 1970’lerde yaşanmıştı. 1920’ler Batı’da (Türkiye’de 1922 sonrasında) gelişime dair umutların yükseldiği bir dönemdi. Ama 1929 Büyük Buhranı bu iyimserlik devrini kapatmış; 1930’lar totaliterliğin, faşizmin, ırkçılığın karamsarlıkla kol kola yükselişine tanıklık etmişti. Tüm bunlar bilinçli, eğitimli kitlelerin çaresiz bakışları önünde bir anda oluvermişti.

 

DERDİM ÇOKTUR, HANGİSİNE YANAYIM?

 

Ortadoğu’da ve Türkiye’de son yıllarda bitmek bilmeyen olumsuzluklar, özellikle gençler üzerinde ‘umarsız farkındalık’ adını verebileceğimiz bir duygusal tepkiye dönüşüyor. Araştırmalar, karamsarlığın kültürel olarak hızla yayıldığını gösteriyor. Öyle ki kitlesel umutsuzluk, ekonomiye nefes darlığı çektirebilecek güce sahip. Yani basit şekliyle söylersek: Karamsarlık bulaşıcı. Dolayısıyla çağımızın eğitimli ve duyarlı çaresizleri, istemeden katıldıkları o büyük koroda hep aynı şarkıyı söylüyorlar: “Tek yapabildiğimiz, nefes almaya devam etmek”. 

  

DERDİM BANA DERMAN İMİŞ

 

Bu olumsuz havaya karşın, kimi araştırmacılar “savunmacı karamsarlık” adını verdikleri bir davranış biçiminin olumlu getirileri olduğunu düşünüyor. Onlara göre zihinleri olası tehdit ve tehlikelere odaklı kişiler, bunlara karşı önlem almaya ve çözüm geliştirmeye daha yatkın. Bazı Batılı (özellikle sol) akademisyenler, liberal toplumlarda ‘toplu karamsarlık’ dönemleri olmadan farkındalık geliştirmenin; hatta kitlesel değişimin mümkün olmadığı görüşünde. Bir diğer iyi haber, kültürel iyimserliğin de bulaşıcı olması. Yukarıda anlattığımız tarihsel süreçleri tersten okursak, büyük felaketlerin ardından büyük gelişmelerin geldiğini görebiliriz.

 

Evet, Türkiye’de ve dünyanın pek çok yerinde moraller iyi değil. Daralmak, sıkılmak için neden çok. Ama böyle durumlarda popüler kültürün gel-gitleri arasında nefessiz kalmaktansa soluğu, yüzyıllara dayanan Anadolu bilgeliğinde almakta yarar var… ‘Sadece nefes almak’ çaresizlik ifadesi olsa da, mutlak hükümdar Kanuni’nin dediği gibi “olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”. Unutmayalım ki “nefes’, aynı zamanda, aşk ateşiyle yanan kalbin rahatlığa kavuşmasına denir. Amerika’dan güncel bir şarkıyla başladık, Türkiye’den Kul Hüseyin’e (16.Yüzyıl?) atfedilen; “Zamanede Bir Hal Gelmesin Başa” isimli türküyle bitirelim:

 

Hüseyin beyhude ‘ah’ etme naçar

 

Bir kapı örterse birini açar

 

Efendim, tabibim, cananım

 

Buna dünya derler, hepisi geçer

 

Hangi günü gördün akşam olmamış?

Yazının devamı...
Kadınsız cumhuriyet, cumhuriyetsiz demokrasi
29 Ekim 2016

İLERİ DEMOKRASİNİN EN GERİ BİÇİMİ!

 

Bugün ‘cumhuriyet’ denince çoğumuzun aklına her vatandaşın eşit haklara sahip olduğu ‘demokratik’ bir rejim gelir. Demokrasiyi, cumhuriyetin sonraki aşaması gibi düşünüyoruz. Oysa tarihe baktığımızda bunun tersini görmek mümkün. Demokratik toplumlar, muhtemelen antik cumhuriyetlerden çok uzun zaman önce ortaya çıktı. Araştırmalar Kuzey Amerika’dan Amazon bölgesine, Afrika’dan Avusturalya’ya kadar çok sayıda “ilkel (!!!)” kabilenin hem demokratik yaşayışa sahip olduğunu, hem de çevreyle uyumlu olduklarını gösteriyor. Bu eşitlikçi topluluklarda, mutlak liderden ziyade erkek-kadın bilgelerin ağırlığı vardır. Bizler insanlığın, ‘vahşilikten medeniyete’ uzanan dümdüz bir çizgide ilerlediğini varsayarız. Oysa demokratik kabileler, medeniyetin ‘en ileri’ değil, belki de ‘en erken’ aşaması.

 

KABİLE HİYERARŞİSİNDEN KANUNDA EŞİTLİĞE

 

‘Kabile’ kavramı, demokrasi tarihinde M.Ö. 500 civarında tekrar karşımıza çıkar. Atina demokrasisinin kurucu babası Kleistenes, kan bağlarına dayalı kabile hegemonyasını kırarak, bunun yerine yurttaşlığa dayalı bir toplumsal örgütlenme modeli getirdi. Ayrıca meclisin ve halk oylamasının gücünü arttırdı. Ne var ki ‘demokratik’ şehirleri veya görkemli Roma Cumhuriyeti’ni günümüzden ayıran çok önemli bir fark vardır: Bunlar ‘kadınsız’ cumhuriyetlerdir. Üstelik kölelik, bu çağların ayrılmaz unsuruydu. Yani antik cumhuriyetler, öyle herkes için eşitlik demek değildi. Ama sakın bu ‘anti-demokratik’ durumu o çağlara özgü sanmayalım…

 

KADINSIZ CUMHURİYETLER

 

1776’da ABD’nin kuruluşu ve 1789 Fransız Devrimi, bugün bildiğimiz demokratik cumhuriyetlerin başlangıcı sayılır. Oysa ‘insan’ haklarını savunan bu yeni rejimler bile “halkın kendini yönetmesi” derken aslında sadece erkekleri kast ediyordu. Dolayısıyla kadınların cumhuriyet ve demokrasinin tam parçası olması uzun bir mücadeleyle gelecektir. Öyle ki kadınlar, ulusal düzeyde oy hakkını ABD’de 1920’de, Fransa’da ise ancak 1944’te elde ettiler! (Türkiye Cumhuriyeti’nin, sandıktaki kadın-erkek ayrımını 1934’te kaldırdığını unutmayalım.) ABD’de ve Fransa’da kadınların demokratik hakları meselesi günümüzde çoktan çözülmüş görünse de azınlık hakları gibi konularda fiili ayrımcılığın izlerini bugün bile görmek mümkün. Yani cumhuriyet, tam demokrasiyi öyle promosyon olarak yanında bedavadan getirmiyor. Demokrasinin cumhuriyetten bağımsız bir tarihi akışı var. Bunun en açık örneği, anayasal monarşiler… 

 

EVRİMCİLER VE DEVRİMCİLER

 

Birleşik Krallık (İngiltere), Norveç, İsveç, Danimarka, Belçika, Lüksemburg, Japonya, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda; ve ayrıca İspanya, günümüzde demokratik gelişmişlik düzeyinde en üst sıralarda yer alıyor. Bunlar anayasal monarşiler. Yani devletin en tepesinde bir kral veya kraliçe var. Ortak özellikleri, hiçbirinin ‘cumhuriyet’ olmaması. Diğer bir ifadeyle, bunlar cumhuriyetsiz demokrasiler.

 

Gelelim cumhuriyetlerdeki demokrasiye… Rusya, Türkiye, Çin ve İran, engin tarihi, köklü gelenekleri olan büyük devletler. Bu devletler, krallarını / sultanlarını / şahlarını devirerek, farklı ideolojilerde cumhuriyetler kurdular. (Bu listeye Irak, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Yugoslavya gibi ‘iliştirilmiş krallar’ın devrilmesiyle kurulan cumhuriyetleri de ekleyebiliriz.) Ne gariptir ki bu ‘devrimci cumhuriyetlerin’ hiç birisi yukarıda saydığımız ‘evrimci monarşilerin’ demokratikleşme düzeyine ulaşabilmiş değil.

 

Elbette bu örneklerden hareketle monarşinin cumhuriyetten daha üstün bir rejim olduğunu öne süremeyiz. Yine de aralarındaki demokratik farka bakarak, şunu söyleyebiliriz: Devrimler Çağı sertti. Üstelik bu devrimler, dar ölçekli lider kadroların öncülüğünde gerçekleşti. Demokrasi ise tam tersine, karar mekanizmaları dar kadrolardan farklı kesimlere yayıldığında gelişir. Dolayısıyla tarih boyunca devrimle gelen cumhuriyetler, ilk etapta otoriter bir dönemden geçtiler. Bu, Fransız Devrimi’nde bile geçerliydi. Oysa yukarıda saydığımız anayasal monarşiler, daha yumuşak geçişlerle demokratikleşmeyi başardılar. Devrim yerine toplumsal evrim, onları pek çok yıkıcı çatışmadan korudu.

 

KISSADAN HİSSE

 

Şurası çok açık: Geçmişte çok büyük bedellerle kurulan cumhuriyet, ne kadar değerli olsa da günümüzde tek başına yetmiyor. Yanına mutlaka bireysel hukukun üstünlüğünü ve –gerçekten- çoğulcu demokrasiyi eklemek gerekiyor. Bunun yolu da devrimci-darbeci çatışmadan değil, uzlaşmacı ve kapsayıcı bir dönüşümden geçiyor. Kadın-erkek, genç-yaşlı, zengin-fakir hepimiz için; istisnasız herkes için.

Yazının devamı...
ABD Donanması’nın mesajındaki tablo
15 Ekim 2016

13 Ekim, her yıl ABD Donanması’nın doğum günü olarak kutlanıyor. Bu yılki kutlamalarda ABD Donanması’nın resmi sosyal medya hesabından yayınladığı tweet, bir anda Türkiye’nin tepkisini çekti. Haber kanalları bu tweet’i “Skandal Paylaşım” benzeri başlıklarla duyurdu. Çünkü söz konusu mesajda Türk bayraklı askerlerle çarpışan Amerikan askerlerini gösteren bir resim yer alıyor ve şöyle diyordu: “Amerikan Donanması denizcileri, 241 yıldır çetin, cesur ve hazırdır”.

 

 

Sosyal medya kullanıcılarının yanı sıra Türk Dışişleri Bakanlığı da bu paylaşıma resmi tepki gösterdi. Memnuniyetsizlik ABD’nin Ankara Büyükelçiliğine iletildi. Tüm bu tepkiler sonrası tweet yayından kaldırıldı. Peki ama ABD Donanması neden kendi tarihini anarken böyle bir resim kullanmıştı? Bu haberi ve sosyal medyadaki yorumları okurken aklıma yıllar önce izlediğim bir film geldi…

 

DONANMA MARŞI’NDAKİ SÖZLER

 

ABD’de 15 yıl önce, 19 Ekim 2001’de vizyona giren bir film “The Last Castle (Son Kale)” adını taşıyordu. Başrolünde Robert Redford’un oynadığı filmin kritik bir sahnesinde, askeri tutuklular öldürülen arkadaşlarını anarken hep bir ağızdan Deniz Piyadeleri Marşı’nı söylemişti:

 

“From the Halls of Montezuma,

 

To the shores of Tripoli,

 

We fight our country’s battles

 

In the air, on land, and sea”

 

(Montezuma’nın geçitlerinden

 

Tripoli kıyılarına,

 

Çarpışırız ülkemizin savaşlarında

 

Havada, karada, denizde)

 

Filmi izlerken ilk kez duyduğum bu marştaki “Tripoli kıyılarına” bölümüne takılmıştım; acaba aklıma gelen savaşı kast ediyor olabilir miydi? ABD’nin ilk denizaşırı savaşı, 1801-1825 arasındaki “Berberi Savaşları”dır. ABD o dönemde Akdeniz’de varlık gösterme çabasındaydı ancak Garp Ocakları (Cezayir, Tunus, Trablus) denizcileri karşısında etkisiz kalmışlardı. Hatta esirlerini kurtarıp dolaşım hakkı karşılığında her yıl yüklü bir bedel ödemeyi kabul etmişlerdi. “Berberi Savaşları” ise üstünlüğün ABD’ye geçmesi için bir fırsattı. Söz konusu bölgeler aslında özerk olsa da hukuken Osmanlı toprağı idi. Yani ABD ilk denizaşırı savaşını fiilen değilse bile, hukuken Osmanlı topraklarında yapmıştı! İşte Amerikan Deniz Piyadeleri’nin marşındaki “Tripoli kıyıları”, Osmanlı eyaleti olan Trablus’tu.

 

TWEET’TEKİ TABLO

 

Berberi Savaşları, o yıllarda 13 farklı eyaletin oluşturduğu ABD’de bir ‘ulusal birlik’ ruhu oluşmasında etkili olmuştur. Ayrıca 1805 Derne Savaşı’nın komutanı Stephen Decatur, Amerikan Donanması tarihinde önemli bir yere sahiptir. 1878 yılındaysa savaş ve komutanı, Deniz Malone Carter tarafından bir yağlı boya tabloda resmedilir. Elbette o dönemde bir ressamın Trablus sancağı ile Osmanlı bayrağını ayırt etmesini beklemek söz konusu değildir. İşte Donanma’nın 241. kuruluş yıldönümünde yayınlanan tweet’teki o resim, bu tablodan bir ayrıntı. 

 

200 YILLIK BİR SİMGE

 

Elbette donanma marşı, yani “Marines’ Hymn” sadece filmlerde değil, 19.Yüzyıl sonlarından beri Deniz Piyadeleri tarafından okunuyor. Bugün bile her yeni deniz piyadesi, “Tripoli kıyıları”nı, yani 1805 Derne Savaşı’nı duyarak göreve başlıyor. D.M.Carter’ın Derne Savaşı’nı idealize eden tablosu ise Washington’daki ABD Donanması Ulusal Müzesi’nde yer alıyor. Kısacası, ‘Tripoli kıyıları’ yaklaşık iki yüz yıldan uzun zamandır ABD donanması için ‘ilk zaferi’ sembolize ediyor.

 

Bugünlerde Türkiye ve ABD arasındaki ilişkilerin hayli karmaşık ve gergin olduğu bir dönemdeyiz. Bu ortamda, hassasiyetler yüksek. Hal böyleyken kimsenin söz konusu resmin tarihsel arka planıyla ilgilenmediği açık. İşin ilginci Türkiye’de Berberi Savaşları, “ABD’yi vergiye bağlayan ilk ve tek devlet Osmanlı’ydı” başlığı altında farklı vesilelerle daha önce gündeme gelmişti. Yani mesele aslında kamuoyuna, popüler tarihe tamamen yabancı sayılmaz. Ancak Türkiye’de bilinmeyen Berberi Savaşları’nın marşıyla, tablosuyla ABD Donanması için tarihi bir simge olduğudur. Peki ama bu simgenin söz konusu tweet’te kullanılması beklendik bir seçim mi, yoksa zamanlama manidar mı? En iyisi, bu sorunun cevabını tarihçilerden ziyade sosyal medyadaki yorumculara bırakmak.   

Yazının devamı...
Dünya beşten büyüktür (de…)
8 Ekim 2016

Sayın Cumhurbaşkanı “dünya beşten büyüktür” derken elbette son 70 yılın önemli bir gerçeğini dile getiriyor. Bugün, Birleşmiş Milletler’e üye devlet sayısı 193. Ancak BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinin alınan kararları veto hakkı bulunuyor. Bu da beş ülkenin karar güçlerinin, 188 ülkenin toplamından üstün olması demek. Peki ama ABD, Çin, Fransa, İngiltere, Rusya, aslında dünyanın kaçta kaçını temsil ediyor?... Gelin biz öncelikle bu beş ülkeye “Beş Büyükler” diyelim. Kolaylık olması için de “5B” biçiminde kısaltalım.

 

DÖRTTE BİRE DÖRTTE ÜÇ

 

Dünyanın kara yüzölçümünün yaklaşık %23’ünde, Beş Büyükler’in bayrakları dalgalanıyor. 5B, dünya nüfusunun doğrudan %26,5’unu temsil ediyor. Yani dünya üzerindeki her 4 kişiden birinin Güvenlik Konseyi’nde bir daimi temsilcisi var. Bu azımsanacak bir oran değil ama vetocu sadece İngiltere veya Fransa olursa temsil oranı çok azalıyor.

 

DÜNYANIN YARISI VE FAZLASI

 

Sıra üretime geldiğinde ise 5B ‘azınlık’ olmaktan çıkıyor. Dünyadaki toplam Gayrı Safi Yurt İçi Hasıla’nın yaklaşık %50’si Beş Büyükler tarafından üretiliyor. Tabii buna 5B kaynaklı uluslararası sermaye hareketlerinin etkisini de eklemek gerek. Nitekim en fazla gelir elde eden 50 şirketin 33’ü; en büyük 2000 şirketin 916’sı; en değerli 100 markanın 79’u Beş Büyükler’e ait. Ayrıca 5B, dünya enerji üretiminin %45’ini doğrudan gerçekleştiriyor. Özetle: Üretim, ekonomik güç ve sermaye birikimi esas alındığında 5B, dünyanın kalanından daha güçlü durumda.

 

MUTLAK HAKİMİYET

 

5B, dünyadaki bilimsel yayınların yaklaşık %45’ini gerçekleştirirken, bu eserlere atıf oranı %50’leri geçiyor. Ar-Ge yatırımlarında ise 5B’nin payı dünya genelinin %60’ı dolayında. Yani dünyadaki özgün fikirler; yenilikler ve buluşlar, ağırlıklı olarak 5B’den çıkıyor.

 

Hal böyle olunca ileri teknoloji şirketlerinde 5B ile ‘dünya’ arasındaki fark ezici boyutlarda. Dünya üzerindeki bilgisayarların yaklaşık %97’sindeki işletim sistemleri ABD kökenli. 5B’nin internet arama motorları, neredeyse %99’luk bir paya sahip. Yani 5B, siber dünyanın neredeyse mutlak hakimi.

 

SİLAHLARIN GÜCÜ

 

Tabii 5B’yi dünyanın geri kalanından ayıran en büyük fark, askeri gücü. Askeri harcamaların yaklaşık % 58’i Beş Büyükler’e ait. Silah ihracatında ilk 15 ülke arasında, 5B’nin payı %76. Küçük bölümü hariç dünyadaki muharip askeri uçaklar ya doğrudan 5B yapımı, ya da onların izniyle üretiliyor. Askeri uyduların %87’sini Beş Büyükler kontrol ediyor. Nükleer silahlara gelince… 5B bu alanda dünyanın mutlak hakimi: Küresel nükleer askeri gücün %99’u Beş Büyükler’in elinde.

 

BM Barış Gücü’nün operasyon maliyetlerinin %52’si Beş Büyükler tarafından finanse ediliyor. Zaten BM bütçesinin %41’ini de 5B karşılıyor. Yani, ‘parası olan düdüğü çalıyor’; ‘altını ve silahı olan kuralı koyuyor’. Kısacası… Dünyanın beşten büyük olduğu muhakkak ama 5B de pek çok kritik alanda dünyanın kalanından büyük.

 

HANGİ ÜLKELERİN DAHA ÇOK HAKKI VAR?

 

Peki ama 5B’nin üstünlüğü BM’deki etkisini haklı çıkarır mı? Bu durumu değerlendirmek için günümüzden 225 yıl öncesine uğramakta yarar var. ABD eşitlikçi bireysel hakları anayasasına 1791’de dahil etti. Öte yandan bu haklar pratikte sadece ‘beyaz’ Protestan erkeklerin eşitliğinden ibaretti. Örneğin zenciler, seçme-seçilme hakkına 1870’te; kadınlar 1920’de; Amerikan yerlileri ise tam olarak 1965’te kavuştular! Yani kağıt üzerindeki hak eşitliği, uygulamada ancak 174 yılda tesis edilebildi. Üstelik nice zorlu mücadeleler sonucunda… Şimdi örneklediğimiz bu süreci, uluslararası düzeye taşıyalım.

 

Evet… Adı, Birleşmiş Milletler ve temelde “insan haklarında eşitliği” savunuyor. Ama pratikte BM’de eşit haklara sahip sadece beş devlet var, ki bunlar II.Dünya Savaşı’ndan galip çıkan büyük güçler. Bu nedenle 70 yıldan beri, ulusal devletlerin varlığının tanındığı, ama onların dünya yönetiminde eşit haklara sahip olmadığı bir tarihsel süreçten geçiyoruz. Bakalım BM, günün birinde, ülkelerin hak eşitliği idealini gerçekten yansıtan bir ‘dünya parlamentosu’ haline gelebilecek mi? Sandığa koşan gariban Hintlilerin, Afrikalıların, Latinlerin zengin Amerikalıların-Avrupalıların başına ‘kendilerinden’ bir lider seçtiği günleri de görür müyüz acaba?

Yazının devamı...