(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Ünal Çeviköz" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Ünal Çeviköz" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Ünal Çeviköz
Diplomat'ı öldürmek...
21 Aralık 2016

Kendi yurttaşları için güvenli olma özelliğini zaten çoktan yitirmişti. Yabancı turistler için de öyle. Ama terör yabancı diplomatları da hedef almaya başlayınca Türkiye'nin aydınlık bir geleceği olduğundan söz edebilmek daha da güçleşiyor.

 

Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkilerin son bir yılı çok çalkantılı geçti. 24 Kasım 2015 tarihinde Türkiye tarafından bir Rus askeri uçağının düşürülmesi ile başlayan olumsuzluğun aşılması kolay olmadı. Hala iki ülke arasındaki ikili ilişkilerin tam anlamıyla normale döndüğünü söylemek güç. Bunun için iki tarafın da daha çok çalışması gerekiyor.

 

Büyükelçi Andrey Karlov'un katli hakkında çeşitli yorumlar yapılıyor. Hem Rusya'da, hem Türkiye'de olayın iki ülke arasındaki ilişkileri bozmak maksadıyla planlanmış bir provokasyon olduğu iddiaları dile getiriliyor.

 

Bu cinayetin iki ülke arasındaki ilişkileri bozabilecek bir plan olarak düşünülmesi basit bir izah tarzı gibi gözüküyor. Suriye'de iki ülkenin birbirine karşıt kamplarda yer aldıkları ve Suriye Savaşı'nın birbirine hasım iki yerel aktörünü destekledikleri bilinirken, aralarını bozmak için bir de Büyükelçi'nin katline ihtiyaç duyulmasına inanmak "üst akıl" diye tarif edilen fanteziye hak etmediği bir paye vermek anlamına geliyor. 

 

Katilin öldürülmesi bu olayın ardındaki sır perdesini karanlıkta bırakacak. Dolayısıyla, olayı açıklamak için ortaya konan tüm görüşler objektif verilerle değil sübjektif değerlendirmeler ve kurulan bağlantıların yorumu üzerinden üretilecek.

 

Aslında Moskova'da yapılan son Rusya-İran-Türkiye toplantısı Suriye'deki savaşın seyri bakımından önemli bir dönüm noktası oluşturdu. Bu sonuç Karlov'un öldürülmesine rağmen elde edildi. 

 

Üç ülke şimdi Suriye'de muhalefet unsurlarıyla rejim arasında ateşkesin sağlanması için kolaylaştırıcı ve ateşkesin garantörü rollerini oynayacaklar. Bir diplomatın katline rağmen diplomasiye verilen önem Moskova toplantısıyla kanıtlandı.

 

Rusya haber kaynaklarında eylemi, adını "Şam'ın Fethi" olarak değiştiren Al Nusra örgütünün üstlendiği görüşü dile getirildi. Bu haber teyide muhtaç. Olaydan kısa bir süre önce Rusya'nın Türkiye'den Al Nusra'yı  Halep'ten çekilmeye ikna etmesi için talepte bulunduğu ve Türkiye'nin de bunun üzerine gerekli girişimleri başlattığı haberlerine rastlanmış olması eylemi Al Nusra ile ilintilendirmek isteyenlerin kullanabilecekleri gerekçeleri oluşturuyor.

 

Katilin bir polis olması, henüz yirmi iki yaşında olması, çevik kuvvet bünyesinde görev yapmış olması, yüksek düzey heyetlerde koruma görevi icra etmiş olması ve 15 Temmuz'dan bu yana yaşanan bunca çalkantı, tasfiye ve tutuklamalara rağmen hala aktif görevde kalabilen bir devlet memuru olması korkutucu. 

 

Böyle bir profilin münferit davranmış olabileceği ihtimali üzerinde durulmaması da bu korkudan kaynaklanıyor. Zira böyle bir itiraf Türkiye'de benzer profilde başka görevlilerin olabileceği düşüncesini de beraberinde getiriyor.

 

Terörün çağımızda varmış olduğu aşama artık terörle mücadelede de daha farklı bir yaklaşımı zorunlu kılıyor. Bu bela ile sosyolojik, psikolojik hatta ekonomik bir yaklaşımla uğraşmak yerine sorunu sadece örgütsel temelde ele almak artık sonuç vermiyor. 

 

Türkiye artık terörle mücadeleye  başka bir yaklaşımla bakmak zorunda. Avrupa'da bu bakış giderek öne çıkıyor.

 

Bugün terör örgütlerinin eğittikleri, daha sonra eylem için belli talimatlarla donatarak sahaya sürdükleri teröristlerin hala mevcut oldukları biliniyor. 

 

Ancak artık Bekaa vadisi veya başka eğitim merkezlerinde eğitilmeden eylem yapabilen, hedeflerine ve zamanlamalarına ilişkin talimatları sosyal medya üzerinden alan, hatta gerekirse teknik yardımı dahi o araçlarla sağlayan teröristlerin varlığından da söz ediliyor.

 

Daha vahimi, herhangi bir örgütle çağın modern teknolojik iletişim kanalları üzerinden temaslarını sürdüren, ancak ideolojik beyin yıkama dışında herhangi bir net talimat almadan eylem gerçekleştiren teröristler de var. 

 

En tehlikelisi de, herhangi bir örgütle ilişki kurmaksızın, sadece duyduğu sempati sonucu kendi kendine oluşturduğu inanç sistemini terör eylemine dönüştüren "yalnız kurtlar"a da dikkat çekiliyor.

 

Karlov'un katilinin bu kategorilerden hangisine girdiğini belki hiç öğrenemeyeceğiz. Ama Türkiye'de benzer katillerin artık hangi köşede karşımıza çıkabileceğini de kestiremeyeceğiz. 

 

Diplomatlar savaşları önlemek için var. Öldürülmeleri savaşları durdurmuyor. Suriye'de barışa ulaşılacaksa bunun en önemli yolunun diplomasiden geçtiğini herkes biliyor. Karlov'un anısına gösterilecek en büyük saygıyı da bu oluşturuyor.

Yazının devamı...
Suriye'de bugün barış olsa...
18 Aralık 2016

Aslında Suriye'deki mücadelenin yön değiştirmesindeki en önemli etken Rusya'nın 2015 yılının Eylül ayından itibaren savaşa fiilen müdahale etmesiydi. O zamana kadar geçen sürede "muhalefet" olarak adlandırılan ve içinde ılımlı veya aşırı, radikal veya cihatçı bir çok unsuru bir arada bulunduran gruplar Suriye'de Şam rejimine karşı nispeten etkin bir konum elde etmişlerdi. Ancak bu grupların kendi aralarında bir bütünlük yoktu.

 

Yıllar ilerledikçe mücadele Suriye'nin en büyük kentlerinin ve ülke ekonomisinde en önemli katkıyı sağlayan bölgelerinin ele geçirilmesi için yoğunlaştı. Şam, Humus ve Lazkiye'yi kontrol altına alan rejimin önündeki en önemli hedef büyük bir kısmını  muhalefet unsurlarının kontrol altında tuttukları Halep şehriydi. 

 

Rusya'nın müdahalesi savaşın akışını değiştirdiği gibi rejimin işini de kolaylaştırdı. Rejim şimdi ülkenin en büyük kenti olan Halep'i de kontrol ediyor. Bunlara Lazkiye, Humus ve Rusya'nın kendi stratejik çıkarları açısından vazgeçemediği Tartus eklendiğinde Suriye'nin geleceğine ilişkin yeni haritanın da işaretleri ortaya çıkıyor.

 

Batı Suriye, arada sıkışıp kalmış rejim aleyhtarı grupların hala  direndikleri cepler dışında, ülkenin en büyük kentlerini kontrol altında tutan Şam rejiminin yeni coğrafyasını oluşturuyor. Açıkçası, bu safhada rejimin ülkenin ortası ve doğusuna yönelik askeri harekat yapmasını beklemek yanlış olur. Bu aşamada Halep'ten sonraki hedef İdlib'tir. 

 

Esad rejiminin şu sırada kontrol altında bulundurduğu toprakların bilinen Suriye'nin büyük bir kısmını oluşturmadığı belli. Ancak İdlib'in düşürülmesi "rejimin kendi Suriye'si" için şimdilik yeterli olacaktır. Bu da savaşın bundan sonraki safhasında Halep'te yaşananların İdlib'te yaşanması demektir. 

 

İdlib'i düşürebilmenin pek kolay olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Zira İdlib'te daha etkili bir muhalefet birikimi var. Halep'te yaşanan dram ve kıyım rejimin savaşı İdlib'e yönlendirmesiyle birlikte daha da büyüyecek.

 

Suriye'de rejime karşı ayaklanan, farklı düşünceleri olduğu için bir araya gelemeyen ve tek muhalefet olarak güçlerini birleştiremeyen unsurların çoğunluğunun geçtiğimiz son altı yıl zarfında Türkiye ile Suriye arasındaki sınırın geçişkenliğinden yararlandıkları biliniyor. 

 

Bugün bu gruplarda Türkiye'ye karşı ciddi bir kızgınlığın olduğu da söyleniyor. Bu kızgınlığın sebebini Türkiye'nin kendilerine yeterli desteği vermediğini düşünmeleri oluşturuyor. Bu da zamanında Esad'a karşı bu başkaldırıya girişirken Türkiye'ye güvendiklerine işaret ediyor.

 

Türkiye ise savaşın başından beri Esad'a karşı olduğunu söyleyegeldi. Ancak Türkiye'nin Esad karşıtlığının söylemden eyleme geçirilmesinde işin içine Rusya girdikten sonra yaşanan sıkıntılar, muhalefetin rejim karşısında yavaş yavaş gerilemesine yol açtı. 

 

Türkiye Fırat Kalkanı harekatını başlatarak müdahale etmeden önce Suriye problemi karşısında daha güçlü bir aktör görünümü veriyor, sahada bulunan farklı silahlı unsurların davranışları ile ilgili tepkilerini dile getirmekle dahi bu denklemde yönlendirici bir rol oynayabiliyordu. 

 

Askeri harekatın başlamasıyla birlikte Suriye'deki savaşın dinamikleri Türkiye'yi kendi kontrolüne aldıkça bu yönlendirici etki de giderek azaldı. Türkiye'ye güvenerek eyleme geçen unsurların hayal kırıklığı ve kızgınlığı da bundan kaynaklanıyor. Türkiye'nin Fırat Kalkanı harekatını yapmasından değil, bu harekatın kendi bekledikleri sonucu vermemesinden...

 

Türkiye'de, bir gün Suriye'de kaosun biteceğine, ülkelerini terk ederek dünyanın dört bir yanına dağılan Suriye halkının büyük bir kısmının, bu bağlamda Türkiye'ye sığınan üç milyonun üzerindeki Suriyelinin de geri döneceğine inananlar var. Hatta, o gün geldiğinde Suriye'deki topyekün imar ve kalkınma hamlesinde en büyük rolü Türkiye'nin oynayacağını düşünüyorlar.

 

Suriye'de barışın 2016 yılının sonunda sağlanacağını varsayarak,  her sorunun çözüleceğine, büyük bir ihtimalle Türkiye'nin de kabul etmek zorunda kalacağı Esad'lı bir geçiş dönemiyle birlikte bu imar ve kalkınma hamlesinin başlayacağına inandığımız takdirde karşı karşıya kalacağımız tablo gerçekten ürkütücü...

 

2010 yılının sabit fiyatlarından hareket edilerek yapılan hesaplamalara göre, Suriye'nin 2010 yılındaki ekonomik durumuna geri dönebilmesi için 200 milyar dolar yatırım yapılması gerekiyor. 

 

Bu yatırımın sağlanabildiğini varsaydığımız takdirde, ülkenin yeniden imarı ve ekonominin ayağa kaldırılması, sonunda da ancak 2010 yılındaki ekonomik duruma ulaşılabilmesi için on yıl gerekiyor. Yani, Suriye 2027 yılında tekrar 2010 yılındaki ekonomik düzeyine kavuşabilmek için bugün net 200 milyar dolara ihtiyaç duyuyor.

 

IMF ise, söz konusu yatırım miktarının temin edilemeyeceğini, dolayısıyla Suriye'nin kendi öz kaynaklarına daha çok ihtiyaç duyulacağını, ülke dışına giden sermayenin ve insan kaynaklarının geri dönmesi ve ülke içinde tahrip olmuş altyapının yeniden onarımı ve üretim araçlarının yeniden devreye girmesi gerektiğini belirtiyor. Bu koşullar altında ise, ülkenin 2010 yılındaki ekonomik düzeyine yeniden ulaşabilmesi için yirmi yıl gerekeceği söyleniyor.

 

Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, bugün barış sağlansa dahi önümüzdeki on yıllar boyunca gelir dağılımı adaletsizliği, haksızlık, eşitsizlik ve daha nice sorunlarla baş etmek zorunda kalan bir yönetim ile komşu olarak yaşamaya devam edeceğiz. O da Esad rejiminin Halep'ten sonra ateşkes sağlanmasına razı olması ve ülkenin mevcut haliyle barışa ulaşılması halinde...

Yazının devamı...
2017'de küresel ilişkilerin yeni parametreleri
14 Aralık 2016

Yeni sistemi "gevşek çok kutuplu sistem"  olarak tanımlayanların sayısı giderek artıyor.


Bu çok kutuplu ortam değişken gruplaşmalar oluşturuyor ve bu gruplar arasında geçişkenlik artıyor. Bir diğer deyişle, bir aktör birden fazla grupla farklı zamanlarda ve farklı konularda birliktelik gösterebiliyor. Sistemin "gevşek" olarak nitelenmesinin sebebi bu.


Bazı ülke gruplarının, örneğin Avrupa Birliği'nin (hatta belki de NATO'nun) içindeki üyeler bu çok kutuplu ortamın gevşekliği yüzünden ayrı ayrı davranışlarda bulunabiliyorlar. Bu da örgütlerin ve ülke gruplarının bütünlüğünü etkileyen bazı  zaafiyetler ortaya çıkarabiliyor.


Öte yandan, yeni sistem aynı zamanda kendi içinde gizli bir çift kutupluluğu da barındırıyor.


Biraz daha açalım: Yeni sistemin en önemli iki "büyük" aktörünün  ABD ve Rusya Federasyonu olacakları konusunda kimsenin kuşkusu yok. Rusya, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından bu yana geçen yirmibeş yılı toparlanmak, bu yıkımın psikolojik etkilerini aşmak ve yeniden küresel bir aktör olarak görülmek bakımından iyi değerlendirdi.


ABD ise, belli bir süre tek kutuplu sistem içinde en büyük aktör olarak kalmanın verdiği özgüvenle Afganistan ve Irak üzerinde denediği çözüm girişimlerinden dolayı ciddi bir imaj kaybına uğradı. ABD'nin yumuşak güç kullanımını öne çıkaran ve Obama döneminde ABD'nin dış politikasında önemli bir dönüşüm olarak görülen anlayış bu yüzden geliştirildi.


Trump döneminde izlenecek tutumun nasıl olacağı konusu küresel gündemi meşgul eden soruların başında geliyor. Her hal ve karda yeni parametreleri büyük ölçüde ABD-Rusya arasındaki ilişkilerin belirlemeye devam edeceği anlaşılıyor.


Trump'ın bu konuda verdiği işaretlerin çok net olduğunu söylemek güç. Yeni ABD yönetimine getirilen şahsiyetlere bakılırsa Trump döneminin kendi içinde iyi bir ahenk yakalayacağını ummak da hayli zor.


Savunma Bakanlığı'na atanan Orgeneral Mattis'in bir yandan islam dünyasında hızla yayılan radikal ve terörist unsurlara karşı mücadeleyi, bu bağlamda IŞİD'le savaşı önemsediği biliniyor. Öte yandan, Mattis İran'la düzelme yoluna giren ilişkilere de kuşku ile bakıyor.


Ama, en önemlisi Mattis'in Rusya konusundaki düşünceleri. Bu ülkeye karşı yumuşama özellikleri taşıyan bir politikanın doğru olmadığına inanması Mattis'in başına geçeceği Pentagon'un yeni dünya sistemine bakışını da etkileyecek. Pentagon için yeni hasımların IŞİD, İran ve Rusya olarak görüleceği anlaşılıyor.


Trump'ın Dışişleri Bakanı olarak atayacağı Tillerson ile Savunma Bakanı Mattis'in kuracakları çalışma anlayışı herhalde yeni ABD yönetiminin özelliklerinden birini oluşturacak. Tillerson'un Rusya Devlet Başkanı Putin ile tanışıklığı, Rusya ile olan ilişkilere daha olumlu bakması, Trump'ın da yeni dönemde Rusya ile birlikte çalışabilmenin koşullarını yaratmak için çaba harcayacağını dile getirmiş olması ister istemez Dışişleri Bakanlığı ile Pentagon arasındaki geleneksel görüş farklılıklarının Trump döneminde de devam edeceğine işaret ediyor.


Avrupa Birliği ile ABD arasında Rusya'ya karşı izlenecek tutum konusundaki görüş birliğinin ise giderek zayıflamakta olması dikkati çekiyor. Rusya'nın 2014 yılında Kırım'ı ilhakı ve Ukrayna'nın toprak bütünlüğünü ihlali sonucunda "Batı"nın Rusya'ya karşı uyguladığı yaptırımların son zamanlarda giderek daha çok sorgulandığı gözden kaçmıyor. Rusya da, geçmişte Sovyetler Birliği döneminde yapıldığı gibi, Batı toplumları ve ittifakları içindeki görüş farklılıklarını istismar etmek için fırsat kolluyor.


Sovyetler Birliği döneminde Avrupa ülkelerindeki sol akımlar Moskova tarafından desteklenirdi. Bugün ise Rusya ile olan ilişkilerde sertlik yanlısı tedbirler yerine daha yumuşak politikalar izlenmesini savunan grupları aşırı sağ gruplar oluşturuyor.


Örneğin, Rusya'nın Fransa'da Marine Le Pen'in başında olduğu Ulusal Cephe hareketine, İtalya'da ise Beş Yıldız ve Kuzey Ligi hareketlerine finans desteği sağladığına ilişkin duyumlar dikkati çekiyor. Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan'da da Rusya ile olan ilişkilerin içinde bulunduğu durumdan memnun olmadıklarını dile getiren siyasi partilerin sayısı az değil.


Türkiye'ye gelince, son zamanlarda kendilerine "Avrasya'cılar" adı verilen bir grup ortaya çıktı. Bunlar Türkiye'nin batı ile olan ilişkilerine daha fazla mesafe koyması gerektiğini, İran ve Rusya ile daha yakın eşgüdüm içinde bulunmasının yararlı olacağını savunuyorlar.


Bütün bu gelişmeler Rusya'nın gerek AB gerek NATO içinde farklı görüş ve düşüncede olan gruplarla yakınlaşmasına, onların oluşturdukları fay hatlarının genişlemesi için çalışmasına yardımcı oluyor. Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilere bakarken bu tespiti de hatırda tutmak gerekiyor.


Özetlemek gerekirse, uluslararası ilişkilerde yeni düzenin parametrelerini üç temel soru oluşturuyor: ABD ile AB arasındaki bütünlüğün ne ölçüde zayıflayacağı; AB'nin kendi içindeki tutarlılık ve dayanışmanın ne ölçüde sürdürülebilir olacağı; ABD ile Rusya arasındaki ilişkilerin nasıl tanımlanacağı.


Bizi en çok ilgilendiren, bu belirsizliklere gebe, gizli çift kutupluluğa doğru evrilme eğilimi taşıyan, gevşek çok kutuplu sistem içinde Türkiye'nin kendine nasıl bir yer bulacağı.


Türkiye'nin iki önemli sıkıntısı var: biri ülkenin güvenliğini ve istikrarını doğrudan etkileyen Suriye sorunu, diğeri ise ona bağlı olarak giderek büyüyen Kürt sorunu. Bu sorunlar sadece Türkiye'yi değil bölgenin geleceğini ve dünyayı da ilgilendiriyor. Dolayısıyla, ABD, Rusya ve gevşek çok kutuplu sistemin diğer aktörlerinin bu sorunlar hakkında aralarında varacakları anlayış Türkiye'nin kendine aradığı yerin anlaşılmasına da yardımcı olacak.


Türkiye bu konularda sözünü ettiğimiz aktörlerin hiçbirinin politikalarıyla uyumlu davranamıyor. Açıkçası, içinden kolaylıkla çıkılamayacak bu denklem Türkiye'nin temel dış politika sorunu olmaya devam ediyor.

Yazının devamı...
Başkan'ın adamları
11 Aralık 2016

Yazık ki, terörle iç içe yaşamayı Türkiye insanına kanıksatmaya doğru giden bir dönemden geçiyoruz. Bu haliyle bakıldığında tüm dünyada Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne üyelik müzakerelerini  sürdüren bir aday ülke olarak görmek yerine, Avrupa'nın yanı başında kaosla boğuşan, komşuları Irak ve Suriye'ye gün geçtikçe benzeyen ve artık güvenlik riski son derece yüksek hale gelen bir ülke olarak görenlerin sayısı da artıyor.



Türkiye'yi böylesine keder ve acı içinde bırakan terör olayı yakın coğrafyamızda son birkaç gün içinde bir çok ülkede tekrarlandı. Bunların tümü bir arada ele alındığında, terör saldırılarını IŞİD'in varlığını korumak için yaptığı son çırpınışlar olarak görmek de mümkün. IŞİD sadece Irak ve Suriye'de değil, son haftalarda Libya'da da sıkıştı.



İstanbul'daki terör saldırısını kim gerçekleştirmiş olursa olsun Türkiye'nin Suriye'de bir savaşın içinde olduğu, kendi toprakları üzerinde de PKK ile savaştığı unutulmamalı. Terör örgütlerinin her birinin "dava" adını verdikleri farklı güdüleri olabilir. Bu durum aralarında işbirliği yapmalarını engellemez. Sonuç itibariyle terörün en temel hedefi kurulu düzeni, sosyal, siyasi, ekonomik dengeleri ve ahengi olumsuz yönde etkilemek, kaosa sebep olmak ve yönetilemezlik durumunu yaratmaktır.



Bu hedefi belirlemiş olan terör örgütleri dünya üzerinde yaşamı o derece etkilemektedir ki, güvenlik ve terörle mücadele refah ve demokrasinin artık kolaylıkla göz ardı edildiği rejimlerin de hortlamasına yol açabilmektedir. Dünya'nın bugün karşı karşıya olduğu en önemli sorunu da bu durum oluşturuyor.



Teröre karşı güvenlik maksadıyla alınan önlemler ayırımcılığı, yabancı düşmanlığını körüklüyor, demokratik hak ve özgürlüklerin askıya alınmasına yol açıyor, basın ve medya üzerinde amansız bir baskı oluşturuyor, ülkelerin daha fazla içine kapanmalarına sebep oluyor.



Bunun sonucunda da siyasi yelpazede giderek daha aşırıcı, daha radikal önlemler almayı savunan, toplumları daha çok bölen, bu çıkmaza daha otoriter rejimlerin çare olacağını savunan ve bu söylemlerle iktidara gelen, aynı yöntemlerle de  iktidarlarını sürdüren liderlerle karşılaşılıyor.



ABD'de yapılan başkanlık seçimleri bu ülkenin toplumunu belki de tarihinde  ilk kez bu denli kutuplaştırdı. Donald Trump'ın seçim kampanyası sırasında kullandığı söylem yabancı düşmanlığını körükleyici, din ve etnik köken üzerinden ayırımcılık yaratan bir tona sahipti. ABD toplumu, sonuç itibariyle Demokrat Parti adayını daha çok tercih ettiğini oylarıyla gösterdi. Ancak seçim sistemi iki aday arasında önemli sayıda oy farkı olmasına rağmen Donald Trump'ın başkanlığını getirdi.



Bundan sonra umulan Trump'ın kampanyada kullandığı söylemini geride bırakacak, toplumda yarattığı kutuplaşmayı giderecek, uzlaşmayı ve yeniden birleşmeyi sağlayacak bir başkan olması idi. Trump'ın ABD'nin yeni yönetimini üstlenecek kişilerle ilgili tercihleri Aralık ayının başından beri tek tek belirlenmeye başladı. Her isim ABD'de Trump'ın daha uzlaşmacı ve uzlaştırıcı bir lider olmak yerine hem içeride hem dışarıda daha keskin ve gerilimci politikalar izleyecek bir kadro oluşturduğunu gösteriyor. Bu da endişeleri artırıyor.



Yeni kabinenin en dikkat çekici iki ismini Savunma Bakanı ve İçişleri Bakanı oluşturuyor. Pentagon'un başına Trump emekli Orgeneral James Mattis'i aday gösterdi. İçişleri Bakanlığı'na da emekli Orgeneral John Francis Kelly seçildi.



Savunma Bakanlığı için düşünülen Mattis aslında Trump'ın İran konusundaki düşüncelerini destekleyen, İran'la yapılan nükleer anlaşmanın hata olduğunu savunan bir asker. Bununla beraber, anlaşmanın imzalanmış olması nedeniyle şimdilik beklemek gerektiğini düşünüyor, İran'ın nükleer güç haline gelme sevdasından asla vazgeçmeyeceğine, dolayısıyla ileride İran ile bir çatışmanın kaçınılmaz olabileceğine inanıyor.



Birinci Körfez Savaşı'nda, Afganistan'da ve Irak'ta görev yapmış, CentCom komutanlığını yürütmüş. IŞİD'i ise İran'ın bölgedeki nüfuzunu artırmasına yardımcı olan bir gelişme olarak görüyor. İsrail-Filistin meselesinin hallini de iki devletli çözüm çerçevesinde öngörüyor.



İçişleri Bakanlığı'na getirilmesi düşünülen Kelly de SouthCom komutanlığı yapmış ve emeklilik öncesi son olarak Güney Amerika ile ilgili görevde bulunması nedeniyle meşhur Guantanamo Bay hapishanesinden de sorumlu olmuş. Bu esir  kampının kapatılmasına karşı olan tutumuyla hatırlanıyor.



Kelly Trump'ın özellikle Meksika sınırı ile ilgili düşüncelerine yakın duran bir asker. Kendisi gibi asker olan oğlunu Afganistan'da 2010 yılında kaybetmiş. ABD basınının Irak ve Afganistan hakkındaki eleştirilerini uygun bulmayan, dolayısıyla Trump'ın son zamanlarda basın ile ilgili düşünceleriyle de uyumlu politikalar izleyebileceğinden kuşkulanılan Kelly'nin atanmasından en çok insan hakları dernekleri endişe duyuyorlar.



Sadece bu iki atama dahi ABD'de şimdiden tedirginlik yaratmış durumda. Trump'ın seçtiği adayların sertlik yanlısı olmaları önümüzdeki dönemde ABD'de Başkan'ın otoriter eğilimlere  sahip olacağına işaret ediyor. ABD toplumu gerginliğin, bölünmüşlüğün ve ayırımcılığın artacağından endişe duyuyor.



ABD'de Başkanlık sistemi beklenenin aksine demokrasi için umut vaat etmiyor. Aksine, bu sistemi demokrasiden uzaklaştırabilecek niteliklere sahip olan bir Başkan'ın insan hak ve özgürlüklerinin geriletilmesine yol açması da mümkün görülüyor.



ABD'de böyle bir olasılıktan söz edilebileceği dahi kimsenin aklına gelmezken, bugün bu tehlike ciddi olarak tartışılıyor. Yirmibirinci yüzyılın insanlık tarihi için pek de parlak umutlarla dolu olmadığı korkusu artıyor.

Yazının devamı...
Dünya gerçekten hayret ediyor
7 Aralık 2016

Bu ilk iki ziyaret artık kanıksanan bir uygulama olduğu için Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasındaki genel eğilim hakkında en önemli işareti veren üçüncü ziyarettir. Bu ziyaretin hangi ülkeye yapılmış olduğu siyasi mesaj içerir.

 

Başbakan Binali Yıldırım'ın üçüncü ziyaretini Rusya Federasyonu'na yapması sadece Türkiye-Rusya ilişkileri bakımından değil Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasının önümüzdeki dönemde izleyebileceği yönelim açısından da böyle bir mesaj içerdiği algısı yaratıyor.

 

Aslında şu sırada Türkiye'nin ilişkilerini en iyi ve en canlı tutması gereken ülkelerin başında doğal olarak Rusya geliyor. Bundan bir yıl önce bir Rus uçağının hava kuvvetlerimiz tarafından düşürülmesi nedeniyle soğuyan ikili ilişkilerin bu yazın başlarından itibaren yeniden normalleştirilmesi çabaları sürüyor.

 

Türkiye'nin dış ticaretinde yaşanan daralma ve ekonominin karşı karşıya olduğu sıkıntılar da önemli bir ihracat pazarımız olan Rusya ile ticaret hacmini yeniden yükseltmemizi gerekli kılıyor. 2016 yılında tam bir çöküş yaşayan Türkiye turizmi 2017'de Rus turistlerin yeniden Akdeniz sahillerimize akın etmesini dört gözle bekliyor.

 

Enerji bakımından tamamen dışa, ağırlıklı olarak da Rusya'ya bağımlı olan Türkiye'nin bu ülke ile ilişkilerini iyi tutması bu nedenle de önem taşıyor.

 

Rusya için ise Türk Akımı isimli doğal gaz boru hattı projesi Türkiye ile olan ilişkilerin en önemli boyutunu oluşturuyor.  Başbakan Yıldırım'ın ziyareti sırasında Rusya Devlet Başkanı Putin bu konuda varılan mutabakat ve imzalanan anlaşma nedeniyle Türkiye'ye olan minnettarlığını açıklık ve samimiyetle dile getirdi.

 

Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin bu denli samimi bir havaya bürünmesi tüm dünyada hayretle izleniyor. Bu hayret Türkiye'nin NATO üyesi olmasından, iyi ilişkiler sürdürmeyi ve tam üyelik dışında bir formülü asla kabul etmeyeceğini açıkladığı Avrupa Birliği'nin Rusya'ya yaptırım uygulamakta olmasından ve Türkiye'nin Suriye'de Rusya'nın desteklediği Esad rejimine karşı olmasından kaynaklanıyor.

 

Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin bu şekilde hızlı bir ivme yakalaması ve karşılıklı ziyaretlerin artması elbette Türkiye'nin NATO üyeliğinden uzaklaştığı anlamına gelmiyor. Öte yandan, AB Bakanı Brüksel'e daha yeni ziyaret yapmış ve Türkiye'nin AB ile olan ilişkilerini ne kadar önemsediğimizi anlatmış iken, kimse Türkiye'nin apar topar Şanghay İşbirliği Örgütü'ne üye olacağını da beklemiyor.

 

Halep'teki durum ise bunların tümünden farklı bir şekilde gelişiyor. Suriye'deki savaşın, rejim açısından bakıldığında, artık sonuna doğru yaklaşıldığı düşüncesi giderek artıyor. Esad Şam ve Humus'tan sonra rejime karşı direnişin ayakta kaldığı yegane büyük kentin Halep olduğunu, bir yıldır bu kentin etrafında sürdürülen kuşatmanın artık sonuna gelindiğini, Halep'in düşmesiyle birlikte Suriye'deki iç savaşın önemli bir dönüşüm geçireceğini açıkladı.

 

Halep'te sıkışmış bulunan 200.000 kişinin gıda, ilaç ve her türlü yardıma muhtaç şekilde tam bir insani trajedi ile karşı karşıya bulunduğu bir sırada ABD, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya ve İngiltere liderleri ortak bildiri yayınlayarak bu durumdan Esad rejimi, Rusya ve İran'ın sorumlu olduklarını tüm dünyaya duyurdular.

 

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri daha da ileri giderek Halep'te "savaş suçu işlendiği" ifadesini kullandı. Birkaç gün önce Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne sunulan ve Halep'te ateşkesin sağlanması çağrısında bulunan karar tasarısı ise Rusya ve Çin tarafında veto edildi.

 

İşte tüm dünyanın gözleri önünde Halep'te devam eden bu trajediye rağmen Türkiye ile Rusya arasında bu denli bir sıcak ilişkinin sürüyor olmasına sadece müttefikler değil Arap alemi ve Suriye'deki muhalifler de gerçekten hayret ediyor. Muhtemelen Türkiye içinde de hayret edenler vardır.

 

Türkiye'nin Rusya ile ilişkilerinin önemsenmesini gerektiren ihtiyaçlar Halep'te yaşanan trajedi karşısında sesimizi fazla yükseltemememize yol açıyor. Bununla beraber, Başbakan Yıldırım'ın Rusya ziyareti sırasında ikili ilişkiler kadar bölgesel meseleler ve dünya meselelerinin de ele alındığı belirtildiğine göre, Suriye'deki durumun da kapalı kapılar ardında konuşulduğunu ve bu konuşma sırasında kamuya açık olarak söylenemeyenlerin Rus muhataplara iletildiğini ummak gerekiyor.

 

Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerde yeniden kurgulama harekatı özenle sürdürülüyor. Ancak Türkiye'nin dış politikasının yeniden başarılı bir grafik yakalaması için dış ilişkilerin bir o yana bir bu yana yalpalanarak sürdürülmesi yerine atılan adımların başkalarına mesaj vermek için olmadığını güçlü biçimde kanıtlamak gerekiyor. Dış politikada inanılırlık ve güvenilirlik ancak bu şekilde sağlanabiliyor.

Yazının devamı...
Değişim olacak mı?
4 Aralık 2016

Van Der Bellen ile Hofer arasındaki yarış aslında Avusturya'nın Avrupa Birliği içindeki yerini de belirleyecek bir seçime dönüşmüştü. Aşırı sağcı aday Hofer seçimleri kazandığı takdirde ülkenin AB'den çıkması için bir referandum düzenlenmesi taraftarı olduğunu söylüyordu. Avusturya seçmeni Van Der Bellen'i seçerek ülkenin AB içinde kalmasını istediğini de göstermiş oldu.

 

Bu seçim AB ülkelerine ve Brüksel'e yeniden güven getirdi. Kolay değil; daha altı ay önce Birleşik Krallık'ın AB'den çıkma kararıyla sonuçlanan bir referandum düzenlenmiş, bu karar Avrupa'da benzer bir akımın yayılmasına yol açmıştı.

 

Bazı Avrupa ülkelerinde benzer görüşleri savunan siyasi liderler var. Örneğin,  Fransa'da Marine Le Pen'in de bu yaklaşım içinde olduğu biliniyor.

 

Avusturya'daki seçim sonucu AB'de merkezkaç dinamiklerin biraz olsun yatışacağı ümidinin belirmesine yol açıyor. Ancak asıl sınav gelecek yıl Fransa'da yapılacak seçimlerde verilecek. François Fillon'un merkez sağın adayı olacağının anlaşılması ve Cumhurbaşkanı François Hollande'ın gelecek yıl seçimlerde aday olmayacağını açıklamasıyla birlikte 2017'nin en önemli siyasi olayı olarak Fransa'daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri daha şimdiden Avrupa siyasi gündeminin en üst sırasına oturdu.

 

Fransa'da sol Hollande ile büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Hollande aday olmasa dahi, yerine kim aday gösterilirse gösterilsin, bu adayın seçimlerde ikinci tura kalmasının dahi güç olacağı söyleniyor. Dolayısıyla yarışın François Fillon ile Marine Le Pen arasında geçeceğine neredeyse kesin gözüyle bakılıyor.

 

Yirmibirinci yüzyılın en önemli gelişmelerinden birini bu siyasi ayrışma oluşturuyor. Tüm dünya üzerinde ilerleyen milliyetçi popülizm yüzünden artık seçmenler dünya görüşü, siyasi ve ekonomik söylem, sosyal politika konularında sağ ve sol arasında bir seçim yapmak yerine sağın içinde merkez sağ ve aşırı sağ arasında bir seçim yapmak tercihiyle karşı karşıya kalıyorlar. Sol ideoloji tüm dünyada geriliyor. Fidel Castro'nun ölümüyle birlikte artık hükmünü yitirdiği dahi ileri sürülebiliyor. Ne hazin...

 

Ancak mesele sadece sağcı akımların siyaset sahnesini bu şekilde işgal etmesi değil. Sorun aşırı sağcı akımlarla mücadele etmek için merkez sağ ve liberal siyasi görüşü temsil eden partilerin de söylemlerini aşırılaştırması. Bu durum tüm dünyada siyasetin giderek daha milliyetçi, ırkçı, yabancı düşmanlığı eğilimli ve korumacı bir hal almasına yol açıyor.

 

Daha vahimi var. Sağın kendi içindeki bu rekabet solu da olumsuz etkiliyor. Sosyal demokrat düşünceye sahip olanlar popülizmin bu denli rağbet görmesinden etkileniyorlar ve adeta onlarla yarışır gibi kendi ideallerinden, hümanist dünya görüşlerinden uzaklaşmaya, ulusalcılaşmaya ve alternatif olmak yerine sıradanlaşmaya başlıyorlar. Fransa'nın da başına gelen bu.

 

Dünyanın bu hale gelmesinin elbette çeşitli nedenleri var. Akla gelen ilk suçlu küreselleşme. Küreselleşmenin hızla yaygınlaşması gelişmekte olan ekonomileri de hızlı etkiledi. Küresel paylaşımdan pay kapma çabası içinde gelişmiş ekonomilerle rekabete giren gelişmekte olan ekonomilerin en büyük sıkıntısı bu rekabeti sürdürülebilir kılacak yapısal düzenlemelerden yoksun olmalarıydı. Bu nedenle, küreselleşme onların kalkınmalarına bir ölçüde yardımcı olsa da genel olarak gelişmiş sanayi toplumlarına ve onların kontrol ettiği sermaye dolaşımına daha çok yaradı.

 

Hal böyle olunca, gelişmekte olan ülkelerin gördükleri kısa dönemli büyüme hızları yavaş yavaş azaldı. Küresel düzeyde görülen ekonomik daralma sonucu büyüme tüm dünyada  yavaşladı. Bu defa sadece gelişen ekonomilerin kendi içlerindeki gelir dağılımı dengesizliği değil, gelişmiş ekonomilerdeki adaletsizlik, eşitsizlik ve dengesizlik de giderek daha derin bir hal almaya başladı. Küresel düzeyde gelir dağılımındaki paylaşmaya bakıldığında toplamın yarısını %1'lik refah grubu alırken kalan %99 da diğer yarıyı paylaşmaya çalışıyor.

 

Bu kötü gidişin çaresi mevcut siyasi partiler ve onların temsil ettiği görüşler yerine kurulu düzene meydan okuyan siyasi akımların desteklenmesinde aranıyorsa kendini yenileyemeyen siyasette de büyük sorumluluk var demektir.

 

Dünyada barışa, her türlü eşitsizliğin ortadan kaldırılmasına, insanca yaşamaya ve insana dönük politikaları geliştirmeyi hedef alan akımlara, yöneticilere her zaman olduğundan daha çok ihtiyaç var. Toplumları kendi içinde kutuplaştırmayan, siyasi, dini, mezhepsel, etnik ve daha birçok benzeri fay hatları yaratmayan, toplumsal uzlaşıyı yaşam tarzı olarak benimseyen insanlara her zaman olduğundan daha çok ihtiyaç var.

 

Sadece kendi toplumları için değil, bitişik, komşu ve diğer coğrafyalarda yaşayan halklara karşı da husumet ve düşmanlık yerine insanca yaklaşımlar benimseyen, yayılmacılık yerine yapıcılık gösteren, rejimleri değiştirmek yerine onların kendi halklarına daha sevecen bakmalarını sağlayacak söylemler kullanan liderlere ihtiyaç var.

 

Fransa'da sol bunu başaramadığı için geriliyor ve kendi seçmenini dahi tercihini sağın içinde yapmaya zorluyor. Artık her  yerde değişim zamanı. Bunun ilk parıltısının Avusturya'da görüldüğünü mü ummalıyız acaba?

Yazının devamı...
100 günde "Fırat Kalkanı"ndan "Şam Kılıcı"na nasıl geldik?
30 Kasım 2016

Türkiye'nin bu harekatı başlatmasının elbette uluslararası hukuk açısından meşruiyeti olduğu kabul edilmeliydi. Türkiye IŞİD'in kendi topraklarına roket saldırısında bulunmasını, Türkiye'de terör eylemleri yapmasını ve Türkiye-Suriye sınırını bu terör eylemlerine girişmek için kullanmasını meşru müdafaa hakkı doğmasına sebep olarak görüyordu.

 

Uluslararası toplum da bu görüşü kabullendi. Bu harekatın başlamasına en önemli tepkinin Suriye devletinden gelmesi beklenirdi. Rusya, Türkiye'nin IŞİD'e karşı mücadelesini haklı gördüğünden Şam rejimini bu konuda sessiz kalması için ikna etti.

 

ABD Türkiye'nin Suriye'de terörle mücadeleye bu şekilde aktif olarak katılmasından memnuniyet duydu, zira ortak düşman IŞİD'e karşı sahada fiilen elini taşın altına koyan bir müttefik daha bulmuştu. Türkiye ile PYD arasında uyuşmazlıklar olsa da, sonuçta herkes IŞİD ile savaşıyordu.

 

İran da benzer bir yaklaşım içinde oldu. Önce Suriye topraklarına TSK'nın fiilen müdahalede bulunmasına alçak tonlu serzenişlerle tepki gösterdiyse de, bu itirazları çok uzatmadı. Ne de olsa kendi de Suriye topraklarında kah IŞİD'e karşı kah Suriye muhalefetine karşı savaşan silahlı unsurlar bulunduran ülkelerden biriydi.

 

Bir süre sonra Türkiye'nin doğuda Cerablus'tan başlayan harekatı batıda Çobanbeyli üzerinden desteklenerek genişletildi. Artık Türkiye Suriye topraklarının kuzeyinde kendi sınırı boyunca kesintisiz ve IŞİD'den arındırılmış bir bölge oluşturmak maksadıyla hareket ettiği konusunda uluslararası kamuoyunun güçlü desteğine sahipti.

 

Zaman geçti, Türkiye hedef büyüttü. Türkiye için Suriye'de savaşılan tek düşman IŞİD değildi. Aynı zamanda PYD/YPG de Türkiye'nin kendine güvenlik tehdidi oluşturduğunu düşündüğü bir oluşumdu ve bu tehdide karşı Türkiye önlem almalıydı.

 

Suriye'nin kuzeyinde bu tehdidi kalıcı hale getirecek bir "Kürt bölgesi" oluşumuna izin vermemek için Türkiye Suriye'de ikinci düşmana karşı da savaşmaya başlamıştı. Doğu'da Membiç, batıda Afrin bölgelerinde konum edinen Kürt unsurların birbirleriyle birleşmelerinin engellenmesi, Kürt unsurların Membiç'i terk etmesi tanımlanan yeni hedef olmuştu.

 

Zaman içinde harekat daha da genişledi. Halep'in yakınlarındaki El-Bab Türkiye'nin bu PYD odaklı hedefini engellemek için önemli bir konum oluşturuyordu. TSK hedefi daha da güneye doğru genişleterek El-Bab'a girmeye odaklandı.

 

El-Bab IŞİD'in güçlü bir savunma hattı oluşturduğu yerdi. Türkiye'nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu, diğer Suriye'li muhalif unsurlar ve TSK El-Bab'a yaklaştıkça Fırat Kalkanı harekatında can kayıpları da artmaya başladı.

 

Türkiye'nin hedefleri büyüyüp, derinleşip, genişleyip yaygınlaştıkça Türkiye'nin haklılığına duyulan saygı da azalmaya başladı. ABD Türkiye'nin PYD ile savaşmasını istemiyordu, zira bu durum IŞİD'e karşı oluşan ittifakı zayıflatacaktı.

 

Rusya Türkiye'nin desteklediği muhalif unsurların Halep'e çok yaklaşmasını istemiyordu, zira bu durum rejim güçleriyle muhalefet unsurlarını karşı karşıya getirme riski taşıyordu.

 

İran Türkiye'nin hedefleri dallanıp budaklandıkça Suriye'deki dengelerin değişeceğinden endişe duymaya başlamıştı.

 

Son günlerde yaşanan bazı gelişmeler Suriye'deki durumu artık iyice kontrolden çıkardı. Rejim, Rusya'nın da hava desteğiyle, Halep'in doğusunda uzun süredir delemediği muhalefet duvarını aşarak önemli bir hamle yaptı. Bu durum 200.000 rejim muhalifinin birdenbire yeni bir insani trajediyle karşılaşacak şekilde sıkışmasına yol açtı.

 

Rejimin bu hamlesi aslında ABD'de yeni yönetimin göreve başlamasıyla birlikte uluslararası toplumun ateşkesi zorlayacağı ve Cenevre'de barış görüşmeleri için yeniden masaya oturmaya yaklaşıldığı düşüncesinden kaynaklanıyor. Rejim masaya daha fazla toprak kontrol eder konumda oturmak istiyor.

 

Türkiye'nin desteklediği unsurların Halep'in doğusuna ve El-Bab'a bu kadar yaklaşmasından duyduğu rahatsızlığı da 24 Kasım'da dört askerimizin şehit düşmesine yol açan hava saldırısıyla gösterdi.

 

İki gün önce Türkiye'nin Fırat Kalkanı Harekatı'nın asıl hedefinin Suriye'deki Esad rejimini yıkmak olduğunu tüm dünya ile birlikte  öğrendik.

 

Aslında tüm dünya böyle gizli bir hedeften hep kuşkulanıyordu da, bir türlü konduramıyordu. Şimdi eteklerde dökülmeyen taş kalmadı. Fırat Kalkanı "Şam Kılıcı"na dönüşmüş durumda. Yani, bir savunma, korunma ve kalkan harekatı değil, bir saldırı, rejim değiştirme ve toprak kazanma harekatı.

 

Reuters Türkiye'nin bu yeni hedefi hakkında Rusya'nın bir açıklama beklediğini duyurdu bile.

 

Türkiye artık yalnız. Hatta, hem IŞİD'le, hem PYD ile, hem de Şam'la savaşması yetmiyormuş gibi, hem Rusya'yı, hem ABD'yi hem de İran'ı karşısına almış durumda.

 

Rusya ve İran görünür bir gelecekte Suriye'de geçiş döneminin Esad'la olması gerektiği konusunda hemfikir. Donald Trump da ABD'nin bu görüşte olduğunu açıkladı. Demek ki, IŞİD'le mücadeleyi önceleyen, geçiş döneminde Esad'ın bir muhatap olarak kalmasını öngören Rusya, İran ve ABD'ye karşı Esad'ı devirmek için yola çıkan bir Türkiye!

 

Suriye'de işler iyice karıştı. Hepimize kolay gelsin.

Yazının devamı...
Kıbrıs,Avrupa Birliği,Türkiye... Çözüm ne?
27 Kasım 2016

Oysa ne güzel "Bu yılın sonundan önce mutabakat sağlanacak, 2017 ilkbaharından önce de referandum yapılacak" söylemiyle dünya kamuoyunun gündeminde Kıbrıs yeniden  öne çıkmıştı. Görüşmeler kesilince taraflar alışıldığı üzere birbirlerini suçladılar.

 

Rum tarafının hedefi 2004 yılında yapılan referandumda reddettikleri Annan Planı'nda tatmin olmadıkları unsurları Türk tarafına kabul ettirmek. Son görüşmelerde de aşırı taleplerle bu hedefe ulaşmak için Türk tarafını zorladılar. 

 

Türk tarafı olabilecek en makul ve en ileri adımları atsa da sonuç aynı. Rum tarafı adada Türklerle yönetim paylaşımı istemiyor. Öyleyse zorlamaya da gerek yok.

 

Kıbrıs sorunu yıllarca Türkiye'nin AB üyelik müzakereleri sürecinin  önündeki en büyük engel olarak görüldü. 2004 yılında, bugün hemen hemen tüm dünya tarafından yanlışlığı kabul edilen bir adım atarak çözümlenmemiş bu sorunun taraflarından birini üyeliğe kabul eden AB bu davranışıyla sorunu kendi içine de ithal etmiş oldu. 

 

Böylelikle Kıbrıs sorunu ve Türkiye-AB ilişkileri karşılıklı etkileşimle birbirini bütünleyen bir pakete dönüştü. Güney Kıbrıs Türkiye'nin üyelik müzakerelerinde birçok faslın açılmasına engel oldu. Hala da oluyor.

 

Son zamanlarda gerek AB içinde, gerek Türkiye'de, gerekse AB-Türkiye ilişkilerinde yaşanan gelişmelere baktığımızda, Türkiye'nin AB'ye tam üye olabilmesinin artık bir hayal haline geldiği görülüyor. Durum bu ise, Kıbrıs sorununun çözümü için çaba göstermeye de gerek kalmıyor.

 

Artık parametrelerin değişmesi gerekiyor. AB üyelik sürecimizi  canlandırmak için Kıbrıs sorununun çözümünü beklemek yerine, Kıbrıs sorununun çözümüne ulaşmak için Türkiye'nin AB ile olan ilişkilerinin kabul edilebilir ve anlamlı bir şekilde yeniden tarif edilmesi gerekiyor. 

 

Son zamanlarda, özellikle de Birleşik Krallık'ın Brexit kararını almasından sonra, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğine dönük olarak yeni bir perspektifin ortaya çıktığını kabul etmek gerekir. Bundan korkmak yerine, üzerine gitmenin zamanıdır.

 

Peki Kıbrıs ne olacak? 1983'ten beri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) adıyla varoluş mücadelesi veren bir oluşum var. Rum tarafının oyunu  çözümsüzlük üzerine kurarak bu oluşumu yok etme ve Kıbrıs'ta yaşayan Türkleri bir azınlık haline getirme çabasına daha fazla ortak olmaya gerek yok. 

 

Ancak KKTC'yi de 33 yıllık varlığından geri düşürmemek gerekiyor. Çözüm, bu oluşumu Türkiye'ye ilhak etmek değil. Çözüm, Türkiye ile KKTC arasında makul ve kabul edilebilir, sürdürülebilir bir bütünlük oluşturmak.

 

İber Yarımadası'nda, İspanya'nın güneyinde Cebelitarık isimli bir ülke var. 1713 yılından beri Birleşik Krallık'a bağlı. Aslında Birleşik Krallık'a bağlı buna benzer birçok "denizaşırı toprak" statüsünde olan ülke var. Örneğin Jersey ve Guernsey isimleriyle bilinen ve Manş denizinde olan iki ada gibi, İrlanda denizindeki Isle of Man gibi... Ancak Cebelitarık hepsinden farklı bir statüye sahip. 

 

İspanya Cebelitarık'ın kendi topraklarına ait olduğunu iddia ediyor. İngilizler bu sorunun aşılması için 1967 yılında Cebelitarık'ta bir referandum düzenlenmesine fırsat veriyorlar. Cebelitarık halkı İngiltere hükümranlığında kalma kararı alıyor. Birleşik Kralllık da 1969 yılında çıkardığı bir yasayla kendine Cebelitarık halkının ileride egemenliği başka bir ülkeye devretmesini reddetme hakkını tanıyor.

 

İspanya vazgeçmiyor. 2002'de Cebelitarık'a, İspanya'ya bağlı olmak şartıyla, bölgesel veya toplumsal özerklik teklif ediyor. Bir referandum daha düzenleniyor, Cebelitarık halkı bu teklifi de  reddediyor.

 

2006 yılında düzenlenen yeni bir referandum ile de Cebelitarık halkı kendi anayasasını kabul ediyor. Buna göre ülke Birleşik Krallık'ın egemenliği altında, dış ilişkilerinde Birleşik Krallık'a karşı sorumlu ancak kendi kendini yönetme hakkına sahip. 

 

Cebelitarık'ta iç işlerinde demokratik öz yönetim var. Dört yılda bir yapılan seçimlerle parlamentosunu seçiyor, kendi hükümetini kuruyor. Birleşik Krallık'ın ülkedeki temsilini bir Genel Vali yürütüyor. Savunma, dış politika, iç güvenlik gibi konularda Cebelitarık Parlamentosu'nun tavsiyeleri doğrultusunda ve Birleşik Krallık'a karşı sorumlu biçimde görev yapıyor. Yargı ve diğer alanlardaki atamalar ise Cebelitarık Hükümeti'nin başına  yani Başbakanına danışılarak yapılıyor.

 

Birleşik Krallık'ın 1973 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu'na (AET) üye olması sırasında Cebelitarık da AET'ye giriyor. Ancak buna tam üyelik denemez. Cebelitarık dış ilişkilerinde Birleşik Krallık'a bağlı olduğu için ülkenin AB ile olan ilişkilerini Birleşik Krallık yürütüyor.

 

Brexit referandumunda Cebelitarık halkının %95'i AB'de kalmak yönünde oy verdi. Dolayısıyla, Birleşik Krallık ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği Cebelitarık'ın geleceğini de önemli ölçüde ilgilendiriyor. Halk AB ile olan ilişkilerinin devamını istiyor.

Brexit kararı tabii ki İspanya'yı yeniden ümitlendirdi. Cebelitarık'ın AB içinde kalmayı ancak İspanya ile birleşmesi halinde sürdürebileceğini düşünüyor. Oysa Cebelitarık halkı egemenliğini İspanya'ya devretmeye niyetli değil. İspanya da Cebelitarık'ın bağımsız bir devlet olmasını kabul etmiyor.

O nedenle Brexit sonrası Birleşik Krallık ile AB arasında oluşacak düzenleme Cebelitarık'ı da kapsayabilir. Örneğin, "AB'den yumuşak çıkış mı sert çıkış mı?" tartışmalarında Birleşik Krallık'ın tam üyelikten çıksa bile gümrük birliğini koruyabileceğinden dahi söz ediliyor. Bir tür Türkiye modeli sanki...

Cebelitarık Birleşmiş Milletler tarafından "özerk olmayan ülke" statüsünde kabul ediliyor. Spor faaliyetleri bakımından son yıllarda önemli haklar elde etti. Örneğin, UEFA ve FIFA üyeliğine kabul edildi. Üstelik 2018 Dünya Futbol Şampiyonası elemelerinde de Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile aynı grupta mücadele ediyor...

 

Kıbrıs sorununun çözümü yolunda Rum tarafının dayattığı ve  çözümsüzlük üzerinden Türk tarafına baskı oluşturmayı amaçlayan her gelişmeden sonra KKTC'nin geleceğine ilişkin formüller aranır. 

 

Elbette birçok örnek düşünülebilir. Önemli olan KKTC'yi rencide etmeyen bir yöntemi bulabilmektir. Cebelitarık örneği de üzerinde düşünülebilecek örneklerden biri... 

 

Belki de Türkiye artık KKTC'nin de Türkiye gibi AB ile gümrük birliği içine girmesi olanaklarını zorlamaya başlamalı... Kim bilir, ileride Türkiye'nin AB ile olan ilişkilerinde Birleşik Krallık ile AB arasında geliştirilebilecek örnekten hareket edilerek bir model yakalanırsa, Cebelitarık'ın geleceği de KKTC'ye örnek oluşturabilir. 

Yazının devamı...