(Go: >> BACK << -|- >> HOME <<)

"Ayşe Arman" hakkında bilgiler ve tüm köşe yazıları Hürriyet Yazarlar sayfasında. "Ayşe Arman" yazısı yayınlandığında hemen haberiniz olması için Hürriyet'i takip edin.
Ayşe Arman
Hepimiz ‘Dünyanın En Büyük Âşığıyız!’
24 Aralık 2016

Jennifer Aniston’ın Türkiye şubesi.

Fizik olarak acayip benziyor.

Kafa da çalışıyor.

Muzip, tatlı ve açıksözlü.

2016’ya damgasını vuran şarkıyı o yaptı: ‘Bağdat...’

Öldük, bittik o şarkı için, kendimizden geçtik söylerken. “Ben dünyanın en büyük âşığı olabilirim, koynunda yüz sene, bin sene durabilirim” dizelerini daha bir bağırarak söyledik.

Çünkü hepimiz, içten içe dünyanın en büyük âşığı olma potansiyeline sahip olduğumuzu düşünüyoruz!

Yeter ki, karşımıza değecek biri çıksın, koynunda bin yıl bile yatarız, o kadar yani.

Bence şarkının sihri
bu sözlerde...

Ayla Çelik de sihirli bir kadın, daha bir sürü güzel şarkıya imza attı, atacak, eminim...

2016 onun yılı oldu, 2016’da yaptığım son röportaj da Ayla Çelik ile olsun...

Enerjini, sesini, gülüşünü, duruşunu, yaptığın şarkıları çok seviyorum. Özellikle ‘Bağdat’ 2016’ya damgasını vurdu...

- Evet, öyle oldu. Benim için büyük mutluluk.

Her şarkın, insanın kalbine bu kadar işlemiyor ama ‘Bağdat’ farklı. Sence özelliği ne?

- Tam olarak bilmiyorum, zaten bilsem aynısından hemen bir tane daha yazacağım! Bir şekilde ruhumuzu başka bir yere taşıyor ‘Bağdat’. Otomatik olarak, o üst noktada. Şarkının kendi yapısı öyle. Dinleyene, anlamını, sebebini bilmediği bir mutluluk veriyor.

Öyle bir anlattın ki, sanki şarkı senden bağımsız! Yazan sensin!

- Evet, enerjiyi ben vermişim ama o da almış başını gitmiş. Şarkıların da kaderleri var. Bir an geliyor kontrol edemiyorsun, senden bağımsız benimseniyor ya da benimsenmiyor. Ama ‘Bağdat’ üzerine o kadar çok şey söylendi ki, bundan sonra şarkılarımla, bir ‘dinleme kılavuzu’ vereyim diyorum. “Şöyle dinleyiniz! Keyfini çıkarınız. Aman yanlış düşüncelere kapılmayınız! Bu şarkı şunun için yazıldı diye kafanızı boş yere yormayınız!” Dalga geçiyorum tabii.

Kariyerin için bir dönüm noktası mı oldu ‘Bağdat?’

- Olmaz mı? Kariyeri bırak, hayatım için oldu. Yıllardır tek başıma uğraşıyorum ben. Sosyalim filan ama bireysel bir iş yapıyorum. Kendimi bu şarkıyla binlerce insanın arasında buldum. Öylece kalakaldım, üzerimde bir şey yok ve herkes bana bakıyor gibi oldum. Tabii şöyle bir güzelliği de var, büyük bir şefkatle sevdi insanlar bu şarkıyı. Hani, “Şarkı patladı!” deriz ya, ‘Bağdat’ da ötesi oldu. Herkes beni ailesinden biri gibi görüyor. İnanılır gibi değil, sokakta ellerini açıp bana doğru koşan insanlar var. İlk başta anlamadım, gözlerim de bozuk, “Herhalde tanıdığım biri” diye ben de koşuyordum, yakınlaşınca hiçbir şekilde tanımadığım insanlar olduğunu fark ediyordum. Herkesin aksine, 2016 Bağdat sayesinde benim için şa-ha-ne geçti! Çok istedim bunu, çok çalıştım, tamam şanslıydım da ama kalbimin de temiz olduğunu düşünüyorum. Ve çok sabrettim. Emeklerimin de karşılığını aldım. Binlerce kez şükürler olsun!

‘Dünyanın en iyi âşığı olabilirim...’ Bu dizeyi, avaz avaz söyleyenlere rastladım bu bir yıl içinde! Herkes, dünyanın en iyi âşığı olabileceğine mi inanıyor sence?

- Kesinlikle! “Siz bilmiyorsunuz ama ben dünyanın en iyi âşığı olabilirim, değecek biriyle tabii!” demeye  getiriyorlar. Şarkının sihirlerinden biri bu. Ama gerçekten de hepimizin içinde bu potansiyel mevcut. Aşkın yaşı yok. Kalp yaşlanmaz ki! Buna yürekten inanıyorum. Çocuksu bir coşkuyla, bunu bütün dünyaya haykırıyoruz. Böyle bir şeye öncülük etmiş olmak harika.

“Koynunda yüz sene, bin sene durabilirim” de bence vurucu bir dize...

- Evet, çünkü içinde müthiş bir teslimiyet var. “Gerçek aşka, dibine kadar teslim olurum” mesajı var. Biz de zaten bunu istemiyor muyuz hep? Birisi gelsin teslim alsın bizi istiyoruz. Gerçek aşk, kapımızı çalsın istiyoruz. Saf sevgi var burada. Çıkar yok. Belki de bir salaklık var, aptallık var. ‘Aptal âşık’ dediğimiz hal. Böyle insanlar görmeyi özledik. Artık her şeyi bilen, ego patlaması yaşayanlarla çevrili etrafımız, bu da çok fena. Şarkıdaki saflık, özlediğimiz, unuttuğumuz bir şeyi hatırlattı hepimize.

Peki sana biri, “Sen aşktan ne anlarsın!” demiş hafif alaylı bir biçimde ve sen ‘Bağdat’ı yazmışsın, doğru mu?

- Doğru. Çok değer verdiğim biriyle aşktan söz ediyorduk, “Siz, gerçek sevgiden ne anlarsınız? Bugünün aşkları da aşk mı? Sen aşktan ne anlarsın!” dedi. Ben de hırs yaptım, gittim bu şarkıyı yazdım.

Kim bu lafları eden?

- Taşkın Doğanışık. Konservatuardaki hocam. Ailemden biri gibidir, sık görüşürüz. Dostluğumuz bilinir, çok saygı duyarım. Bir grubumuz var Gökhan Tepe, Taşkın Hoca, ben, okuldan bir hocamız daha, radyocu Şebnem Sungur. Aşağı yukarı 20 yıldır dostuz. Ama bambaşka yerlere çekildi. Şarkının çıkış noktası başka insanlara yüklendi. Dedim ya dinleme kılavuzu koyacağım içine diye.

Kenan Işık için yazdığın yazıldı, çizildi...

- Evet ama alakası yok! Çok sevdiğim ve herkes gibi iyileşmesi için dua ettiğim bir insan. Çok kıymetli bir sanatçı. Ama ima edilen, hatta açık açık yazılan şeyler aramızda asla yaşanmadı. Çok ayıp böyle düşünülmesi, bunların dile getirilmesi. Biz uzun zaman birlikte çalıştık. Kendisinden çok şey öğrendim, fakat bu konu buraya nasıl geldi, nasıl bu kadar uzadı, ben de bilmiyorum. Kendisiyle sadece iş ilişkim oldu.

KİMSEDEN ÖZÜR DİLEMEDİM!

Ben platonik, usta-çırak ilişkisi gibi bir şey düşünmüştüm.

- Evet ama ötesi asla yok. Yok efendim, ben gitmişim özür dilemişim. Kimseden özür dilemedim, özür dileyecek bir şey olmadı. Samimiyetle söylüyorum.

Hastanede onu ziyaret etmedin mi?

- Etmez miyim? Ettim. Bir insanın başına Allah korusun bir felaket geliyor. Hepimiz aramaz mıyız, benim çalıştığım bir insandı, nasıl aramam, nasıl gitmem... Hastaneye de gittim, evine de... Ama belki bir buçuk sene oldu görmedim. Fakat haberlerini alıyorum, herkes gibi ben de bir an evvel iyileşmesini diliyorum. Orada bir ölüm kalım meselesi yaşanıyor, insanlar böyle dedikodu yapıyor. Utanç verici buluyorum.

Peki nereden çıktı? Kim, nasıl uydurdu?

- Hiçbir bilgim yok. Gazetecilere sorduğumda, “Yakın arkadaşların, kankaların söyledi. Sen evine gitmişsin, şarkıyı onun için yazmışsın!” diyorlar. Bol keseden atıyorlar.

Kenan Işık’ın başına gelenler, hayattan ne süzmeni sağladı?

- İnanır mısın, ben o işin içinden çıkamadım. Çok üzüldüm ve şoke oldum. Tamam, insanın başına her şey gelebilir ama “Bu kadar basit mi her şey!” dedim. Hayat, Tanrı, kader, hepsi bende birbirine karıştı. Bilemedim yani. Diyorlar ya, “Kader!” Kader, galiba iyi bir şey. Çünkü eğer kadere inanmıyorsan, kadere sığınamıyorsan, bir sürü başka şeyi de sorgulamaya başlıyorsun. Ve pek çok şey, temelden sarsılıyor. O yüzden kadere sığınmak daha iyi hissettiriyor insanı.

Ondan en çok ne öğrendin?

- Kibirli olmamayı. Bir seneye yakın çalıştık. Müthiş biri. Çok da iyi bir hoca. Tiyatro öğrencisi olsaydım mutlaka onunla çalışmak isterdim, öğrenecek çok şey vardı.

Ona platonik olarak âşık değildin, değil mi?

- Hayır! Sevdiğim, saygı duyduğum, arkadaşlık ettiğim, görüştüğüm biriydi. Seni bile inandıramıyor muyum? Tamamen palavra Ayşecim bunlar. Benim Beyaz’la da ilişkim olduğuna inandı insanlar. Resmen evlenelim istediler. Dört günlüğüne kız arkadaşlarımla Çeşme’ye gittim, resmen sokağa çıkamadık, çünkü benim Beyaz’la düğünüm vardı. Kafadan hasta birçok insan var. Bunu da ayıp buluyorum. Benden teyit almadan bunların yazılması, haber olması ne kadar çirkin. Bir telefon açmaz mı insan? Sorsun, ben söylerim doğru mu değil mi... Ben gayet dobra bir kadınım.

BAĞDAT-AYLA ÇELİK/İNSANİ YANIMIZI HATIRLATTI

Bağdat, hepimizin dipte olduğu bir günde, harika bir cankurtaran gibi geldi bize. Etraf bomba, parçalanmış insan bedenleriyle kararmışken, en insani yanımızı hatırlattı. Aşkı, âşık olmanın güzelliğini... Daha ne yapsın ki... İşte buydu onu bir numara yapan.

Ertuğrul Özkök

O GECE, ORADA OLAN HERHANGİ BİR KADINLA BİRLİKTE OLUYORLAR

Benim için söz yazarı; Çiğdem Talu’dur, Sezen Aksu’dur, Aysel Gürel’dir, Şehrazat’tır, Kayahan’dır... Sen kendini onlarla kıyaslıyor musun?

- Hayır! Ben benim. Hiç kimsenin tahtında gözüm yok. Kendimi de kimseyle kıyaslamıyorum, rakip de görmüyorum. Ben tamamen kendi topraklarımın kraliçesi olmak istiyorum. Hepsine büyük saygım var. Hepsi çok önemli isimler. Ama bu iş, renk işi. Kimi kırmızı sever, kimi mavi, kimi sarı. Pek çok renk var. Ben de o renklerden biriyim.

Günümüzdeki sığ şarkılar için ne diyeceksin?

- “Dinlemeyin, kapatın” diyeceğim! Sonuçta, arz- talep meselesi. Dinlemezsiniz, olur biter.

“Benim yaptığım işin içini boşaltıyorlar, aşağı çekiyorlar!” gibi hissettiğin olmuyor mu?

- Hayır olmuyor. Ona da ihtiyaç var. Eğlence müziği diye bir şey var, adam eğlenmek ve saçma sapan bir şeyler yapmak istiyor. Bunun için de saçma sapan bir şeyler dinlemeye ihtiyacı var. Önyargıyla yaklaşmamak gerekiyor. Herkes bizim sevdiğimiz şeyleri sevecek diye bir şey yok.

İyi de, eskinin şarkı sözlerine bak, kalbimizin ucu kıvrılıyor...

- İyi de, o eskilerin adamları, kadınları var mı ki?

Ama hâlâ o duygu var...

- Valla, o duygu da artık çabuk elde ediyor. Bir tuşla! Eskiden çaba vardı, saygı vardı, görgü vardı. Şimdi öyle bir şey mi kaldı? Emek vermeyi geçtim, zaman bile ayırmıyor insanlar. Sadece eğlenmek istiyorlar. O gece, orada olan herhangi bir kadınla birlikte oluyorlar. O gidiyor mu? Gitsin, başkası var nasıl olsa, fark etmiyor. Kadınlar için de erkekler için de böyle. Acı ama böyle. Alternatif çok, sabır yok!

DOMİNANTIM SERTİM TAKINTILIYIM

Arıza tarafların ne? Sevgilini nasıl delirtiyorsun?

- Dominantım, sertim, takıntılıyım. Belayım yani. Ben erkek olsam, beni ne kadar çekerdim bilmiyorum. Ama Allah’tan tatlı taraflarım da var, cadılıklarımı dengeliyor. Türkçesi, bir sürü kötü şeyim var ama vazgeçilmez bir yanım da var ayıptır söylemesi. O yüzden çekiyordur beni, yoksa kimse beni yanında bir dakika tutmaz!

Âşık olunca daha mı güzel şarkı sözü yazılıyor?

- Yok nerdeeee? Âşıkken, haliyle âşığınla vakit geçirmeyi tercih ediyorsun. Zamanın olmuyor ki şarkı sözü yazmaya. Hep sevgiliyle mıç mıç. Nerede oturacağım da, kalemi elime alıp, şarkı yazacağım. Deli miyim ben yani! Keyfini sürüyorum. Kavgan, gürültün varsa, bir derdin, meselen varsa yazıyorsun...

Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu

PEŞİNDEN KOŞTUĞUM TEK ERKEK: MELİH KİBAR

Melih Kibar’ın peşinden epey koşturuyorsun, onunla çalışabilmek, bir şeyler kapabilmek, öğrenebilmek için...

- Evet. Hayatımda en çok peşinden koştuğum, hatta tek peşinden koştuğum erkek!

Nasıl bir deneyim oldu onunla çalışmak senin için?

- Muazzam! Her şeyi ama her şeyi ondan öğrendim. Benim ikinci konservatuarımdır. Sudan çıkmış balık gibiydim, hiçbir şey bilmiyordum. Ama kafaya onunla çalışmayı taktım. O kadar çok aradım, o kadar çok kapısına gittim, o kadar çok taciz ettim ki, benden illallah etti. Dedi ki, “Ne istiyorsun?” Dedim ki, “Ben ne istediğimi de bilmiyorum. Ama o kadar bilmiyorum ki bana yol yordam öğretin. Bu işin içinde olmak istiyorum. Konservatuara da girdim ama ne yapılıyor, nasıl yapılıyor, beste nasıl çıkıyor bilmiyorum!” Böyle baktı baktı yüzüme. Dedi ki, “Şehir Tiyatroları’yla çalışmaya başlıyorum. Gel asistanım ol!” Ve öyle başladı...

Kaç yaşındaydın o zaman?

- 20’li yaşlar. Konservatuar birinci sınıftaydım.

E birinci sınıftayken, Melih Kibar’ı gözüne kestirmek de bir şeydir...

- Tabii, tabii. Derler ya, “İnsan, şansını kendi yaratır!” Doğru. Kendime, yol gösterici olarak seçtiğim hoca, hocaların hocası! Aferin bana! Ama nasıl gerizekâlıydım o zamanlar anlatamam, inanılmaz saftım. Temiz kalbimdan dolayı, Allah bir iyilik yapmış bana diyorum.

Ne kadar çalıştınız birlikte?

- Çok uzun zaman. Konservatuvarı bitirdim düşün. Sonrasına kadar beraberdik. Ben okula gidiyordum, okuldan çıkıp onun yanına stüdyoya, oradan çıkıp tiyatroya gidiyorum.

Usta-çırak ilişkisine inanıyor musun?

- Yüzde 100! Ama bence çıraklara çok iş düşüyor. Ustalar hep usta çünkü. Çırak olmanın da hakkını vereceksin, öğrenmeyi bileceksin.

Sen kafana koyduğun her şeyi yapar mısın?

- İnadım ben, inat. Büyük ihtimalle yaparım. Damarım var benim.

Peki şarkı sözü macerasında, dönüm noktan Sibel Can’ın bir şarkını söylemesi mi?

- Evet. Sibel Can şarkımı söylediği anda, ben bir isim oldum. O zamana kadar sıradan bır kızdım. “Bir kız var, şarkıları güzel!”dim. Ama Sibel Can şarkımı okuduğu zaman Ayla Çelik oldum.

Sence şarkıcı olarak niye patlamadın?

- Çünkü her şeye geç başladım. Çünkü bu öğrenme sürecim bir türlü bitemedi. İflah olmaz bir öğrenciyim ben. Ve hep kendi müziğini yapan biri olmak istedim. Kendi şarkılarını söyleyen bir kadın. E çok da az şarkı beğeniyorum. “Sen kimsin ki beğenmiyorsun! O zaman otur kendin yap şarkılarını” dedim, o da zaman aldı tabii.

Bütün başarına rağmen tedirgin ve geride durmayı tercih eden bir halin var. Neden?

- Bilmem, ortada olup kirlenmek istemiyorum galiba. Bir de insanları sıkmak istemiyorum. Doğru zamanda doğru yerde olmak...   

KEŞKE KAFAYI TAKMIYORUM DİYEBİLSEM, HAYIR TAKIYORUM

Kendini ozan ya da şair sayıyor musun?

- Yok hayır! Bu payeyi insan, kendi kendine alamaz, ancak başkaları verebilir. Gerçi bizim ülkemizde sapla saman birbirine karışmış durumda. Biri kitap yazıyor, ertesi gün, “Biz yazarlar” diye beyanat veriyor, verebiliyor! Ben sanatla ilgileniyorum, şiirle uğraşıyorum ve yazmaya çalışıyorum. O kadar.

Geceleri, içkini alıp, şarkı sözü yazan biri misin?

- Ya çok komik, hep böyle zannediyorlar. İpek sabahlığım ve elimde martinimle yazdığımı... Ve bacağıma değen bir kedim olduğunu... Alakası yok. Bir kere gece değil, sabah yazıyorum. Notlarım var. Onlara bakıyorum, bilgisayar kullanmıyorum, kâğıtlarım, dolmakalemim ve ben...

Müzik filan?

- Hayır, çıt çıkmaz.

Tek başına mı yaşıyorsun?

- Evet. Altı aydır bir sevgilim var. Büyük aşk yaşıyoruz. Ama tek başıma yaşıyorum. Birlikte yaşama fikri bana şimdilik uzak! Onun ruh sağlığı açısından böylesi daha iyi. Ben birlikte yaşamak için
problemli bir tipim.

İyi de çok da genç değilsin aslında...

- (Gülüyor) Lafın nereye geleceğini anladım! Evde kaldım ben. Kimse beğenmedi beni. Aslında evlenip ayrıldım. Ama pek kimse bilmez. Şimdi de evliliğe çok sıcak bakamıyorum.

Böyle mahalle baskıları oluyor mu?

- Olmaz mı? Evlilik bir, estetik iki. “Her tarafıma da estetik yaptırdım, her yerim estetikli!” diyorum. Duymak istedikleri bu çünkü. O zaman ne diyeceklerini şaşırıyorlar. Öyle olduğumu düşünmek istiyorlar. Oysa burnum hariç estetiğim yok. Lisede hentbol oynarken dirsek yedim, kırıldı. Yapıldı, olmadı. Yeniden yapıldı olmadı, şimdi oldu patates, izin verirlerse, vakit de bulursam, burnumu yaptıracağım. Sürekli “Saçı takma, orasına dolgu yaptırmış, dudağını bilmem ne!” diye yazıp duruyorlar.

E sen de dalganı geç...

- Ama ne yazık ki bazen etkileniyorum. Mesela bir yorum yazıyorlar, adreslerini bulup, kapılarına dayanmak istiyorum. Ya burunlarını dağıtmak için ya da “Bunlar doğru değil!” diye salya sümük ağlamak için. İçimdeki hissiyat bu. Keşke sana, “Şekerim hiç kafayı takmıyorum!” diyebilsem, hayır takıyorum.

Nasıl bir aşk şu an yaşadığın?

- Beni besleyen bir ilişki. Halimden memnunum. İkimiz de memnunuz. Ama üç gün sonrası için garanti veremiyorum.

Neden?

- E kolay bir insan değilim.

Ne kadar oldu ilişkiniz?

- Altı ay. Zor başlıyorum ama başlayınca uzun sürüyor.

Neden evlendiğini insanlar bilmiyor?

- Söylemedim çünkü. 2000’de boşandık. Evlilik zor, o yüzden temkinli yaklaşıyorum.

Anne olmak istemiyor musun?

- Bugüne kadar anne olmamam bir mucize zaten! Bu kadar çocukları seven bir kadının, nasıl çocuğu olmadı şimdiye kadar, akıl alır gibi değil. Galiba sorumluluktan korkuyorum, başına bir şey gelir endişesi. Çok evhamlıyım.

Daha vaktin var...

- Evet, şu aralar gündemimde.

Yazının devamı...
Kendinle yüzleşmek cesaret ister
23 Aralık 2016

Hedeflerim, hayallerim, gitmek istediğim yerler, ulaşmak istediğim kilo, regl olduğum günler, hatta seviştiğimiz günler, her şeyi, her şeyi yazıyorum. Not düşüyorum. Çok da işime yarıyor. Beynimi, kalbimi kâğıt üzerinde görüyorum. Hayal günlüğüm de vardı ama uyduruk, kendi icadım bir şey, oradan buradan kopardığım şeyleri yapıştırıyordum filan, yine listeliyordum her şeyi, zaman içinde dönüp bakıyordum, bazıları gerçekleşmiş oluyor, üstünü çiziyorum, yeni hayallerimi yazıyorum. Hayat, umut üzerine kurulu... Hayat, hayal etmek üzerine kurulu... En azından benim için öyle. Hedefe ulaşmak için önce hayalin olacak. Onu içinde yaşatacaksın, yeşerteceksin ve o hedefe kilitlenip çalışacaksın, emek vereceksin falan filan. Siz bunların hepsini biliyorsunuz zaten. Ama ben ‘Rüya ve Hayal Günlüğü’nü bilmiyordum. Yeni çıktı zaten. Figen Midilli imzalı. Hoşuma gitti, hemen aldım bir tane, bugünden itibaren rüyalarımı da not alacağım. Size de tavsiye ederim...

 

Nerden çıktı bu ‘Rüya ve Hayal Günlüğü’?

 

- Çocukluğumdan beri rüyalarla ilgiliyim. Neden bazı rüyaları tekrar tekrar görürüz, gördüğümüz aynı semboller ne anlama gelir, hep merak ederdim. Rüyaların sembol dilini araştırdım ve gittim birkaç eğitim de aldım. Sonra da rüyalarımı not etmeye başladım. Ama kullandığım defterler istediğim gibi değildi. Kendim, arka sayfalara, isimler indeksi, şablonlar oluşturuyordum. “Biraz daha yaratıcı nasıl olur?” derken ‘Rüya ve Hayal Günlüğü’ ortaya çıktı. Anlatım dili de kendiliğinden oluştu. Semboller mani gibi aktı...

 

Hayal ettiğin şeye, rüyayla ulaşmanın bilimsel bir açıklaması var mı?

 

- Tabii ki yok. Ama pek çok bilim insanının, müzisyenin ve mucidin yaratımında, önce hayal ve rüya oluyor. Her şey hayalle başlıyor... 

 

Yani olmayanı oldurmanın yolu da hayalden geçiyor, öyle mi?

 

- Kesinlikle. Benim mesleğimde de böyle. Bir ürünü tasarlarken önce hayalini kuruyorum, sonra onu senaryolaştırıyorum.

 

Peki bu günlüğü tasarlarken ne oldu?

 

- Rüyamda mavi bir defter görmüştüm. Takip eden günlerse yine başka bir rüyada, çok geniş bir caddede dev pembe balonlar uçuyordu ve ben onları avuçluyordum. Tabii ki rüyânın tamamı bu değildi ama beni etkileyen bir semboldü. Günlüğü tasarlamama kılavuz oldu.

 

Bilgisiz rüya tabiri yapanlar çok

 

Kaç tür rüya var?

 

- İnanç ve kültür sistemlerine göre değişiyor. Mesela İslamiyet’te, rahmani ve şeytani rüya gibi ayrımlar var. Batı kültüründeyse, korku rüyaları, gelecekten haber veren rehber rüyalar, bilinçaltı rüyaları, üst bilinçten gelen boyut ötesi rüyalar var. Ama bilimsel olarak  bakarsak iki çeşit rüya var: Rem, hızlı göz hareketlerinin olduğu derin uyku dönemi ve non-rem rüyalar.

 

Rüya tabiri denilen şey palavra mı?

 

- Tam olarak palavra diyemeyiz ama ortada fazlasıyla rüya tabiri yapan bilgisiz kişi ve kitap var. Oradaki ortak sembollerin herkes için aynı değeri taşıması mümkün değil! Rüyada köpek görmek, seven ve besleyen biriyle köpekten korkan birisi için aynı sembol değeri olabilir mi? Olamaz. Ya da köpek tarafından ısırılmış biri için... Ya da renklere bakarsak, kültürlere göre renklerin sembolleri değişiyor. Sizin inanç sisteminizin bakış açısı önemli. O yüzden kendinizle yüzleşmek, anlamak  için en iyi yol; yazmak.

 

“Sevdiğin birinin öldüğünü görmek ona ömür katar denir” doğru mu?

 

- Gördüğünüz kişinin o an sizin için ne ifade ettiğiyle alakalı bir durum. Bundan iki yıl önce bir rüyamda, rüyanın içinde hiç tanımadığım biri pat diye kapıyı açıp yakın arkadaşımın babasının öldüğünü söyledi ve gitti. Arayıp soramadım bile, gerçek mi diye ama hissettim. Gerçekten de arkadaşımın babası ölmüştü! Ama daha sonra öldüğünü gördüğüm kişilerde böyle bir durum yoktu. Tek bir sembol üzerinden rüyayı anlayamayız. Mesela Abraham Lincoln, rüyasında öldüğünü görüyor. Etrafındakiler ömrünün uzayacağını söylüyor ama Lincoln bir hafta içinde vurulup ölüyor.

 

Aman dikkat, kâbus bir dürtmedir!

 

Kâbus görmekle, rüya görmek arasında bir fark var mı?

 

- Kâbuslar aslında bir dürtmedir. Çok sık kabus görüyorsak, orada çözmemiz gereken bir şeyler vardır. Yazdığınızda kâbuslardaki ortak semboller, durumlar ne olup bittiğini anlamamız için bize yol gösterir.

 

Peki rüyalarımızı yönetmek mümkün mü? Gördüğün şeyi manipüle edebiliyor musun? “Oraya git, onu yap, bunu yap” diyebiliyor musun? Yoksa bu, beynin bir oyunu mu?

 

- Mümkün. Bunun için farklı teknikler var, öğrenilebilir ama çok da kolay değil. Bir de dikkatli olmak lazım, rüyayı yöneteyim derken gerçek hayattan kopmayalım.

 

‘Lucid rüya’ nedir?

 

- Rüya gördüğünün farkına varıp bu bir rüya diyebilmek ve rüyada yaşananları istediği gibi değiştirebilmektir.

 

Gelecekten haber veren rüya olabilir mi? Yoksa yaşadıklarının bir özeti mi?

 

- Her ikisi de. Elbette bazen gelecekten haber aldığımız rüyalar oluyor ama bu o kadar da sık değil. Yakın zamanda yaşadıklarımız rüyamıza girebildiği gibi çocukken bilinçaltına çıkanlar da açığa çıkabiliyor. Yazarken daha iyi anlayabiliriz rüyamızın bize verdiği mesajları.

 

KILAVUZ RÜYALAR

 

Bilim insanları, yazarlar ve sanatçılar, ilhama pek çok kez rüyada ulaşıyorlar. Örnek mi istiyorsunuz?

 

Bir çoğumuzun bildiği dikiş makinası cadında bir türlü çözülemeyen iğne detayı rüyada görülmüş. Elias Howe’un rüyasında gördüğü mızraklardaki göz şeklindeki delik detayı, dikiş makinasındaki iğne ucuna ilham olmuş.

 

Gelmiş geçmiş en iyi 20 şarkı içinde olan Paul McCartney, ‘Yesterday’ şarkısını rüyasında dinlemiş ve uyanır uyanmaz piyanoda çalmış.

 

Hintli matematik dahisi Ramanujan ispatlanması zor formüllerini, rüyalarında Hint tanrısı Namagiri tarafından söylendiğini açıklamış.

 

 

ALT BEYİNLE RÜYAYI GÖRÜYOR ÜST BEYİNLE FARK EDİYORUZ

 

Rüyalar alt ve üst beyin arasında bağ kurmayı mı sağlıyor?

 

- Evet. Alt beyin rüyayı görüyor, üst beyinle fark ediyoruz. O yüzden yazarak ve yazdığımızı okuyarak bizde neler olup bittiğini anlayabiliriz.

 

Kitapta bilim adamlarının, yazarların pek çok kez ilhama rüyada ulaştıklarını, çetrefil bir problemin çözümünü rüyada bulduklarını söylüyorsun. Doğru mu?

 

- Doğru tabii. Özellikle buluş üzerinde çalışılırken takılıp kalınan noktada, kılavuz olan rüyalar çok ilginç.

 

Rüyalarımızı unutmamak için n’apacağız?

 

- ‘Rüya ve Hayal Günlüğü’müzü yatağımızın başucuna koyup uyanır uyanmaz yazacağız. Kahvaltıdan, duştan önce. Üst beyin devreye girdiğinde unutmaya başlıyoruz, bazen de yorum katıyoruz. Yatakbaşınızda bir okuma lambası kolaylaştırıcı olur. Alarm müziği bir şarkı olursa dikkatinizi dağıtabilir,  rüyanızı unutabilirsiniz. Başlangıçta net hatırlamasanız bile, bir cümle ya da bir duygu da olsa yazın. Yazdıkça hatırlamaya başlayacaksınız.

 

 

Figen Midilli kim?

Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümü mezunu. Mobilya tasarımı konusunda uzman. Son yedi yıldır serbest tasarımcı olarak mobilya ve mücevher tasarımları yapıyor. Yaratıcılık ve tasarım serüveni sürerken, rüyaların hayata yön verdiğini, bilinçaltına sansürsüz ulaşmayı sağlayan bir rehber olduğunu keşfediyor. Meraklı bir tip olduğu için bu alanda eğitimler alıyor, rüyalarını yazıyor, analiz ediyor ve hayatında birçok dönüşüm yaratıyor. Sonra da herkesin faydalanabilmesi için ‘Rüya ve Hayal Günlüğü’nde, rüyaların sembol dilini anlamayı kolaylaştıran teknikleri oluşturuyor...

 

Yazının devamı...
Toplu iyilik hareketi: Van’a 10 bin ayakkabı!
21 Aralık 2016

O salonda oturan 1.500 kişi, topluca bir iyilik hareketine imza attı. Gözümüzün önünde... Bence çok heyecan vericiydi...

 

Biz aslında böyle bir milletiz... Feci yardımsever.

 

Sahnedeki konuğum Rıfat Elhadef’ti.

 

Toms’un Türkiye Başkanı.

 

Toms, son 10 senedir, dünya üzerinde ayakkabısı olmayan 70 milyon çocuğa ayakkabı sağladı.

 

Bu çok sıkı bir rakam.

 

Ve güzel olan şu; öyle sadece bir kereliğine ayakkabı vermiyor, o çocuklara tüm eğitim hayatları boyunca ayakkabı vermeye devam ediyor.

 

“One for one” diye bir felsefeleri var. Siz, onların dünyadaki herhangi bir yerindeki dükkânından, bir ayakkabı satın alınca, aynı anda dünyanın herhangi bir yerinde ayakkabısı olmayan bir çocuğa ayakkabı hediye etmiş oluyorsunuz.

 

 

10 YILDA 70 MİLYON AYAKKABI

 

Ben tabii manyak kuşkucu bir röportajcı kafasıyla, “İyi de, bu bir pazarlama stratejisi değil mi?” diye sordum.

 

Sonra düşündüm, öyle olsa n’olur ki...

 

Sonuca bak, dünyada 70 milyon çocuk ayakkabı sahibi olmuş mu, olmamış mı?

 

Bir yerden ayakkabı alıyorsun, sosyal bir fayda sağlamıyorsun; buradan alıyorsun, sağlıyorsun, e hangisini tercih edersiniz?

 

Belki de geleceğin iş modelidir bu.

 

Belki de kapatalizmi kurtaracak olan şeydir.

 

Bence, hepimiz kafayı sosyal fayda sağlayacak işlere yormalıyız.

 

Toms’un Türkiye başkanı Rıfat Elhadef aslında bambaşka bir işi olan bir adam, ama resmen kalbini, ruhunu bu işe adamış durumda. Gerçi bu onlarda aile geleneği, annesinin de down sendromlular için bir okulu var.

 

Son iki yıldır Toms Türkiye olarak, İhtiyacı olan çocuklara, Türkiye Eğitim Vakfı üzerinden ayakkabı veriyorlar. Bu arada, ayakkabı, eğitime devam oranı da yüzde 62 artırıyormuş.

 

1.500 KİŞİ AYAKTAYDI

 

Biz Rıfat Elhadef’le söyleşimizi çıplak ayakla gerçekleştirdik. Çünkü dünyada, milyonlarca çocuk hâlâ çıplak ayakla hayatını sürdürüyor, biraz olsun onlara empati yapabilmek için...

 

‘Gelecekte sosyal faydası olmayan bir ticaret mümkün mü, değil mi’yi tartışırken, bu işin dünya çapındaki pek çok gönüllüsünden söz ettik...

 

Bratt Pitt’ler, Ben Afflect’ler... Sonra da laf, Türkiye’de de bu işin baş gönüllüsüne Kenan Doğulu’ya geldi. Bugüne kadar inanılmaz destek vermiş, o gün de sağ olsun geldi, bizi kırmadı sahne de çıktı.

 

Ve biz üçümüz, sahnede bizi izleyen 1.500 kişiden ayağa kalkmalarını rica ettik.

 

Kalktılar.

 

“Şimdi el ele tutuşun!” dedik.

 

Tutuştular.

 

“Şimdi sarılın!” dedik.

 

Sarıldılar.

 

İnanılmaz pozitif bir andı. Birlik olmak böyle bir şey. Dayanışma böyle bir şey. Belki de bugünlerde en çok ihtiyacımız olan şey. Ve biz orada, toplu bir iyilik hareketi gerçekmeştirmiş olduk, o anda bir düğümeye bastık hep birlikte ve Van’a, ihiyacı olana çocuklara 10 bin ayakkabı gitti...

 

Teşekkürler Rıfat... Teşekkürler Kenan... Teşekkürler Toms... Ve tüm Marka izleyicileri... 

 

MÜTHİŞTİNİZ ZÜLFÜ LİVANELİ!

 

BUNCA sene içinde bu kadar insanla röportaj yaptım, ilk defa bir röportaj sırasında, izleyenlerin gözlerinin yaşla dolduğunu gördüm...

 

Hep birlikte ağladık yani...

 

O yüzden Zülfü Livaneli’ye bir kere de buradan sevgilerimi yollamak istiyorum, ne kadar özel biri olduğunu bir kere daha söylemek istiyorum.

 

O, benim için bir “hayat ustası”.

 

Bir bilge.

 

Ve mütevazı bir bilge.

 

“Onurlu”, “ilkeli” onu tanımlayan sıfatlar.

 

Biliyorsunuz, meslek hayatındaki 50. yılını kutluyor.

 

İnsanlara ilham veren, insanların duygularını onlara yeniden ileten, yani bize bizi anlatan bir 50 yıl...

 

O, Türkiye’nin Cumhuriyet hayatının yarım asırlık demirbaşlarından biri...

 

Sadece besteleri, dillerden düşmeyen bir müzik adamı değil, aynı zamanda romanları 40 dile çevrilmiş dünya çapında bir edebiyatçı...

 

Biz ‘Marka Konferası’nda o kısacık süre içinde, nasıl yaptıysak yaptık, sohbetimizin arasına, 5 ölümsüz bestesinden bölümler koyduk

 

O güzelim şarkıları bestelerkenki ruh halini sordum, aynı anda o dönemdeki Türkiye’nin ruh halini konuştuk...

 

Türkiye’nin çalkantılı hali hiç bitmemiş ki...

 

Ama bunları anlatırken morallerimizi düzeltti...

 

İşte o zaman o tarihi cümleyi etti, “Bu bir parantezdir, kapanacak, bu kötü günler geride kalacak!”

 

Daha pek çok güzel şey söyledi.

 

Atatürk’ün yanlış anlaşıldığını...

 

Atatürkçülükle Kemalizmin karıştırıldığını...

 

Umut verdi bize...

 

Güç verdi...

 

Ve tuhaf bir şekilde bütün salonu ağlattı.

 

Güldürürken ağlattı.

 

“Ey özgürlük!” şarkısıyla da indik sahneden.

 

Ne dediğini bilmeyen ve ağzı olanın konuştuğu günümüz Türkiye’sinde aslında Zülfü Livaneli gibi sağduyulu, güvenilir ve vicdanlı seslere ihtiyaç var.

 

Siz çok yaşayın Zülfü Bey!

Yazının devamı...
Hepimiz Saadet Öğretmen olmalıyız!
20 Aralık 2016

Hepiniz biliyorsunuz. Diyecek bir şey yok, Allah sonumuzu hayretsin dışında!

Mümkün olduğu kadar ruh halimizi sağlıklı tutup, sakin olup, hayata devam edeceğiz. Bugün sizinle bir güzellik paylaşmak istiyorum...

Saadet Öğretmen’i hatırlıyor musunuz? Hani, İzmir yakınında görev yaptığı bir köy okulunda, okul müdürünün küçük çocuklara cinsel istismarını ortaya çıkarmıştı. Sayesinde, karambole gelen dava tekrar açıldı ve o müdür şimdi cezaevinde.

Saadet Öğretmen, Türkiye’nin çeşitli yerlerinden, çeşitli kurumlarından ödüller aldı, ben de tebrik edip, son durumları öğrenmek istedim...



Tüm Türkiye seninle gurur duydu Saadet Öğretmen, bizi aydınlat, dava ne durumda? Sapık tutuklandı mı? Çocuklar rahat mı?
O korkunç varlık -insan demeye dilim varmıyor- hâlâ içeride! Ama dava bitmedi, 9 Şubat’a kaldı. Dava günü, mahkemelerde gerginlikten, üzüntüden, stresten kalp krizi geçiren insanları daha iyi anladım. Ben bile bir ara kalbime yenik düşeceğimi sandım. Çocuklardan birinin Adli Tıp raporu yetişti. “Ruh sağlığı bozuk” raporu vermişler, bizim iddiamızı güçlendiriyor ama tabii canım çok yandı. Cinsel istismara uğramış olan o küçük yavru için çok üzüldüm. Hâlâ sürekli korku yaşıyorlar ve tedirginler, rahat etsinler diye, “Çıkmayacak, korkmayın!” diyorum. Çünkü hepsi ya çıkarsa korkusu, ya yeniden başımıza gelirse korkusu yaşıyor...


Sen çocuklarla görüşmeye devam ediyorsun yani?...
Elbette. Onlar benim minik kahramanlarım! Onlarsız bir hayatım olmayacak. Seslerini duyunca gücüm artıyor. İnsan olduğumu hatırlıyorum. Bütün acıya, kedere ve iğrençliğe rağmen, dünyanın güzel bir yer olduğunu hatırlıyorum.


Senin hayatında ne tür değişiklikler oldu?
Saadet Özkan artık “Saadet Öğretmen”. Beni arayan, yardım isteyen her kadına güç verebilmek için mücadele ediyorum. Bayraklı Belediyesi Sosyal Yardım İşleri Müdürlüğü’nde çalışmaya başladım. Kişisel gelişim ve danışmanlığa da devam. Odak noktam kadınlar ve kız çocuklar. Birbirimize destek oluyoruz, birlikte pek çok şey üretiyoruz.


SİZİN ÇOCUĞUNUZ OLSA SUSAR MIYDINIZ


Cesaretinle, basiretinle, pes etmeyişinle, “Bana ne? Beni ne ilgilendirir!” demeyişinle, pek çok insana rol model oldun... Bir de üstelik ödüllendirildin. Ne hissediyorsun?
Valla, bana “Cesursun!” diyenlere, “Değilim, yapmam gerekeni yaptım” diyorum. Hatta daha da ileri gidip, “Senin çocuğun olsa susar mıydın?” diyorum. Herkes benim gibi davranmalı, normali, doğrusu bu. Evet, birkaç yerden ödül aldım. Müteşekkirim, çok duygulandım. Ama keşke güzel şeyler için ödüllendirilsek. Keşke çocuklarımız adliye koridorlarında değil, parklarda, bahçelerde, güzel yaşam alanlarında olsalar. Duygularım hâlâ çok karışık, tam sevinemiyorum. Çünkü bu miniklerin yaşadığı travma anlatılır gibi değil...


Ne önerirsin öğretmenlere, insanlara?
Pedofili hastası bu sapıklar çocukları tuzaklarına, güvenlerini kazanarak düşürüyor. Ve kendilerini suçlu hissetmelerini sağlayarak onlara zarar veriyorlar. Öğretmenler çocukları hep iyi gözlemlesin. “Beni aşar, beni ilgilendirmez, işimden olurum, öğretmenlik kariyerim biter ihbar edersem!” demesinler, vicdanlarını susturmasınlar. Ve çocukları bu konuda mutlaka bilinçlendirsinler...


VAZGEÇMEYECEĞİM


Farkındalık yaratmaya devam edecek misin?
Elbette. Bu benim hayatımın bir parçası oldu. Çocuklara koruyucu projeler oluşturmaya çalışanlarla hep iletişim halindeyim. Bununla ilgili okullara, söyleşilere, toplantılara gider oldum. Dokunduğum her hayat bana güç veriyor. Beni yolda görenler boynuma sarılıyor. Bana çocukken yaşadıkları istismarı anlatanlar da var, “Sakın vazgeçme öğretmenim!” diyorlar. Vazgeçmeyeceğim...


Sen bir tür “kahraman” ilan edildin. Peki çevreden gelen tepkiler ne yönde oldu. Sadece destekleyenler mi var? Kıskananlar, haset yapanlar yok mu?
Vardır ama ben negatif enerjiye odaklanmıyorum. Görmezliğe, duymazlığa geliyorum. Benim için hiyerarşi önemli değil. Bana “Konuşma! Dikkat çekme, ortalıkta olma! Seni yıpratırlar!” diyenler var ama bu da benim umurumda değil. Ben kafasını kuma gömen, kendisini sürekli koruyan biri hiç olmadım. Zaten onların öğütlediği gibi davransaydım, bu mücadeleyi kazanamazdım. Ben izleyen ve seyreden olmak istemiyorum hayatta, müdahil olmak istiyorum. Benden hazzetmeyenlere söyleyebilecek tek şeyim var: Beni boş verin, gelin birlikte olup bu ülkenin çocuklarını kurtaralım...

Yazının devamı...
Değer Deniz’in sapık katili hak ettiği cezayı aldı!
19 Aralık 2016


Hepimizin tüylerini ürperten korkunç bir vahşetti.

 

Tinerci sapık, gecenin bir yarısı Değer Deniz’in evine tırmandı ve genç kadına işkence yaptı, tecavüz etti, sonra da boğarak öldürdü.

 

Değerli bir müzisyendi Değer.

 

Evinde uyuyordu.

 

Bu vahşetin herhangi bir sebebi de yoktu, önceden tanışıklıkları da yoktu.

 

Gerçi iğrenç mahluk, “O benim sevgilimdi!” gibi klişe yalanlara sığınmaya çalıştı.

 

Ama mahkeme heyeti itibar etmedi.

 

Gerekçeli kararı geçen hafta, 14 Aralık’ta açıkladı.

 

Tam da Değer Deniz’in doğum gününde...

 

Şahane bir şey oldu...

 

Şa-ha-neeeeeeeee...

 


 

Ders niteliğinde bir karar.

 

Ne indirim...

 

Ne iyi hal.

 

Ne de Değer’i kötü bir duruma ya da şaibeye düşürecek bir tek kelime. Tam 38 sayfalık, üzerinde çok düşünülmüş, çok çalışılmış bir karar! Emsal bir karar!

 

Genellikle şikâyet ediyoruz, isyan ediyoruz, “Suçlular hak ettikleri cezayı almıyor!” diyoruz, “Kravat takıp iyi halden yırttılar!” diyoruz...

 

Ama bu sefer öyle olmadı, tecavüzcü sapık katil, hak ettiği cezayı aldı!

 

Bu meseleler üzerine yazan bir gazeteci olarak, bu ülkede yaşayan bir kadın olarak, bir kız çocuğu annesi olarak, mahkeme heyetine ve heyet başkanı kadın yargıcımıza teşekkürü borç bilirim. Yürekten bir teşekkür bu. Kalabalık avukat heyetini de kutlarım. Evet, çok fena şeyler oluyor bu ülkede ama bakın adaletin yerini bulduğu da oluyor.

 

Bugün teybimi Değer Deniz’in erkek kardeşi Orhan Deniz’e uzattım...

 

 

GÖRDÜK Kİ ADALET VARMIŞ!

 

Hiçbir şey Değer Deniz’i geri getirmez... Ama mahkeme sonuçlandı! Ne indirim ne iyi hal ne de ablanız Değer Deniz’i kötü bir duruma düşürecek bir tek kelime. Ders niteliğinde bir karar... Biz havalara uçtuk! Siz neler hissettiniz?

 

Tabii ki çok mutlu oldum! Ama aynı zamanda gurur duydum. Kendi adıma ya da birlikte çalıştığım muhteşem insanlar adına değil de Değer adına çok gurur duydum! İnsan bu hayatta birçok şey yaşar, yaşatır, yaratır. Fakat öldükten sonra, binlerce insanın sesi olabilmek herkese nasip olmaz! Değer oldu...

 

Haklısınız! Davanın sonucunu alınca, “Hak yerini buldu!” dediniz mi?

 

Elbette, hak yerini buldu! Biz başından beri adalet dışında hiçbir yolu düşünmedik. Katil ya da hırsız değiliz çünkü. Adalet üzerinden sonuç bekledik. Başımıza neler gelirdi bilmiyorduk. Malum, bu ülkede insanlar tecavüzcüleriyle evlendirilmek bile isteniyor. Biri de çıkıp bizi suçlayabilirdi. Ama şaşırtıcı bir şekilde inanılmaz modern ve açık fikirli insanlara denk geldik ve bu güzel sonuç doğdu. Emeği geçen herkese teşekkür ederim.

 

EMSAL BİR KARAR

 

Bu verilen, emsal bir karar! Bütün kadın cinayetlerine örnek olacağını düşünüyor musunuz?

 

Elbette. Artık katiller, sapıklar kafasına göre yalan söyleyemeyecek! 38 sayfalık gerekçeli kararımız bunun önüne geçecek. Bu dava, şu anda Amerika’da hukuk okuyan birinin tez konusu. Arayıp izin aldılar bizden. Bu kadar önemli, bu kadar ciddi bir karar bu. Avukatlarımız Hülya Gülbahar ve Selin Nakipoğlu’nun deyimiyle, “Ders niteliğinde bir karar”! Amacımız katilin indirim almaması ve kararın emsal olmasıydı. İkisi de oldu. Biz yaşadıkça bu karar ile yolumuza devam edeceğiz...

 

Peki sizce bir gariplik yok mu? Biz bu ülkede kadın cinayetlerinde, verilmesi gereken cezalar verilmediği için, isabetli bir kararda sevindirik oluyoruz. Oysa olması gereken zaten buydu!

 

Doğru. Ama işte, bu ülkenin de gerçeği bu. Zaten değiştirmek istediğimiz de bu. Ablamın katilinin indirim almamasına seviniyorum. Ne kadar zavallı bir durum aslında! Bu ülkede bir şeyler olması gerektiği gibi olunca seviniyoruz. Halbuki evinde uyuyan bir insana tecavüz edip, boğup, işkence ederek öldürüyorsun. Yetmiyor, az hapis yatıyım diye, “Sevgilimdi!” deyip ikinci kez tecavüze kalkışıyorsun. Ve biz bu tecavüzcü katil hapse girsin diye Türkiye’nin konularında en iyi avukatları ile çalışıp, günlerce uyumadan mücadele veriyoruz, sadece adalet olduğuna inandığımız için. Ama bazen gerçekten de adalet varmış, bunu gördük! Tamam, biraz şanslıydık ama onun haricinde pırlanta gibi değerli avukatlarla çalıştık. Bu, onların ve kadın mücadelesi veren tüm dostların başarısıdır...

 

YAZIKLAR OLSUN Kİ… SABETAYİST AYİNDE ÖLDÜRÜLDÜ DİYE BİLE YAZABİLDİLER!

 

Siz ailecek başından beri inanılmaz sabırlı ve metanetli davrandınız… Bunun da etkisi var mı sence?

-Doğru, başından beri metanetli olmaya çalıştık. Bu duruş, olanları da daha iyi anlamamıza sebep oldu aslında. Böyle acılı zamanlarda insan haliyle panik olup şok etkisiyle fevri davranabiliyor. Değer'i kaybettik ben iki gün sonra bir gazetede, “Değer Deniz, Sabetayist ayinde öldürüldü!” diye bir haber okudum! İnsanın avazı çıktığı kadar bağırası geliyor ama durmak ve izlemek, olayları çözmenize sebep oluyor. Biz Değer'in varlığını devam ettiriyoruz. Onun gibi sakin gururlu ve dimdik durduk. Öyle de durmaya devam etmek istiyoruz…

Yazının devamı...
Yaşamak istiyorsan yaşat!
17 Aralık 2016

Başka bir enerji...

 

Başka bir kafa...

 

Başka bir bakış açısı...

 

İleri, çok ileri...

 

Bilgili, donanımlı, hızlı, zeki...

 

Fişek gibi bir kadın...

 

Resmen nehirler gibi akıyor, çağlıyor...

 

Ağzınız açık kalıyor!

 

O bilgi âşığı bir öğrenci, o bir modern zaman filozofu...

 

Bu, benim onunla ikinci röportajım.

 

‘Fi’, ‘Çi’, ‘Pi’ çıktığında da sohbet etmiştik.

 

O zaman da zekâsından ve birikiminden çok etkilenmiştim, şimdi de etkilendim.

 

Kendini yazar olarak tanımlamıyor ama hayatında yazdığı ilk üç kitapla Forbes ve D&R’a göre Türkiye’de 2015’in en çok satan yazarı oldu.

 

O ise “Çok okunmam değil, anlaşılmam önemli” diyor.

 

Gezegene katkı sağlamak için yazdığını söylüyor.

 

Yeni kitabı ‘Aeden-Bir Dünya Hikâyesi’ de yeni çıktı. Bu kimselere benzemeyen kadın, katman katman açılan bir kitap yazmış. Hikâye, çok renkli fantastik bir dünyada başlıyor, günümüze uzanıyor. Azra Kohen fena halde yaşadığımız zamanlara ayna tutuyor...

 

Okuyun, pişman olmayacaksınız...

 


Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu

 

Ve Azra Kohen karşımda... Sen, kimselere benzemeyen bir yazarsın... Yazar ya da edebiyatçı olmak için yola çıkmadığını söylemiştin önceki röportajımızda ama Forbes’e ve D&R’a göre 2015’de en çok satan kitap seninki olmuş. Üstelik Türkiye’de basılan tüm kitaplar arasında... Ne hissettin?

 

-Sorumluluktan kaynaklanan tedirginliğin huzuruyla harmanlandım desem...

 

 Peki nasıl açıklıyorsun bu durumu? Hem yazar olmak isteme, hem de ortalığı toz duman et!

 

-Estağfurullah! İhtiyaç... Bir ihtiyaca cevap vermekten daha doğal ve kolay bir şey yok aslında. Okullara gittiğimde genç insanlara hep, “Mızmızlanmayı bırakın ve eksikliğini çektiğiniz şeye dönüşün!” diyorum. Sanırım, kitap yazmak benim eksikliğini çektiğim şeyin bir parçası olma çabam. Edebiyat ödülleri beklemiyorum, hayata katkısı olsun yeter!

 

BİLMEK VE ANLAMAK ZORUNDAYIZ

 

 Neden bu kadar çok okunuyorsun? Sence bir ‘ihtiyaca’ karşılık veriyor olman mı durumu açıklayan?

 

-İnsanlar bilgilenmek istiyorlar, öğrenmeye açıklar ama bilgi edinmek okul yıllarından itibaren keyif veren bir ritüel olmaktan çıkarılıp öylesine eziyetli bir işkenceye dönüştürülmüş ki, ‘eğitim travması’ olan varlıklar haline gelmişiz. Ben de o yüzden, bilinmesinin fark yaratacağı, otoriteler tarafından onaylandığına emin olduğum bir sürü bilgiye hizmet edecek hikâyeler, karakterler yazıyorum...

 

 Amacın yaşadığın gezegene katkı sağlamak! Bunun için mi yazıyorsun?

 

-Bilmek ve anlamak zorundayız. Dünya, ortasında bir çekirdeği bulunan, çekirdeğin etrafı suyun dördüncü formu olan hydroxyl ile çevrelenmiş, elmas gibi dayanıklı termal iletkenlerle bezenmiş dev bir mekanizmaya sahip, canlı bir hücre! İnsan, anlamadığı şeyi koruyamaz. Bize hayat veren bu gezegeni önce anlamakla başlıyor her şey. Buna aracı olabilirsem ne âlâ! Belki de Yaradan bizi buraya, bu gezegeni yok etmeyecek zekâda olup olmadığımızı test etmek için koydu. Ancak yaşatıyorsan yaşıyorsun belki de...

 

 Derdin okunmak değil, anlaşılmak mı?

 

-Kesinlikle!

 

 Peki yazdığın türün adı ne? Seni, bir kalifikasyona sokamıyorum ben... Ama yazdıklarını, kafanın çalışma biçimini, bana düşündürdüklerini çok çok beğeniyorum. Hadi söyle, sen, büyücü müsün, kimsin, nesin? Bu kitapları niye yazıyorsun?

 

-Çok sevindim zihnine girebilmiş olmama! Çok sıradan biriyim. Öğretmen olmak isteyen bir öğrenciyim. Ama yanlış anlaşılmasın, öğretmen falan olmuş da değilim. Dört kitap yazdın diye bir şey olmuyorsun. İnsanlık için çalışan gerçek bilim adamlarının, mühedislerin, Leonardo da Vinci gibi gerçek sanatçıların yanında kim olabilirsin ki! Çaresizlikten yazıyorum. Keşke başka yöntemler de geliştirebilsem ama şimdilik hissettiğim çaresizliği bir tek yazmak hafifletiyor.

 

 Şimdi de yeni kitabın ‘Aeden’ çıktı. İnsanlar deliler gibi okuyor. Kitap, katman katman açılıyor. Üstelik insanın kendini alamadığı çok renkli bir fantastik dünyaya açılıyor... Ve sonra her şey yaşadığımız dünyaya uzanıyor. Seninki nasıl bir hayal gücü?

 

-Çok bilimsel bir hayat gücü! Aeden’in güneşi mor, çünkü astrofiziksel bir nedeni var. Kitabımın kahramanları Numi incecik bir kız olmasına rağmen 350 kilo, Sonje 400 kilo... Ama hepsinin mantıklı, bilimle örtüşen açıklamaları var. Çok araştırıp, özellikle benim gibi astrofiziğe, fiziğe, kimyaya, biolojiye pek meraklı olunca hayal gücün malzemelerle dolup taşıyor.

 

‘Aeden’, cennete gönderme mi? Bir tür kendi cennetini mi tarif ediyorsun?

 

-’Aeden’ sözcüğü, Kuran-ı Kerim’de cennet olarak geçiyor. Herkesin cenneti kendine göredir diye düşünüyorum. Benim için cennet bir bilim düzeyi. Önemli olan bir yerin ne kadar güzel olduğu değil, ne kadar bilinçli olduğu. Muhteşem bir gezegende bilinçsiz varlıklarla yaşamak, cehennemde yaşamak gibi de olabilir.

 

MAALESEF BİLİNÇ DÜZEYİMİZ ÇOK DÜŞÜK

 

 Dünya, başka bir gezegenin cehennemi mi yani?

 

-Muhteşem bir gezegen burası... Ama maalesef bilinç düzeyimiz çok düşük. Bu bilinçle nereye gidersek gidelim, cehennemi yanımızda götüreceğimizi düşünüyorum. Yine de karamsar değilim, ileride cana sahip çıkılan ve nefes kaynağımız ağaçları kesmenin yasak olduğu bir uygarlık kurabildiğimizde, cennetle de tanışacağımıza eminim. Cennet, ancak biz var edebiliyorsak, içine girmeye hak kazanacağımız yer.

 

Kitabın her sayfasında da bilgi var. Seni yakından tanıyan birine sordum, “O sabahları, 7 ile 10 arasında bilimsel makale okur” dedi. Bu doğru mu?

 

-Evet, doğru. Oğlumla her sabah 6’da kalkarız, onu 6.45’te servis alır ve ben 10’a kadar limonlu çayımı içer, makalelerimi okurum. Çünkü bu zaten, benim eğitimimin de bir parçası.

 

 Laureate Kütüphanesi’ne üyeymişsin, makale ve tez okumaya bayılırmışsın. Nasıl bir şey bu? Aklından zorun mu var?

 

-Yoo hiç değil. Bilimdeki her şey önce teori. Ve bilim dünyası, bu teorilerin gerçekliğini ortaya koymak için hayatlarını buna adayan matemetikçiler, fizikçiler ve biyologlarla dolu... Onları izlemek ve okumak, dizi film izlemekten daha keyifli geliyor bana.

 

 Eşin bilgisayar mühendisi, ailende de mühendisler var. Senin kafan da sanatçı kafası gibi ama aynı zamanda mühendis kafası. Sence, seni en iyi tanımlayan özellikler neler?

 

-İşlevselcilik... İşlevi olan şeyleri çekici buluyorum ve ediniyorum. Bütünleştirici bir bakış... Her şeyin birbiriyle bağlantısı olduğunu bilmek bana huzur veriyor. Dev bir evrende yapayalnız küçük bir ‘tek’ olmaktansa, dev evrenin küçücük bir parçası olmayı seviyorum!

 

Biz, gerçekte doğduğumuz andaki evrenin resmi miyiz?

 

-Astrolojiyi, falcılıkla eşleştirmiş, küçümseyen bir kültürden geliyoruz. Ama aslında nasıl bu gezegendeki tüm memelilerin yumurtlaması bile bir gök cismi olan uydumuz aya bağlıysa, yani ürememizi bir gök cismi etkiliyorsa, başka nelerimiz evredenden etkileniyor olabilir? Biz evrenin bir parçasıyız ve kendimizi dünya gezegenine sanki uzay dışından düşmüş varlıklar olarak görmeyi bırakıp, evrenin parçası olduğumuzu, güneşteki bir patlamanın o yıl içinde alınacak buğday hasatını nasıl etkiliyorsa, evrende olan her şeyin bizi etkileyeceğini anlamak zorundayız.

 

 Sen bize “İnsansı olmaktan vazgeç, insan ol!” mu diyorsun? Nasıl hücreler bir araya geliyor organ oluyor, hizmet ediyor? Bizim de öyle mi yapmamız gerekiyor?

 

-Ben kimim ki! Ben söyledim diye değil tabii. Fark ettiklerimi, fark etmenizi istiyorum. Tarihten aldığımız dersleri birlikte çalışmak ve bilinç seviyemizin bir olmasını diliyorum. Çabada olmak istiyorum ama hep birlikte. Nedenini de ‘Aeden’de anlattığım gibi, evren bilinçtir, madde değil...

 

Aeden-Bir Dünya Hikâyesi/Azra Kohen (Destek Yayınları/616 sayfa-34 TL)

 

BOYUTLAR ALGILADIĞIMIZ KADAR DEĞİL

 

İki boyutlu canlılar var, üç boyutlu canlılar var, bir de dört boyutlular... Açar mısın bunu?

 

-Varoluş, katman katman. String Teori, 10. boyutun var olduğunu sunuyor bize. Bizse şu anda boyutların sadece üç tanesini algılayabiliyoruz. ‘Aeden’de anlattığım gibi, bizler üç boyut algısında, derinliğin, genişliğin, yüksekliğin içinde hareket edebilecek kadar algılayabilen varlıklarız ama boyutlar sadece bizim algıladığımız kadar değil!

 

Peki dördüncü boyut?

 

-Dördünce boyutun, zaman olduğu düşünülüyor. Ama biz zamana tabi olduğumuzdan, zamanın içinde hareket edemiyoruz, akıştayız ama kontrolde değiliz.

 

Şunu anlamaya çalışıyorum: Eğer bir dördüncü boyut varlığı beni görseydi, babamın bedeninde var olduğum o ilk anımdan, ölüp toprakta hücre hücre parçalandığım o son anıma kadar her halimin her anını, katman katman bir bakışta görebilirdi. Yani bir bakışta benim tüm olasıklar içindeki, tüm zamanlardaki, tüm hallerimi görebilirdi. Üç boyut algısında bir varlık olarak ben bir karıncadan ne kadar üstün isem, dördüncü boyut algısında bir varlık da benden en az o kadar üstün!

 

 Ve sen hayata, yaşama saygısı olmayan, etrafındaki her canlıyı yağmalayan bir organizmanın dördüncü boyut algısına çıkamayacağını söylüyorsun...

 

-Evet aynen öyle! Tekamülüne izin vermeyeceğini düşünüyorum. Belki de biz, bunun testindeyiz. Sanki sistem, “Bakalım bu varlık ne olursa olsun neyin önemli olduğunu hatırlayabilecek mi?” diye sorguluyor .

 

 Sen bütün bunları anlatınca, “Bu kadın delirmiş!” diyenler olmuyor mu?

 

-Bilmem, sanırım umursamayı bırakalı çok oldu!

 

 

YAŞADIĞIMIZ ŞEYİN ADI TEKAMÜL

 

Biz, şu anda ne yaşıyoruz?

 

-Tekamül. Dünyadaki kutuplaşma, cana sahip çıkanlar ve çıkmayanlar olarak iki ana kanada ayrılana kadar devam edebilir. Cana sahip çıkmayanlar, çıkanlardan daha aktif olduğunda, tarihten de biliyoruz ki, medeniyetler çöküyor! Mısır, Roma gibi medeniyetler bile, en üst tabakada çokluk içinde yaşayanlar, en alt tabakada yokluk içinde yaşayanları umursamadığında çöktüler. Çokluktakilerin, yokluktakileri ırk, din, kültür farklılıkları gibi bahanelerle dışlaması ile başlıyor tüm çöküşler. Umarsamazlık, cehennemin kapısıdır.

 

 Peki neyin bocalaması, neyin kavgası bu? Hem Türkiye’de hem dünyada?

 

-İnsanlık, evren saatine göre, yaklaşık 11 saniyedir dünya gezegeninde. Hepimiz genç organizmalarız. İnsan değiliz, insansıyız!

 

 Nasıl yani?

 

-İnsan potansiyelleriyiz, insan olmaya aday bebekleriz. Bir bebeğin, anlayış kıtlığı içinde, kendine ve diğer bebeğe zarar vermesi gibi zarardayız. Oğluma hep söylediğim bir şey var: “Yaşamak istiyorsan, yaşat! Bugün yaptığın şey, yarın sana dönecek. İşte şimdilerde bunun dersini alıyoruz. Hayat, yaşamı hak edip etmediğimizi sınıyor. Kendini güçlü zannedip başkasını ezen, uzun vadede varoluşta yer edinemiyor. İnsanlık tarihi, bunun dersleriyle dolu. Çok zeki olmaya gerek yok, azıcık ucundan başından tarih okusak yeter!

 

SADECE 11 SANİYE!

 

 Şu 11 saniyeyi iyice açıkla bana! Nasıl yani sadece 11 saniyedir varız? Neye göre böyle değerlendiriyorsun? 4.5 milyar yıldır var bu gezegen diye biliyorum...

 

-Evrendeki en eski yıldızların yaşına ve evrenin genişlemesine bakarak, başta NASA olmak üzere, astrofizikçiler tarafından yapılan hesaplamalarda, evrenin yaklaşık olarak 14 milyar yıldır var olduğu sanılıyor. Dünya ise 4.5 milyar yıldır var. Modern insan ise 200 bin yıl önce ortaya çıkmış. Evrenin varoluş zaman çizelgesine insanın var oluşunu yerleştirdiklerinde, ancak 11 saniyedir var olduğumuzu görüyorlar.

 

Çok acayipmiş!

 

-Evet. Mesela dünya, 10 saat 35 dakikalıkken ilk bitkiler çıkmış, 11 saat 25 dakikalıkken dinazorlar, sonra kuşlar, memeliler, derken dünya yaklaşık 12 saatlikten insanlar ortaya çıkmış. Ve uzun lafın kısası, modern insanın varoluşu, evren ve dünyanın varoluş periyodunun yanında 11 saniye kadar bir şey. Yanlış anlaşılmasın bunu ben söylemiyorum. Bilim dünyasında kabul görmüş bir görüş bu. Ünlü asro fizikçi Carl Sagan ve Neil Degrasse Tyson bunu çok güzel anlatmışlardır.

 

 Yani var olan tüm kültürler ve insana dair bildiğimiz her şey, dünya gezegeninden uzaya çıktığımızdaki zaman akışıyla kıyaslandığında 11 saniye içine sığıyor.

 

-Aynen öyle! Ama biz, kendimizi ne kadar önemli zannediyoruz değil mi? Aslında hızla çoğalan ve tüketmekten başka bilinci olmayan bakteriler gibiyiz, eğer tükettiğimizi üretip bir başka amaca hizmet edemezsek... Yaşadığı gezegendeki tüm yaşamı köleleştirmiş ve bunu üstünlük sanan bir varlık, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi yüce bir varlık olabilir mi? Kendimizle yüzleşmeden başlamıyor bu insanlık yolculuğu. Cana sahip çıktığın kadar insansın, yoksa parazitsin! İnsan olmak, sadece bedenlenmekle olmuyor. İnsan potansiyeline sahip, emek verirsek, insan olma yolunda ilerleyebilecek varlıklarız ama henüz insansıyız!

 

BİR MASALCI TEYZE!

 

 Derdimiz gücü elde etmek mi? Bunun için mi kavga ediyoruz?

 

-Evet. Korku, güç tutkusunun kaynağı bence. Korkan insan güçlenmek ister. Güçlenen insan da, hâlâ korkuyorsa, çevresini ezer hale gelir! Peki nedir güç? Her şeye rağmen insanlığını korumak mıdır, yoksa her şeye rağmen hayatta kalabilmek mi? Açlık zamanında bebekleri yesek hayatta kalmış olurken güçlü mü oluyoruz, yoksa doğruda durup açlıktan ölsek mi güçlüyüz? 11 saniyedir gezegene yayılmış insansı, korkak bebekleriz, evet güç için kavga ediyoruz çünkü başka türlü sorunlarımızı çözmeyi henüz bilmiyoruz. Öğreniyoruz.

 

 Sence hepimizin dünyaya gelme nedeni mi var?

 

-Bizler, bir organın hücreleriyiz. Ancak birleştiğimizde vücut oluşabiliyor. Çünkü ne olursak olalım, işlevsel olmak zorundayız, ama başına buyruk hücreler olarak sistemsiz bir şekilde birbirimizle savaşır haldeyiz. Yaşama savaş açmış, kanserli hücreler gibiyiz!

 

 Yani görevlerimiz mi var?

 

-Olmalı.

 

 Seninki ne?

 

-Sanırım öğrenci bir masalcı teyzeyim ben. Masal anlatıyorum. Pek karizmatik bir görev değil ama keyifli. Çünkü anlattığım her şey, köklerini gerçeklerden almak zorunda. O yüzden de hep öğrenci kalmak zorundayım.

 

 Modern zaman filozofu musun sen?

 

-Düşünen biriyim. Filozof büyük kelime.

 

 Peki insanların en çok neyi anlamasını istiyorsun?

 

-Candan daha değerli hiç bir şey olmadığını, kimin ve neyin canı olursa olsun!

 

 

HER ŞEYİ HAK ETMEMİZ GEREKİYOR

 

Öğrenemiyorsak, işe yaramıyorsak, bilinç olarak yükselemiyorsak, yükselinceye kadar o dersler tekrar tekrar önümüze mi geliyor?

 

-Etrafına, kendi hayatına, tarihe bak Ayşe. Aynı senaryo, farklı karakterlerle ulusların bile başına geliyor. Sadece bireysel farkındalığımız değil, toplumsal farkındalığımız da teste tabi. Ya diğerlerinin yaşanmışlıklarından dersler alabiliyoruz, ki bu kolay yol ya da yaşayarak öğrenmek zorunda kalıyoruz.

 

 Hayatı, hak etmemiz mi gerekiyor?

 

-Bence sahip olduğumuzu sandığımız her şeyi hak etmemiz gerekiyor.

 

 Şimdi artık bunları konuşma zamanı mı?

 

-Kesinlikle! Alttan öyle bir nesil geliyor ki kimse onları tutamayacak! Birini öldürsen 10 tane doğacak yerine. ‘Pi’de dediğim gibi, hayat hepimizden daha akıllı!

 

 Türkiye, cehennem kapısı mı? Neden?

 

-Evet. Çünkü bizden sonrası kaynıyor. Batı’nın sözde uygar ama özde umursamaz insanıyla, Doğu’nun sözde gelişmemiş ama özde umursanmaz insanı arasında Türkiye. Bu topraklarda olanlar dünyayı etkileyecek.

 

 Bu topraklar özel topraklar mı?

 

-Bu toprakların insanı rengârenk aslında. Amerika da çok renkli ama kültürler kaynaşmış değil. Mahallelere bile ayrılmış durumdalar. Böylesine rengi bir ülke içinde barındırıp bu kaynaşmışlıkta olmak büyük başarıyken, şimdi bizim ayrılmamızı, iyice ayrışmamızı, mahallelere ayrılıp apayrık kalmamamızı daha kârlı bulanlar var. Bu toprakların özelliği, birleşme konusunda dünyada benzersiz olabilmemiz. Zamanı gelince dünyaya örnek olacağımızı biliyorum.

 

 İnsan olmak için harekete geçin diyorsun, ne yapacağız?

 

-Önce her birimiz ne için dizayn edildiğimizi, en iyi yaptığımız işi bulacağız ve her türlü gelişmeyi kaynağından takip edebilmek için mutlaka İngilizce öğreneceğiz.

 

 Peki sen nereden hükmediyorsun bu anlattıklarının doğru olduğuna? Bu, ego olamaz mı? Bu kendine aşırı güven nereden kaynaklanıyor?

 

-Hiçbir şeyin iddiasında değilim aslında. Tarihin bize sunduğu tekerrürleri, insan organizmasının neden-sonuç ilişkisi içindeki hallerini, istatistiksel verileri, ekonomik analizleri sentezlemeye çalışıyorum ve olguları hangi köşesinden tutmaya çalışırsam çalışayım var olan her şeyin nasıl da zincirleme bir reaksiyonla birbirine bağlı olduğunu fark ediyorum. Kafama göre değil tabii. Benden çok daha zeki insanların yaptığı araştırmaları, analizleri kullanarak. Anlamsızlığa anlam bulmaya çalışınca buralara kadar geliyorsun, insanlar seni aşırı güvenli falan sanabiliyorlar. Ben kendime değil, araştırdığım bilginin doğruluğuna güveniyorum. “Hayat utandırmasın!” diyeyim.

 

 Neredeyse evrenin sırrını çözdüğünü düşünen bir kadın var karşımda. Bu nasıl olur?

 

-Yok Ayşe! Evrenin sırrı yok, bizim bilmediklerimiz var ve aslında karşında, evrenin sırrını çözmüş biri değil, kendi cehaletini kabul etmiş biri var. Cahilliğimi kabul edince, yorumlarım belki kulağa daha iddialı geliyor ancak iddia değil, arayışımın açlığının hissi bu.  

Yazının devamı...
Zaman, sakin olma, dayanışma, kaygı, korku ve umudu paylaşma zamanı
16 Aralık 2016

Psikiyatr.

 

Ama bana daha çok...

 

Başını omuzuna dayayabileceğin, dert anlatabileceğin ve bir sürü konuda fikir alabileceğin bir dost gibi geliyor.

 

Bana verdiği enerji bu. İnsanlarla eşit ilişki kuruyor.

 

Bilgi satmıyor. Sizinle konuşuyor, konuştuklarından da yaşanmışlık, dinlemişlik ve tecrübe akıyor...

 

Pek çok şey öğreniyorsunuz.

 

Şimdi de içinde bulunduğumuz travmatik durumu konuşmak istedim.

 

Kapısını çaldım...

 


Fotoğraflar:  Fethi KARADUMAN

 

Bir travma yaşadığımız kesin... Nasıl bir travma bu?

 

-Önce şu konuda anlaşalım: Bu coğrafya, travmayla, evvel ezel tanışıktır. Kaderi, kederlerle dolup taşmıştır. Alışıktır. Belki de efsunludur. Coşar taşar ve unutur. Hayat devam eder... Bizim ezberimiz budur. Amaaaaa hayat gerçekten devam ediyorken, travma, çok da tanıdığımız bir mesele değildi. Ne var ki bir yılı aşkın bir süredir, istikrarlı bir şekilde her yerde, bombaların patlaması, güvenlik hissimizi darmaduman etti! Üstelik bu, sürekli kendini tekrarlayan bir travma. Umulmadık bir anda, yaşamsal güvenliği hedef alıyor ve hayatları söndürüyor.

 

  Ne tür etkiler yaratıyor insanda?

 

-Başta çaresizlik... Fiziksel, ruhsal ve ilişkisel çaresizlik. Travma sonrası stres tepkileri, “Anormal bir olaya verilen normal tepkiler” olarak tarif edilir. Çaresizlik, ümitsizlik, kızgınlık, suçluluk, öfke, duygusal donuklaşma, güvensizlik, çatışma eğilimi, uykusuzluk, fiziksel gerginlik, çarpıntı... Bu belirtiler böyle uzar gider. Çoğumuz mutsuz ve çaresiziz. Ama “Hayat devam ediyor!” tadında yaşıyoruz. Kimimiz, “Çalışmaya devam! Üreterek iyileşeceğiz!” umuduyla yaşarken, kimimiz de, gündelik hayatımızı sürdüremiyor, kaygı denizinde boğuluyoruz. Travma sonrası stres bozukluğu yaşıyoruz. Bunu yaşayanlar illaki destek almalı! Çünkü tekrar eden bir travmadan söz ediyoruz;her yeni bombada, kanayan yaraya tuz basılıyor.

 

  Gerçekten de son iki yıldır durmadan bombalar patlıyor. Yüzlerce insan ölüyor. Birinden çıkıyoruz, diğerinin acısı oturuyor içimize. Sıradaki biz de olabiliriz, bir yakınımız da... Peki bunu bile bile yaşama devam etmek, aynı coşkuyla hayata sarılmak mümkün mü?

 

-Elbette değil! Ne hayat aynı, ne coşku aynı... Gerçek bu! İnsanın, yaşamsal hiyerarşisinde ‘güvenlik’ daima ilk üçtedir. Güvenlik tehdidi yok sayılamaz, pas geçilemez! Travmadan, “Bana bir şey olmaz!” repliğiyle çıkma vakti geçti. Güvenlik duygumuzu sarsan olayları tekrar tekrar yaşadık ve “Benim da başıma gelebilir, benim çocuğumun da başına gelebilir!” günleri başladı...

 

ÖNCELİKLERİ VE İHTİYAÇLARI YENİDEN SIRALAMAK LAZIM          

 

Tam da bu! Peki n’apacağız?

 

-Hayatı tekrar yazıp, dizayn etmemiz, kişisel güvenliği önemseyip, dramatize etmeden yaşamaya çalışmamız lazım. Haz çağındayız; ama zaman, sakin olma, dayanışma, kaygı, korku, umut ve paylaşma zamanı...

 

Ben de “Kafayı yemeden böyle bir dönemin içinden nasıl geçilir” diye soracaktım!

 

-Valla, vaat edilen bir gül bahçesi yok! Sıkıntılı günler... Çok konuşmak, çok dinlemek, duygularda bonkör olmak, ötekileştirmemek, bilgilenmek ama şiddetin görüntülerinden uzak durmak, aile ve dostları arayıp sormak, sıkça bir arada olmak, yaş alanların sükûnetinden faydalanmaya çalışmak. Benim önerebileceğim şeyler bunlar!

 

 Acılı yas dönemlerinde, insanlardan iki farklı görüş ortaya yükseliyor: “Empati yapalım, her şeyi iptal edelim, hayatı sınırlayalım. Her şey normalmiş gibi davranmayalım. Bu yaşanan acıya saygısızlık olur!” Bir de tam tersini savunanlar var,  “Hayat devam ediyor. Onların istediği zaten bu, hayatı erteletmek, durdurmak... Bu fırsatı vermeyelim, işimize, gücümüze devam edelim” mesajını verelim. Hangisi doğru, ne yapmalı?

 

-Yas, beş basamaktan oluşur. İnkâr, öfke, pazarlık, depresyon, kabullenme. Terör, bombalar, yanı başımızda ölümler, ölebilirliğimiz, çocuklarımızın yaşamsal tehlikede oluşu, yarın ne olacak, dün kayıp, bugün kayıp... Önünde, arkasında ölümü, kaosu barındıran bu duyguların sonu daima yas! Olayı yaşayan, ilk elden tanık olan, haberlerde ve sosyal medyada tanık olan herkes, aslında irili ufaklı yas yaşıyor. Yas ve kayıpla baş ederken de tüm bu katmanlardan geçiyoruz. Kimi, yaşananları inkâr edip, yok sayıp yaşıyor, kimi ise depresyona demir atıyor!

 

 Burada, belirleyici olan ne?

 

- Kişisel olarak kayıpla nasıl baş edileceği... Sağlıklı yas, basamakları yaşayarak ilerler ve kabullenmeyle defteri kapar. Ancak bizim mevzuda, defter kapanmıyor; çünkü olaylar devam ediyor, yas da devam ediyor. Bu durumda da, “Yakala coşkuyu!” durumunda ısrar etmek, gerçek değil, gerçekçi de değil...Her dakika mutlu olmak şart değildir. İnsan, üzgün olmak, kederli olmak, çok fena üzülmek duygularıyla da tanışmalı ve bunları sükûnetle yaşamayı öğrenmeli. Yaşamı durdurmamak ama öncelikleri ve ihtiyaçları yeniden sıralamak lazım.

 

 Söylediklerinizi anlıyorum da, bu, bizden nasıl çıkar? Maskeli depresyon olarak mı, panik atak olarak mı, obsesif bozukluk olarak mı?

 

-Travma sonrası en yaygın duygu, kaygı ve çaresizlik. En sık rastlanan psikiyatrik tablo da, kaygı bozuklukları. Kaygı, “Bana bir şey olacak!”, “Yakınlarıma bir şey olacak!”, “Her an hepimize kötü bir şey olabilir!” üçgeninde dolaşır ve sonunda orayı işgal eder. Panik atak, obsesyonlar, depresyon, öfke kontrolünde sıkıntı, alkolün kötüye kullanımı, konsantrasyon  bozuklukları, hayata dair anlam kaybı... Sonuçları böyle uzar gider.

 

 

“KADERİMSE YAŞARIM” DEMEK VİCDANI YOK SAYMAKTIR

 

  Peki ya bünye alışıyor olabilir mi? Bunca acıyı, travmayı yaşaya yaşaya, tanıklık ede ede, ölümü ve öldürmeyi normalleştiriyor olabilir miyiz?

 

-Olabiliriz! En fenası da budur! Olumsuz uyaranı devamlı ve benzer şiddette verdiğinizde, uyaranın  olumsuz etkisi azalır. Türkçesi, her hafta bomba patlarsa, bombanın kaygı verici etkisi giderek azalır. Bakınız, Ortadoğu!

 

 “Alışmayacağız!” çığlıkları yükseliyor! Bu tarz ölümlere alışmak neden tehlikeli?

 

-E çünkü alışmak, duyarsızlaşmak demek, kanıksamak demek, kabul etmek, “Kaderimse yaşarım!” demek, vicdanı yok saymak demek... Kişisel olarak da, toplumsal olarak da bu mevzunun en vahşi ve gayri insani sonucu alışmaktır!

 

 Peki çözüm ne? Güzel, tatlı filmler izlemek mi, bir süre sosyal medyadan, Twitter’den uzak durmak mı, bir yerlere gidip uzaklaşmak mı, kendi kozana girmek mi, her zamankinden daha fazla çalışmak mı ya da normal hayata devam etmek mi?

 

-Dediğim gibi yeni bir ‘normal’ yaratmak lazım. Muhtemel yeni normal, işe güce gidilen, bilgiye temkinli yaklaşılan, şiddet içeren bilgiden kaçınılan, sıkıntıların, kaygıların konuşulduğu ama kaygı fanatiği olunmayan, alternatif düşünceler üreten, iyi senaryoları dışlamayan,  alışmayan, umut eden bir normal. Ama tabii, memleket güvenliğinin siyaseten sağlanması da çok mühim. Yoksa, insanlar içinde yaşadığı coğrafyaya, memleketine güvenmez, aidiyeti sınırlı hale gelir, ki bu da çok fena!

Yazının devamı...
İyi ki tansiyonum çıktı
14 Aralık 2016

30 yıllık bir hekim çıktı, üstelik iç hastalıkları ve nefroloji profesörü, “İyi ki tansiyonum çıktı!” diye bir kitap yazdı...   

Aslında bir “oksimoron” gibi duruyor, değil mi? 

“Yüksek tansiyonun nesi iyi olabilir ki? Çok korktuğumuz bir hastalık, felç bırakır, hatta öldürür!” diye düşünüyor insan.

Ama kendisi de yüksek tansiyon hastası olan Profesör Tekin Akpolat’ın kitabını okuyunca anlıyorsunuz ki, yüksek tansiyon tedavisi olan bir hastalık.

O, kendi hayatımızın ve bedenimizin doktoru olmamız gerektiğini söylüyor.

“Farkında ol, sorumluluk al, dersini çalış ve kendine bak...” diyor.

Bugüne kadar 144 uluslararası yazısı yayınlandı ve 13 kitap yazdı. Sonuncusu da “İyi ki Tansiyonum Çıktı.” 


Tekin Hocam, sizi tanıyalım...
1960 Gaziantep doğumluyum. Dolayısıyla, tatlıya bayılırım! Çocukluğum Mersin’de geçti. Tarsus Amerikan Lisesi’nde okudum. Kebap yemeyi çok severim, hatta tantuniyi de! Tıp fakültesi ve iç hastalıkları ve nefroloji uzmanlık eğitimlerimi Hacettepe Tıp Fakültesi’nde aldım. Ah orada da çok abur cubur yedim! Uzun süre Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nde çalıştım. Samsun’da da çok güzel pideler götürdüm! Amerika Birleşik Devletleri’nde Baylor College of Medicine’de (Houston, Texas) bulundum. Orada da “Texas size” denen dev porsiyonlarla tanıştım! Kiloları aldım, sonunda da tansiyon hastası oldum! Şimdi ise, insanlara pozitif enerji veren bir ortamda çalışıyorum. Ben bir yürüme delisiyim. Her fırsatta yürürüm. Pozitif hormonları depolarım. Her dönem yürüyüş arkadaşlarım olur. En güzel sohbetleri yürürken yaparım. Eşimle de her fırsatta yürümeye çalışırım. Birlikte yürüyünce moralimiz daha iyi olur. Bu aralar özellikle yürümeye çalışıyoruz...


Ne güzel! Ne kadar pozitifsiniz! Her şeye böyle mizahi mi yaklaşırsınız?
Valla, yaşım ilerledikçe mizahın önemini daha iyi fark ettim! Pozitif olmanın da hem kendime hem çevreme ama daha da önemlisi hastalarıma çok yarar sağladığını gördüm.


30 yıllık hekimsiniz... İç hastalıkları ve nefroloji uzmanısınız. Bizi şaşırttınız, çünkü kitabınızın adı “İyi ki Tansiyonum Çıktı!”... Tansiyon hastası olmanın neresi iyi?
Tabii ki tansiyon hastası olmamak, tansiyon hastası olmaktan daha iyi ama ülkemizde hastaların yarısı hastalığının farkında bile değil! Farkında olanlar da korkuyor ama onlara şunu söylemek istiyorum: Hiiç korkmayın! Çünkü hipertansiyon, tedavisi olan bir hastalık. “İyi ki Tansiyonum Çıktı” aslında hastalığın farkına varılmasının da göstergesi. Tedaviden mahrum kalmıyorsunuz yani. Bu kitap aynı zamanda sağlıklı yaşamın da ipuçlarını veriyor...


Peki hipertansiyonu nasıl tedavi edeceğiz?
Çok basit, yaşam düzenindeki küçük değişikliklerle. Bu değişiklikler, sadece hipertansiyonla sınırlı değil, aynı zamanda kanser, şeker, kalp, böbrek hastalığı, yüksek kolesterol gibi günümüzün yaygın hastalıklarını da önlüyor. Üstelik bu küçük uygulamalarla, ilaç bile kullanmadan hipertansiyon tedavisi mümkün...


İyi de insanları korkutan bir hastalığın neresi iyi olabilir? Yüksek tansiyon aynı zamanda öldürücü ve felç yapan bir şey değil mi?
İşte bu algı yanlış! Ve artık değişmesi gerekiyor! Doğru, yüksek tansiyon, insanı öldürebilir, felç yapabilir, kalp ve böbrek hastalıklarına neden olabilir ama 30 yılı aşkın meslek hayatımda gördüğüm hipertansiyonla ilişkili sorunları olan hastalar ya hastalıklarının farkında değildi ya tedavilerini düzgün yapmamışlardı ya da yeterince araştıramamışlardı...


Çaresizlikten ya da moral vermek için böyle yaklaşıyor olabilir misiniz?
Yok hayır! Çaresizlik eskidendi. Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Günümüzde, hipertansiyon hastalarının ne kadar şanslı olduğunu anlamak için sadece 1945 yılında 2. Dünya Savaşı’ndan sonra toplanan Yalta Konferansı’na bakmak bile yeterli olabilir. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Roosevelt’in konferansa gelirken kan basıncı 260/150 mmHg idi ve sadece sakinleştirici alıyordu. Roosevelt, konferanstan 8 hafta sonra beyin kanamasından öldü. Tarihçiler arasında Roosevelt’in kontrolsüz hipertansiyonunun yani bozuk sağlığının konferansa etkisi tartışma konusu olmuştur. Sovyetler Birliği Başkanı Stalin’in de hipertansiyonu vardı ve sülüklerle tedavi edilmeye çalışılıyordu. Stalin de konferanstan 8 yıl sonra beyin kanamasından yaşamını yitirdi. Yani çok değil, 1940’lı yıllarda, dünyayı yöneten iki büyük liderin bile hipertansiyonları için etkili ve güvenilir bir ilaç yoktu...


Peki günümüzde yaygın olarak kullanılan ilaçlar ne zaman keşfedildi?
1950’li yıllardan itibaren. Tamamına yakınını da en az 20 yıldır tanıyoruz. Kullandığımız ilaçlarla ilgili risk de çok fazla olsaydı bugün piyasada olmazlardı. Günümüzde hipertansiyon hastaları, ilaç yönünden de şanslılar. Ayrıca, hastaların çoğunda ilaçlara bile gerek kalmadan kan basıncını kontrol altında tutmak mümkün. Bu mu çaresizlik?



8 T KURALI NEDİR?

1-)
Tekin Akpolat kitabı: Valla, kitabımı okuyacaklar! Hipertansiyon çok yaygın olduğu için neredeyse herkes bu hastalık konusunda fikir sahibi. Bu bilgilerin de bir kısmı, ne yazık ki kafa karıştırıcı ve yanlış! Tedaviye doğruları bilerek başlamak önemli. Ayıptır söylemesi, benim kitabım da iyi bir kılavuz.  

2-) Tuzu azaltmak: Ülkemiz, dünyada en çok tuz tüketilen ülkelerden! Tuz konusunda Türk Hipertansiyon ve Böbrek Hastalıkları Derneği tarafından yapılmış 2 çalışma var. 2007 yılında günde 18 gram, 2012 yılında 15 gram tuz almışız. Yani 5000 yıl önceki atalarımızın 100-150 katı! Tüm dünyada ilk hedef, günde 5-6 gram. Bu hedef bile atalarımızın aldığı tuz miktarından 50-60 kat fazla. Ülkemizde ekmek de önemli bir tuz kaynağı...    

3-) Tabanvay: Yürüyüş, gerçekten ilaç! Hem kan basıncının kontrol altına alınmasını sağlıyor hem de stresimizi azaltıyor. Ha babam yürüyün yani! 

4-) Tartıdan kaçma: Kilo vermek, kan basıncı kontrolünü kolaylaştırır. Ne yapın edin, fazla kilolarınızdan kurtulun.

5-) Tansiyon ölçmeyi öğren: Tansiyon ölçmek, kolay bir işlem. Günümüzde güvenilir, koldan ölçen çok sayıda otomatik alet var. Ölçülen ve kaydedilen kan basıncı değerleri kolaylıkla doktora gönderilebilir. Gönderin. 

6-) Tatil: Harekete geçmek için, yıllık izinler ve hafta sonu tatilleri iyi bir fırsattır. Değerlendirin. 

7-) Tatlıdan uzak dur: Tatlıyı, şekeri azaltmak gerekiyor. Ben her türlü tatlıyı, tümden bıraktım. Olağanüstü durumlar hariç asla şekerli gıda yemiyorum. Beni yakından tanıyanlar tatlıya ne kadar düşkün olduğumu bilir, gençliğimde 1 kilo tatlı alıp tek başıma yerdim. Artık senede iki ya da üçü geçmiyor. 15 kilo vermenin dışında, böyle kendimi çok daha iyi hissediyorum. 

8-) Takip: Doktor kontrolü, tedavinin önemli bir parçası. Kontrollerini aksatmayan hastaların tedavileri daha başarılı...    

Yazının devamı...